Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Risale-i Nur Nedir? Nasıl Bir Tefsirdir?

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI, dili ve muhtevasıyla olduğu kadar, telif tarzı ve tertibiyle de sıradan İslami eserlerden farklı bir eserdir. Ekseriyetle dağlarda, kırlarda, yahut zindanların amansız şartları altında telif edilen bu eser, telif şartlarından hiç beklenmeyecek bir şekilde, en ağır, en derin, en muğlâk ilmî meseleleri incelemekte, en çetin soruları ele almakta, yüzyıllar boyunca tartışma konusu teşkil edegelmiş problemler için çözümler ortaya koymakta, çağın tereddütlerine cevap getirmekte, üstelik bütün bunları, tamamen kendisine has bir üslûp ve metod içerisinde gerçekleştirmektedir.

Risale-i Nur, yaygın bir şekilde, “çağdaş bir tefsir” olarak tarif edilegelmiştir. Doğrudan doğruya Kur’ân’a dayanması ve bilhassa imana dair bir kısım âyet-i kerimeleri geniş şekilde açıklaması sebebiyle, bu tarif bir hakikati aksettirmektedir. Ancak, gerek tertip itibarıyla, gerekse açıklama tarzıyla Risale-i Nur alışılagelen tefsirlerden ayrıldığı gibi, Külliyatın bazı parçaları (On Dokuzuncu Mektup, Yirmi Dokuzuncu Lem’a, On Dokuzuncu Söz, umumiyetle lâhikalar ve müdafaalar gibi) daha başka ilim dalları içinde mütalâa edilebilecek eserleri teşkil etmektedir. Meselâ İşârâtü’l-İ’câz ile Sünuhat’ın aynı tasnif içine girecek eserler olmadığı, ilk bakışta kolayca anlaşılacaktır.

Risale-i Nur’un en az tefsir kadar önem taşıyan bir diğer cephesi, kelâm ilmiyle ilgilidir. Belki de Külliyatın ekseriyetini kelâm ilmi içinde mütalâa etmek daha doğru olacaktır. Başta lâhikalar olmak üzere geri kalan bölümlerde ise, hizmet metodları ile ilgili bahisler önemli bir ağırlık teşkil etmektedir.

Kelâm tarihi ve klâsik kelâm eserleri ile mukayese edildiğinde, Risale-i Nur’un bu sahada yep yeni bir tarz geliştirdiğini, hattâ bir çığır açmış olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır. Zaten Risale-i Nur Müellifi, eserlerinin çeşitli yerlerinde bu hususu açıkça dile getirmektedir.

***

Risale-i Nur, konuları ele alış tarzı, muhtevasındaki derinliği ve kapsamlılığı birçok kesimin yoğun ilgisini çekmiştir. Bir yandan yurt içinde ve dışında çeşitli halk kesimleri tarafından okunmakta ve diğer yandan hakkında uluslararası sempozyumlar düzenlenmekte ve birçok akademik makale ve tezlere konu olmaktadır.

Meselâ bunlar arasında çağdaş düşünürlerden Faslı Prof. Dr. Taha Abdurrahman, Risale-i Nur’un düşünce dünyasında yaptığı büyük devrimden söz ederken, onun diğer yönlerinin yanında bu yönünün de kayda değer olduğuna dikkat çekmektedir:

Bazı Batılı filozoflar, her şeyin merkezine aklı aldılar ve sadece aklın ürünü olan hususlara itibar ettiler. Hattâ bu hususta öyle ileri gittiler ki, İncil ve Kur’ân gibi semâvî kitapları ve temsil ettikleri dinleri de aklın etrafında dönen diğer eşya arasına katarak, aklî sistem içinde onlara bir tanım getirdiler. Yani, tıpkı eski insanların dünyayı sabit sanıp güneşin de onun etrafında döndüğünü tevehhüm ettikleri gibi, aklı sabit kabul ederek semavî kitap ve dinleri onun etrafında gezdirdiler.

