Etiket arşivi: anlaşılmak

Anlamaya Oruçluyum

Anlaşılmak, günümüzün  en mümkün olmayan hallerinden biri diye düşünüyorum.

Anlaşılmak; güven, huzur ve mutluluk duygusu yükler bize.

Zira bu kıymeti herkes yükleyemez. Çünkü bu yükü sırtlanmaya önce talip olmak gerekir.

İnsanlığın gereği olan bu davranışı göremez ve uygulayamaz hale geldik.

Oysa anlaşılabilmek kime nasip olsa. o gönle  sevgi aşılar.

Sevgi dolu gönüller, iyi haller içinde olur. Birbirlerinin hallerinden hallenirler.

Şu zor ve meşakkatli günlerde nasıl da ihtiyacımız  var bu insanlara.

Kalpler biz kavramına gebe olur anlaşıldığı vakit .

Aslında ne  geldiyse başımıza “ben” den gelmedi mi?

Her söze başlarken “ben” Her işin bitiminde “ben” demiştim vurguları.

Bu nasıl bilmişlik halidir akıllara zarar.

Oysa Âyeti Kerimelerde Yüce Allah (c.c) biz ifadesi ile kullarına seslenirken, biz acizler nasıl bir akıl tutulması içindeysek “ben” nidaları ile dolaşıyoruz yeryüzünde gafil haller içinde.

“Anlamaya ne gerek var ben biliyorum” edaları doyumsuzluğumuza ışık tutuyor adeta.

Aslında empati duygusu devreye girdiği zaman,  umutlarını yarınlara taşır o kalplerin.

Umudun yeşermesi insanlığın canlanıp hareketlenmesi anlamına gelir. Heyecan ve gayret sirayet eder bedenlere.

Anlayan, anlaşılan, farkı farkeden ve ecdadın değerlerine sımsıkı sarılan bir nesil demektir bu.

Bu enerjiyi üstlenen insanlar, başarıya talip olurlar. Başarı değerlerine sahip çıkan  güzel ahlaklı bir toplum demektir.

Din kardeşinin haklarını kendi hakkın gibi gözetmek, toplumun kalite seviyesini ve muhabbetini yükseltir.

Aldığı bu güven ile  ufku genişler, hayaller kurar beyinler. Fikirler büyüdükçe büyür.

Anlaşılmak, sarıp sarmalayan bir etkiye sahiptir.

Anlaşılmak, özel hissettirme halini saklar içinde. Anlaşıldığını hisseden her  kalp güzel bir duygu seline kapılır.

 Çok kıymetli bir duygudur, zira  her kula nasip olmaz. Çokça dua etmelidir insan, bu değerli duygu ile buluşması ve uygulaması için .

Çünkü anlaşılmayı mum ile aradığımız bir dönemdeyiz.

Ne üzücü!  Anlamaya oruçlu zamanlara  girmiş bulunmaktayız. Ölümüne oruçluyum der gibi davranışlarımız.
Bu nasıl bir  inatlaşma halidir? Sanki anlamamaya yeminli gibiyiz.

Çaresiz bir derde yakalandık. Hepimize geçmiş olsun.

Bu dert bizi empatiden uzaklaştırıyor. Bu dert bizi samimiyetten uzaklaştırıyor. Bu dert bizi güvenden uzaklaştırıyor .

Kısacası insan olmaktan yoksun bırakıyor. Giden bu duygunun yerine: ön yargılar, şüphe, kurgu, bencillik ve hayali senaryolar alıyor.

Anlamak yerine yargılıyoruz. Anlamak yerine iftira atıyoruz. Anlamak yerine hüküm veriyoruz.

Hüsnü zan ile bakmak yerine sui zan ile bakmaya doyamıyoruz.

Bakın mübarek  İmam Gazali  ne güzel ifade buyurmuş; “Zan ile başkasının kötü olduğunu kabul eden, gıybet eder, ona dil uzatır. Onu kötü, kendini iyi bilir, bu da helakına sebep olur.”

