Etiket arşivi: Hatice Başkan

6 GÜNLÜK ŞEVVAL AYI ORUCUNUN ARALIKSIZ TUTULMASI SART MIDIR?..

6 günlük Şevval ayı orucunun aralıksız tutulması şart mıdır?

Ramazan ayından sonra tutulan 6 günlük Şevval ayı orucunun aralıksız tutulması şart mıdır?

Yoksa her hafta sonunda yani hafta tatilinde ikişer gün olmak üzere üç defada ayrı ayrı tutabilir miyim?

Hamd, yalnızca Allah’adır.

 

6 günlük Şevval ayı orucunun aralıksız tutulması şart değildir.Eğer bu 6 günlük orucu, ayrı ayrı veya aralıksız tutarsa, bunda bir sakınca yoktur.

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

((… فَاسْتَبِقُواْ الْخَيْرَاتِ …)) [ سورة البقرة من الآية: ١٤٨]

 

“(Ey mü’minler!) O halde hep hayırlara (Allah’ın, İslâm dîninde size meşrû kıldığı sâlih ameller işlemeye) koşun, yarışın!” (Bakara Sûresi: 148).

 

Allah Teâlâ yine şöyle buyurmuştur:

 

(( وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ )) [ سورة  آل عمران: ١٣٣ ]

 

“(Allah’a ve Rasûlüne itaat ederek) Rabbiniz tarafından bir mağfirete, genişliği göklerle yer kadar olan ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun!” (Âl-i İmrân Sûresi: 133)

 

Musa -aleyhisselâm- Rabbine şöyle demişti:

 

(( … وَعَجِلْتُ إِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضَى )) [ سورة طه من الآية: ٨٤]

 

“Ve benden daha çok râzı olman için sana kavuşmakta acele davrandım ey Rabbim!” (Tâ Hâ Sûresi: 84)

 

Fakat bu altı günlük orucu ne kadar erken tutarsa, onun için daha fazîletlidir. Çünkü geciktirmede nice âfet ve musibetler olmaktadır.

 

Alimlerinden bazıları bu görüştedirler.Fakat bu altı günlük orucu tutmada acele etmeyip geciktirmekte de bir sakınca yoktur. Eğer bu orucu, Şevval ayının ortalarına veya sonlarına doğru ertelerse, bunda bir sakınca yoktur.

 

İmam Nevevî -Allah ona rahmet etsin- bu konuda şöyle demiştir:

 

“Ashâbımız şöyle demişlerdir: Şevval ayından altı gün oruç tutmak müstehaptır.Bu hadis için şöyle demişlerdir: Bu altı günlük orucu, Şevval ayının başından itibaren birbiri ardınca aralıksız tutabilir.Eğer altı günlük orucu aralıklarla tutarsa veya Şevval’den sonraya ertelerse, câizdir.Çünkü bu hadis, genel ve kayıtsız olduğu için bu sünneti işlemiş olur. Bu meselede bizde (Şâfiî âlimleri arasında) bir görüş ayrılığı yoktur.Nitekim Ahmed ve Davud da bu görüştedirler.” (el-Mecmu’u Fî Şerhi’l-Muhezzeb).

Rabbim yapacak olduğumuz ibadetlerimizi kabul buyursun..

Selam Ve Dua ile ..

(Hatice Başkan)

 

PEYGAMBERİMİZ S.A.V.’İN YÜCE ŞÂNINA ŞAHÂDET EDEN ÂYET-İ KERÎMELERDEN”

 

PEYGAMBERİMİZ S.A.V.’İN YÜCE ŞÂNINA ŞAHÂDET EDEN ÂYET-İ KERÎMELERDEN

 

“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)

 

“Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmez.” (Sebe’, 28)

 

“De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin sâhibi, kendisinden başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberim.” (A’raf, 158)

 

“Muhammed (S.A.V.) sizden hiç birinizin babası değil, ancak Allah’ın Resûlü ve  bütün peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40)

 

“Ey iman edenler! Muhakkak ki içinizden, sizin sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, müminlere şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (Tevbe, 128)

 

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allahü Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran, 31)

 

“O Peygamber size neyi getirmişse alın, neyi yasaklamışsa sakının.” (Haşr, 7)

 

* * *

 

PEYGAMBERİMİZİN YÜCE ŞANINA ŞÂHİT HADÎS-İ ŞERİFLER

 

 (Kenzü’l- Ummal, C. 11)

 

“Kıyâmet günü tebaası en çok olan peygamber benim. Cennetin kapısını ilk açacak olan benim.” (Müslim)

 

“Kabirden ilk kaldırılacak olan benim. İnsanlar toplanmaya başladıkları zaman onlara ilk hitap edecek olan benim. Onlar ümitsizliğe düştükleri zaman onlara ilk müjdeyi ben vereceğim. O gün Livâü’l- Hamd benim elimdedir. ben Allah indinde âdemoğlunun en şereflisiyim, fakat övünmem.” (Tirmizi)

 

“Kabirden ilk kaldırılacak olan benim. Cennet elbiselerinden giyip Arş’ın önünde dururum. O makama benden başka kimse erişemez.”

 

“Kıyâmet günü âdemoğlunun efendisi benim, öğünmem. Livâü’l- Hamd benim elimdedir. O gün bütün peygamberler benim sancağım altında toplanacak. O gün ilk şefaat edecek olan benim, ancak öğünmem.” (Tirmizi)

 

“Ben peygamberlerin efendisiyim, öğünmem. Peygamberlerin sonuncusuyum, öğünmem.” (Dârimî)

 

“Ben, benden evvel gelen ve sonradan gelecek olan bütün insanların peygamberiyim.” (İbn-i Sa’d)

 

“Cennetin kapısını ilk açacak olan benim. O kapıdan gelecek olan sesten daha güzel bir sesi hiçbir kulak işitmemiştir.” (İbni Neccar)

 

“Cennetin kapısına gelip çalarım. Cennetin bekçisi «senden evvel hiç kimseyi cennete koymamakla emir olundum» der.” (Müslim)

 

“Cenâb-ı Hak tarafından bir melek gelip, ümmetimin yarısının cennete girmesi ile, şefaatten birini seçmem hususunda beni serbest bıraktı. Ben şefaati tercih ettim. Şefaatim, Allah’a şirk koşmayanlaradır.” (Tirmizi)

 

“Allahü Teâlâ İbrahim A.S.’ı dost, Musa A.S.’ı sırdaş, beni de Habîb olarak kabul buyurdu. Allahü Teâlâ, «İzzetim ve Celâl’im hakkı için, ben Habîbim’i dostum ve sırdaşım üzerine tercih ettim» buyurdu.” (Beyhakî) 

 

“Beni Rabb’im terbiye ettiği için güzel terbiye etti.” (İbni Süm’anî)

 

“Kıyâmet günü ben bütün peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsinin şefaatçisi olacağım, ancak öğünmem.” (Tirmizî)

 

“Ben cevâmiu’l-kelim ile gönderildim. Düşmanlarımın kalbine korku vermekle yardım olundum. Ben uyku ile uyanıklık arasında iken bütün yeryüzü hazinelerinin anahtarları getirilip elime konuldu.” (Buhari)

 

“Âdem oğlunun en hayırlısı beş kimsedir: Nuh, İbrahim, Musa ve Muhammed (Aliyhimüs-selâm). Bunların da en hayırlısı, Muhammed S.A.V.’dir.” (İbni Asâkir)

 

“Annem benim doğumumda, Busra’nın saraylarını aydınlatan bir nur görmüştür.” (İbni Sa’d)

 

“Cebrail A.S. bana, «Yeryüzünde Hz. Muhammed S.A.V.’den daha faziletli birini görmedim» buyurdu” (İbni Asâkir)

 

“Benim nesebim ve sebebimden başka bütün nesep ve sebepler tükenecektir.” (Taberânî)

 

“Yaratılanların en evveli, peygamber olarak da en son gönderilen benim.” (İbni Sa’d)

 

“Ben, Âdem ruh ile ceset arasında iken peygamberdim.” (Taberânî)

 

“İki hasletle Âdem A.S. üzerine faziletli kılındım: Âdem A.S.’ın şeytanı kâfirdi, benim şeytanım Allah’ın yardımıyla Müslüman olmuştur. Onun hanımı hatasına yardım etmişti, benim hanımlarım bana hayırda yardımcı oldular.” (Beyhakî)

 

“Allahü Teâlâ beni, güzel ahlâkı, güzel amelleri tamamlamak için gönderdi.” (Taberânî)

 

“Sizin namazınızdaki rükû ve huşûunuz bana gizli değildir. Ben sizi arka tarafımdan da görüyorum.” (Beyhakî)

 

“Allahü Teâlâ Âdem oğlundan İsmail’i, İsmail’den Benî Kinâne kabilesini, Benî Kinâne’den Kureyş kabilesini, Kureyş’ten Hâşim oğullarını, onlardan da beni seçip peygamber olarak gönderdi.” (Tirmizi)

 

“Allahü Teâlâ beni, insanlara şiddetli davranmak, onları zelil etmek için değil, dâima kolaylaştırıcı ve öğretici olarak gönderdi.” (Müslim)

 

“Yâ Âişe! (Kibrinden dolayı) Benim yüzüme bakmaktan mahrum olanlara çok yazıklar olsun. Mümin ve kâfir herkes benim yüzüme bakmayı arzu eder.” (İbni Asâkir)

 

“Allahü Teâlâ’yı kıyâmet gününde ilk görecek göz, benim gözlerimdir.” (Deylemî)

 

“İnsanların ve cinlerin kâfirlerinden başka her şey benim peygamber olduğumu tasdik eder.” (Taberânî)

 

“Yâ Âişe! Vallahi ben hem yeryüzünde, hem gökyüzünde “Emin” kimseyim.” (Taberânî)

 

“Vallahi benden sonra size âdil davranacak kimse bulamazsınız.” (Taberânî)

 

 

 

PEYGAMBERİMİZE SALÂT Ü SELÂM GETİRMENİN FAZİLETİ HAKKINDA HADÎS-İ ŞERİFLER  

 

(Kenzü’l-Ummal C. 1)[1]

 

“Allahü Teâlâ tarafından gelen bir melek bana, enin ümmetinden kim sana salât ü selâm getirirse, buna karşılık Allahü Teâlâ ona on hasene yazar, on günahını af eder, derecesini on misli yükseltir ve onun selâmının on misliyle mukabelede bulunur» dedi.” (Sa’d Bin Mensur)

 

“Günün ve gecenin her saatinde bana salât ü selâm getiriniz. Çünkü sizin salât ü selâmınız bana hemen arz olunur.” (Beyhakî)

 

“Bana salât ü selâm getirmek sırat üzerinde nurdur.” (Dârekutnî)

 

“Kıyâmet günü bana en yakın dost olan kişi, en çok salât ü selâm getirendir.” (Tirmizî)

 

“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahîme fil-âlemîn inneke hamîdün mecîd, diye salât ü selâm getiriniz.” (Neseî)

 

“Bana salât ü selâm getiriniz ki, Allahü Teâlâ da size rahmet etsin.” (Buharî – Müslim)