İşte Bediüzzaman, Risale-i Nur’la düşünce dünyasındaki bu gidişatı olması gereken mecraya çevirdi-tıpkı ilim dünyasında Kopernik’in yaptığı gibi. Nasıl ki Kopernik, ‘Dünyanın sabit, güneşin onun etrafında döndüğü şeklindeki eski görüşü ortadan kaldırıp; onun yerine, dünyanın hem kendi etrafında, hem güneşin etrafında döndüğünü’ ispat etti; Bediüzzaman da Risale-i Nur’la düşünce dünyasında buna benzer bir inkılâp gerçekleştirdi: ‘İnsanın düşünce dünyası sabit olamaz. Düşünce dünyası hem kendi ekseni etrafında döner, hem de vahiy güneşinin etrafında döner’ diyerek insan düşüncesinin olması gereken asıl yerini tespit etmiş, aklı yalnızlık ve karanlıktan kurtararak aydınlatmış ve rahatlatmıştır.

Ayrıca Risale-i Nur, bir Kur’ân tefsiri olması itibariyle, aklın yanı sıra, kalb, ruh ve diğer bütün duygulara da hitap etmektedir. Ahlâkın bütün boyutlarına ışık tutmakta ve bir çok sosyal probleme çözümler sunmaktadır. Ancak onun bu ve benzeri daha bir çok meziyetini en iyi şekilde anlamanın yolu her halde onu açıp bizatihi okumak ve yaşamakla olur.

***

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır. Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını açıklar, izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur’ân’ın imanî hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle açıklar, isbat ve izah ederler. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Birinci kısım tefsirler, bu ikinci kısmı bazan özet bir tarzda ele alıyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, benzersiz bir şekilde inatçı filozofları susturan bir mânevî tefsirdir.

Risale-i Nur, her asırda milyonlarca insanın rehberi olan mukaddes kitabımız Kur’ân’ın hakikatlerini subjektif nazariye ve mütâlaalardan uzak olarak, rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır.

Risale-i Nur, Kur’ân âyetlerinin nurlu bir tefsiridir. Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla müberhendir. En avamdan en havassa kadar her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış ve müsbet ilimlerle mücehhezdir.

Risale-i Nur, asrın ihtiyaçlarına tam cevab verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Vesveseli şübhecileri ikna eder. Hattâ en inatçı filozofları dahi teslime mecbur eder.

Risale-i Nur, akla gelen bütün istifhamları bertaraf eder. Zerrelerden güneşlere kadar îman mertebelerini açıklar. Vahdâniyet-i İlâhiyeyi ve nübüvvetin hakikatini ispat eder.

Risale-i Nur, yer ve göklerin tabakalarından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mâhiyetinden; ebedî saadet ve şekavetin kaynağına kadar, akla gelebilecek bütün imanî meseleleri en kat’î delillerle aklen, ilmen ve mantıken ispat eder… Pozitif ilimleri teşvik eder. Kesin delillerle aklı ve kalbi ikna eder ve merakları izale eder.

***

Büyük şâirimiz merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, “Viktor Hügolar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demişti.

***

Bediüzzaman, Risale-i Nur’la beşeri sefâhet ve dalâletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkib etmez. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterir, hissi mağlûb eder, kalb ve ruhu hissiyata mağlûb olmaktan korur. Küfür ve dalâlette de, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu, dünyada dahi Cehennem azabları çektirdiğini; buna mukabil îmanda, İslâmiyet ve ibâdette leziz lezzetler ve zevkler bulunduğunu ve Cennet çekirdeği ve meyveleri gibi dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini isbat eder.

***

Kur’ân-ı Azîmüşşan bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve ferdlerine hitaben Arş-ı A’lâdan irad edilen İlahî ve şümullü bir nutuk ve umumî, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamana ait pek çok fenleri ve ilimleri câmi’dir.

Bu itibarla zamanca, mekânca, ihtisasça daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azîmüşşana tefsir olamaz. Çünki Kur’ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi’ bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâlî olamaz ki, hakaik-i Kur’âniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.

Binaenaleyh Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin; ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.

Evet Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada mâlik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir.

***

İşte büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki: Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman’ın eserleri, sünuhât-ı kalbîye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdîrine mazhardır.

***

Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyânın bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbii ve müzekkîsidir.

***

İşte Bediüzzaman Said Nursi; Kur’an-ı Kerîm’deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve îzah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki: Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir kanaatına varılmıştır.

Söz Basım Yayın Külliyatı’nın önsözünden alınmıştır.




