Etiket arşivi: Ahmet Selim

Duygular, düşünceler, kişilik yapıları..

Duygularımızın düşüncelerimizi etkilemesi normaldir. Fakat bu etkilemenin olumlu (sağlıklı) ve olumsuz (sağlıksız) türleri vardır.

Biri bize haksızlık etmiş olabilir. Bu sebeple, onun daima aleyhinde bulunmak, her konuda ve meselede onu karalayıcı şeyler yapmak gibi bir düşünce tercihi içine girmişsek, doğru ve yararlı düşünceler üretmemiz imkânsızlaşır. Tersi de doğrudur, tuttuğumuz ve sevdiğimiz birinin yanlışlarını yok saymak hatta doğru gibi göstermek de düşünce hayatımızı karartır.

değişik duygular çocuk farklı yüzÖzeleştiri yapma basiretine sahip olsak bu durumlara düşmeyiz.

Ve hem daha derin hem daha kapsamlı ifadelendirmeyle, akl-ı selim ve kalb-i selim sahibi olanlar için böyle negatif haller söz konusu bile edilemez. Ama bu, kolay bir menzil değil.

Bir futbol ilgisi için bile ne hallere giriyoruz.

Bütün kanallar bir hafta öncesinden derbi heyecanı pompalamaya başladı. Sanki Türkiye’nin bir numaralı meselesi o derbiydi. Akıldan, basiretten bu kadar uzak bir ilgi ortamında futbol gelişir mi?

Daha şimdiden rövanş derbisinin duygusal tahrik yatırımları yapılmaya başlandı.

Siyasette de öyleyiz. Kendi duygularımız, kendi başımızın (aklımızın) belası oluyor.

Bir ihtimal veya iddia üzerinde düşünmek gerekince, bir siyasi eğilimdekiler bir örnek, öteki siyasi eğilimdekiler de başka bir örnek cevap üzerinde ittifak ediyor. Her birey kendi aklıyla düşünmüyor. Duygusunun gereğini yerine getiriyor ve böyle davranmasının gerekli olduğuna inanıyor. Böyle bir mantık şablonuna bağlı kalıyor. Buna düşünmek denir mi?

Peki, nedir aklı, “aklıselim” halinde değil de “aklısakîm” olarak kullanmanın sebebi?

Cevap tek kelimeliktir, “kişilik”.

Her şey kişilik yapısından kaynaklanıyor.

Burada da en büyük pay, doğduğumuzdan beri aldığımız aile-çevre-okul eğitimidir.

Düşünce-sevgi-sorumluluk eğitimi verdiniz mi, onun ortamını oluşturdunuz mu?

Biz hep öğretim’le yetindik. Öğretimi belli kalıplara oturtmayı da eğitim zannettik.

Rahmetli Özal’ın akıllı, tecrübeli, değerli kardeşleri vardı.

Semra Hanım, sosyal yönü olan, teşkilatçı, siyasete aday bir hanımefendiydi. Bu yakın çevre, Köşk’te Özal’ın sağlığıyla ilgili tedbirleri düşünecek akla da, o tedbirleri gerçekleştirecek güce de sahipti.

Öyle bir Köşk düzeni niçin kurulmadı?

Niçin düşünülemedi?

Demek ki insanın basireti bağlanıyor. Özal’ın Köşk’te oturduğu sürenin iki yılı, Anavatan iktidarının yaşandığı zamandı. En mükemmel bir Köşk düzeni kurmanın önünde hiçbir engel yoktu. Bir acil müdahale ünitesi bile teşkil edilebilirdi ve edilmeliydi.

Kıytırık bir ambulans var idiyse, yakın çevresi neredeydi?

Modern bir ambulans alınması düşünülmüş de alınamamış mı?

Bir akıl tutulması var” deniliyor. Evet var. Köşk’te oturan her zat, orada istediği düzeni kurma imkânına ve yetkisine sahiptir. Ülkeyi yönetmiş insan, kendi köşkünü yönetemez mi?