 

“Benim üzerime salât ü selâm getirmeniz sizin için zekâttır.” (İbni Ebî Şeybe)

 

“Bana salât ü selâm getirmeyi çoğaltınız. Zira Cenâb-ı Hak bana bir melek vekil etmiştir. O melek, ümmetimden biri bana salât ü selâm getirdiği zaman «Yâ Resûlallah, filan oğlu filan sana salât ü selâm getirmiştir» der.” (Deylemî)

 

“Sizler isim ve şeklinizle bana arz ediliyorsunuz. Benim üzerime salât ü selâmı güzel getiriniz.” (Abdurrazzak)

 

“Benim kabrimi bayram yeri,kendi evlerinizi de kabirlere benzetmeyin. Nerede olursanız olun,bana salât ü selâmı ihmal etmeyin.” (Hakim – Tirmizi)

 

“Ey insanlar! Kıyâmetin korku ve dehşetinden kurtulan, bana salât ü selâm getirendir. Zira Allahü Teâlâ’nın rahmeti ve meleklerin salât ü selâm getirmesi bana kâfidir. Ancak Allahü Teâlâ sevap vermek için müminlere salât ü selâmı emretmiştir.” (Deylemî)

 

“Ümmetimden biri kalp ile tasdik ederek bana bir salât ü selâm getirirse, Allahü Teâlâ ona on selâm eder, on sevap yazar,on günahını af eder.” (Ebû Naim)

 

“Kim bana salât ü selâm getirirse buna devam ettiği müddetçe melekler ona salât ü selâm getirir. İsteyen az, isteyen çok getirsin.” (İbni Mâce)

 

“Kim bana bir selâm gönderirse Allahü Teâlâ benim ruhumu iâde eder ve ben de o kişiye aynı şekilde selâm gönderirim.” (Ebû Dâvud)

 

“Kim benim kabrimin yanında salât ü selâm getirirse onu işitirim. Kim de gaipte getirirse bana tebliğ olunur.” (Beyhakî)

 

“Yarın Allahü Teâlâ’yı râzı ederek Ona kavuşmayı dileyen, bana salât ü selâmı çok getirsin.” (Deylemî)

 

 “Benim üzerime salât ü selâm getirdiğiniz gibi diğer peygamberler üzerine de selâm getiriniz. Zira onlar da benim gibi peygamber olarak gönderildiler.” (Ebu’l-Hüseyin)

 

“Kim bana bir günde yüz salât ü selâm getirirse Allahü Teâlâ onun yüz ihtiyacını giderir. Bunun yetmişi âhrette, otuzu ise dünyadadır.” (İbni Neccar)

 

“Kim bana bir günde bin salât ü selâm getirirse cennetle müjdelenmedikçe ölmez.” (Ebu’ş-Şeyh)

 

“Kim bir kitaba benim için salât ü selam yazarsa, orada ismim devam ettiği müddetçe melekler o kişi için istiğfara devam eder.” (Taberânî)

 

“Diğer peygamberlere selâm getirdiğiniz zaman bana da selâm getirmeyi unutmayınız.” (Deylemî)

 

“Kim sabah on, akşam on defa bana salât ü selâm getirirse kıyâmet günü ona şefaatim yetişir.” (Taberânî)

 

“Bana çok salât ü selâm getirin. Zira bu sizin zekâtınızdır.” (İbni Merdıye)

 

“Bana salât ü selâm getirdiğiniz zaman güzel getirin. Zira bunun bana nasıl arz olunacağını bilemezsiniz.” (Deylemî)

 

***

 

PERŞEMBE VE CUMA GÜNLERİ SALÂT Ü SELÂM GETİRMENİN FAZİLETİ HAKKINDA HADÎS-İ ŞERİFLER

 

                        (Kenz’ül-Ummal C.1)

 

“Allahü Teâlâ, Perşembe günü ellerinde gümüş sayfalar ve altın kalemler bulunan melekleri gönderir de onlar o gün bana salât ü selâmı çok getireni yazarlar.” (İbni Asâkîr)

 

“Cuma günü ve gecesinde bana salât ü selâm getirmeyi çoğaltınız. Zira o gün bana bir salât ü selâm getirene kat kat ecir verilir.” (Beyhakî)

 

“Cuma günü bana yüz salât ü selâm getirene kıyâmet günü öyle bir nur verilir ki, o nur bütün mahlûkata taksim edilse yine de fazla gelir.” (Ebu Nuaym)

 

“Cuma günü bana yüz salât ü selâm getirenin yüz yıllık günahını Allahü Teâlâ affeder.” (Deylemî)

 

“Kim Cuma günü bana seksen salât ü selâm getirirse, seksen yıllık günahı affolunur.” (Dârekutnî)

 

“Cuma günü bana çok salât ü selâm getiriniz. Çünkü Cuma günü meleklerin şâhit olduğu bir gündür. Kim bana salât ü selâm getirirse, daha bitirmeden bana ulaşır.” (İbni Mâce)

 

* * *

 

PEYGAMBERİMİZE SALÂT Ü SELÂMI TERK ETMENİN NETİCESİ HAKKINDA

 

HADÎS-İ ŞERİFLER

 

(Kenzü’l-Ummal  C. 1)

 

“İnsanların en cimrisi, ismim anıldığında salât ü selâm getirmeyendir.” (Avf bin Mâlik)

 

“İsmim anıldığında bana salât ü selâm getirmeyenin burnu yere sürtülsün.” (Tirmizî)

 

“İsmim yanında anıldığında salât ü selâm getirmemek bana cefadır.” (Abdurrazzak)

 

“Yanında anıldığım halde salât ü selâm getirmeyen kişi, şakî insandır.” (İbni Sinnîn)

 

“Benim adım anıldığında salât ü selâm getirmekte hata eden kişi, cennetin yolunu şaşırır.” (Taberânî)

 

“Arş’ın ötesinde Cebrail bana, «Yâ Muhammed Allahü Teâlâ buyurur ki, senin ismin birinin yanında anılıp da salât ü selâm getirmezse cehenneme girer,» dedi.” (Deylemî)

 

“Bütün duâlar, bana salât ü selâm getirilinceye kadar muallakta kalır.” (Beyhakî)

 

* * *

 

PEYGAMBERİMİZİN ÜSTÜNLÜĞÜ HAKKINDA

 

(Kenzü’l-Ummal C. 12)

 

“Ümmetim merhamet olunmuş bir ümmettir. Onlara âhiret azabı yoktur. Onların azabı dünyada zelzeleler, kargaşalar ölümler ve belâlar şeklinde olacaktır.” (Ebû Dâvud)

 

“Cehennemin harareti, ümmetim için ancak hamam sıcaklığı kadar olacaktır.” (Taberânî)

 

“(Ey Ashab ü ümmetim!) Allahü Teâlâ sizi üç güzel halle mükâfatlandırır:

 

1) Sizin hep beraber helâk olmanız için peygamberiniz duâ etmeyecek.

 

2) Batıl ehli hiçbir zaman hak ehli üzerine gâlip gelmeyecek.

 

3) Siz hiçbir zaman dalâlet üzerine toplanmayacaksınız.” (Ebû Dâvud)

 

“Allahü Teâlâ kıyâmet günü bütün yaratılmışları bir araya topladığında, Ümmet-i Muhammed’in secde etmesine izin verilir. Onlar secdeyi o kadar uzatırlar ki, nihâyet kendilerine: «Secdeden başınızı kaldırın, Allahü Teâlâ sizin her biriniz için bir kâfiri fidye kılmıştır» buyurulur. (Taberânî)

 

“Ümmetim işlemedikçe veya söylemedikçe kalbinden geçen vesveseden sorulmayacak.” (Ebû Nuaym)

 

“Ümmetimin bazısı bir bölüğe, bazısı bir kabileye, bazısı bir sülâleye, bazısı da bir kişiye şefaat ederek cennete götürecektir.” (Tirmizî)

 

“Biz ümmetlerin sonuncusuyuz. Ancak en önce biz hesaba çekiliriz. “Ümmî Peygamber ve onun ümmeti nerede? Denir. Evvelâ biz çağrılırız.” (Beyhakî)

 

“Allah’a yemin ederim ki, sizler cennet ehlinin yarısı olacaksınız. Cennete ancak Müslüman olan kişi girecektir. Sizler şirk ehli içerisinde siyah öküzün sırtındaki beyaz tüy kadar azsınız.” (Beyhakî)

 

“Bütün ümmetlerin bazısı cennette, bazısı cehennemdedir. Ancak ümmetimin tamamı cennete girecektir.” (Hatip)

 

“Ümmetim yağmur taneleri gibidir. Evveli mi hayırlı, âhiri mi hayırlı bilinmez.” (Tirmizî)

 

“Ümmetimden beni en çok seven, benden sonra gelip de beni görmek için malını ve ehlini fedâ etmeye râzı olandır.” (Ahmed bin Hanbel)

 

“Ümmetimden bir tâife dâima Allah’ın emrini ayakta tutmaya gayret eder ve onlara muhalif olanlar onlara zarar veremez.” (İbni Mâce)

 

“Ümmetimden bir tâife hakkı müdâfaa eder, düşmanlarına gâlip gelirler. Hatta onların sonu Deccal ile harp eder.” (Ebû Nuaym)

 

“Allah’a yemin ederim ki, sizden bir kısmınız karanlık gecenin yeryüzünü kapladığı gibi yeryüzünü kaplayarak cennete gireceksiniz. Melekler: «Muhammed (A.S.) ile cennete girenler, diğer peygamberlerle girenlerden çoktur,» derler.” (Taberânî)

 

“Cennet ehli yüz yirmi saftır. Siz seksen saf olursunuz, kalanı da diğer milletlerdir. Siz yetmiş ümmetten daha vefalı, onlardan daha hayırlı ve Allah indinde onlardan daha sevimlisiniz.” (Taberânî)

 

“Ümmetimden yetmiş bin veya  yedi yüz bin kişi el ele tutuşarak cennete girecektir. Öyle ki, sonuncusu girmeden evvelkisi girmez. O gün onların yüzü, mehtaplı gecedeki ay gibi parlak olur.” (Müslim)

 

“Ümmetimden dağlar kadar günahı olanlar gelir. Allahü Teâlâ onların günahını Yahûdi ve Hıristiyanlar üzerine yükler.” (Hâkim)

 

“Allahü Teâlâ Musa A.S.’a: «Ümmet-i Muhammed içinde bir millet her derecede ve her yüksek yerde Kelime-i Şahâdetle kaim olacaktır. Onların ecri, peygamberlerin ecri gibi verilir» buyurdu.” (Deylemî)

 

Seyyidü’l-Âlem Efendimiz: “Keşke kardeş-lerimi Havuzumun kenarında karşılayıp onlara elimle su içirsem! Temennîsinde bulundu. «Yâ Resûlallah, biz kardeşlerin değil miyiz?» suâline de: «Siz Ashâbımsınız. Ben, benden sonra gelip beni görmediği halde  görmüş gibi iman edenlerin hasretini çekiyorum. Rabb’imden sizinle ve sonradan gelip beni görmediği halde, görmüş gibi iman edenlerle gözlerimin aydınlanmasını istiyorum»” buyurdu.  (Ebû Nuaym)

 

“Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete girecektir. Rabb’imden bunu artırmasını diledim.  Her bin için yetmiş bin kişi ziyade etti. (Ahmed bin Hanbel)

 

“Ben girinceye kadar diğer peygamberlere, Ümmetim girinceye kadar da diğer ümmetlere cennete girmek haramdır.” (İbni Neccar)

 

“Benden evvelki peygamberlere verilmeyen beş şey bana verildi:

 

1- Düşmanlarımın kalbine uzaktan korku verilmekle yardım olundum.