Destanlaşan Bir Ömür: Bediüzzaman Said Nursi

Bediüzzaman lakabıyla meşhur olan Said Nursi, Bitlis’in Hizan kasabasının Nurs köyünde 1876’da doğdu. Çok dindar bir ailenin olağanüstü kabiliyetlere ve bambaşka bir mizaca sahip evladı olarak dikkati çekti. Dokuz yaşından itibaren din ilimlerini tahsil için mahalli medreselere devam etti. Ancak, bir okuduğunu ikinci defa okumaya ihtiyaç duymayacak kadar kuvvetli hafızası, o zaman medrese talebelerine verilen fitre ve zekat paralarını almayışı, çocuksu münakaşalarda bile yalana, hileye tenezzül etmeyişi ile hocalarının takdirini kazandı. İşte o hocalardan biri olan Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in mensup olduğu aileyi öğrenmek istedi. Nur Muhammed, Said’in babası Sofi Mirza Efendinin akşamüzeri tarladan iki öküz ve ineğin ağızlarında torbalarla bağlı olduğunu hayretler içinde görerek sebebini sordu. Mirza Efendi, lakabı olan “Sofi” kelimesinin de sebebini açıklayan şu cevabı verdi:
“Efendim, tarlamız biraz uzakçadır.
Hayvanların ağızlarını gidip gelirken bağlamaz sam, yol kenarındaki tarlalardan ekin koparıp yiyebilirler. Böylece biz de haram yiyen öküz ile tarlamızı sürmüş ve haramla beslenmiş olacağız.”
Bu cevap üzerine Said’in annesini çağıran Hoca Efendi, ona da Said’i nasıl besleyip büyüttüğünü sordu.
Nuriye Hanım’ın mukabelesi de şöyle oldu:
“Efendim, ben Said’e anne olacağımı hissettiğim günden itibaren abdestsiz gezmemeye gayret ettim. Said dünyaya geldikten sonra da ona abdestsiz süt vermedim.”(Şahiner, 1997:55)
Hoca Efendi, merakını gidermişti. Böyle bir anne babadan böyle bir evladın dünyaya gelmiş olması sürpriz sayılmazdı.
Üç yıl süren medrese tahsili küçük Said’i tatmin etmez. 1885 yılının kışını Nurs’ta ana-babasıyla geçirir. Tahsilden vazgeçmeye karar verdiği günlerde bir rüya görür.
Kıyamet günüdür. Herkes başının çaresine düşmüştür. Bu büyük hengamede Resulullah’ı görüp ondan bir dilekte bulunmak ister. Hz. Peygamber’i ancak Sırat Köprüsünün başında görebileceğini düşünerek oraya gider. Bütün peygamberlerin oradan geçtiğini görerek, hepsinin de ellerine sarılır. Nihayet Resulullah’ın da geldiğini görür ve ellerine kapanarak “her şeyin doğrusunu gösteren bir ilme sahip olmak istediğini” söyler.
Resulullah da ona, “Kimseye sual sormamak şartıyla, sana istediğin Kur’an İlmi verilecektir” buyurur. (Şahiner, 1997:58)
Büyük bir heyecanla uyanan küçük Said, artık müthiş bir ilim aşkıyla dopdoludur. Doğunun o zamanki ilim merkezleri olan medreselerini bir bir gezer. Bir yıllık ders kitaplarını bir ayda bitirerek, Bitlis, Siirt, Tillo, Cizre, Nurşin ve Mardin Medreselerini dolaşır.ancak asıl tahsili o yıllarda Erzurum’a bağlı Bayezit kasabasında yapar. Orada Bayezit Medresesinde Şeyh Mehmed Celalî Efendi’den o zaman okunması adet olan bütün kitapları sırasıyla okuyup bitirir ve icazet alır. Ne var ki o, bu ağır ve ilmi kitapların dipnot ve şerhlerini bırakarak sadece asıl metinlerini okuyup anlamayı tercih eder. Böylece çok uzun yıllar alan medrese tahsilini kısa sürede tamamlamaya muvaffak olmuştur.
Yine o dönemde bilhassa geceleri, Bayezit’te ki Şeyh Ahmed Hani Hazretlerinin türbesine çekilerek mum ışığında ders çalışır ve tefekkür eder. Daha sonra geldiği Tillo’da da bir türbeye kapanarak riyazete girer. Yine o sıralarda büyük bir lügat kitabı olan Kamus-u Okyanus’un büyük bir bölümünü ezberler. (Vakkasoğlu,1987:67)
Van valisi Tahir Paşa’nın konağında yaptığı ilmi çalışmaları kendisi şöyle tarif etmektedir:
“O zaman hafızamda doksan kitap vardı, ezberlemiştim. Her gece üç saat hafızamda okuyarak, üç ayda bir o 90 kitabı devrediyordum. Cenab-ı Hakka şükür benim o mahfuzatım (ezberim), o tekraratım, Kuran’ın hakikatine bana basamak oldular. Sonra ben, Kuran’ın hakikatlerine çıktım, baktım, her bir Ayet-i Kuran kâinatı ihata etmiş gördüm. Artık Kur’an bana kâfi geldi. Başka şeye ihtiyaç kalmadı.” (Canan, 1993:12)
