Etiket arşivi: A.Raif Öztürk

Harika DENGE, İşte Böyle Olur…

Aklımızda, fikrimizde ve bütün benliğimizde fırtınalar koparacak çok zevkli bir konuya giriyoruz bugün. Bu nedenle, konuya tam odaklanmamız gerekiyor:

Elektronik ve ilginç hediyelik eşyalar satan bir mağazayı dolaşırken, mıknatısla dönen Dünya KÜRE’LERİ dikkatimi çekti. Yer küremizin boşlukta dönüşü gibi, bu sembolik dünya küreleri de tamamen boşlukta ve kendi eksenleri etrafında dönüyorlardı. Yakından inceledim ve biraz teknik bilgi aldım.

Çok ciddi teknik bilgiler ve özel mühendislik tasarımlarla yapılmış, mıknatısların N & S kutuplarından yararlanarak, bu maket dünya kürelerinin boşlukta ve kendi ekseni etrafında dönmeleri sağlanmış. Mucitlerini, takdir ve tebrik ediyorum…

Tabii mıknatısın manyetik alanıyla çekim (N) sağlanmış, şehir cereyanıyla üretilen manyetik alanıyla da itmesi (S) sağlanmış. Bu çekme ve itme (N-S bir başka ifadeyle [North-South]Kuzey-Güney) manyetik alan arasında 2 mm’lik bir tolerans bırakılmış. Küreyi, iki elle tutarak bu 2 mm’lik tolerans ekseninde tutmaya çalışıyorsunuz. Tam “OLDU” derken, ya “şak” diye yapışıyor veya düşüyor.

Yani ayarlayabilmek için birkaç kez deneme yapmak zorunda kalıyorsunuz. Çok hoşuma gittiğinden, çok sevdiğim, değer verdiğim ve minnettar olduğum birine hediye etmek için, bir adet aldım ve evde de denemeler yapmaya başladım…

İşte bu mıknatısla dönen taklit yer küresini incelerken, taklit edilmeye çalışılmış olan GERÇEK DÜNYA KÜREMİZİ düşünmeye başladım. Ve Güneş ile Dünyamız arasındaki 150 Milyon Km. mesafenin, (+ -) artı-eksi 2 Milyon Km DEĞİŞKEN eksen çizdiği aklıma geldi.

Kesin olarak bilinen şu: Kış mevsiminin oluşması için, Dünyamızın Güneşe olan uzaklığı kış ayında (merkezkaç kuvvetinin dışa doğru itmesiyle) 152 000 000 Km’ye çıkıyor. Yaz ayında ise (Güneşin ÇEKME KUVVETİ ile Güneşe yaklaşarak) 148 000 000 Km. civarına düşüyor. Yani böylece Dünyamız Güneşin etrafında, her yıl ELİPTİK bir yörünge çizerek dönüyor.

Çok RİSKLİ bir şekilde Güneşe yaklaşan Dünya, o korkunç çekim kuvvetine kapılıp Güneşe yapışmıyor da, çekim gücünün en çok olduğu bir zamanda, acaba niçin birden Güneşten uzaklaşmaya başlıyor? (Üstelik te, kendi çevresineaynı sistemle dönen AY ile birlikte!…)

Dünyamız Güneşe 148 Milyon Km. yaklaşınca, yani Güneşin en fazla “en güçlü çekim alanına” girmişken, acaba onu geri döndüren, yani Güneşten zorla uzaklaştıran Güç ve İrade nedir? Yer küremiz, bu müthiş tehlikeyi fark edip uzaklaşacak değil ya…

Mevsimlerin oluşması için şart olan bu hassas mesafeler, acaba tesadüfen mi oluşuyor? Yine mevsimlerin oluşması için şart olan Dünyanın 23,5 derecelik EĞİK dönüşü de acaba tesadüf müdür? Yazı başlığında ve girizgahta arz ettiğim “Mıknatıslı Dönen Küreler” bile tesadüfen olamazken, mutlaka bir mühendislik harikasıyken,  bu harika işler tesadüfen olur mu hiç?…

Küremiz saatte 1670 Km. (otomobilin 16 katı bir) hızla döndüğü halde, dış yüzeyinin %70’ini kaplamış olan denizler, göller ve nehirlerdeki sular, acaba niçin savrulmuyor? Bizler ve cisimler niçin hiç savrulmuyoruz ve niçin hiç hissetmiyoruz? Dünyamızı 90 Km sarmalayan 7 katlı atmosfer tabakası, bu süratli dönüşten niçin etkilenmiyor veya niçin dağılmıyor?… 