 

2-Bana bütün yeryüzünün anahtarları verildi.

 

3-“Ahmed” ismiyle isimlendirildim.

 

4-Yeryüzü benim için temiz kılındı.

 

5-Ümmetim, bütün ümmetlerin hayırlısı oldu.”

 

* * *

 

“Peygamberimizin (S.A.V.) yüce şanından dolayı cümle zaman ve mekân onu tanımış, tasdik etmiş, onunla şereflenmiştir.

 

Mübârek vücûtlarının Medîne’de konulduğu mübârek mekân, bütün mekânlardan, hatta Arş-ı Âlâ’dan da yüce ve şereflidir.” (M. Cevâhir)

 

Safiye binti Abdülmuttalib R.A. buyurdu:

 

“Peygamberimizin doğduğu gece ben yanında idim. Doğum anında bir nur zuhur etti ve o gece altı alâmet gördüm:

 

  1. Doğduğu saatte secde etti.

 

  1. Secdeden mübârek başını kaldırınca fasih lisanla «Lâ ilâhe illallah ve innî resûlullah» buyurdu.

 

  1. Büyük bir nur görüldü.

 

  1. Ben onu yıkamak isteyince, «Yâ Safiye, zahmet etme! Biz onu yıkadık» nidâsı işitildi.

 

  1. Sünnet olmuş ve göbeği kesilmişti.

 

  1. Onu sarmak istediğimde omzunda , «Lâ ilâhe İllallah, Muhammedür resûlullah» yazılı nübüvvet mührünü gördüm.

 

Sözlerine kulağımı verdim, «Ümmetî, Ümmetî» diyordu. (Mecmuatü’l-Cevâhir)

 

Peygamberimizin babası Abdullah R.A. buyurdu:

 

“Nereye otursam oturduğum yer, «Sana selâm olsun, Muhammed’in (S.A.V.) nuru sende emânettir» diye nidâ ederdi. Kuru ağaç altına otursam, o ağaç hemen yeşerip bana gölge olurdu. Ben ayrılınca yine kururdu. (Mecmuatü’l-Cevâhir.)

 

“Allahü Teâlâ kâinâtı yaratmadan yedi bin yıl önce Peygamberimizin nurunu yarattı. Dünyada gelmiş geçmiş enbiyâ, evliyâ, insan, cin… ne varsa  hepsinin ibâdât ü tâati toplansa, Peygamberimizin ibâdât ü tâati yanında az bir şey görünür.” (Mecmuatü’l-Cevâhir)

 

“Semâyı ve yeryüzünü aydınlatan ancak Peygamberimizin nurudur. Bu nurdan başka yerleri ve gökleri aydınlatan bir nur mevcut değildir. Nûr-i Muhammedî nice yıllar sonra Cesed-i Pâk-i Rasûlüllah ile birleşmiş, yeryüzünü nurlandır-mıştır. Bundan dolayı semâvât, Nûr-i Muhammedî’yi istedi, ilticâ etti. Bu kabul olunca da Peygamberimiz Mî’râ’ca dâvet olundu. Bu suretle semâvât Nûr-i Cesed-i Pâk-i Nebî ile müşerref oldu. (Mecmuatü’l-Cevâhir.)

 

Peygamberimiz Mî’rac gecesi Burak’a bineceği zaman, Burak, Efendimizi tanımadığından biraz serkeşlik etmiş; ancak Cibrîl A.S. “Vallahi ey Burak,senin üzerine Hz. Muhammed’den daha fazîletli biri binmedi” diye yemin edince, Burak utancından terlemiştir. (Şifâ-i Şerîf C. 1/30)

 

Peygamberimizin (S.A.V.) bütün Arap kabîleleriyle yakınlığı ve akrabalığı vardı. (Şifâ-i Şerîf C. 1/30)

 

Resûlüllah S.A.V. Efendimizin âlemlere rahmet olarak gönderilişinde bütün âlemlerin nasibi vardır. Hatta Cibrîl A.S. “Yâ Resûlellah, ben artık senin rahmet oluşun sayesinde kötü âkıbetten korkmuyorum” demiştir. (Şifâ-e Şerîf C. 1/14.)   

 

* * *

 

SULTANÜ’L ENBİYA SAV EFENDİMİZİN İNS Ü CİNNE ÖRNEK OLAN EŞSİZ VE GÜZEL AHLÂKI:

 

Rasûl’ü Ekrem S.A.V. İnsanların en yumuşak huylusu, en şecâatlisi, en âdil ve en çok iffetlisiydi. Kendisine helâl olmayan bir kadına eli değmedi

 

O, cömertlerin cömerdiydi; yanında altın-gümüş gibi hiç bir şey akşamlamaz, elindi bulunursa onu dağıtmadan hâne-i saâdetlerine gitmezdi. Bâzı hanımlarının yanında nafaka bulunursa da, bunlar arpa ve hurmadan ibâretti. Eline geçen serveti Allah rızâsı için infak eder, kendisinden istenilen bir şey elinde bulunursa mutlak verirdi.

 

Kendi nâmına kimseye darılmaz, zât-ỳ şeriflerine veya sahâbelerine zararlı da olsa hakkı yerine getirirdi.

 

Sıkıntı zamanlarında müşriklerden yardım teklifi geldiği halde “Ben müşriklerden yardım kabul etmem” buyururdu.

 

Hazır olanlardan yer, bulunanı hakir görmez, Açlıktan karnına taş bağladığı olurdu.

 

Helâl yer, hurma bulup ekmek bulamazsa, yalnız hurma ile kanâat ederdi. Helva veya bal bulunduğunda yer, ekmeksiz bir miktar süte kanâat eder, kavun, karpuz, tâze sebze ve meyve yerdi.

 

Hayatı boyunca birbiri arkasına üç gün mîdesini buğday ekmeğiyle doyurduğu olmadı. Bu cimrilik veya fakirlikten değil “Açlık Allah’a yaklaştırır tokluk da uzaklaştırır” buyurduğu hikmetine binâendi.

 

Cemiyet ve dâvetlere gider, hastaları ziyâret eder, cenâzelerde bulunur ve düşmanları anasında tek başına dolaşırdı.

 

Ashâbına hitâben: “Biz halka gibiyiz; halkanın her tarafı müsâvî olduğu gibi, biz de müsâvîyiz” der. Ve tevâzudaki kemâlini izhar ederdi.

 

Zerre kadar kibirlenmez, sözü uzatmaz, insanların anlayacağı şekilde konuşurdu.

 

 Güler yüzlüydü. Dünya için hiç bir sûrette heyecan ve gazap göstermezdi.

 

Bulduğu mubah olan elbiseyi (bâzen eski, bâzen Yemen Bürdesi, bâzen hırka…) giyerdi.

 

Bazen sağ, bazen de sol eline gümüş yüzük takardı.

 

Deve, at ve merkepten hangisi bulunursa biner, hizmetçisini de terkisine alırdı. Bâzen de başı açık yalın ayak ve cübbesiz  yürürlerdi.

 

Şehrin uzak mahalleleri de olsa ziyârete giderdi.

 

Güzel kokuyu sever, çirkin kokudan nefret ederdi.

 

Fakirlerle sohbet eder, yoksullarla berâber yer içer ve şerefli kimselere iyilikte bulunup yakınlık kurardı.

 

Akrabâlarıyla alâkalanır, fazilet ehli olanları tercih ederdi.

 

Şaka yaptığı olur, fakat şakasında bile doğruyu söylerdi.

 

Kahkaha ile değil, tebessümle gülerdi.

 

Harple alâkalı mubah oyunları seyreder, onları reddetmezdi.

 

Yanında yükselen sesleri sabırla karşılardı.

 

Mülkiyetinde koyun bulundurur, sütünden âilece istifâde ederlerdi.

 

Köle ve câriyeleri olur, yiyecek ve giyeceklerini anlardan ayırmazlardı.

 

Ayakkabılarını kendisi tâmir eder, elbiselerini diker, ev işlerinde hanımlarına yardım eder ve kadınlarla et doğradığı olurdu.

 

Üstün hayâ sâhibiydi. Gözlerini kimsenin yüzüne dikmez, köle efendi… kim dâvet etse kabul ederdi.

 

Bir yudum süt veya bir oğlak parçası da olsa hediyeyi reddetmez, karşılıkta bulunur fakat sadaka kabul etmezdi.

 

Gücendiğinde Allah için gücenirdi.

 

Boş vakti bulunmaz, yâ ibâdet yâ lüzumlu bir işle meşgul olurdu.

 

Ashabı’nın bağ, bahçe ve bostanlarına gittikleri olur, fakirleri hakir görmez, zenginlere farklı muamelede bulunmaz, herkesi müsâvi şartlarla AIIah’a dâvet ederdi.

 

Bütün güzel huy ve vasıfları ve mükemmel sevk-i idâreyi Allahü Teâlâ onun yüce şahsında toplamıştı. En üstün sıfatlara sahipti. Geçmiş ve geleceğin haberlerini bildirir, saâdet yollarını gösterir, boş şeyleri terk edip vâcipleri yap­manın lüzûmunu anlatırdı.

 

Rasûlüllah S.A. MüsIüman’Iardan kimseyi kırmamış hiç bir hizmetçisini tahkir etmemiştir.

 

Küffara lânet etmesi istenildiğinde, “Ben lanet için değil, rahmet için gönderildim”, buyurur; bedduâ etmesi istenilse, o hidâyet dilerdi. AIIah’ın rızâsı dışında eliyle kimseye vurmamış ve şahsı adına intikam almamıştır.

 

Serbest bırakıldığı yerde ehveni tercih buyurur; köle câriye, zengin, fakir .. her kim müracaat etse işini görürdü.

 

Âzatlı kölesi Enes RA. yeminle beyan ediyor: ‘HoşIanmadığı bir işi yapsam “Burnu niçin yaptın?”, demezdi, Bir defa dahi böyle bir şey söylemediler. Zevceleri benim aleyhimde söz etseler, mânî olur “Onun yaptığı kitap ve kader îcabıdır” buyururdu.

 

Hiç bir zaman yatıp istirahat edeceği yeri hakir görmez, beğenmezlik etmez, bir şey serilirse üzerine yatar, sermezlerse yer üzerine yatarlardı.

 

Yumuşak davranır, sertliği sevmez, sokaklarda dolaşmaz, kötülüğe afv ve iyilikle mukabele eder, rast geldiğine selâm verir, ihtiyacı için geleni bırakıp gitmezdi.

