Etiket arşivi: ahmet ay

Sarılmak En Hızlı Kabul Edilen Duadır

Bahar geldi. Gelişiyle pekçok güzelliği de beraberinde getirdi. Bir kere çiçekler var. Yeşillikler var. Koşup oynayan çocuklar var. Bunların herbiri hayatta kalma sebebi. Tutunacak dallar. Başkasının hayatı bizim parçamızdır. Başkasının hayatı bizim sığınağımızdır. Başkasının mutluluğu bizim tutunacağımızdır. En çok filmler yaşatır şunu bize. Belki biraz da romanlar. Kendi yaşanmamışlığımızdan onların yaşanmışlığı ile intikam alırız. Kendi acılarımızı onların neşesiyle döveriz. Kendi hayallerimize onların hayatlarıyla cansuyu dökeriz. Onları okudukça hayatlarını yaşamış gibi oluruz. Nasıl midemizin doymaya ihtiyacı var, hayalgücümüzün de var. Ve hayalgücümüz, kendisine, hayal ettiklerinin ‘olabileceğini’ gösteren/hatırlatan şeylerle besleniyor. Hayalin rızkı masallardır.

Tebessümü sadaka olarak haber veren Aleyhissalatuvesselam ne güzel buyurmuş. Hakikaten de, yüzümüze gülen her güzel, bize hayatta kalmamızı sağlayacak bir sadaka verir. 24 altınımız daha olur 24 saati atlatabilmek için. Onun yüzüsuyu hürmetine günümüz güzel geçer. Onun yüzüsuyu hürmetine gönlümüz neşeden haberdar olur.

Bir başkasının neşesinden haberdar olmak kendi neşemizin ocağına odun atmaktır. Başkasının mutluluğu bizi de mutlu eder. Çünkü işlerin yolunda gittiğini/gidebileceğini söyler. “Bir başkası başarıyorsa biz de başarabiliriz!” umudunu verir. Hem zaten, tevhidî düzenin parçaları olarak, bir başkası zaten bizim parçamızdır. Onun mutlu olması bir parçamızın mutlu olması gibidir. Kardeşin mutluluğu ablanın mutluluğu gibidir. Parçanın mutluluğu bütünün tamamına sirayet eder. Tıpkı ailenin bir ferdinin neşesinin diğerlerini de neşeli kılması gibi. Şu bir diğerimizin neşesiyle ilgili yaşadığımız güzellik aslında tevhidin de delilidir.

Güzel şeyleri çoğaltalım. Güzel öyküleri, güzel fikirleri, güzel yüzleri, tebessümleri… Bunları dünyaya ekmekten kimseye zarar gelmiyor. Ve ettiğimiz her tebessüm başkasından önce kendimize sadaka. Gülümsemek önce bize iyi geliyor. Bir parçamızı tebessüm vasıtasıyla mutlu etmek nasıl sinemizde “İyi birşey yaptın!” hissi uyandırıyorsa, yüzümüzün iyi birşey yapması da kalbimize “İyi birşey yapıyorsun!” mesajı ulaştırıyor. Sadece kalpten yüze değil mesajların iletimi. Bazen yüzden de kalbe mesaj gider. “Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır!” diye okumuştum bir kitapta. Hakikaten de sarılmak fiilî bir duadır. Bunlar tesirine karşıkonulmaz şeyler. Neden dünya daha iyi bir yer olsun diye daha fazla dua etmeyelim? Duanın ağırlığı yok ki!

Ahmet Ay – cocukaile.net

Günahımı Seviyorum

Bütün sanatçılar aynı kaynaktan beslenir: İnsan kalbi. Çünkü farklılıklarımızdan çok benzerliklerimizi anlatır o bize.” Maya Angelou, Kızıma Mektuplar’dan.

En tesirli yazılar itiraf ile başlayanlardır. İnsan, eğer özündeki insana dokunursa önce, itiraf ile insan olmak zemininde eşitlenirse herkesle (ki bizi en çok zaaflarımız eşitler), o zaman ürettiği de başkalarına tesir eder. Şöyle tarif edeyim: Sen yazdığında ne kadar insan olursan, okurunu da o kadar karşında insan bulursun. Yalnız empatiyle olmuyor bu. İtirafla da oluyor. Vaizlerin sözlerine tevbeyle başlamaları boşuna değil. Nefsini söylüyor önce. Sonra nefsine söylüyor başarabilirse.