O günlerde okuduğu bir gazete haberi, onun ruhunda fırtınalar koparır. İngiliz sömürgeler bakanı Gladiston, “Bu Kuran Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalı, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.
Bediüzzaman Said Nursi de buna karşı şu sözü vermişti: “Ben de Kuran’ın sönmez ve söndürüle- mez bir manevi güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim.” (Şahiner, 1997:53)
İşte “Bediüzzaman Said Nursi’nin ve yaygın ifadesiyle Nurculuk hadisesinin bütün gayesi bu cihete matuf olmuştur. “ (Şahiner, 1983:112)
Doğunun eğitim problemini çözmek için, fen ve din ilimlerinin beraber okutulacağı bir üniversite açılması gayesiyle, 23 yaşındayken İstanbul’a gider. Projesini bizzat Padişah’a takdim eder.
İkinci Meşrutiyetin ilanında, Selanik Hürriyet Meydanındaki söylediği nutku çok önemlidir. Nutuk isimli kitabında yer alan bu konuşmada, hürriyetin önemini ve geri kalmışlığın sebeplerini anlatır. Tarihe 31 Mart olayı olarak geçen İstanbul’daki ayaklanmada yatıştırıcı rol oynar.
1911 yılında Şam’a gider ve orada meşhur hutbesini okur. Bugün Hutbe-i Şamiye adlı kitabında bulduğumuz o ölmez hakikatleri, imparatorluğun çöküş döneminde büyük bir ümitle haykırır. Herkesin karamsar tablolar çizdiği gelecekten o, “İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak ve hâkim Hakaik-ı Kur’aniye ve İmaniye olacak” (Nursi, 1991:18) diyerek ileri görüşlülüğü- nü ortaya koyar.
Aynı yıl şark vilayetlerini temsilen sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine katılır. Van’da kurmayı düşündüğü üniversite projesini Sultan Reşad ile görüşür. Onun da desteğiyle Van Gölü kıyısında temelini atar.
Vatanın kurtuluşu için vazife üstlenerek Birinci Dünya Savaşında Ruslara karşı gönüllü alay komutanı vasfıyla talebeleriyle birlikte savaşa iştirak etmiştir. Bu savaşta yaralanmış ve Ruslara esir düşmüştür. İki yıllık esaretten sonra İstanbul’a dönmüş ve Enver Paşa tararından madalya ile taltif edilmiştir.
1918 de İslam akademisi olarak kurulan Darü’l Hikmeti’l İslamiyeye üye oalrak alınması, Bediüzzaman’ın ilmi ve dini kariyerini bir kere daha ortaya koymaktadır.
1920’de Bediüzzaman Said Nursi’yi Yeşilay Cemiyeti’nin kurucuları arasında görüyoruz. Aynı yıl İngilizler İstanbul’u işgal edince, o, milli mücadele saflarında yer alacaktır. Ankara’ya davet edilir hatta hoş geldin töreni düzenlenir. Mecliste istediğini bulamaz. Gördüğü dağınıklığı düzelt- mek için on maddelik bir beyanname neşreder. “Şu büyük inkılâbın temel taşları sağlam gerek” diyerek, vermek istediği mesajını şu cümlelerde toplar: “Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şehitlere kumandanlık ettiniz. Bu İslam milletinin cemaatleri namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin (dindar) görmek ister” (Nursi, 1992:125)
Ankara’da aradığını bulamaz. Kendisine teklif edilen mebusluk, umumi vaizlik ve diyanet işleri reisliği gibi birçok imkanı reddederek Van’a gider. Şeyh Said isyanını önlemek için çok çalışır.
İsyana katılması için yapılan teklife karşı verdiği bu cevabı ise çok manidardır.
“Türk Milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır, çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Kılıç harici düşmanlara karşı çekilir. Dahile kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz, Kur’an ve İman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir. (Şahiner, 1997:238)