 

Elini tutan kişi bırakmadıkça elini çekmez, Ashabı Güzîn’den birisiyle karşılaşınca elini iyice sıkarak müsafahalaşırdı.

 

Besmeleyle oturur, besmeleyle kalkardı.

 

Namazdayken birisi gelse, namazı uzatmaz ve selâm verdiğinde gelenin hâcetini sorar, sonra namaza başlardı…

 

Karşılaştığı kimselere öyle samimi davranırlardı ki, herkes o kişiyi çok sevdiğini sanırdı.

 

Daimâ hayâ, huzur ve tevâzu içinde bulunurdu.

 

Zât-ı  Şerifleri hakkında Allahü Teâlâ:

 

-“Allah’ın rahmet eseri olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer haşin ve katı yürekli olaydın etrafından dağılırlardı.” buyurmuştur. (Âl-i İmran 159)

 

Gazablanmaz ve çabuk memnun olurlardı.

 

Meclislerinde aslâ ses yükselmez, yüksek sesle konuşulmazdı. Meclisten kalktığı zaman,

 

-“Allah’ım sana hamd eder ve seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. İbâdete lâyık olan ancak sensin. Sana tevbe eder ve senden mağfiret dilerim.” der ve;

 

Va’z u nasihatlerinde son derece ciddi bulunurlardı.

 

Sıkıntıyla karşılaştığı zaman:

 

 (Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm) der, işini Allahü Teâlâ’ya havâle eder, O’ndan kurtuluş diler, sonra şöyle duâ buyururlardı:

 

– “Allah’ım! Bana hakkı hak olarak göster, ben ona tâbî olayım. Kötüyü (bâtılı) da kötü olarak göster ve ondan uzak kalayım. Hidâyetin hilâfına, nefsimin arzûsuna uyacak karışık işlerden beni koru! Arzularımı senin tâatına tâbî kıl. Rızânı bana nasip et. Beni hakka hidâyet buyur. Sen dilediğini doğru yola ulaştırırsın!” niyazında bulunurdu.

 

Kendilerini çağıran herkese istisnasız “Lebbeyk” (Buyurun) diye cevap verirlerdi.

 

Toplu bulunan çocuklara selâm verirdi.

 

Allah’ın Rasûlü S.A.V. gecenin evvelinde uyur, sonunu (ibâdetle) ihyâ ederdi.

 

Allah’ın Rasûlü S.A.V. kaynamanın buharı gidinceye kadar, (sıcak) yemeğin yenilmesinden hoşlanmazdı.

 

Nebiyyi Ekrem Efendimiz: “Yemeğin başı (mesâbesindeki orta kısımı)ndan alınmasını hoş bulmaz, bereket yemeğin ortasındadır.” buyururlardı.

 

Rasûlüllah Efendimiz yolculuğu sırasında, sabah namazı(nın farzı)’nda Muâvezeteyn sûrelerini okurdu.

 

Kâinâtın Efendisi S.A.V. Ramazan ve Kurban Bayramı günleriyle Arefe günlerinde boy abdesti alırdı.

 

Hâtemü’l-Enbiyâ S.A.V., (şifâ ve) korunma maksadıyla okuduğunda (avucuna) üfler, onunla vücudunu sıvazlardı.

 

Vakitlerin hepsinde Allah’ı zikrederdi.  (1001 Hadis 67)

 

Kesilen saç ve tırnakların gömülmesini emrederdi. (1001 Hadis 66)

 

(…..Veleddâllin) cümlesini okuduğu zaman «Amin» der ve (bunu söylerken) sesini yükseltirdi. (1001 Hadis 65)

 

Bir meclisten (ayrılmak üzere) ayağa kalksa, yirmi defa Allah’tan mağfiret dileğinde bulunurdu. (1001 Hadis 63)

 

Ramazan’dan bir şeyi geçirecek olsa, Zilhicce’nin (İlk) on günü içinde onu kaza ederdi. (1001 Hadis 62)

 

Duâ ettiği zaman, kendi şahsına (duâ ile yalvarmağa) başlardı. (1001 Hadis 61)

 

Sevindirici bir şey geldiği zaman Allah’a şükür için secdeye kapanırdı. (1001 Hadis 58)

 

Yeni elbiselerini (ilk olarak) Cuma günü giyerdi. (Râmuz 525/1)

 

Abdest aldığı vakit suyun artanını ayakta (olduğu halde) içerdi. (1001 Hadis 56

 

Yatağın(da uyku vaziyet)i aldığı zaman, sağ elini, sağ yanağının altına koyardı. (1001 Hadis 52)

 

Hak yoluna kendini vermişti. Mübârek hayatı geceleri ibâdet, gündüzleri halka nasihatla geçti.

 

Hz. Aişe Vâlidemizden: “Efendimiz S.A.V.’in endamı güzel, cismi yumuşak, bütün âzâları mütenasipti. Ne uzun ne de kısa… orta boylu olduğu halde halk arasında bulundukları vakit, O’ndan uzun boylu görünen bulunmazdı. Uzun boylu iki kimse yanına gelse, ancak omuzları hizasında kalırlardı. «İyiliğin hepsi ortada, (orta boyluda)dır.» buyururlardı. Mübarek renkleri nurlu, ne çok beyaz ne de çok koyu, buğday rengiydi.” (1001 Hadis 36)

 

Mübarek yüzünden inci taneleri gibi dökülen terler, miskten güzel kokardı.

 

İnsanoğlunun en güzeli ve ilâhî nurların menbaı idi. Neş’e ve üzüntüsü yüzlerinden belli olurdu. Ayın ondördü gibi karanlığı aydınlatan nurdu.

 

H.Ş.: Ben Akib’im, benden sonra peygamber yoktur. Ben Hâşir’im, Allahü Teâlâ kullarını beni müteâkip haşr edecektir. Ben Melâhim Rasûlü’yüm. Ben Mukaffa’yım; herkes bana uyar. Ben olgun ve bütün iyilikleri câmi bir kimseyim.” buyurmuşlardır.

 

Rasûlüllah S.A.V’in ilâhî kuvvet ve semâvî kudretin eseri olan eşsiz dürüstlüğü ve emsalsiz mucizeleri vasfetmekle bitmez.

 

Doğduğundan beri devam eden eşsiz dürüstlüğü zât-ı şeriflerine “Emin Muhammed” denilmesine sebep olmuştur. Yanmış dağlar arasında yaşayan Arap kavmi içindeki mütevazı hayatı, beşeriyete ebedî rehber olmuştur.

 

Bin dört yüz seneden beri Rasûlüllah’ın cism-i şerifi rûhî yüceliği, güzel ahlâkı hakkında nice sözler söylenmiş, eserler yazılmış, yüceliği kasîdeler ve senâlarla dile getirilmiş, nihâyet âciz kalınıp “Mevlâ methetti insanın methinden ne çıkar.” denilmiştir.

 

Vücûdu mübâreklerinin Medine’de konulduğu mübârek mekân, bütün mekânlardan, hattâ Arş-ı A’lâ’dan efdal ve eşreftir. (Mecmuâtü-l Cevâhir)

 

H.Ş.: Kim kabrimi ziyaret ederse ona şefâatim vâcip olur.

 

Semâ ve arzı nurlandıran, ancak Peygamberimizin nûrudur. Bu nurdan başka yer ve gökleri aydınlatan bir nur mevcut değildir. Nûr-u Muhammedî nice yıllar sonra Cesed-i Pâk-i Rasûlüllah ile birleşmiş, yeryüzünü nurlandırmıştı. Bundan dolayı semâvât, Nur-u Muhammedî’yi istedi, ilticâ etti. Bu kabul olunca da Peygamberimiz Mirac’a dâvet olundu ve bu suretle semâvât  Nûr-u Ceset-i Pâk-i Nebî ile müşerref  oldu. (Mecmuâtü-l Cevâhir)

 

* * *

 

PEYGAMBERİMİZ’İN TEVRAT’TA  BİLDİRİLEN HALLERİNDEN

 

Ey Peygamber! Biz seni şâhit, cennetle müjdeleyici, cehennemle korkutucu olarak gönderdik. Sen bütün Arab’ı koruyucusun. Sen benim kulum ve Resûlümsün. Seni, «Yumuşak Kalpli, Selîm Tabiatlı ve Merhametli» olarak isimlendirdim. Yolunu şaşıranlar, senin sebebinle doğruyu buluncaya kadar rûhun kabzolunmaz. (Şifâ-i Şerif, 1/67)

 

* * *

 

RASÛLULLAH S.A.V. EFENDİMİZ’İN MÛCİZELERİ

 

* Mekke müşriklerinin mûcize istemeleri üzerine bir işaretiyle ay ikiye bölünüp bir parçası dağın üzerinde, öbür parçası aşağısında olduğu halde Kelime-i şahadet getirmişler, ikinci işaretiyle de parçalar birleşip tekrar yerine dönmüşlerdir.

 

* Hendek harbinde elde  bulunan az bir yemekle İslâm ordusunu doyurdukları gibi, dört parça arpa ekmeği ve bir  oğlak ile sekiz yüz kişiyi doyurdukları da mucizeleri arasındadır.

 

* Tebük Gazvesi’nde bir matara su ile, bütün orduyu hayvanlarıyla beraber suya kandırdı.

 

* Bedir cenginde bir avuç toprak atıp, düşman ordusunu bozdu ve “Attığını sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfal 17) âyet-i kerimesi bu sebeple nâzil oldu.

 

* Yeryüzü Zât-i Şeriflerine dürüldü. Çok uzak yerleri gördü. Ümmetinin böyle genişleyeceğini haber verdi. Hepsi buyurdukları gibi cereyan etti. Ümmetleri Çin’e, Endülüs ve Afrika’ya kadar ilerledi.

 

* Kerime-i Afifeleri Hz. Fatımatü’z-Zehra R.A. Validemiz hakkında “Ehl-i Beytimden en evvel o vefat eder.” buyurmaları da aynen vâki oldu.

 

* Hayber günü Hz. Ali R.A.’ın ağrıyan gözlerine mübârek tükürüklerinden bir miktar sürmekle şifa buldu.

 

* Eshab-i Kiram, Efendimizin önündeki yemeğin tesbihini işitirlerdi.

 

* Tâif’te halkı Hakk’a dâvet ettiklerinde âlemlere rahmet olan o yüce Vücud-u Habib-i Rabb-il Âlemin’i taşa tuttular. Mübârek ayaklarından kanlar aktığı halde; “Ya Rabb’i! Kavmim beni bilmiyor, sen onları hidâyet et” diye niyazda bulundu.

 

* Cebrâil A:S. “Yâ Rasûlallah! Emredersen bu beldeyi alt üst edeyim” dediğinde; “Yâ Cebrail! Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim, gazap için değil…” buyurdu. Hz. Cibril: Allahü Teâlâ’nın kitabında buyurduğu gibi “Yâ Rasûlallah sen âlemlere rahmetsin” diye tasdik ve tebrik ettiler.