Kusurundan kurtulacaksın. Kusursuz olmakla değil ama, onu başaramazsın, itiraf etmekle kurtulacaksın. Sahip çıktıkça alacak Rabbin onu omuzlarından. Sevaplarını terkettikçe verecek. Günahlarını, sahip çıktıkça sen, alacak, affedecek. Rabbin senden böyle bir aynalık bekliyor. Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar. Sen de itiraf ile sorumluluğunu alacaksın. Payına düşeni yani. Tevbeni. Zaten senin olanı. Sen payına düşeni aldığında insanlar da senin metinlerinde paylarına düşeni alacaklar.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sıklıkla söylediği (Ki yalnız Buharî’de 15 ayrı hadiste geçer) “Nefsim kudret elinde olsan Allah’a yemin ederim ki…” meşhur kasemi/yemini bir ders vermeli bize. Bana verdi. Anladım ki: İnsan bir başkasına söz etmeden önce kendini ortaya koymalı. Fıtratının tüm köklerine inerek yüzleşmeli kendisiyle. Acziyle, fakrıyla ve düşkünlükleriyle… Önce kendisinden, ama tasannu ile kirlenmemiş kendisinden, başlamalı ki; bir başkasının özündeki insana varmalı. O bir başkasını kendisine dönmeye zorlamalı. Aynı olanı göstermekle bir ayna olmalı. Kabuktan konuşan kabuğa konuşur. Kalpten konuşan kalbe. Ve ancak nefsinı ıslah eden başkasını ıslah eder.

Ve bu kasem gösteriyor ki; şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad’in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef’alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzî olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.

Yalnız bu da değil arkadaşım. Bir de bu itirafın barıştırıcı bir yanı var. Bakara sûresi, Hz. Âdem efendimin kıssasını aktarırken, iki şeye dikkat çekiyor.

1) Dünyaya inerken ‘birbirlerine düşman olarak’ indiklerine.

2) Barışın (yalnız birbirleriyle değil bence varlıkla da barışın) tevbe ile gerçekleştiğine:

Bunun üzerine biz de, ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır’ dedik. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti. Rabbi de onun tevbesini kabul etti.

O yüzden diyorum işte: Tevbe ettiğinde yalnız günahının affını istemiyorsun, aynı zamanda kendinle de barışıyorsun. Kusurlarının sen olduğuna, onlarla sen olduğuna ve onlarsız hikmetsiz kalacağına kanaat getiriyorsun.

Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah, sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” hadisi belki biraz da buna işaret ediyor. İnsanı kıymetli kılan yanının, hakikatini inkâr eden bir mükemmellik arayışında değil, zaaflarıyla yüzleşip “Ben buyum Allahım, yardım et!” deyişinde yattığını gösteriyor. Bir sırr-ı Yunus (a.s.) bu. “Allahım, sen kusurlardan münezzehsin, ben nefsime zulmettim” diyebilmek.

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki; aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: ‘Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.

Bu da ilginç birşey arkadaşım. Islah kelimesi köken olarak sulhle/barışla kardeştir. O zaman hemen sormalı: İnsanları ıslah etmek, onları düzeltmek midir yalnız, yoksa Allah’la ve varlıkla onları barıştırmak mıdır? Cevabını bulmadan şunu da eklemeli: Kendisiyle barışık olmayan başkasını nasıl barıştırır? Sonuçta günahlarımı seviyorum. İşlediğim için değil ama, tevbe etmeme ve yalnızca bir insan olduğumu hatırlamama vesile oldukları için. Öyle ya! Onlara sahip olmasam nasıl kaçıp Ona sığınacaktım?

Ahmet Ay

Fatiha Hepimizin Annesi

“(…) şefkat, parmağını Cennete uzatmış gösteriyor. Emirdağ Lahikası’ndan.

Fatiha’ya ‘Kur’an’ın annesi’ diyor ya aleyhissalatu vesselam, kalbimi avuçluyor adeta. Bence o ‘anne’ lafzı altında bir dolu sırra işaret var. Çünkü Fatiha, yalnız Kur’an’ın değil, insanlığın da ve hatta varlığın da annesidir. Yani en az annesi kadar şefkatlidir ona. En az annesi kadar onu düşünür. Kalbini, saadetini, hatrını, akıbetini sorar. En az onun kadar (elbette hep ondan fazla) kalbini sarar.

Ben ne zaman Fatiha’yı tefekkür etsem, baştan sona, Rahman ve Rahîm olanın tesellilerinden örülmüş bir metin görürüm. Daha başta, besmeleyle başlayan bu vurgu, devamındaki her ayetin içine sinmiş gibi gelir bana. Mesela; ‘malikiyevmiddin’e…

Ne demek malikiyevmiddin?

‘Din gününün sahibi.’

Peki ‘din günü’ ne demek?

Kimisine göre ahiret günü burada kastedilen, kimisine göre hesap günü, kimisine göreyse ceza/mükafat.

Hangisi olursa olsun, hepsinde aynı merhametli mana var: Kaybolup gitmiyorsun yani. Batıp mahvolmuyorsun. Gitmeler sadece zâhirde. Ölmeler yine öyle.