Ayrıca; Dünyamız böylesine korkunç bir hızla kendi ekseni etrafında dönerken, aynı zamanda (kendisine 384 399 Km. uzaklıkta, %11 Eliptik yörüngeyle dönen AY ile birlikte) Güneşin etrafında da 108 000 Km (otomobilin 1 080 katı bir) hızla dönmektedir.  Dünyamız Güneşin etrafında böylesine sür’atli bir şeklide, üstelik (aynı, dünyanın Güneş etrafında dönüşü gibi) ELİPTİK bir yörünge çizerek dönerken, bu HASSAS DENGELER acaba niçin hiç bozulmuyor?…

Şimdi derin bir nefes alarak, konuya iyice odaklanalım:

Dünyamız ve Güneş sistemimiz Samanyolu galaksisinin, merkezine 26 000 IŞIK YILI (Bir Işık Yılı: 9 460 730 472 580 Km.) uzaklıkta ve Avcı kolu spiralinde bulunmaktadır. Güneş sisteminin galaksi merkezinin (ekseninin) etrafındaki dönüş hızı saatte yaklaşık 720 000 Km olduğu hesaplanmaktadır. (Bu hız daDünyamız için müthiş bir savrulma sebebidir.)

Yaklaşık 200 milyar yıldızı bünyesinde bulunduran Samanyolu Galaksisinin, uzay içindeki yüzme hızı ise saatte 950.000 km’dir. (100 Km giden otomobilin 9 500 katı.) Yani yerküremiz, Samanyolu ve Güneş sistemi ile birlikte bir saniyede 263 kilometre gibi bir hızla Vega yıldızına doğru yol aldığı da biliniyor… (Bu müthiş hız da bir savrulma sebebidir.)

Acaba Kainat milyarlarca yıldan beri, o hassas nizamını nasıl devam ettiriyor? Asla tesadüfen olamayacağına göre, hangi İlim, hangi Kudret, hangi İradeye bağlı olarak devam ettiriyor?

Bu güç nasıl bir güç? Bu ilim nasıl bir ilim? Bu irade nasıl bir iradedir?…

İşte bu kusursuz düzeni kuran ve devamlılığını sağlayan, bizleri ve tüm evreni yaratmış olan İlim, İrade ve Kudret, Allah’tır cc. Bizler işte bu İlme, bu Kudrete, bu İradeye ve bu Rabb-i Rahime, saygı, sevgi ve tazim ile SECDE ediyoruz ve O’nu her şeyden çok seviyoruz…

SÖZLERİN EN DOĞRUSU: Enbiya Suresi, 33. A.; Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur; (ki) her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor.” 

Mülk Suresi, 3-4. A.; “O, (Allah ki) biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman’ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık(bozukluk) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir”. 

Enbiya Suresi, 30. A.; “O inkar edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” Enbiya Suresi, 16. A.; “Biz, bir ‘oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık…!”  Mülk, 2. A.; “Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye, sizi sınamak için, ölümü de hayatı da yaratan Odur.”

A. Raif Öztürk

Osmanlıca’nın Önemi, Kaldırılış Sebebinde Gizli…

Çok değer verdiğim araştırmacı-yazar Uğur Akkafa kardeşim, bu konuda “İSLAMİYET’E DÜŞMAN olanların, OSMANLI’YA düşman oldukları çok bilinen bir durumdur. Şaşırmamak lazım. Elbette OSMANLICA onları rahatsız edecek!” diyor. 
 
Fakat bu konu, yani özlenen ve ihtiyaç duyulan “Osmanlıca Eğitimi” konusu, gereksiz olarak o kadar çok köpürtüldü ki, maneviyat ve mukaddesat düşmanları tarafından öyle çok karşı çıkıldı ki, genç kardeşlerimizin kafalarının karışmaması ve fikirlerinin bulanmaması mümkün değil.Bu nedenlerle, şu masum gençliğin hatırı için bu GERÇEKLERİ, belgeleriyle ortaya koyma zamanı geldi. Hiç kimse kusura bakmasın!…
  • İşte o dönemin ikinci adamı İsmet İnönü’nun kendi kitabından, harf devriminin asıl amacı: 
“Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegane sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi. (Gerçekten de en kolay öğrenilen alfabe, Kur’an ve Osmanlı alfabesidir… Bkz.: Kamer Suresi, 17, 32. & 40.  yetler.) 
 
Harf Devriminin temel gayelerinden biri, yeni nesillere GEÇMİŞİN KAPILARINI KAPAMAK, Arap-İslam dünyası ile BAĞLARI KOPARMAK ve DİNİN TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİSİNİ ZAYIFLATMAKTI. (…) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. (…) 
 
Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”…
(Bakınız; İnonu, Hatıralar, C. II, sh. 223.) 
 