Doğrusu şu ki; bazı hususlar akla gelmemiş, lüzumlu görülmemiş.

Ben arkadaşı olsaydım, bana “parti kuracağım” deseydi; kendisine,

Abi, yeteri kadar hizmet ettin. Yeni yolculuklara çıkmaya sıhhatin elverişli değil. Benim gönlüm buna râzı olmaz.” cevabını verirdim.

Zaten öyle bir etkinlik potansiyeli de yoktu. Taksim’de bir Bosna mitingi düzenlemişti, 6-7 bin kişi ya vardı, ya yoktu.

Sevgi ve dostluk, doğruları söyleyerek yardımcı olma duyarlılığını gerektirir. Bizde böyle olmuyor. Severken yoruyoruz.

Orta Asya gezisine de çıkmamalıydı. Uyarmışlar, Semra Hanım, “Bütün hazırlıklar yapıldı artık.” demiş… Sevgilerimiz, aklıselim eşlik etmezse koruyucu olamıyor. Konuya bu açıdan da bakmak gerekir.

Ahmet Selim / Zaman

Düşünce İhtimali

İslâm felsefesi deyince, Eski Yunan mantığına göre İslâm’ı yorumlamak akla gelir; ve İbn Rüşd’den başlayarak birçok isim sıralanır.

Bu bazı Müslümanların bilinen felsefeyle uğraşmasıdır, İslâm felsefesi (fikriyatı) ise İslâm’a dayanarak hayatı bir bütün halinde fikren yorumlamaktır. İslâm’ı Batı felsefesine göre yorumlamak değildir. Benim şu anladığım manada da bildiğim bir İslâm felsefecisi yoktur.

Bunun kökü de Eski Yunan düşüncesini İslam’a göre yorumlamak yerine, Eski Yunan düşüncesinden etkilenme yanlışına dayanır. Bu Batı’nın lehine fakat bizim aleyhimize oldu. Felsefî konularda biz kendimize has yorumlar ve değerlendirmeler yapamadık, ama Batı’yı kendi kaynaklarıyla buluşturmayı başardık.

Gazalî, bu gidişe tepki gösterdi. Terazinin bozulan kefesini dengelemek istedi.

Ve aslında Batı bundan da yararlandı. Yaşar Nuri geçenlerde Gazalî için “İslâm düşüncesini durduran adamdır” dedi. Bunu hayatının ilk safhalarında Peyami Safa da söylemişti. Şunu anlamıyorlardı ki, Gazalî terazinin aşağıya inen kefesini kaldırdı, fakat diğer kefesini red ve inkâr etmedi. Aradığı, dengenin korunması idi. Mesajının özeti şuydu: İslâm’ı Eski Yunan’a göre yorumlamayın, hayatı İslâm’a göre yorumlayın. Birileri Gazalî’yi anlayamadı.

Bugün İslâm Ahlâkı’nı felsefî bir dolgunlukla anlatan eserlerimiz bile yok.

Güzel Ahlâk’ın aynı zamanda rasyonel olduğu savunulmuş, izah edilmiş değil.

Evliliğin ruhsal ilgilerle olan beraberliği açılmış değil.

Namazın sadece bir mecburiyet değil, bir mutluluk ihtiyacı olduğu anlatılmadı.

Mutluluğun özü işlenmedi.