Zâyi etmeyecek seni merhametli sahibin. Herşeyin bir hesabı var. Hesaplısın. Görülmüyor ve görünmüyor değilsin. İnce ince hesaplanansın. (Hesaplanmak, insana, ‘yaratılmaktan’ öte bir ilgiliyi hatırlatır. Demek ki, insan, yaratılıp kendi haline bırakılmış değildir. Takip edilmektedir. Ondan da öte hesap edilmektedir.) Nazarından hiçbirşey kaçmayanla ve bir işi bir işe mani olmayanla muhatapsın. Üzülme. Gözden kaçmayacaksın. İlgisizlik cehenneminde mahvolmayacaksın. Unutulmayacaksın.

Ve ödenecek bedeli kötü olanın. Ve alınacak hediyesi iyi olanın. Bunların hepsi hakikat. Hayalin kaçmasın fena kuyularına! Korkmasın. Bir önceki ayette Rahman ve Rahîm olarak Zat’ını tanıtan seni hiçliğe göndermeyecek. Belki de ‘Rahman ve Rahîm’ demekle bulunduğu vaadi—evet,  Onun (c.c.) her ismi aynı zamanda tecelli vaadidir—tattırıp sonra elinden almakla (hâşâ) yalana kalbetmeyecek. Sevgisini nefrete dönüştürmeyecek.

İnsansın en nihayet. Fıtratını ve açlıklarını kabul et. Bir kaydı ve dolayısıyla devamı olmasa yaşananların, elinden şekeri alınan çocuk gibi olursun. Küsersin. (Ki küsmek, çabuk tedavi edilmezse, sevgiyi nefrete kalbeder bir zehirdir.) Kendisini sevdirmek için ‘âlemleri hamdedilecek şeylerle donatan’ Zat-ı Zülcemal, neden onları hiç dönmemecesine elinden çekip alarak kendisinden nefret ettirsin?

‘Errahmanirrahim’ ile hesap gününün bu kadar ilgisi var. Hatta o kadar ilgisi var ki: Kur’an’ın annesi, hesap gününü söyledikten sonra, acabaların/korkuların silinsin diye, Rahman ve Rahîm olduğunu tekrar hatırlatıyor. Endişene merhem sürüyor. Dehşetinden kurtarılıyorsun. İki Rahman ve iki Rahîm’in arasına bir ‘hesap günü’ sıkışıyor. Kalbin ferahlıyor.

Bazen diyorsun ki: “Her rekatta aynı sûreyi okumakta ne mana var?”

Asıl ben sana sorayım şimdi arkadaşım: Bir çocuk annelik hakikatinin şefkatine ne kadar muhtaçtır?

Annesi çocuğun arkasındaki dağdır. İsmini şarkı gibi her vakit söylemekle, hatta ağlarken bile, mutlu olduğudur. Varlığını hissetmekten sıkılmaz. Sen neden ‘Kur’an’ın annesini’ her rekatta tekrar etmekten sıkılıyorsun? Aslında garip olan bu değil mi? Abesiyet, eşyanın eksikliğinden değil, eksik nazarındandır. Bakışını düzelt arkadaşım. Baktığın zaten düzgün.

Ahmet Ay – cocukaile.net

 

Zayıflığımız Kurtuluşumuzdur

Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca.” Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı’dan…

Geçenlerde kederli bir dostumu güldürdüm. Bu ona da bana da çok iyi geldi. Birisine iyilik yapmak bizi de iyileştiriyor. Nasıl açıklanır? Galiba ötekimiz de aslında berikimiz. Yani öteki saydıklarımız da aslında bizim parçamız. Birisi bizi değerli bulduğunda biz de kendimizi değerli buluyoruz. Rum sûresi 21’de hatırlatılan ‘kendisinde sükûn bulduğumuz eşler’ hakikati bu. Birisi bizi sevmeye başladığında biz de kendimizi seviyoruz. Yani ötekini hakikatimizin delili sayıyoruz. Sakinleşiyoruz. ‘Acaba’larımız azalıyor. Varoluşun hakkını verip vermediğimizle ilgili tereddütler eksiliyor. Bu halimiz bile yalnız (ve yalnızlık için) yaratılmadığımızı gösteriyor. Eğer ötekiler tarafından güzel bulunduğunda gönlüne bir güzellik geliyorsa “Onlar senin o kadar da ötekin değil!” demektir.

Tevhidin bir delili say bu söylediklerimi. Tek tek  ve tesadüfen varolmuş olsaydık birbirimize bu kadar aldırmazdık. Hem aldırışımız hem alınganlığımız bir bütün oluşumuzdan. Ancak bir bütünün parçası olanlar birbirlerinden etkilenirler. Çünkü ‘etkilenmek’ de bir çeşit bağlanıştır. Bağlanış bütünün parçaya “Bana aitsin!” çağrısıdır. Sevdiklerin yüzünü astığında senin de dünyada bir kar yağar. Tıpkı parmağına değen iğnenin yüzünü ekşitmesi gibi.