Allah aşkına, tekrar ve daha dikkatli okuyarak, lütfen elinizi vicdanınıza koyunuz ve bir kere daha düşünüzünüz. Harf devriminin amacı ve gayesi neymiş?… 
 
Görüyorsunuz ki açıklama yapmaya bile gerek kalmıyor, değil mi? 
 
Harf devriminin amacından açık- seçik Din ve maneviyat düşmanlığı fışkırıyor… 
 
Bugün de aynı zihniyetin, şimdiki müspet gelişmelere karşı çıkmaları, hatta savaş açmalarının sebebi de elbette din ve maneviyat düşmanlığıdır. (Uğur kardeşim yerden göğe haklı.)
 
Bu nedenle de bu güzel gelişmelere karşı çıkan aykırı sesler, asla ciddiye alınmayacaktır ve bu kervanın yürümesine daha da bilinçli ve kararlı bir şekilde destek olunacaktır… 
 
Benzer bir olaya dikkat çekmek istiyorum. 1912 Yılında Fransızlar tarafından FAS’I işgal edildikten sonra, 1956’ya kadar Müslümanlara akla hayale gelmeyen baskılarla zulümler ettiler, her şeylerine müdahale ettiler, fakat asla “harf devrimi” yapmadılar. Çünkü bu, o millete yapılacak en büyük biz zulümdü…  
 
Bildiğiniz gibi bir teknik araştırma için bendeniz 1986 yılında Japonya’daydım. Bu arada onların alfabelerini de yakından inceleme fırsatım oldu. Japon alfabesinin öğrenme süresi İKİ sene sürüyormuş. Latin alfabesinin öğrenme süresi ise 3-5 ay sürüyor.Oysa Kur’an ve Osmanlı alfabesi 3 gün ile 10 arasıdır. Bendeniz bir iş adamı ve Makine Teknisyeni olduğum (yani resmi din görevlisi olmadığım) halde, bu eğitimi 10 saate veriyorum. Yani hiç Kur’an okumasını bilmeyen yetişkinlere (30-40 kişiye aynı anda, 45 Dk. Ders, 15 Dk. teneffüs usulü ile) iki seneden beri de Kur’an öğretiyorum.Üstelik de aynı günde, yani sabah 09:00’da 40 kişi bir sınıfa alınıyor, akşam 19;30’a Kur’an öğrenmeye kararlı olan bu 40 kişi, evlerine Kur’an okuyarak gidiyor. Bu kadar hızlandırılmış olmasının sebebi; eğitime “Hafıza teknikleri, gurup eğitimi ve beyin fırtınası” eklenmiş olmasıdır. 

Burada vurgulamak istediğim husus; İsmet İnönü’nün de bildiği ve “..Harf devriminin yegane sebebi, alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi.” şeklinde vurguladığı gerçeği TE’YİD içindir.

Üstelik de Osmanlıca Eğitimi o kadar zevkli ve keyifli bir meşguliyettir ki, her ders kolay ve ilginç bulmacaları çözer gibi geçiyor. Ben yarım asırlık yaşımdan sonra öğrendim ve Risale-i Nurları bile artık Osmanlıca yazılan eserlerden okuyorum.

Osmanlıca Türkçesiyle yazılan bütün kitaplara, makalelere, sarayların ve çeşmelerin üzerindeki yazılara boş boş bakmıyorum artık. Kolayca okuyorum ve tüm dost ve arkadaşlarıma da Osmanlıca Eğitimini desteklemelerini ve mutlaka öğrenmelerini tavsiye ediyorum. 

Eminim ki öğrendikten ve keyif almaya başladıktan sonra, bu okurlarım bendenize teşekkürler veya gıyabımda dualar edecekler…

A. Raif Öztürk
Kaynak: RisaleAjans

Ya Atatürk Olmasaydı?

Dr. Senai Demirci’nin “Atatürk olmasaydı” başlıklı bir videosunu dinlediğimde, hayretler içinde kalmıştım. Üstü örtülü kalan bazı gerçekleri açıklarken de müthiş bir sanat ve edebiyat sergilemiş, beyinlerde fırtına koparıyordu. O videoyu tekrar dinleyerek, deşifre etmeyi ve sizlerle paylaşmayı düşünmüştüm. Neyse ki biraz araştırdıktan sonra, yazılı şeklini de buldum.