 

* Mekke-i Mükerreme’nin fethinden sonra kendisine senelerce ezâ ve cefâda bulunan müşrik reisleri:

 

“Teslim olursak bize ne muâmele edersin?” dediklerinde onlara;

 

“Yusuf A.S. kardeşlerine ne muâmele ettiyse öyle…” buyurdu.

 

* Zira, derya bardağa sığmadığı gibi Efendimizin mûcizeleri de kitaplara sığmaz.

 

Hatemü’l-Enbiyâ S.A.V. Efendimizin mûcizeleri saymakla bitmez. Hiç bir peygambere nasip olmayan, bin dört yüz seneden beri gönüllerden gönüllere akan nur ırmağı Kur’an-ı Kerim’de, kıyâmete kadar şan-ı şeriflerine şahâdet eden en büyük mûcizeleridir.

 

Rabbi tarafından verilen eşsiz ahlâkı, kıyâmete kadar mü’minlerin rehberi, gönüllerin nûru olan Fahr-i Kâinat S.A.V.’in şefâat ve şahadetleri, Mahşer’de, Arasat’ta, cehennemden kurtulmakta, cennete girmekte ve cennette derecelerin terfiinde dahi devam edecektir. Ahdini bozmadıkça herkese rahmet-i ilâhî ebedidir. Ahdi bozmak; küfür, inkâr, haramı helâl saymak ve mukaddes şeylerle alay etmektir. (Keşşaf ve Müğni Tefsirleri)

 

“Allahümme Salli ve sellim ve bârik alâ Seyyidinâ Muhammedi-nil fâtihi limâ uğlika vel hâtimi limâ sebeka nâsiril hakkı bilhakkı velhâdi ilâ sırâtike-l müstekiym ve alâ âlihî hakka kadrihî ve mikdârihil azîm.”

 

 

 

PEYGAMBERİMİZİN DİĞER PEYGAMBERLERİN MÛCİZELERİ MUKABİLİNDE

 

BAZI MÛCİZELERİ

 

Ehl-i tefsir buyurdular ki:

 

–Allahü Teâlâ bütün peygamberlerine ihsan ettiği fazîlet ve kerâmetin tamamını Hz. Muhammed S.A.V. Efendimize fazlasıyla ihsan buyurmuştur. (Şifâ-i Şerif 1/130)

 

Zira, bütün peygamberler tarafından getirilen mûcizeler, Peygamberimiz S.A.V.’in nûruna bağlı olarak onun himmetiyle gösterilmiştir. Peygamberimiz S.A.V. bütün âlemleri aydınlatan güneş, diğer peygamberler o güneşten nur alıp eşyayı aydınlatan yıldızlar gibidir. (Kasîde-i Bürde Şerhi, Harputî 98)

 

* İdris A.S.’ın emriyle bulutlar istediği yere gelip gittiği gibi, Peygamberimiz S.A.V.’de  Tâife giderlerken emri üzerine etraftaki bulutlar gelerek gölge oldular. (S. 18)

 

* Nuh A.S.’ın kavmi, beldelerinde bulunan taşların toprak olasını istemiş, taşlar toprak olmuştu.

 

Peygamberimiz S.A.V. huzuruna gelip köylerinin darlığından şikâyet eden Akik ahâlisini isteği üzerine, o beldeye gidip işâret buyurdular. Bunun üzerine taşların tamamı toprak oldu, arazileri genişledi bereket hâsıl oldu. (S. 19)

 

* Salih A.S.’ın kavmi, taştan,yavrusuyla birlikte bir deve çıkmasını istemişlerdi, Salih A.S. duâ etmiş, taş yarılmış, içinden bir dişi deve ile yavrusu çıkmıştı. Ancak, o kavim yine iman etmemiş, deve ile yavrusunu öldürdüklerinden hepsi helâk olmuşlardı.

 

Peygamberimiz S.A.V. de, seferde iken Zeyd bin Eslem’in devesi kaybolmuştu, duâ buyurdular. Dağda bulunan bir taş yarıldı, içinden Zeyd’in devesine benzer bir deve çıktı Zeyd’e teslim edildi. (S. 29)

 

* İbrahim A.S.’ın duâsı bereketiyle Allahü Teâlâ ölü kuşları diriltmişti.

 

 Benî Temim kabilesi, Peygamberimiz S.A.V.’e gelip ellerindeki ölü bir kuşu gösterip: “Bu kuşu diriltirsen iman ederiz” dediler. Efendimiz kuşu mübârek ellerine alıp “Bismillâhirrahma-nirrahîm” diyerek uçurdu. Benî Temim kabilesi de iman ettiler. (S. 31)

 

* İsmail A.S.’ın duâsıyla dikenli ağaçlar meyve vermişti.

 

 Efendimize, Half bin Esed’le üç kişi “Mekke haricinde dikenli bir ağaç gösterip meyve vermesi hâlinde iman edeceğiz” dediler. Peygamberimiz duâ buyurdu. O dikenli ağaçtan türlü meyveler zuhur etti. hepsi Müslüman oldular. (S. 39)

 

* Lût A.S. kavmini dine dâvet ettiğinde iman etmeyip bilâkis Lût A.S.’ın koyunlarını otlaklarından men ederek çorak bir araziye sürdüler. O çorak toprak, Lût A.S.’ın duâsıyla yeşerdi. Kâfirlerin koyunları ondan yerse ölürdü. Lût A.S.’ın bu mûcizesinden sonra kavminden kırk kişi Müslüman oldu.

 

Cidde halkı, dağların otsuzluğundan şikâyet ettiler. Efendimiz duâ buyurdu, dağlar otla doldu. (S. 42)

 

* İshak A.S.’ın kavmi, getirdikleri tilki, keçi ve ceylanı gösterip, “Bunlar iman etmedikçe biz iman etmeyiz” demişlerdi. İshak A.S. işâret etmiş,hayvanlar lisana gelip “Biz şahâdet ederiz ki, Allah birdir ve sen O’nun Peygamberisin” demişler, kavminden bazıları Müslüman olmuştu. 

 

Benî Temim kabilesinin büyükleri, Huzur-u Saâdete gelip “Hayvanlar iman etmedikçe biz iman etmeyiz” dediler. Peygamberimiz Efendimiz onların arzuları üzerine getirilen koyun, geyik ve güvercine hitâben: “Ben kimim, biliyor musunuz?” buyurdu. O hayvanlar Kelime-i Şahâdet getirdiler. Bu mûcizeyi görenlerin bir çoğu iman etti. (S. 44)

 

* Yakup A.S. Kenan halkını imana dâvet ettiğinde, onlar, yerlerinin darlığından şikâyetle arazilerinde bulunan dağların kaldırılmasını, onların düzlük arazi olmasını mûcize olarak istemişlerdi. Yakup A.S. duâ etmiş, dağlar bir anda eriyip düz ova olmuş ve kavminden çokları iman etmişti.

 

Tâif halkı, dağlardaki küçük tepe ve taşlıkların düz arazi olmasını istediklerinde Efendimiz S.A.V. duâ buyurdu, o yerler düz arazi oluverdi. (S. 49)

 

* İhtiyar olan Züleyhâ, Yusuf A.S.’ın duâsıyla genç kız hâline gelmişti.

 

Benî Hüzeyme kabîlesinin reisi, “Ey Muhammed, Ben ihtiyarım, âilem de yüz yaşında… Eğer bizi gençleştirirsen, kabilemle birlikte iman ederiz” demişti. Rasûlüllah Efendimiz duâ buyurdu. O ihtiyarlar bir anda gençleştiler ve kabîle halkının tamamı Müslüman oldu. (S. 50)

 

* Yunus A.S. odun olmadığı halde su üstünde ateş yakma mûcizesi göstermişti.

 

Benî Haris kabilesi de, yaş toprak üzerinde, odunsuz ateş yakılmasını istediler. Efendimiz S.A.V. duâ buyurdu, hemen ateş yanıverdi. (S. 54)

 

* Eyüp A.S.’ın mübârek vücûdu yaralardan iyi olup yıkanırken, üzerine çekirgeler gibi altınlar yağarak zengin olmuştu.

 

Hz. Ali R.A. borcundan bahisle yardım istedi. Efendimiz S.A.V. duâ buyurdu. O anda Hz. Ali üzerine çekirge şeklinde otuz adet altın yağdı. (S. 55)

 

* Şuayb A.S. bir arazide dolaşırken oradaki taşlar bakır hâline gelmiş, bundan bir çokları zengin olmuştu.

 

Peygamber Efendimizin de Hicaz’da kayalara ellerini sürmesiyle hepsi bakır olup çok kişi bundan istifade etmiştir. (S. 58)

 

* Musa A.S.’ın mübârek asâsı ejderha olup, Firavunun sihirbazları tarafından gösterilen  yılanların hepsini yutmuş, sihir yapanlar da iman etmişti.

 

Kelde isimli kâfir, kılıcı ile hücum edince Peygamberimiz A.S. elindeki Kadip isimli asâsını onun üzerine attı. Asâ ejderha olup o kâfire saldırdı. Efendimiz tekrar eline aldığında eski hâline döndü. Bu mübârek asâda bir çok kerametler olmakla beraber Uhud harbinde Zülfikâr isimli kılıca döndüğü de rivâyet edilmiştir. (S. 60)

 

* Davud A.S. Câlût isimli kâfirle muharebe ederken civarındaki taşlar lisana gelip, “Ey Davud, bizi al ona at” diye seslenmişler, Davud A.S. da üç taş alarak birini Câlût’a atıp onu öldürmüştü.

 

Hıra dağında, bir taş lisana gelip, Resûl-i Ekrem Efendimize “Yâ Rasûlallah! Beni yanınıza lanı; ileride size mûcize olacağım” demiş; efendimiz de yanına almıştı. Dört yıl sonra Tebük harbinde bir kâfirin hücumunda o taş lisana gelip “Beni buna at” demiş, Peygamberimiz de atmış, kâfiri öldürmüştür. (S. 72)

 

* Süleyman A.S. geçmek istediğinde denizin suyu çekilir, yol olurdu.

 

Efendimiz de Habeşistan’a gönderdiği Câfer R.A. ve yanındakilere duâ buyurdu. Denize vardıklarında orasını yol olarak gördüler ve geçip gittiler. (S. 76)

 

* Zekeriya A.S. yetmiş Ashabıyla birlikte Tevrat’ı yazarken kâfirler, “Sen Peygamber olaydın yanındakiler gibi elinle yazmazdın” dediler. Kalem kendi kendine on iki sure yazmıştı.

 

Peygamberimiz S.A.V. bazı memleketlere mektup yazarken kaleme emretmiş, kalem o belde halkının lisanıyla kendi kendine mektubu yazdı, bazı müşrikler de iman ettiler. (S. 79)

 

* Yahya A.S., Yahudilerin hücumundan gizlenmek için bir kaya çağırdı. Oda saklanmıştı, Yahudiler oraya yaklaşınca ise, taştan oklar atılıp Yahudilerin yanaşmasına müsâade edilmemişti.