İstanbul’dan sonra, civarın birçok nüfuslu şahsiyetleri gibi Bediüzzaman Said Nursi’de haklı gerekçe olmadığı halde sürgüne gönderilir. 1925 yılından itibaren sürgün, hapis, takip ve mecburi ikamet devresi başlar. Bu dayanılmaz baskılar altında olduğu halde Risale-i Nur adındaki Kur’an tefsirini yazar. Bu tefsirin gayesinin ne olduğunu da şöyle ifade etmektedir:
“İman ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman, elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlık ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlal eder.” (Vakkasoğlu, 1983,97)
Bir asra yakın hayatı, zulüm karşısında eğilmeyen ve iman hizmetinden vazgeçmeyen bir mücadele ile 23 Mart 1960 yılında Urfa’da noktalanır. Ölümüyle özdeşleşen şu vasiyeti, hayat çizgisindeki önemli parıltılardan birisidir:
“Belki hayatta kalmayacağım. Bütün mevcudi- yetim vatan, millet, gençlik ve alem-i İslam ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda olsun. Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar.” (Nursi, 1997:450)
Rahat bırakılmayan ve ısrarla rejime muhalif fikirler yaymak suçuyla mahkemelerde süründürü- len bu zatın kendisini mahkûm etmek isteyenler için beslediği hisleri hayret vericidir:
“Ben cemiyetin iman selameti yolunda dünyamı da feda ettim, ahretimi de. Gözümde ne cennet sevdası var ne de cehennem korkusu; cemiyetin, 25 milyon Türk Cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem; cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur.”
Bediüzzaman Said Nursi; kendi köşesine çekilmiş mücerred bir fikir ve pasif bir aksiyon adamı değildir. İmanını ve fikirlerini yaşama safhasına aktarabilen; pratik bir hayat adamıdır. Gönüller üzerinde tesis ettiği davasını “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” istinatları ile ebedileştirmiştir. Onun Bediüzzaman oluşunun farkı da budur. O, büyüklüğü şöhrette ve makamda değil; mahviyet ve tevazuda bulmuştur. Bu tevazusu geride bıraktığı maddi eşyalarından da bellidir. Bütün dünya malı; saat, cübbe, sarık ve yirmi liradan ibarettir. (Şahiner, 1997:406)
Bugün hiçbir ilim ve fikir adamının erişemediği bir alakayla takdir uyandıran ve eserleri dünyanın her yerinde artan bir iştiyak ve merakla okunan bu zatın görüşleri; her platformda “kurtuluş reçetesi” olarak kabul görmektedir.
“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolâstik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, Asr-ı Hazır (şimdiki asır), fen ve felsefesi ile meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim.” (Nursi, 1992:553)
“Ben imanı kurtarmak ve Kuran’a hizmet için, Mekke’de de olsam buraya gelmem lazımdı.” Diyen Bediüzzaman’ın hayat çizgisini; “Bediüzzaman’ın fihriste-i maksadı ve efkarının programı” adıyla 1909 tarihinde Dini Ceride’de yayınladığı dokuz maddelik maksat ve fikir programını özetleyerek bitirelim: (Canan, 1993:31)
Birinci Madde: İslam Alemini terakkiye sevk edecek uyanışı sağlamak.
İkinci Madde: İslam eğitimini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek. Bu üç merkez; mektep, medrese ve tekkedir.
Üçüncü Madde: İlmi çevrelerde, ilmi hürriyeti tesis etmek.
Dördüncü Madde: Medreselerde, ihtisas bölümleri açmak.
Beşinci Madde: Umumi irşad vazifesi gören vaiz ve hatiplerin yetişmesini ele almak.
Altıncı Madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak. Geri kalış sebeplerinden olan cehalet, zaruret ve ihtilafı; sanat, marifet ve ittifak ile bertaraf etmek.
Yedinci Madde: Osmanlı Devletinin beylikler dönemine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında İttihad-ı Muhammedi fikrinin geliştirilme sini temin etmek.
Sekizinci Madde: Hilafet Makamının ıslahı meselesi.
Dokuzuncu Madde: Milli birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayıf olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek.