“Ben biliyorum” bakış açısı bizi dinimizin gereği olan güzel ahlak olgusundan da yoksun bırakıyor.

Bizi biz yapan iyimser düşünmek varken, beni ben yapan kötümser düşünmeyi  daha çok önemser hale geldik.

“Mümin müminin aynasıdır.” Hadisi Şerifi bünyemizde deprem etkisi yapmalı ki hakikati görelim.
Gönüllerimiz  zehirli düşünceler besliyorsa, baktığı yüzlerde de aynısını görmeye mahkumdur.

Gönüllerimiz  şifa ve hayırlı düşünceler besliyorsa, baktıkları yüzlerde de  iyiliğe ve güzelliğe mahkumdur.

Olumlu düşünce içinde olan gönüller olumlu gönülleri görür. Hayırlı düşünceler mıknatıs gibi hayırlı temennileri yakalamalı.

Anlamak kritik yapabilme yetisi kazandırır kişiye. Makul ve mantığı sırtlanarak yükünü hikmetli kılar kişinin.

Peşin kararlı ve ön yargılı  olmak kişiye bencillik  yolunda  kaybettirir hedefini.

Adeta anlamaya oruçluyum diye bağıran hallerimiz, iftarını anlamak ikramı ile ne vakit açar acep ?

Nagehan İpek – cocukaile.net

Anlamak ve Anlaşılmak!

Hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun, ruhunda iz bırakan bir takım özlem ve beklentilerle doludur insan.

Yapmak isteyip yapamadığı, söylemek isteyip söyleyemediği, bakmak isteyip bakamadığı o kadar şey vardır ki benliğini saran, zihnini meşgul eden, âdeta içinde yıllarca barındırdığı sırlar yumağıyla ebedî yolculuğa uğurlanacak, ama hiç kimseler bilmeyecek, duymayacak, anlamayacak, derman olamayacak…

Sığınacak Rabbine bütün içtenliğiyle Yusuf peygamber gibi, iffetin nezih zirvesinde bayrak açacak tüm evrene ve seslenecek tüm haya yoksunu zavallılara, açacak en saf duygularla ellerini semâya ve duracak en yüce divana, gözünü dikecek tek bir hedefe ve istikamete ve bekleyecek BİR ve TEK olanın hükmünü… Bekleyişi ve sığınması öylesine umutlu olacak ki, gözünde ne muamma hali, ne umursanmaz dertleri, ne anlaşılmaz duyguları ve ne de ortaya koyamadığı yüreği elinde kalacak, sadece ve sadece ufka dikecek gözlerini, kendisini anlayacak BİR’i bekleyecek ve O’na yönelecek…

Kim bilir, belki de bu yönelişi de anlaşılmayacak birileri tarafından, ızdırap ve çilelerle dolu bir hayatın anlaşılmaz bir filmi ukbaya kalacak ve ahiret yurdu sakinlerince ancak anlaşılabilecek!

Teslim etse de cismini köle tüccarı (!) kervancılara, ruhunu teslim etmeyecek, abdi/kölesi kalacak Ma’bûd-u mutlakın son nefesine dek tüm zerreleriyle…

Kimi zaman olur ki, en yakınındakine bile açılamazken, en uzak görülenle teselli bulacak meşrû dairede, paylaşabilecek içindeki tüm benliğini, güç verecek, güç alacak, belki de yine anlaşılmayacak dünyaların insanı olarak kalacak, yaralarını sarmak için yeni yaraların açıldığının farkına varsa bile, çaresizliğin (oysa o çaresizlik, çarelerin dermanına ulaştıracak en güçlü vesile olmasına rağmen) çaresini arama yolunda heba ettiği özüne yeniden dönecek, ruhundaki boşlukların bir bir doldurulması gerektiğine inanacak en sonunda.