 

Peygamberimiz S.A.V. hicret ederken Sevr mağarasında gizlenince ve; Uhud dağındaki mağlûbiyet esnasında dağlardan, taşlardan “Yâ Rasûlallah,geliniz sizi gizleyelim” diye sesler duyulmuş ve bu sesi herkes işitmiştir. (S. 82)

 

* İsa A.S. mûcize olarak ölüyü diriltirdi.

 

Hendek muharebesinden sonra, Câbir R.A. Ashaba ziyafet vermek için bir oğlak kesmişti. Hz. Câbir’in iki oğlundan biri diğerine nasıl kesildiğini göstermek için kardeşini kesmiş, sonra da kokusundan intihar etmişti.

 

Son derece gizlemelerine rağmen hâdiseyi haber alan Kâinâtın Efendisi S.A.V. o iki çocuğun dirilmesine duâ buyurmuş, ikisi de uykudan uyanır gibi hayata kavuşmuştur. (S. 58)

Hatice BAŞKAN

“Vesvese, İmanın Kuvvetindendir”

“Vesvese, İmanın Kuvvetindendir”

 

 

Önce hemen şunu belirtelim ki, vesvese çok korkulacak bir şey değildir, çünkü iman var ki, vesvese geliyor. Sahabe-i Kiram’dan Efendimiz’e gelip, “Ya Rasûlallah, vesveseye mübtelâyım” diyen birine, Efendimiz (s.a.v.) in cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir” şeklinde olurdu.

 

Şeytan, sizde de iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı taarruza geçmektedir. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihte gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle Âdem (a.s.) ile başlamış olup, kıyamete kadar da devam edecektir.

 

Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar, öyle de şeytan dahi, mü’minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Zaten o, tamtakır, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz; böylelerine vesvese okları göndermez. Hırsızlar bile zengin evleri kollarlar; Doğu’nun ve Batı’nın kâfir ve zâlimleri de öyle değil mi?..

 

Vesveseye düşen mü’min “Şeytan bütün cephelerde mağlûp oldu; bu yüzden, şimdi de iman ve İslâm’a ait vesveselerle, şüphelerle beni meşgûl etmek, hazineme el atmak istiyor; ama, benden bir şey koparamayacak. Bu, onun son çırpınışlarıdır; bir gün gelecek, benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir.. kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi. Hoş, gitmese de kapılar ona sürmeli ve beni koruyan kale de çok sağlam; bana Allah’ın izniyle hiç bir şey yapamaz” diye düşünmelidir.

 

  1. Vesvese, kalbin malı değildir:

 

Kalb rahatsız olduğuna göre, vesvese kalbe mal edilemez; çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmayacaktı ve böyle bir kalble şeytan da uğraşmayacaktı… Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalb, vesveseye razı değil, sahip de değil; vesvese ile arasında manâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki, kalb vesveseden rahatsız olmaktadır. Kişinin gösterdiği reaksiyondan, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştiha ve ağız tadının kaçmasından anlıyoruz bunu; tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda açtığı rahnelere, meydana getirdiği arızalara karşı vücudun muharipler üretmesi, antikorları devreye sokması ve bu ciddi muharebenin meydana gelmesi neticesinde hararetin yükselmesi gibi.

 

İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği bizim malımız olmayan yabancı hayâl, düşünce ve vesveselere karşı mânevî yapımız, iman potansiyelimiz, âdeta antikor üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır.

 

Eğer, vücudumuz herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen teslim oluyorsa, o zaman, AİDS virüsüne karşı antikorların teslim-i silah ettikleri gibi, bizde de iş bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bu, “Gel, ne istersen yap!” demektir ki, şeytanın da istediği budur.

 

  1. Vesveseye maruz kalb, içine kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer:

 

Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı var; bileşikleri, tadı ve takdim ettiği şifasıyla zemzem suyu gibi bir su kaynağı. Herkes tarafından mâlum ve meşhur hale gelmiş, dünyâca da kabûl edilmiş mübarek bir kaynak. Şimdi, hain biri geliyor, sinsice kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer – çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, “Eyvah” diyorsunuz; “Pınarım kurudu, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerinde atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar ise, o zaman bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiç bir zararı olmayacaktır. O toz, toprak akıp gidecek ve sizin menba’ınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil… Evet, işte vesveseye maruz kalb de böyledir…

 

  1. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mes’ul etmez:

 

Bildiğiniz gibi, mükellef ve mes’ul olmada irâde ve şuur şarttır. Hayvanatın yanısıra mecnunlara, aklı, şuuru yerinde olmayanlara teklif yoktur. Bu itibarla, vesvese için irâde devrede değilse ve plân, programı yapıp “gel” diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes’ul sayılmayız. Elverir ki, onu fiiliyata dökmeyelim, işlemeyelim. İrâde, umumiyetle böyle kendi kendine gelen vesveseyi karşısında bulur ve ona mukavemet edemez, çünkü o davetsiz gelir. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile irâdesi dahilinde olmadan gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeylerle de bir takım hatıralara, hayâllere ve düşüncelere maruz kalabilir. Aslında, çok defa bunlardan kurtulmak mümkün de değildir; çünkü insanın bu hali, yaratılışın muktezasıdır.

 

  1. Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir:

 

Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur’ân, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır” diye ferman etmektedir (Nisa, 4/76)

 

Evet var ama, yok gibidir şeytanın hilesi. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağlarını gerip yolunuzu kapatmış; döner misiniz, devam mı edersiniz? Örümcek ağı sizin ilerlemenize mâni olabilir mi gerçekten? Şüphesiz hayır; onu bir engel olarak görmez ve hiç bir şey yokmuş gibi yolunuza devam edersiniz.

 

Efendimiz, şeytanın dalâleti, küfrü, küfranı, günahı ve kötülükleri yaptırmadığını ve elinden tutup da kimseye günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip – püslemek, allayıp – pullamak, cazip ve çekici göstermektir. İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidayete de sevkeden Allah (c.c.) ‘tır. Rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir şeytanın vesveseleri; fakat altında derin çukurlar bulunur, kilometrelere ulaşan derin çukurlar…

 

Gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz.

 

Vesvese, üflemekle uçup giden tüy kadar zayıftır. Bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer o; ardından ne yağmur gelir, ne de yel!.. O, uçak yolcularının bir anlığına içine düştüğü hava boşluğu gibidir; ne feryat etmeye değer, ne de dövünüp yakınmaya!..

 

  1. Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert haline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez:

 

Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayâl aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayâle gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez, kir bırakmaz ve zarar da vermez. Elinizde tuttuğunuz aynaya karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, aynadaki o yılanın elinize zararı olur mu?

 

Ya da, aynaya akseden bir pislik elinizi kirletir mi? Veya, elinizdeki aynaya akseden alevli ateş, elinizi yakar mı? Aynen bunun gibi, nasıl karnınızdaki pisliklerin namaza ve elmasın etrafındaki kömür tozlarının elmasa zararı yoksa, aynı şekilde, şeytanın da dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile, attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiç bir zararı yoktur.

 

Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiç bir zararı olmaz. Ona hep tepeden bakacak ve “Allah’ın (cc) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarım” diyeceksiniz.

 

  1. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir:

 

Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilafına hareket edildiği takdirde vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvese, zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman zararlıdır. Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır o; büyük gördükçe, mühimsedikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır.

 

 

  1. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar:

 

Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke haline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve im’an-ı nazarla büyütüp, kendine mal eder. Derken onu huy haline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye’se düşüp, tam zarara uğramanın ifâdesidir. Bu hale ma’ruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum” deyip, mağlûbiyeti kabûl eder ve böylece önce merkezi şeytanın salvolarına açık hale getirir, sonra da onu terk eder.

 

Bir kumandan düşünün; ilerde sağ tarafta bir kaç madenî parlama görerek, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha etmesine açık ve hazır hale gelmiş olur. Esasen bu, taktik bilememenin ve düşmanı tanımamanın ifâdesidir. Görüyorsunuz ki, şeytanın yaptığının vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıyor. Evet, dikkat edelim, onu hayalimizde ve düşüncemizde büyütmeyelim…

 

  1. Vesvesenin manyetik alanından ibâdet ile uzaklaşmalı ve psikolojik te’sirinden çıkılmalıdır..!

 

Vesveseye karşı sizi vesvesenin manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunun. Hadiste de ifâde edildiği gibi, böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gadaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekat namaz kılın ve iç dünyânızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşrû bir kısım davranışlarda bulunun!.. İrâdenizi devreye sokarak, psikolojinize te’sir edebilecek, elinizde olmadan içine düştüğünüz hava boşluğundan sizi çıkaracak veya tutulduğunuz elektrik akımından sizi çekip alacak küçük de olsa bir vesile arayın!

 

Efendimiz (sav), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere-yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, “Burayı derhal terkedin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş” buyurmuşlardı. Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsn-ü istikbalse, evrad u ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma, bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hattâ bir taarruzdur.

 

Meselâ, Efendimiz (sav) bir yerde, şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını anlatır. Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği manâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikce, biz de Allah ve Rasûlü’yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hâtıralara dalmalıyız. Efendimiz (sav)’in Mi’rac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hattâ esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenebilir. Keza bir yerde sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir.

HATİCE BAŞKAN

Nuryarenleri571.blogcu.com

 

Hz. Ali (r.a)’ın Öğrettiği Dua

HAZRETİ Ali (R.A)’ın ÖĞRETTİĞİ DUA

 

Hz. Huseyin b.Ali (R.A,) anlatıyor..

 

Biz Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmekte iken, birden bire bir kimsenin hüzün verici sesini duyduk, 0 kimse şöyle yalvararak dua ediyordu:

“Ey!… Darda kalmışların duasına İcabet buyuran,

Ey!,.. Belâ ve müsibete uğrayanların ıstıraplarını gideren,

Beyt-l şerif, harem-i muhtereminde ziyaretçilerin uykuya daldılar.

Biz ise uyku ve mazgamaktan münezzeh olan Allah ‘a yalvanyoruz.

Ey!… Kullarini ikramları lie mesrur eden Rab’bım. Cürüm ve isyanıma cömertliğinle mukabele et, bağışla beni.

Ey Rab’bım, senin affın mücrimler üzerine galebe etmese idi, kim âsileri bağışlar, kim elemlere gark olmuşları saadate kavuştururdu?”

diyerek yaşlı gözleriyle Allahu Teâlâ’dan merhamet talep ediyor ve uğradığı fecî belâ ve müsîbetten kurtulmasını diliyordu.

Babam Ali b. Ebi Talib (R.A.) bana: “Ya Hüseyin, Hakk’ın takdirine çarpılmış, günahının bağışlanmasını Rab’bından ağlıyarak istiyen kimsenin arkasından git.  Onu bana çağır.” Diye emir verdi. Ben de çabuk çabuk giderek, adama eriştim. Yüzü güzel, bedeni temiz pak, elbisesi de nazif idi. Buna rağmen onun sağ yanı kurumuş, cansız ve hareketsiz kalmıştı. Adama, “Müslümanların Emiri Ali b. Ebu Talib Keremal’lâhü Veçhehü seni istiyor, kabul et.” Dedim. Zavallı kişi bir yanı üzerine sürüne sürüne babamın huzuruna geldi.