Dr. Demirci o karanlık ve ceberut yıllarda yaşananları tamamen doğru bir biçimde ifşa etmiş. Bu güne kadar yanlış bilinenleri ya da özellikle yanlış bildirilenleri, en azından bir kısım yaşananları delil göstererek tüm akılları ikna etmiş. Genç kardeşlerimizin de bu gerçekleri öğrenmeleri için, köşemde aynen paylaşmayı uygun gördüm. Umarım sizler de çok beğeneceksiniz:

Atatürk olmasaydı, Fransızlar Antep’ten sonra ülkenin bütününü işgal eder, kadınların örtüsünü başından çeken askerlerin baskısı altında kalırdık. Başı örtülü kızlar okullarda okuyamaz ve başörtülü memur olunamazdı. Annesi ve karısı örtülü diye, namaz kılıyor diye subaylar ordudan atılırdı. (!)

Atatürk olmasaydı, İtalyanlar bir yolunu bulup geçmişimizle bağımızı koparmak için HARF DEVRİMİ yapar. Mesela yeryüzünün en değerli kütüphanelerinden Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki el yazma eserleri en az 90 yıl sustururdu. (Bakınız, FAS; İspanya ve Fransa işgali altında binlerce zulme uğratıldığı halde, HARF DEVRİMİ yapmadılar. Osmanlı harflerini yasaklamanın zulüm boyutunu düşününüz.). Bununla da yetinmez, Müslümanların halifesini aşağılayarak yurtdışına sürerdi.

Atatürk olmasaydı, İngilizler Kastamonu’ya aniden çıkarma yapar. Churchill herkesi şapka giymeye zorlardı. Şapka giymeyi reddeden vatandaşları için seyyar mahkemeler kurar, seri idamlar yaptırırdı. Hatta şapka kanuna karşı çıkıyor diye iki önemli şehri Rize’yi ve Trabzon’u denizden bombalatırdı.

Atatürk olmasaydı, Amerikalılar ülkenin yönetimini ele geçirir. Seçilmiş ilk meclisi zorla dağıtır. Ali Şükrü gibi vatansever düşünürleri öldürtür. Kendi keyiflerine göre kurdukları meclis sayesinde, ülkeyi en az 30 yıl tek parti ile yönetirlerdi. Kendi adamları dışında kimseye oy hakkı vermezler, seçilme hakkı tanımazlardı.

Atatürk olmasaydı, Hitler ülkeyi işgal eder. Türk ırkını üstün ırk ilan eder, Kürtleri, Rumları ve Ermenileri aşağı ırk sayar. “Türkiye Türklerindir” dedikten sonra kendilerini Türk saymayanları Anadolu’dan sürerdi. Hitler bununla da yetinmez, Dersim’de sırf Kürt diye çoluk çocuk, kadın erkek on binlerce savunmasızı bombalarla imha ederdi.

Atatürk olmasaydı, Ruslar Anadolu’yu ele geçirir, camileri ahır yapardı. Medreseleri kapatırdı. Devrin en önemli düşünce odakları olan tekke ve zaviyeleri yasaklardı. Ezanı susturur, yerine anlamsız gürültüler koyardı.

Atatürk olmasaydı, İstanbul Yunanlılara kalırdı. Yunanlılar Fatih Sultan Mehmed’den Bizans’ın intikamını almak için, Ayasofya Camiini müzeye çevirirdi.

Neyse ki Atatürk geldi de… (Sanki Bunlar onun emriyle olmadı!!! MI…???)

Ben gençliğimde Necip Fazıl Kısakürek’in “Atatürk’ün bu ülkeye yaptığı; boğulan genç kızı kurtarıp kıyıda tecavüz etmeye benzer” sözünü, pek anlayamıyordum ve yadırgıyordum. Bu derlemeden sonra çok iyi anladım…

Bu yazıyı okuyunca, Fatih Altaylı’nın 19.10.2010 Teke-tek programında, masonluğun büyük üstadı Remzi Şanver’in itiraflarını hatırladım. ÇOK ÇOK ÖNEMLİ olduğu için, arşivden çıkararak aşağıda arz ediyorum:

• Fatih Altaylı’nın, “1935’te Atatürk’ün masonluğu yasaklamasıyla” ilgili sorusuna, Şanver’in verdiği cevap içindeki şu bölüme lütfen dikkat:

-“Aslında öyle bir süreç yaşandı, fakat o zamanın mason yöneticileri şöyle bir açıklama yaptılar: ‘BİZİM UMDELERİMİZ (yani, ilke ve prensiplerimiz) CHP.’DE İFADESİNİ BULDUĞUNDAN (!!!) BİZ MASONLUK FAALİYETLERİNİ KENDİMİZ KAPATIYORUZ’… Yani daha açık bir ifadeyle; “..halkı dinsizleştirme işini, CHP bizden çok-çok daha iyi yapıyor, bize hiç gerek kalmadığı için teşkilatlarımızı biz kendimiz kapattık..

