Kandil Yürüyüşü

medineHİKMETİ HİÇ unutulmasın, müminler ondan her daim yeni dersler alsın, yolunu kaybettiğinde yol göstericisi olsun diye her yıl yeniden andığımız bir miracın gölgesi üzerimdeyken en sevgilinin ayak seslerini düşlüyorum.. Mekke’nin havasının, insanının, bir araya gelmiş tüm şartlarının sıktıkça sıktığı bir nebinin ayak seslerini yani.

En güzel bir yol arkadaşını, aynı zamanda en büyük destekçisini kaybetmek, hayır umduğu zorlu bir yolculuktan büyük hayal kırıklığı ve hakaretlerle dönmek, döndüğü yerde alaya alınmak, her daim canına kast edilmek diğer yandan. Ne maldan, ne dosttan, ne destekleyiciden yana güçlü olmak şöyle dursun, elindekileri de yitirmek, yitirdikçe yitirmek..

İşte bu yorgun ayaklar, bu hüzünlü kalbi taşıyan bedenin sahibinin narin ayaklarıydı ki gök kapılarına dayanmıştı. Nasıl olmuştu da en yalnız, en karanlık, en zor günlerden cennet sevinçleri yağmıştı?

Bunu düşünmek istiyorum çünkü çok hüzünlüyüm. Hüzünlüyüz. Hüzün yılı değil, hüzün asrı yaşıyoruz ümmetçe. Ve zorluğun ardından gelecek olan kolaylığı, ‘rabbin sana darılmadı, seni unutmadı’ hitabını, Cebrail’in yoldaşlığını en çok beklediğimiz zamanlardayız. ‘Bir binanın tuğlaları’ gibi olan müminlerin tüm duvarlarına başka yerden saldırıyor birileri. Birini öremeden diğeri yıkılıyor. Kudüs’e ağlarken, Suriye kanıyor. Onun yarasını saramamışken Patani inliyor. Irak gün yüzü göremiyor. Afganistan unutuluyor, Afrika ölüyor..

Gök kapılarına dikiyoruz gözümüzü, Allah’ın ordularına.. Bu kadar hüzünden sonra, bunca gece yürüyüşünden sonra bir yükseliş istiyoruz. Bir cennet selamı almak. Ama sanırım bir yerlerde hata yapıyoruz. Ayaklarımızı yere mıhlayıp yükselmemizi engelleyen bir şeyler.. Galiba sadece ‘hüzün’ değildi miracı getiren. O yüzden bu kadar hüzünden bir miraç çıkmıyor belki. Bunun üzerinde düşünmek istiyorum çünkü hüzünlenmekten başka şeyler de yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Benim için en kritik nokta efendimizin miraca kulluğuyla ulaşmış olmasıdır. Namazı müminlerin miracı yapan bu sırdır. Kendisinden başka nebi gelmeyecek olan son nebi, o makama peygamberliği vasıtasıyla çıksa kapı kapanacaktır. Fakat o, bu güzelliğe kulluğu vasıtasıyla ulaşmış ve tüm ümmetine kapıları açık bırakmıştır. Kul olabilmek, en önemli adım olsa gerek. Hakkıyla kul olabilmek.

İslamın en asli ve kesin hükümlerini yerine getirmeyen ama dünyayı kurtarmaya, dava adamı olmaya, o davayı da islam adına kullanmaya çalışan ne çok insan var değil mi. Ya da yerine getirilmesi borç olan ibadetlerini eksiksiz yerine getirdiği halde islam ahlakından nasiplenememiş olan. Oysa kulluk bir hal, bir ahlaktır ve miracı bir peygamber mucizesinden ibaret olarak algılamanın ötesinde dersler çıkarmak için biraz ahlaki bir okuma yapılmalıdır. Mesela belki de bu ‘teselli hediyesi’nin temelini atan efendimizin tevekkülü ve sabrıdır. Ama asla vazgeçmeden. Sonra mütevaziliğidir. Ama zulme ve küfre boyun eğmeden. Fedakarlığıdır elbet. Kalıp mücadele etmek. Ve sidre-i müntehaya kadar ulaşıp, rabbine kavuşup, Mekke çöllerine, düşmanların içine geri dönebilmek.. Kendini değil davayı, sonucu değil yolu, yoldaki yoldaşlarını düşünmektir belki.

Ümmetçe içine gark olduğumuz bunca hüzünden çıkmanın çaresi şüphesiz Allahın yardımı iledir. Rabbimizin rahmetini üzerimize celb etmenin yolu ise buna layık olabilme gayretimizdir. Ve bunun için yapmamız gereken kulluğa yakışmayan hallerimizi bir bir düzeltmektir. İslama rağmen Müslüman kılığından sıyrılmak gerek. İnsani yanı öldürülmüş bir islamdan bahsedilemeyeceğini yeniden hatırlamamız gerek. Belki de hayalimizde ürettiğimiz o büyük davaların peşinde koşarken ezdiğimiz çiçeklerden ötürü baharın gelmediğini fark edebilmek..

Büyük cihad için sefer yapmalı anlaşılan. İçsel bir yolculuğa çıkmak ve vicdanımızın merdivenlerinden gece yürüyüşleri yapmak. Ruhumuza yükselmek ve asıl düşmanı tespit edebilmek.. Ve bu yolculuklardan her defasında ‘gözümüzün nuru namaz’la dönebilmek..

Kulluk şuuruna ermiş fertlerden oluşan bir ümmet hüzne değil zafere yakındır elbet.

Hayırlı yolculuklar ve hayırlı kandiller.

Nuriye Çakmak

Karakalem.net