BEDİÜZZAMAN’IN
EMSALLERİ İÇİNDEKİ YERİ

Onu Bediüzzaman yapan meziyetleri ve “çağımızın en büyük müfessiri ve müceddidi” ünvanıyla dünya çapında bir şöhret kazandıran vasıflarını ve kendisine gösterilen alaka ve teveccühün sebeplerini ana hatlarıyla ele almak lazımdır. Emsalleri arasındaki müstesna yerine kadar iyi ifade edilirse, sunmaya çalıştığımız eğitimde Bediüzzaman modelinin de farkı daha iyi fark edilecektir.
“Klasik manada yıllar sürmesi gereken medrese eğitimini, üç ay gibi kısa bir sürede” tamamlayarak ilimdeki üstünlüğü, devrin meşhur âlimleriyle yaptığı ilmi ve dini münazaralarla ortaya koymuştur. Yaptığı bütün münazaraları kazanmasından dolayı, ulema çevresi kendisine “Bediüzzaman” unvanını vermiştir. Bu münazara- ların en çarpıcı misali 1908 yılında İstanbul’da yaşanmıştır. Mısır el-Ezher Üniversitesi öğretim üyelerinden meşhur ulema Şeyh Bahit Efendi İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Bediüzzaman’ı ilmen mağlup edemeyenler bunu Şeyh Bahit’ten istemişlerdir. Bu gaye için iki âlim buluşturulur:
“Osmanlı Devletindeki hürriyete ve Avrupa- daki medeniyete ne diyorsunuz? Bunlar hakkında- ki fikrin nedir?” şeklindeki Şeyh Bahit Efendinin ilk sorusuna Bediüzzaman şöyle cevap verir:
“Osmanlı Devleti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslamiyet’e hamiledir. O da bir İslam devleti doğuracak.”
Hayretler içinde kalan Şeyh Bahit Efendi de şunu ifade eder:
“Ben de tasdik ediyorum. Ben de aynı kanaatte- yim. Bu gençle münazara edilmez. Ben bununla münazara edip galebe edemem. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek Bediüzza- man’a hastır.” (Nursi,1990,108)
Bediüzzaman’ın İstanbul’da bulunduğu o yıllarda, Şekerci Hanındaki kaldığı odasının kapısına, “Burada her suale cevap verilir, her müşkül halledilir. Fakat sual sorulmaz” diye astığı yazıyı belki de tarihte ilk defa görülen böylesi bir meydan okuyuşu da zikretmek lazımdır.
Günümüzün değerli müfessirlerinden Hasan Basri Çantay’ın şu tespiti Bediüzzaman’ın misyonunu ortaya koymaktadır.
“bizler Üstadın sayesinde müfessir olduk. Halbuki bizler ne eser yazabiliyorduk ne de anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nur eserlerini telif etmeye başladı. Türkiye’de okuma çığırını açtı. O hapishanelerde zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, şefkati, merhameti, tevazuu, şecaati her şeye galip geldi.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de onun ilmini ummana benzeterek şöyle der: “Onun ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle onunki asla mukayese edilmez. Ona, Cenab-ı Hak ilim nasip etmiş, aktıkça kabarıyor.”
Fıkıh alimi Ömer Nasuhi Bilmen, “Onun ilmi vehbidir (Allah vergisidir). Bizimki gibi kesbi (çalışılarak elde edilen) değildir. Eğer bizim kulağımıza fısıldayan olsaydı biz de Risale-i Nur yazardık” (Yeni Asya Gazetesi, 24.6.1988) diyerek Bediüzzaman’ın makamını ifade eder.