(NOT: Bu kısmı internette var, lütfen o orijinal videodan izleyin! Çünkü alt yazısında bu bölüm kesilerek sansürleniyor. Oradaki, yani canlı videodaki ifadeler çok daha ağırdır.)

Şu soruların cevaplarını mutlaka bulunuz:

1. Acaba, Türkiye’deki (210’dan fazla) tüm mason teşkilatları ve diğer şer güçler toplansaydı, 27 sene içinde BİNLERCE İslam alimini asabilirler miydi?

2. Dini tedrisatı (medrese ve tekkeleri, okullarda din derslerini) susturabilirler miydi? HARF DEVRİMİ yapabilirlermiydi?

3. Kur’anı ve Ezanı yasaklayabilirler miydi?

4. Bir şapka kanunu ihdas edip, yüzlerce İslam alimini asabilirler miydi?

5. Binlerce camiyi kapatıp, gazino, depo, ahır v.s. yapabilirler miydi?…

• Bunlar ZULÜM değildir de nedir?

Zulmedenlere, yani zalimlere karşı nasıl davranmamız gerektiğini yüce Allah c.c. Hud suresi, 113. Ayette şöyle emrediyor: “Bir de sakın zulmedenlere (ZALİMLERE) meyletmeyin, sempati (bile) duymayın!… Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım görmezsiniz.”

İşte bizlerin bu konulara hassasiyet göstermemiz de, bu İlahi emirlere dayanıyor. Bazı abla ve abilerin, hangi akla hizmetle bu ayete TAMAMEN ZID hareket ettiklerini onlara sormak lazım…

A. Raif Öztürk

Pozitif Cehalet veya Gereksiz Bilgi

Cehalet, kelime anlamı itibariyle; Bilmemek, bilgisizliktir, fakat bu tanımlama çok eksik kalıyor. Cehalet; “sadece bilgisizlik” demek değildir. Cahillik; okuma yazma bilmemek de değildir. Okuma yazma bilmeyene ÜMMİ denir, cahil değil. Nice ümmi zatlar vardır ki bilgileri zirvededir ve milyonları yönetiyorlar. Aynı zamanda nice akademisyen, anlı, şanlı, unvanlı kişiler de var ki, cehaletleriyle halkı şaşırtıyorlar. Peki, asıl cehalet nedir?

CEVAP: I. Yanlış ve gereksiz bilgilerle dolmak. II. Hak ile batılı bilememek veya birbiriyle karıştırmaktır.  

Evet, cehaletin zıddı bilgidir, fakat bizim bilgi diye övündüğümüz birçok şeyler, genellikle bir şey bildiğimizi sanmaktan ibaret bir aldanmadır ki, Filozof H. D. Thoreau bunu “pozitif cehalet” olarak adlandırıyor. (Örnek: Darwin teorisi.) Bu ünlü düşünüre göre Pozitif cehaletin bir diğer kötü yanı, gerçek bilgiye olan ihtiyacımızı hissettirmez. Yani, bilgi tokluğu yaşatır…

Aslında yanlış ve gereksiz bilginin, cehaletten çok daha da kötü olduğu herkesçe malumdur. Peki, gereksiz bilgi, bilgi olduğu halde nasıl cehalet, hatta cehaletten de kötü oluyor?…

Gereksiz bilgi; insanın hayatında hiçbir işe yaramayan fakat yine de insanın ilgisini çeken malumat ve bilgi türleridir. Buna da örnek, yerli ve yabancı artistlerin, şarkıcıların, futbolcuların şecerelerini saymak. Eski tarihli maçların bile kritiklerini yapmak ve tarih, kadro, gol sayıları ve futbolcu bedelleriyle anlatmak. Vakit öldürdüğü hayali ve sanal dizileri başkalarına anlatmak.

Meşhur bir hikaye: Bir zamanlar, kabiliyete ve yeteneğe çok önem veren bir padişah, çok farklı bir bilgi, beceri ve özelliğe sahip, kabiliyeti olan kişileri huzuruna toplar, yeteneklerine göre çeşitli hediyeler dağıtırmış. Bir gün adamın biri yeteneğini göstermek için padişahın huzuruna çıkmış. On metre uzaklıktaki iğnenin deliğinden ip geçirdiğini iddia etmiş. Buna kimse inanmamış. Padişahın huzurunda ilk denemesinde ipi, on metre ilerdeki iğnenin deliğinden geçirmiş. Birkaç kez daha yaptırmışlar. Adam her seferinde bunu başarmış. Padişah ona “bu işi becerebilmek için ne kadar zaman harcadığını” sormuş. Adam bu işe yirmi yılını verdiğini söyleyince, Padişah yardımcılarına, “Bu adama yirmi altın verin ve kırk değnek kırılıncaya kadar vurun!” diye emir vermiş. Herkes gibi, adam da çok şaşırmış.