Evet, ruhlar ve gönüller!.. Ne esrarlı âlemlerin birer unsurudurlar ki, anlaşılmadıkları ve uyuşmadıkları birileri tarafından çarçabuk kenara konabilen, gözden çıkarılan varlığının, duygularının, beklentilerinin, algılarının ve topyekün maddî/mânevî mevcudiyetinin BİR ve TEK tarafından sahiplenmesiyle, merhamet ve şefkatle sevk ve idare edilmesiyle yeniden yörüngesinde mütevekkil bir duruşun ve gidişin ruh sükûnetine bürünmesi ve teslimiyle hayat bulmasına mesrur olacak.

İnsan denen bu esrarengiz varlığın sırlarını açmadan, ön yargılardan ve anlaşılmaz tutumlardan kaçmadan, hayatı hayat gibi, mematı memat gibi yaşamadan, madde ötesine aşamadan, benliğinden sıyrılıp on sekiz bin âleme taşamadan, ruh ve gönül dünyasına yanaşamadan içindeki hasret hiç bitmeyecek!

Sizi anlamak istemeyenlerin veya anlamakta zorlananların ne hükmü var ki hayatınızı rahmetiyle kuşatanın yanında?

Sizi anlayanlar da yok değildir kuşkusuz. Bırakın takdir edilmeyi bir yana, varlığınızı hissetmeleri bile dünyaya bedel. Paylaştığınız doyumsuz sohbetlerin, lâhûtî nefeslerin, hoş kokulu atmosferin, dostluğun, kardeşliğin, kadirşinaslığın paha biçilmez anları, hayatınızın tek tesellisi olacak. Hayatı sarıp sarmalayan mutlu bir dünyanın aktörü olmak Allah’ın bir lütfu olsa gerek.

Peki ya biz? Anlayabildik mi bin bir çilenin sahiplerini? Hırs ve kıskançlık dünyasına kendini hapsetmiş olsa bile, bizden beklenti içinde olanları? Hiç sorguladık mı masumca duyguların, kırık gönüllerin meşrû isteklerin, sessiz dileklerin yakaran dilini?

Bencilliğe bencillikle mi karşılık verdik, yoksa engin gönüllere yakışan bir tavır mı sergiledik?

Belki de hiç düşünmedik, fedakârlığı tek taraflı olarak yapmamız gerektiğini… Bocaladık durduk sorgulanmış ve şartlanmış düşüncelerin kıskacında, ya da bunalıma girdik kabullenemediğimiz davranışların, tavırların, tutumların, söylemlerin hayal kırıcı tezgahında!..

Ne tam olarak anlaşılabildik sevdiklerimiz tarafından, ne de nüfuz edebildik onların psikolojik dünyalarına, çocuksu davranışlarına, anlaşılmaz görünen beklentilerine…

Hayat bizi öylesine sürükledi ki kumsalların ıslak zeminindeki farklı boyutlarına, haykıramadık sevgilerimizi bile, terennüm edemedik dostluğun büyülü rüyalarını, okuyamadık paylaşmanın doyumsuz romanını…

Öyle bir an gelecek ki, yol bitecek, yolculuk tükenecek. Sonsuzluk ülkesinde yaşamak üzere tehir ettiklerimizin hasretiyle ve beklentisiyle kudreti sonsuza dayanmaktan başka yol kalmayacak ki!..

Ya bir de, cennet yamaçlarındaki kurulu meclislerin sohbetleri olmasaydı? Bencilliğin, kıskançlığın, anlayışsızlığın, vurdumduymazlığın, egoizmin kıskacından arınmış, sadece ve sadece hoşnutluğun, anlayışın, güzelliğin, sonsuzluğun sınırsız olarak sergilendiği ve yaşanacağı cennet hayatının ve yeniden dirilişin sonsuzluk ülkesinde sonsuzluğa adanmış olanlarla buluşmak olmasaydı, halimiz nice olurdu?

İsmail Aksoy