Kur’an’ı asrın idrakine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatının müellifi olmak, kendisine erişilmez bir ayrıcalık getirmiştir. Bunun için “İmam-ı Gazali kendi devrinin, Bediüzzaman ise bu zamanın Hüccetü’l İslam’ı denilmiştir. (Akyol, 1992:44) Mısır-Ezher Üniversitesi Profesörü Dr. Abdülvedud Çelebi de bir başka tespit yapar: “İslam tarihinde Müslüman- ların imanını muhafaza eden ve birbirine benzeyen üç hareket vardır. Hindistan’da İmam-ı Rabbani, Cezayir’de İbn-i Badis ve Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi’dir.”
Pakistan’da faaliyet gösteren Cemaat-ı İslam’ın lideri Mevdudi’nin “Hepimiz İslam’a hizmet ediyoruz. Ama Bediüzzaman küfre karşı imanlarımıza bekçilik yapıyor” şeklindeki ifadesi çok anlamlıdır.
“20. yüzyıla damgasını vuran Seyyid Kutup, Muhammed Kutup ve Hasan el-Benna gibi İslam âlimleri bir derece siyasete girdikleri ve tedbirden kusur ettikleri için muvaffakiyetleri sınırlı kalmıştır. Bediüzzaman nefsinden başladığından, dünyayı ihata eden bir ıslah metoduyla çağa damgasını vurmuştur.” Cemaleddin Efgani ve Musa Carullah ile Bediüzzaman’ı kıyaslayan tarihçi Cemal Kutay “Nasıl hayatta kaldığı cidden ibret verici olan Said Nursi, Bediüzzaman oalrak geldi ve Bediüzzaman olarak kaldı” diyerek cihanşümul vasfına dikkat çeker.
Mevlana ile Bediüzzaman’ı karşılaştıran İtalyan Profesör Anna Masalada, “Birisi, bütün insanlığın derdini haykırır, diğeri bütün Müslümanların kardeşliğini haykırır” der. Bediüzzaman’ın bu husustaki görüşü ise “Hz. Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur yazardı. Ben de o zamanda gelseydim Mesnevi’yi yazardım” şeklindedir. (Şahiner, 1985:312)
İngiliz asıllı Müslüman bir yazar olan Meryem Cemile’nin, Bediüzzaman’dan, Türkiye’yi İslam’a kazandıran bir âlim” (Mürsel, 1992:9) oalrak bahsettiğini bunun Papalığın yayınladığı istatistikte de teyit edildiğini görmekteyiz. “Avrupa’da on ay içinde Müslüman olan 58 bin kişiden yüzde 38’inin Risale-i nur okuyarak İslam’ı seçtiği de belirtilmektedir.
“Bediüzzaman’ın emsalleri içindeki yerini, günümüzün en değerli âlimlerinden Mehmet Kırkıncı Hocanın notlarıyla kapatalım:
“O zat, İbrahim Ethem Hazretleri gibi sadece müttaki bir abidd ve dünyayı terk etmiş bir zahid değil, aynı zamanda mücahid bir mürşittir. İlim ve irfan bakımından adete bir Gâzali, bir Râzi ve bir Kâzi’dir. Hikmet ve felsefe cihetinde bir Sokrat, bir ibn-i Rüşd ve bir ibn-i Sina’dır. Tebliğ ve ikaz vadisinde ise bir Mevlana’dır.
Tecdid ve mücadelede sanki bir Ahmed-i Faruki’dir. Tabiri caiz ise o, selefteki mürşitlerin ve müceddidlerin hakiki bir varisidir. Evet, bir Arap şiirinde denildiği gibi “Bütün alemi bir şahısta toplamak Cenab-ı Hakk’a zor gelmez.” O zat, dünya sarayının, Anadolu kürsüsünde yüksek bir nutuk okudu.
O nutkun aslı ve kökü ne şarkta ne de garptaydı. Doğrudan doğruya Kuran ve Sünnetten alınmaydı. Bu nutkun yankısı insanlık semasında çınladı. Avrupa, Amerika ve Asya’da sesler getirdi. Nutkun maksadı ise; Allah’ın varlığını ve birliğini insanlara dinlettirmektir.”

(Kırkıncı, 1998: 15-16)

Bediüzzaman Said Nursi, yalnız Türkiye’nin değil; bütün İslam âleminindir. Onun gayesi Kur’an’ın hakikatlerini insanlığa sunmaktır. Hayatı boyunca birlik ve dirlik için çabalamıştır. Ama o yanlış anlaşılarak çekmediği kalmamıştır. Bugün bütün dünya onun kitaplarının peşindedir. Prof. Dr. Ursula SPULER