“Padişahım kırk altını anladık da, kırk değnek niye? Bir kusur mu işledik huzurunuzda?” diye soran adama Padişah:
-“Evet, yaptığın iş kolay değil, imkansız gibi. Sana kırk altını bu zor işi başardığın için veriyorum. Kırk sopaya gelince… Bu cezayı, bu kadar gereksiz, faydasız ve ülkemin hiçbir ferdine ve derdine fayda sağlamayan bir işi yapabilmek için, o kadar zamanı boşa harcadığın için verdim ki, aklın başına gelsin…” 

İnsanlığın Rehberi ve en doğru sözlüsü Hz. Muhammed SAV, şeytanın şerrinden Allaha sığındığı gibi, “Faydasız ilimden de Allaha sığınmıştır” (Bkz.: Tirmizi, Daavat, 68.) Acaba niçin?…

Faydasız ve gereksiz ilmin cehaletten daha kötü olduğu, sanırım anlaşıldı. Peki, gerekli bilgilerin hangisi daha önemlidir? Bizler, hangi ilimlere öncelik tanımalıyız?

İşte bu sorunun cevabı çok zor, çünkü; Hubble kanununda belirtilen kainatın sürekli genişlemesi gibi, ilim de sürekli katlanarak genişlemektedir. Hz. adem AS zamanındaki ilim ile hatta 100 sene önceki ilim ile bugünkü ilim arasında dağlar kadar fark var. Sadece 100 yıl önceki hekimlik bile, bugün onlarca kısma ayrılmış ve her bir branşın ucu-bucağı görülemez olmuş. Önceleri 5-10 meslek varken, şimdi yüzlerce meslek dalı var. Sosyal ilimler, DİN ilimleri, FEN ilimleri, siyaset, spor, Tıp, ziraat, meslek ilimleri ve daha neler neler? Acaba insan bunlardan hangisini öğrenmelidir? Hangi birini tam öğrenmeye ömrü yetebilir ki?

İşte bu nedenlerle de çok önemli olanlara ve meslek edineceklerimizeodaklanmamız şarttır. Bu şartlara rağmen, gereksiz bilgi ve meşguliyetlere vakit ayırmanın mantıksızlığını siz düşünün.

Mademki gerçekler böyle, şimdi çok ciddi düşünelim: Önce insanın ömrüne bir bakalım. % Kaçı dünyada geçiyor? % Kaçı Ahirette geçecek? Dünya ömrü 130 sene bile olsa, Ahiret; SONSUZ, SINIRSIZ, EBEDİ… Sonsuz, ebedi senenin yanında, 130 senenin ne önemi var ki?…

İşte bu tablodan anlaşılıyor ki, aslında Ahiretimiz için ilim tahsil etmekten ve çalışmaktan, dünya için ilme ve çalışmaya pek vakit kalmamalıdır.  Akıl ve Mantık bunu gerektiriyor. Peki, bizler hangisi için daha çok çalışıyoruz? Cevap,yürekler acısı, değil mi?

FIKHİ AÇIDAN İLİM: Her insanın DİN ilmini öğrenmesi Farzdır. Kaynak Hadis-i Şerif: “İlim talep etmek ve öğrenmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17. ..Ve bu Hadis-i Şerifin dayandığı ayet: Tevbe, 122. Ayet.). İnsan olarak yaratılan herkesin “İMAN ilmini” her gün (sürekliliği emreden ayet; Nisa, 136. “Ya Eyyühellezine, amenu, aminu billahi”) tahsil etmesi (bu konuda çaba göstermesi) ise VACİPTİR. Vacibi terk eden asi ve günahkar olur. (Bkz.: Taha suresi, 114., Bakara S., 260., Zümer suresi, 9., Mücadele S. 11. Ayetler. Ve İ.Azam, İ.Şafi, İ.Hambel, S.Sevri, İ.Eşari v.d.) Çünkü, İlahi emir çok net: Ben cinleri ve insanları, Beni tanıyıp, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (51. S./56. A.) ..Ana gaye buysa, gerisi teferruattır…

Gerçek İLİM elbette bir bedel ve azami gayret ister. Buna mukabil gereksiz bilgileri ise şeytan süsleyerek cazip hale getirdiği için, gerçek ilmin veya gerekli bilgilerin önünü tıkar…

İmam Gazali Hz’nin, “Hangi ilmi tahsil edeyim?” diye soran talebesine verdiği ilginç cevap: “Ömründen bir hafta kalmış olduğunu bilseydin, hangi ilmi öğrenirdin?…” olmuş.