İnsan nedir, sevgi nedir, düşünce-sevgi beraberliği nasıl kurulur,

eşyaya hayata nasıl bakmalıyız,

düşünerek yaşamak niçin gereklidir,

düşünce eğitimi ile okuma sevgisi arasındaki bağ ne ifade eder,

sorumluluk bilinci niçin önemlidir,

itidal nasıl bir düşünce ilkesidir,

gösterişten uzak güzellik nasıl bir estetik anlayışı yansıtır,

dinde bile aşırı gitmeme ihtarı ne gibi incelikler taşır,

kulun kendi kendisini unutma cezasına mâruz bırakılması ne kadar zengin bir kavramdır,

nefs ile ruh ilişkisinde aklın durumu,

güzel ahlâkın kişilik haline dönüşerek tabiileşmesi,

akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim beraberliği,

kalb ile akdetmenin özel anlamı,

bir yanlışı ona tam zıt bir tepki yanlışıyla karşılayan diyalektik yerine eleştirerek düzeltme ve geliştirmenin doğru düşünce metodu olduğu,

kader ve sorumluluk ile özgürlük arasındaki ince ve hassas dengeyi,

iç gözlemin ve özeleştirinin zaruretini,

ölüm ve sonrasını,

Allah’ın rızâsına kavuşmanın cennet, kavuşamamanın ise cehennem anlamına geldiğini

ve buna benzer nice konuları topluca bir bütün halinde işleyemedik, veremedik.

Batı’da mülhem tepki eserleriyle güya Batı’ya karşı çıktık, ama kendi tefekkürümüzle hayatın bütünlüğünü yorumlayamadık, kuşatamadık. Düşünce ihmalimiz, ona bağlı hatalarımızdan çok daha önemliydi.

Batı’ya tahsil için giden bazı Müslüman düşünür adayları, orada karşılaştıkları eserlerin manyetik alanından kötü etkilendiler. Oradan aldıkları tesirleri özentili bir benzeşmeyle tepkisel modernite yeniliklerine dönüştürdüler. Güya Batı’ya karşı çıkıyorlardı ama, bunu yine Batı’ya dayanarak ve İslâm’ın özünden uzak kalarak yapıyorlardı. Yanlış metot doğru sonuç vermezdi.

İdeolojik ve diyalektik yaklaşım enstrümanları yerine, “tefekkürde itidal ve bütünlük” ilkesini uygulama basiretini gösteremediler. Aslında Batı’yı da İslâm’ı da tam anlayamamışlardı. Cerbezeliydiler ama vukuflu değillerdi. Batı’ya tepki heyecanı içindeydiler, fakat onun felsefesini kullanıyorlardı.

Ahmet Selim

Zaman Gazetesi

18.11.2012

Asıl Cesaret

Her dönemde öne çıkan bazı değerler oluyor ve biz her şeyin onlardan ibaret bulunduğu şeklindeki hatayı, çeşitli farklarla fakat aynı mantıkla her dönemde yapıyoruz. Hiç değişmiyor bu. En son Tanzimat’tan beri aynıyız. “Devlet de hatalar yaptı”. Tamam, kabul. Fakat her şeyi devletin hatası olarak göstermek abartısı farz mıdır? Sol-sağ kavgasında provokasyon vardı. Tamam vardı. Peki, başka şey yok muydu? Olaylara karışanlar kuzu muydu, melek miydi? Hakikaten hayret edilecek bir haldir. Okumada terkip yapamıyoruz ki, analizlerimiz işe yarasın. Eksik verilerle dar alanda analiz ne ifade edecek?

Eylem yapan solcularda da sağcılarda da basiretsizlik vardı. İki taraf da şiddete meyilliydi ve düşünmüyorlardı. Bu gerçeği niçin görmezlikten gelelim? Kışkırtıyorlarsa, aklını kullan kışkırma kardeşim! Kocaman adam olmuşsun. Cebir geometri biliyorsun, edebiyat biliyorsun, sosyal biliyorsun. Ne kadar okumasan, mecburen yine okumuşsun. Apaçık şeyleri nasıl göremiyorsun? Niçin biraz düşünmüyorsun? Sen düzen yıkıp düzen kuracak yaşta ve başta mısın? Herhangi bir darbe olsa ülkeyi size mi yönettirecekler? Önce sizi toplayacaklar, hizaya getirecekler. Açık değil miydi bunlar?