  1. ALİ’NİN ADAMLA MÜLÂKATI :

Müslümanların Emîri Ali b. Ebû Talib (R.A.) adama: “Sen kimsin, Hâlin, şânın nedir” Adam:

“Ey Mü’minlerin Emiri! Hukuka riayet etmiyerek cezalara çarpılan kimsenin Hâll ve şânı nice olur?” dedi.

Mü’minlerîn Emiri:

“İsmin nedir?” dedi. Adam:

“Menazil b. Lahak’dır” dedi. Ali (R.A.):

“Bu duruma nasıl düştün? Bu vaziyete mâruz kalmana sebep nedir?” dedi, Adam:

“Ya Emîre’l-Mü’mînîn! Ben Araplar arasında çalar oynar, geçinen bir kimse idim. Gençliğim oyun ve eğlence ile geçiyordu. Kendimi bir türlü zevkten, gülüp eğlenmekten alamıyordum. Günahlarıma tevbe etsem, nefsim ve şehvetimden vazgeçemediğimden, kabul olmuyordu. Recep ve Şaban aylarında ise oyun ve eğlencelerim, çalıp çağrışmalarım artıyordu, Halbuki benim şefkatli ve merhametli bir babam vardı. O, beni bu düşmüş olduğum cehalet bataklığından kurtarmağa çalışırdı. Hak Teâla’ya karşı isyanımdan vazgeçirmeye çabalardı. Ve Oğlum, derdi. (Allah’ın cezası çok şiddetli, kahır ve galebesi ziyadedir. Onun Cehennemi ne fena bir yer, Cehennem ateşi ne tahammül edilmez bir ateştir. Şu halde oğlum, Allah’a asi ve seni O’na isyana teşvik eden kimselerle arkadaş olmaktan sakın. Bu yaramaz hallerini bırak. Çünkü, melekler ve hürmetli aylar, gece ve gündüzler sende feryad ediyorlar. Onlar seni Allahu Teâlâ-ya şikayet ediyorlar.) diye nasihat ederdi.

Babamın bu ikaz ve nasihatlarından canım sıkılır da onu döğerdim. Yine bir gün buna benzer nasihat ve azarlamasından daha fazla kızdım, üzerine hücum ederek dövmeğe başladım. Bu defaki dayağımdan fazla canı yanan babam yemin etti. (Elbette senden intikamımı alırım. Oruca ve namaza devam eder, bu hâl ile Beytullah’a varır, senden şikayetlerimi arz eder ve senin zararından kurtulmak için Allah’a yalvarır, yakarır O’nun yardımını talep ederim.) dedi. Bunun üzerine yedi gün oruç tuttuktan sonra bir boz deveye binip, Mekke-i Mükereme’ye gitti. Haccü’l-Ekber günü Kâbe-i Muazzamanın örtüsüne yapışarak bana beddua etti.”

MAZLUM BABANIN BEDDUASI:

“Aziz. Vâhid ve Samedin lûtfu ricası ile dünyanın her tarafından binitli ve yaya olarak ziyarete gelen Beyt-i Şerifin Rab’bısın. Şu kutsal makam, insanlar ve cinlerin Kıblesi ve ihtiyaçlarını arz ettiği pek mübarek menzillerdir ki, zulme ve haksızlığa maruz kaldığımdan dolayı, benim de burada edilecek duam red olunmaz, Yâ Rahman! Benim hakkımı ve intikamımı, oğlumdan alıver. Ey eşi ve benzeri olmayan, doğurmaıp ve doğurulmamış olan Rab’bım! Oğlumun bir yanını kurut” dedi,

OĞLU DERHAL YIKILIVERDİ:

“Semayı direksiz tutan ve yerden sular çıkarıp akıtan Allah hakkı için ki, babam duasını bitirir bitirmez benim sağ yanım kuruyuverdi. Haremin civarına atılmış kuru bir ağaç gibi oldum. İnsanlar sabah ve akşam benim bu halimi görüp geçerlerken; (İşte bu adam, babasının bedduasına süratle çarpılan kimsedir) derlerdi.” diye hâdiseyi anlattı.

Mü’minlerin Emiri Ali radiyallahu anh;

“Sonra baban ne yaptı, senin hakkında m işledi?”

diye adama sordu. Adam;

“Ey Mü’mînlerin Emiri! Babâmın bedduası ile yerlerde süründükten sonra, artık kendime geldim, gaf letten uyandım. Pederimin merhamet ve şefkatini kendi tarafıma çekmek ve günahlarımı affettirmek için yalvarıp, yakarmağa başladım. Benim yerlerde sürünmem ve yalvarmalarım babamın kalbini yumuşattı da beni affetti. Babamı bu belâdan kurtulmam için aynı yer ve makamda duâ etmeğe ikna ettim, Gönül hoşnutluğu ile, onu bir deveye bindirdim; gerekli hürmet ve saygıyı göstererek birlikte Irak vâdisine geldik. O esnada bir ağaçtan bir kuş âniden uçup kaçıverdi. Kuşun parıldayarak kaçıvermesi üzerine devemiz ürktü; bunun üzerine babam deveden düştü ve oracıkta canını teslim etti.” dedi.

Adamm bu izahatından sonra Hz. Ali (R.A) Keremallahu vechehü ona sordu:

“Sana Rasûlüllah’tan öğrendiğim dualardan öğreteyim mi? Ki, o dua ile yalvaranı Allahu Teâla gam ve kederlerinden kurtarmış ve maruz kaldığı belâ ve musibetleri atlatmıştır.”

Bu soru üzerine yan tarafı kurumuş adam:

“Ey mü’minlerin Emiri! Görüyorsunuz çaresizlikler içerisinde yerde sürünüyorum. Pek mustaribim, buyurduğunuz duayı talim ediniz, can-u gönülden dinleyeceğim.” dedi.

Hz. Hüseyin (R,Anhu): Babam adama duayı öğretti. 0 dua He Allah’a yalvaran hasta, hemen şifa bulmuş, ertesi günü sıhhatli olarak yanımıza geldi. Ben, nasıl oldu da birdenbire iyi oldun, dedim. Adam:

“İnsanlar uyuduğu zaman o duayı bir-iki ve üç defa tekrar ederek okudum. Kulağıma bir ses geldi; (Allahu Teâlâ Hazretleri sana kafidir. Öyle bir ism-i A’zam duası ile dua ettinki, Hak Teala o dua ile kendisine sığınanları, dilek ve ihtiyaçlarını arz edenleri kabul eder, istediklerini verir.) Bundan sonra göz kapaklarım kapanmaya başladı. uyumuşum. Rüyamda Sallahu Aleyhi Vesellem’i gördüm. Vak’ayı kendilerine arz ettim. Buyurdular:

Ali, doğru söylemiştir. Onun sana öğrettiği İsmul’lah-ul A’zam ile dua edilirse o dua kabul edilir ve istediği verilir. Sonra, ikinci defa üzerime uyku galabe etti. Uyudum. Rasulullah Sallahu Aleyhi Vesellem’i tekrar rüyada gördüm. ( Ya Resûlullah, duayı sizin mübarek lisanınızdan duymak istiyorum) dedim.”

RESULULLAH’IN TALİM ETTİĞİ DUA:

“İstirhamım  üzerine Nebiyy-i Muhterem Efendimiz şu duayı okudular:

 

 

 

Ben de bu duayı tekrar ettim ve hemen uyandım. Duanın tesiriyle üzerimdeki hastalığımın tamamiyle iyi olduğunu gördüm.” dedi.

 

Yukarıdaki duanın Türkçe meâli:

“Allahım! Senden yalvararak diliyorum. Ey gizliyi bilen; Ey, Semâ kudreti ile bina edilen; Ey, yer izzeti ile döşenmiş olan; Ey; Celâlinin nuru ile Güneşi ışık saçıcı, Ayı da parlayıcı kılan; Ey, her inanmış temiz nefse teveccüh eden, Ey; korkanların, müttekilerin korkusunu sükûna erdiren; Ey, yaratıkların ihtiyaçları ve dilekleri indinde yerine getirilen; Ey, Yusuf’u kölelik boyunduruğundan kurtaran; Ey kullarının ihtiyaçlarını zatına arzetmek için araya bir vasıta koymayan, her dilek sahibinin müracaatlarını doğrudan doğruya kendisi dinleyen ve alıp veren bir vezîri olmayan Rab’bim! Ey, kendisinden başka dua edilen bir Rab olmayan, dilek ve ihtiyaç sahiplerinin çokluğu Onun kerem ve cömertliğini arttıran Allah, Muhammed Aleyhissalatü Vesselama ve ehl-i beytine ve eshabına salat-ü selam etsin. Duamı kabul buyur, isteğimi ver çünkü sen, her şeye kadirsin.”

ARŞ HAZİNELERİNDEN DEFİNE:

Hz. Ali Kerremallahu Vechehû; “Bu duaya sıkı sarılınız. Çünkü o, arş hazinelerinden bir hazinedir.” buyurdu.

 

Şehr-i Ramazan ve Leyl-i Kadr

Şehr-i Ramazan ve Leyl-i Kadr

 

Allah-u Teâla. insanların kurtuluşu için nur ve hidâyet olarak inzal buyurduğu Kur`an-ı Kerim, insanlık hayatını tenvir eden ve insanları saadet-i dareyn’e ulaştıran bir “fur-kan” ve “Habl’ullah”dır. Yegâne din ve hayat nizamı olan İslâm’ın esası olan Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın İlahi ve ezeli bir kelamı olarak, ‘Ramazan’ (Ramadan) ayı içeri­sinde ve “Kadr” gecesinde, ya topyekûn (bir cümle-i vahide olarak) levh-i mahfuz’dan, dünya semasına inzal buyuruldu, sonra münasebet düştükçe tedricen indirilmeye devam edildi veya İle önce Ramazan Ayı’nın “Kadr” gecesinde indi­rilmeye başladı. Ki; her iki halde de, mübarek ‘Ramazan’ Ayı’nın ve “Kadr” gecesinin kelamullah’a lahuti ve nurani (iç iç`e) birer zarf hüviyetini taşımış oldukları anlaşılmış olmak­tadır…

 

“(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, Kuran o ay İçin­de indirilmiştir. (O Kuran), insanlar İçin bir hidayettir; doğru yolun ve hak ile bâtılı ayırt eden hükümlerin nice açık delilleridir. Öyleyse İçinizden kim o ay`a erişirse onu(n orucunu) tutsun, kim de hasta olur, yahut bir se­fer üzerinde bulunursa o halde, başka günlerde, oruç tutamadığı günler sayısınca (orucunu kaza etsin). Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez… “(Bakara: 185)”; “Şüphesiz onu (Kur’an`ı), Kadr gecesinde biz İn­dirdik. Bildin mi nedir Kadr gecesi? Leyle-i Kadr, bin Ay’dan hayırlıdır; o gece melekler ve Ruh (Cebrail) Rablerinin izni ile, her iş için arka arkaya İner. O gece, fecrin doğuşuna kadar selam`dır (selamettir). “Kadr: 1 -5 Ayetleri, durumu açıklığa kavuşturmakta, böylece mübarek Ramazan’ın ve leyle-i Kadr ‘in İlahi değerini ve yüceliğini göstermektedir.