Allah bizi bütüne en sıkı kalbimizden bağlamış. Kalbimiz bir düğüm. Tevhidî bir düğüm. O kadar çok his/bağ var ki orada! Sanki bütün âlemle ilgisi var eylemlerimizin. Ve âlemde eylenen herşeyin bize bir dahli var. Duyularımız bir bağ ise duygularımız bin bağ. Güzel olan herşeyi seviyoruz. Çirkin olan herşeyden tiksiniyoruz. Zararlı herşeyden korkuyoruz. Faydalı herşeyi arzuluyoruz. Tevhidî bütünlük bizi kalp düğümümüzden sıkıca yakalamış. Çağırıyor. “Bana aitsin!” diyor. Ait olmak güzel. Ancak etkileniyor olmak?

Bütün çok ağır. Etkilenmek eziyor bizi. Korunmanın tek yolu bencilleşmek gibi. Biz’in ben’i ezmesine karşı bulabildiğimiz tek deva. Tam o sırada acizliğimiz yetişiyor imdadımıza. Zayıflığımızı ve güç yetiremezliğimizi kabul ettikçe yükümüzü omzumuzdan atıyoruz. Bağlısı olmanın sahip olmak olmadığını farkediyoruz. Bu bağ dizginin ipi değil. Galiba ruhsal sıkıntılarımızın büyük bir kısmı da buradan geliyor. Bu arabanın direksiyonunda mıyız, yoksa arkasında mı? O mu bizi sürüklüyor, yoksa biz mi onu? Yani bu bağlanış kontrol ediş mi, yoksa kontrolüne geçiş mi? Aczini kabul etmeyen direksiyona heves ediyor. Aczini kabul ettikçe insan arabanın arka tarafına doğru ilerliyor.

Ahmet Ay – cocukaile.net

Küsmek de ihtiyaçtır

Küsmek de bir ihtiyaç galiba. Bazen o kadar eften püften şeyler için insanlar birbirlerine darılıyorlar ki, bütün bunların yalnızca birer bahane olduğunu düşünüyorum. Asıl sebepse buna ihtiyaç duymamız. Hadi yüzleşelim: Küsmeye ihtiyacımız var. Küsmeye ihtiyacımız var. Küsmeye ihtiyacımız var… Üç kere, beş kere, yedi kere… Ne kadar söylesek hakikat. Ve bu ihtiyacın tetiklemesinden ötürü kendimize küsülebilecek kişiler ve küsmeye yeter bahaneler arıyoruz. Her zaman istediğimiz güçlü gibi bir tanesi denk gelmiyor, ama olsun.

Küstükten sonra neden küstüğümüzün ne ehemmiyeti var? Elbet yüzümüz barışmayadır. Yüzü barışmaya olmayan, küsme değil, düşmanlıktır. Kırgınlık değil nefrettir. Çok mu küçük birşey için küsüyorlar size? Sevinin buna. Bir de şöyle düşünün: Sebep ne kadar eften püften olursa affetmesi de o kadar kolay olur. Duvar ne kadar inceyse kırmak o kadar kolay. Belki küçük şeyler için küsmek büyük şeyler için kavga etmekten daha iyidir. Büyük depremi engelleyen küçük fay kırılmaları gibi.

İşin özü şu: Küsmek bize değerli olduğumuzu hissettiriyor. Küstüğümüz zaman, gönlümüz alınmaya çalışıldıkça, almaya çalışan için herhangi biri olmadığımızı anlıyoruz. ‘Herhangi biri olmamak’ ne demek? ‘Herhangi biri olmamak’ boşuboşunalığa karşı kazanılmış büyük bir zaferdir. Bizsiz yapılamaz. Bizsiz olmaz. Eğer küsmeseydik bundan emin olabilir miydik? Küsülmedikten sonra sevginin sağlaması nedir? Emek mi? Onların birer alışkanlıktan ibaret olmadığını bize ne söyleyecek? Sınanması lazım.

O yüzden küsmelere küsmemek gerek. Belki şöyle düşünmek ilişkiler açısından daha iyileştirici olabilir: Bize küsen, mademki bize küsmüştür, gözümüzde değerli olmaya muhtaçtır. Çocuğun ebeveynine küskünlüğü, nefretinden değil, arzu ettiği ilgiden kaynaklanır. Eğer fazla küsmelerden rahatsız isek, o kişiye, ilgimizin sağlamasını yapabilmesi için küsmeden başka delil/imkan vermemiş olabiliriz. Başka isbat yolu bulamıyor olabilir. Bir de böyle düşünün isterim. Güzeli görmeye çalışırsanız herşeyin bir güzelliği var.

Ahmet Ay – cocukaile.net