Pozitivist ve ateist geleneğe kaba saba bağlılık gösteren şiddetten darbeden devrimden yana bir sol moda oldu, hiç düşünmeden birileri bunun peşine moda aşkına sarıldı, buna karşı da, bir şiddet tepkisi ideoloji meydana getirildi; millet bunları sadece hayretle seyretti. Bu fırtınanın geçmesi için 20 yıl bekledik. 1950’lerde olmayan şeyler 1960’larda birdenbire nasıl var oldu? Böyle bir sosyolojik süreç olur mu? Böyle gelen, geldiği gibi gider. Hiçbir birikim artısı ve izi bırakmadan, sadece hasar bırakarak… Hâlbuki aklı başında bir sol olabilirdi, aklı başında bir milli-manevi-muhafazakâr bir toparlanma onun yanı sıra gelişebilirdi. 80’li yıllarda ders aldık ama, hep tepki dersleri aldık. “Okur-yazar-düşünür-hisseder” olmamızda doğru dürüst gelişmeler yaşanmadı. Bankerler faslını hatırlayın; millet faiz bile değil, tefeci kuyruğuna girdi! Yüzde yüz, yüz elli dağıtacak olanların peşine takıldı! Dün sokağa çıkamıyorduk, ardından da böyle olduk. Uyduruk ideolojiler yerini depolitizasyon sürüklenmelerine bıraktı.

Uzatmayalım, uzatırsak tadı kaçacak. Tehlikeler de tepkileri de, iyileşmeler de faydaları da, modacı abartılara maruz bırakılıyor. Bir dönem bile itidale misafir olamıyoruz! Şöyle aklı başında, dengeli, istikametli, huzurlu, tedbirli, düşünceli, verimli bir hayatımız olamıyor. İyiye gidişlerimiz bile, akıl almaz falsolarla ve ihmallerle dolu. Bizim dünyamız böyle dönüyor.  Menderes döneminde de, yapılmaması gereken bazı şeyler yapıldı. Hiç lüzumu yoktu. Kırşehir’i ilçe yapmak neyin nesiydi? Olacak şey miydi? Misal olarak söylüyorum, başka şeyler de vardı. Demirel, “41’lerin ayrılışı benim hatamdır, isteseydim idare ederdim” dedi. Özal, “Siyasi yasakları savunmam hataydı. Haklarını ben vermeliydim” itirafında bulundu. Peki, bunlar niçin oluyor? Tabir caizse, rüzgâra kapılmaktan. Zaten moda rüzgârı da nefsaniyet rüzgârıdır. İfrat yazılar ve sözler, cesaretten değil, modadan haz duyan nefsimizdendir. Dikkat edin, bu yazıların ve sözlerin hepsi modanın akıntısı ve rüzgârı yönündedir.

Asıl cesaret isteyen itidal duruşudur, özeleştiridir, nefsini yenmektir, otokontroldür, şaha kalkmış ve öfkeye heyecana kapılmışken de haksızlık ve hata yapmama basiretidir. Zor olan, cesaret isteyen budur. Modaya akıntıya, sürüklenişe, fırtınaya karşı kişilik direnci gösterebilmektir. Özel sorumluluklar taşıyorken, başarılı işler yapmanın gururu içindeyken, hata yapmama duyarlılığı daha da artmalıdır. Çünkü o zaman nefsanî rüzgârlar da esmeye başlar. Mesela arabayla sürat yaparken cesaret gaza daha çok basmak değil, o psikolojiden kurtulup muhtemel riskleri ve tedbirlerini düşünebilmektir. Öbür türlüsü bir nevi sarhoşluktur, kendini salmaktır. Sarhoşluğun verdiği cesaret tehlikeyi unutma gafletinden ibarettir. Realiteye toslayıp ayılınca korkudan titremeye başlarsın.

Ahmet Selim
Fotograf : Flickr Doganu