 

Ramazan’ın 17, 19, 21, 23, 27. ve daha başka günlerinde, kuvvetli kavle göre son on gününde, yani Allah Teala tarafından methedilen, Kelamullah’a zarf niteliğini taşıyan ve bin aydan hayırlı olduğu bildirilen “leyl-i Kadr”in, ‘Ramazan Ayı’nın içerisinde bulunması, bu müba­rek Ay’ın kutsiyetini daha da yüceltmektedir…

 

“Ey İman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Gerek ki, (bu sayede) fenalıklardan korunasınız. O, size farz kılınan oruç, sayılı günlerdir. (…) (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, Kur’an o ayda nazil olmuştur…” (Bakara: 183-185) Ayetleriyle sabit olan Ramazan orucu, hicretin 2. yılanda farz kılınmış; ” …Fecr(-i sadık) olan ak İplik, kara İp­likten size seçilinceye kadar (tan yeri beyaz iplik gibi ağarıncaya kadar) yiyin, için; sonra geceye kadar (güneş batıncaya veya guruptan sonraki kızartı gidinceye kadar) orucu tamamlayın…”(Bakara: 187) ayetiyle, oru­cun günlük imsak ve iftar sınırı ve zamanı belirlenmiştir…

 

“Hilali görmedikçe oruç tutmayın, onu görmedikçe bayram da yapmayın. Şayet hava bulutlu olursa, onun miktarını hesap edin, Ay’ı 30 gün üzerinden takdir edin.”(Ebu Davud: 3/302; Müslim: 6/14-15); “Ay, yirmi dokuz gündür. Hilâli gördünüz mü oruç tutun; onu gördünüz mü İftar (bayram)edin. Eğer hava bulutlu olursa, Ay’ın miktarını (30 olarak) hesap edin.” (Müslim: 6/16-20; Zübdet’ül-Buhari: 296, Tecrid-i Sarih:6.252-253; Tırmizi: 2/14-15); İlh…); “Biz ümmi bir ümmetiz; yazıyı he­sabı bilmeyiz. Ay şöyle şöyle (bazen 29, bazen de 30 gün) olur.” (Müsllm;6/19; Z.Buhari: 299-300: Tecrid: 6/258); İbn-i Abbas Cuma gecesi hilali gören Şamlılara ve Muaviye`ye tabi olmayarak oruç tutmadı; “Biz cumartesi ge­cesi hilali gördük!” dedi ve cumartesi günü oruç tuttu. Bay­ramı da bu hesaba göre yapacağını söyledi.” (Bakınız; Müslim: 6/35; Ebu Davud: 3/309; Tırmızi: 2/17), “Resul-u Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, tek bir a’rabi’nin ‘hilâli gördüm’ demesi üzerine, oruç tutulmasını emretti.” (Bakınız; Ebu Davud: 3.316; Tirmızi:2/15) gibi.. Pek çok, yaklaşık anlamlı hadis-i şeriflerle, oruca başlama ve bayram yapma usulü gösterilmiş, işin daima kolay ve şaibesiz yünü tercih edil­miştir…

 

Ramazan orucunun ve bayramların başlangıcı ile ala­kalı muhtelif hadislerden çıkarılan değişik içtihadi hükümleri mevzu-u bahis edinmek, gereksiz ihtilafları tedai ettireceğinden dolayı, onlardan sarf-ı nazar ederek günümüzün muhtaç olduğu yönüne -çok kısaca- değin­mekle iktifa etmeği daha muvafık bulduk..:

 

Ramazan (ayı) gelince, cennet kapıları açılır.”; “Rama­zan ayı girdiğinde gök kapıları açılır; cehennem kapı­ları kapanır ve şeytanlar zincirlenip bağlanır.”; “Bilerek ve Allah’a inanarak Ramazan orucunu tutanın geçmiş günahları bağışlanır. “; “Yalan ve kötü söz söylemek­ten vazgeçmeyenin yemeği ve içmeyi bırakmasına Al­lah’ın ihtiyacı yoktur.”; “Allah-u Teâlâ buyurdu ki: Oruçtan başka, adem oğlunun her işi kendisinindir. Fakat oruç benimdir. Onun sevabını ben vereceğim: sonra, oruç bir kalkandır. Sizden biriniz oruçlu İken kötü söz söylemesin, (kimseyi) terslemesin. Biri ona söver veya çarpışmak isterse, ben oruçlu biriyim! de­sin. Muhammed`in nefsi elinde olan (Allah)’a andolsun ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah yanında misk kokusundan daha hoştur…”; “Oruç bir kalkandır, kul onunla cehennem ateşinden korunur.” İlh,..(Bakınız; Z. Buhari; 295-298; Tecrid: 6′/252-254; Mûslim;6/7-13; Tirmizi: 2/9-10; Ebu Davud: 3/328-vd.; Tergib ve Terhib: 2/403-411; ila ahir…) gibi.. Yüzlerce hadis-i şerif, Ramazan-ı şerif oru­cunun önemini ve çok yönlü kutsiyetini beyan etmekle, İslam dininin ameli temel ‘rükünlerinden’ biri olan bu İlâhî hükmün manevi neticesine dikkat çekmektedir…

 

Dâima ‘kötülüğü emredici’ bir hüviyette olan (Yusuf: 53) nefs-i emmâre, ancak ‘açlık’ yolu terbiye olmuş; ser­keşlik yaptığı ve “Ben, ben’im; Sen de Sen’sin!” deme cüretini gösterdiği Allah-u Teâla’nın huzurunda açlık sayesinde boyun eğmeğe mecbur kalmış ve açlığa dayanama­yarak; “Ben Senin aciz kulunum, Sen ise; benim Aziz Rabbimsin!’ diyerek, kulluğunu idrak edebilmiş olduğu, hadisle sabit olmuştur… Hayvani ve behimi hislerin zincire vurulmalarını ifade eden oruç ile, beşeriyet; melekiyet, leta­fet ve ulviyet istihalesine uğramış olmakta, dil, akıl ve kalp gibi… bütün insani uzuv ve unsurların ‘Allah’a teslim’ oluşunu, mide vasıtasıyla gelişen bütün duygu, organ ve hücrelerin mutlak bir ubudiyet heybet ve haşyet içerisinde bulunuşunu, zapt altına alınışını, böylece; sair mahlukata karşı gayet mütevazi duruşunu temsil eden ve riyasız bir ilahi kurbiyeti simgeleyen Ramazan-ı şerif orucu; Allah-u Teâlâ’nın nihayetsiz nurlar, hayırlar ve feyizler yüklü bir hükmü ve emridir. Ki; bu ayda, Rabb’ül Alemin ve Erham’ür-Rahimin olan Allah-u Teâlâ tarafından imanlı toplu­ma ve gönüllere sonsuz nurlar, rahmetler, feyizler, mağfi­retler, nimetler ve ihsanlar yağdırılmakta, muhteşem İlâhi sofralar açılmış bulunmaktadır….

 

Onun için; bu mübarek ayın günlerini ve gecelerini ihya etmeğe, bilhassa mazrufu olan Kuran-ı Karim tilavetine müdavim olmağa ve gereği ile bir küll olarak amel etmeğe çalışmalı; ve her yönden Kur’an ahkâmının icra ve intişarına ve hükümranlığı için çalışmaya gayret etmeliyiz. Zira; mübarek Ramazan ayında ve leyle-i Kadr’de nazil olan ve insanların mutlak kurtuluşunu hedef alan Kuran-ı Kerim, yeryüzünün tümüne hakim olmak ve ilahi hükümranlığını bil fiil hissettirmek için gönderilmiş İlahi kanunlar ve prensipler mecmuasıdır. Kuran`ın bu nurani hasiyeti, onun daima ve her yerde tatbik edilmesini ve tüm yeryüzünde hüküm-fermâ olmasını iktiza eder. Ki, bütün mü`minlerin bu doğrultuda çalışmaları, bilhassa mübarek Ramazan aynın manevî bereketinden bu yönden istifade etmeleri, en büyük İlahî bir vecibe olacağı kanaatindeyiz.

 

Dünyanın mazlum ve mustaz’af Müslümanları, bu mübarek ay boyunca ellerini Allah-u Teâlâ’ya doğru açmalı; dünya emperyalizminin ve habis uşaklarının, İslâm’ın ve Müslümanların aleyhine kurdukları tuzakları, onların başlarına geçirmesi için Rabb’ül-Alemin’e büyük bir huşu ve tevazu ile dua etmeli; kâfirleri kahredecek gücün de Al­lah’a yönelmiş yaralı mü’min gönüllerden yükselen bu dualar olduğunu bilmeli; bunu. Ramazan sonrası da ilelebet sürdürmelidir…

 

Allah’ın gerçekten askerleri olan Müslümanlar, mübarek Ramazan ayının çok yönlü nurundan, feyzin­den ve bereketinden bol bol faydalanmalı, kan içici caniler tarafından emsalsiz zulümlere maruz bırakılan günümü­zün mazlum halkları yanında ve safında yer almalı, oluştu­racağı çok büyük güçlerle, tağuti düzenlerin alaşağı edilmesi için çok hızlı bir şekilde çalışmalıdır. Ramazan Ayı’nın, Leyle-i Kadr’in ve onlarda nazil olan Kuran-ı Kerim’in ilâhî sırrına ancak bu yol ile erilebilir; İslami hakimiyetin kapısına ancak bu tür ilâhî vasıtalarla girilebilir…

 

Bunun tahakkuku amacıyla tüm Müslümanlar biaraya gelip el ele, omuz omuza gönül gönüle vermen; bu hususta maddî ve manevî bütün imkanlarını seferber etmeli: zekât gibi. İlahi bir mevhibenin ‘fi sebilillah’ şıkkına büyük çapta işerlik getirmeli; çoğu gereksiz olan zekatın değişik yerlere sarfını önleyip öncelikle İslami hizmet ve hareketler için harcanması sağlanmalı; böylece yeni büyük bir finansman kaynağı fışkırtmalıdır. Ki, maddi yönden de zafiyet içerisin­de bulunan İslami hizmet ve hareketler, hiç değilse bu açı­dan sıhhate ve selâmete -kısmen de olsa- kavuşmuş ola­caktır…

 

Böylece: İlâhi bir nur, hidayet, Furkan olup da mübarek Ramazan ayında nazil olan Kur`an-ı Kerim, müşahhas hâle gelmeye, yani İslami hükümet olmaya başlayacak, insanlık aleminin kararmış ufuklarına nur, huzur ve ışık saçacaktır, inşallah,… İşte; Bayramları dahi buna kıyas edin ve ona göre de değerlendirin vesselam… Bu ruh ve şuurda olan Müslümanların, gerçek, yani “İslami hakimiyet” bayram­larını kutlar. Yüce Rabbimizin hıfz-ı himayesine cümlenizi emanet eyleriz.

 

Selam Ve Dua lar ile…

Hatice BAŞKAN