Bu gerçekler ışığında, acaba aklı başında bir insanın, gereksiz bilgilerle meşgul olmaya ve zamanını boşa harcamaya hiç gönlü razı olur mu?…

Okumaktan mani ne kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emektir. 
(Yunus Emre)

***

“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Camiu’s-Sagir, II/12, Hadis No:1201)

“Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir.” (Kenzü’l-Ummal, III/238, hn: 6336)

“Dünyaya ait işler, kırılmağa mahkum şişeler hükmündedir; baki ahiret işleri ise,gayet sağlam hakiki elmaslar kıymetindedir.”  (Bediüzzaman Said Nursi Hz.)

Asrın En Sinsi Hastalığı ve Çaresi

Bu sinsi hastalık yanında; Ebola, Mers Cov, Kanser, AIDS vs. çok zayıf kalır. Çünkü bu hastalık, 80-90 senelik hayatı değil, EBEDİ, SINIRSIZ ve SONSUZ hayatımızı, yani Ahiret hayatımızı mahvediyor. Bu nedenle bugünkü konumuzu, bu önemli hastalığa ayırdık… 

Sınav için gönderildiğimiz şu fani dünyada insanoğlunu, yani bizleri bekleyen öyle çok tehlikeler, hastalıklar, vartalar ve şeytani tuzaklar var ki, hayretler içinde kalırsınız.

İşte bu nedenledir ki, Rahmet ve Merhameti sınırsız olan Yüce Rabbimiz, hem yüce Kitabı Kur’an-ı Kerim, hem de bizlere kılavuz olarak gönderdiği son Nebi Hz. Muhammed vasıtasıyla bizleri sürekli uyarmaktadır. Dahası; her asırda da Mücedditler ve Bediüzzamanlar gönderiyor.

Ancak insanlığın ezeli düşmanı olan Şeytan ise herkesle, her zaman tek tek ilgilenip, her birimizi binlerce çeşit sinsi tuzaklarına düşürmeye çalışmaktadır. Hz. Adem’e AS gururundan dolayı secde etmeyen Şeytanın, insanoğluna kinini Yüce Rabbimiz Nisa Suresi 118-119. Ayetlerde şöyle açıklıyor: (İlahi hikmet gereği) Şeytana Allah lanet etti ve onu Rahmetinden kovdu. O (şeytan) da şöyle dedi; “Mademki beni onların (insanların) yüzünden lanetledin, ben de o kullarından bir kısmını (!) elde edip, onları peşime takarım. Onları doğru yoldan saptırırım. Onları boş heveslerle, fani dünya ile avutup, Ahiretten yüzlerini (ilgilerini) çeviririm. … …

Ben onlara emrederim, onlar da Allahın yarattığını bozup değiştirirler, helali haram (haramı helal) sayıp dini tersine çevirirler.” Dedi. Artık kim Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse, o apaçık bir hüsrana ve ziyana düşmüştür…

Bakınız, bu ayetlerde Yüce Rabbimiz “bir kısmını” buyurmuş, ancak asrımızda bir ehl-i Keşfin müşahedatıyla (gözlemeleriyle) insanların 40’ta 38~39’unun, (%95’inin)İMANSIZ göçmesine sebep olduğu bildirilmiştir. Yani şeytan insanlığını ‘çok büyük bir kısmını’ tuzaklarına düşürüyor ve imansız ölmesine sebep oluyor.  

Bugün şeytanın, en sinsi ve de en kolayca, yani pek farkında bile olmadan düşürdüğü bir tuzağı olan ŞİRK’İ ele alacağız. Şirk, küfürden sonra Allahın cc. en çok gazap ettiği bir suçtur.

Peki, ŞİRK nedir? Bu çok önemli suç ve vartadan, nasıl emin olabiliriz?

ŞİRK, direkt küfür ve inançsızlık değildir. Bazı sebepleri Allah’ın c.c. yardımcısı, hatta o sebepleri gerçek yapıcı zannetmektir. Yani O’na c.c. ortak koşmaktır. İşte Yusuf Suresi 106. Ayet: “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a inanırlar.” Mesela: Şifayı, Allah’ı c.c. hesaba katmadan doktordan zannetmek bir nevi şirktir. En’am, 64. S.: De ki: “Onlardan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Ama siz yine de O’na ortak koşuyorsunuz.”

Meyveyi ağaçtan, sebzeleri tarladan, topraktan ve bahçıvandan bilmek bir nevi şirktir. Başarılarımızı, Allah’ın cc. üzerimizdeki milyonlarca tecellilerini unutup, kendimizden bilmek bir nevi şirktir.

Kainattaki bütün olaylara, yani yağmur yağdırılmasına, rüzgarlara, depremlere, mevsimlere, her mevsim gönderilen vagonlarca meyve ve sebzelerin topraktan ve ağaçlardan verilmesine TABİAT namı vererek, yüce Yaratıcımızın icraatını ve tecellilerini gizlemeye çalışmak, bir nevi şirktir.

Nisa S. 48. Ayette; “Muhakkak ki Allah, kendisine ortak (şirk) koşulmasını affetmez. Bundan başka diğer günahları, dilediği kimse için bağışlar. Allaha ortan (şirk) koşan kimse, pek büyük bir günah ile iftirada bulunmuş olur.”

Peki, nasıl bir iftira bu? Mesela; sizin icat ettiğiniz bir şeyin başkasına mal edilmeye çalışılması, size ait zenginliklerin bir başkasına aitmiş gibi ifşa edilmesi, sizi kızdırmaz mı? Çok basit fakat çok net bir örnek: İntihal (TDK: Aşırma), yani bir kişinin yazdığı eserinden, başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin ‘kendisine aitmiş gibi kullanması’. İntihal bir tür sahtekarlık ve hırsızlıktır.

TC hukukuna göre de cezası çok ağırdır. İşte ŞİRK de, Yüce Rabbimize ait olan icraatların, tabiata, sebeplere, doktora, ilaca, ağaca, toprağa v.s. verilmesi veya kendimizden bilinmesi de böyle bir intihaldir ve cezasının da çok ağır olacağı ayetlerle bildirilmektedir. Çünkü bu intihal bir insana karşı değil, Kainatın ve Ahiret alemlerinin yüce yaratıcısına, yani mutlak malikine karşı işlenmiş bir cürümdür.

Bir de türbe ziyaretlerinde de şirk tehlikesi vardır. Zümer, 44. S.: De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. ..” Yunus, 3. A.: “..Onun izni olmadan, hiç kimse şefaatçi olamaz.”…

Çok ciddi tehlikelerin ve hastalıkların, elbette kurtuluş çareleri ve reçeteleri de var:

Daha önceki bir yazımda arz ettiğim GIYBET ve bugünkü konumuz olan ŞİRK vartalarına düşmemenin de birçok çareleri var. En önemlilerine kısaca temas ederek, konumuzu noktalayacağım. Fiziki hastalıkların en önemli tedbiri ve çaresi; vücut savunma (immün, bağışıklık) sistemimizin güçlü ve sağlıklı tutulması olduğu gibi, tüm manevi hastalıklarımızın da en önemli tedbiri, manevi savunma sistemlerimizin GÜÇLÜ ve SAĞLIKLI tutulmasıdır. Şöyle ki:

En önemli manevi savunma sistemimiz İMANDIR. İmanımızı sağlam, güçlü ve sağlıklı tutmanın en kolay ve en garantili yolu ise asrımızın bir nevi (çağdaş) Kur’an tefsirleri olan Risale-i Nurları sürekli okumak, dinlemek, her fırsatta mütalaa etmektir.

Bunun içindir ki İMAN İLMİNİN sürekli tahsili, VACİPTİR. Aksatan asi olur. (Bkz.: İ.Azam, İ.Şafi, İ.Hambel, S. Sevri, İ.Eşari v.d.) Sürekliliği emreden ayet ise Nisa, 136. Ayettir. (Tefsiri.)

İmandan sonra, en önemli manevi savunma sistemimiz İBADETLERİMİZDİR.

İbadetlerimizden sonra ise tesbihatlar, zikirler, dua ve evradlarımızdır. Nasıl ki kolesterol ve kalp hastalarının periyodik yürüyüş ve spor hareketleri onları usandırmaması gerekiyorsa, ibadetlerimiz de tespihatlarımız da evratlarımız da bizleri asla usandırmamalıdır. Çünkü sürekli ihtiyaç halindeyiz. Şeytan ise sürekli tetiktedir…

Her gün mutlaka birkaç kez ve birkaç sayfa Kur’an okumak ve dinlemek cismani, nurani ve Ruhani hastalıklarımıza bir nevi ŞİFA olduğu da ispat edilmiştir. Cismani, yani vücudumuza şifa oluşunu, Japon Prof. Dr. Masharu Emoto, “Su Kristalleri Mucizesi” kitabında en güzel bir şekilde ispat etmiştir. (Geniş bilgi için; İnternetten bakabilirsiniz.) 

A. Raif Öztürk