Etiket arşivi: bediüzzaman

Anarşi Sebep ve Çareleri-2

BEDİÜZZAMAN İLE NEDEN UĞRAŞTILAR?

Bilindiği gibi Tanzimatla birlikte bizde bir Avrupalılaşma hevesi başgöstermişti. Gerçi Bediüzzaman Hazretleri yukarıda da arz ettiğimiz gibi [yani bir önceki tefrika edilmiş yazıda] ilim ve teknikte Avrupa’nın örnek alınmasına karşı değildi. Bediüzzaman, aynı zamanda hürriyetin de hararetli bir taraftarıydı. Hürriyet hareketinin başlangıcında Şarktaki aşiretleri dolaşarak bu hareketi müdafaa ediyor, bu hususta eserler telif ediyordu. Fakat diğer taraftan da Üstad, hürriyet hareketinin öncülerini de “Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanıyla telakki ve telkin ediniz. Ta, yeni ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübarek ağrazına siper etmekle lekedar etmesin” şeklinde beyanlarıyla ikaz ediyordu. Daha sonra 1935 yılında Eskişehir’de muhakeme edilirken cumhuriyet hakkındaki fikri sorulduğu zaman verdiği karşılık şu olmuştur:
“Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu, elinizdeki Tarihçe Hayatım isbat eder!” (1) Fakat Bediüzzaman Hazretlerinin anladığı hürriyet ve cumhuriyet, sadece isimden ibaret bir hürriyet ve cumhuriyet değildi. İstibdad sadece isim değiştirmek suretiyle başka bir kılıkla karşımıza çıkacak olduktan sonra, o isimden ibaret hürriyetin, meşrutiyetin ya da cumhuriyetin ne mânâsı kalırdı! Bu, meselenin bir tarafı…
Diğer taraftan, cemiyet bünyesinde yeni bir tanzim hareketine girişilirken, çok dikkatli davranmak gerekiyordu. Aksi takdirde başlangıçta az da olsa girişilecek menfi hareketlerin, ileride büyük ve vahim neticeler doğurması kaçınılmazdı. İşte, yukarıya aldığımız beyanında “hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübâlilik göstermeleriyle, yirmi otuz sene sonra; dince, ahlakça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinde…” diyerek Üstad bu hakikate işaret etmekte ve Cumhuriyetçilere, aynı hataya düşmemeleri için ikazda bulunmaktadır.
Fakat o zaman hakim olan zihniyet için cumhuriyet de Avrupalılaşmak da başka manalar taşıyordu. Tekniğiyle, medeniyetiyle değil, âdet ve inançlarıyla Avrupalı bir millet meydana getirilmek isteniyordu. Günün moda tabiriyle “asrileşecek”, “küçük bir Amerika” olup çıkacaktık.
Bediüzzaman Hazretlerine göre asrileşmek, başka bir millet olmaya çalışmaktan çok farklı bir şeydi. Üstelik onun ideali, “küçük bir Amerika” çerçevesine sığdırılamayacak kadar da genişti. Batılılar bugünkü medeniyet seviyelerine öküz arabasıyla geldiler, biz balonla uçarak kısa zamanda onları geride bırakacağız diyordu Üstad.» (2)
«Bütün milleti, bütün İslâm âlemini, bütün insanlığı, hatta bütün mahlûkatı kucaklayan bir gönül: İşte Bediüzzaman Said Nursî burdur!
Böyle bir gönül genişliği içinde Üstad, dünyanın geçirmekte olduğu ve yurdumuzu da tesiri içine alan bir büyük buhran karşısında bigâne kalamazdı. Bilhassa baştaki idarecilerin bu buhranı teşhis etmekten ve milletin istikbalini görmekten aciz kaldıkları bir devrede Bediüzzaman Said Nursî gibi ileri görüşlü bir alimi, ikaz vazifesini yerine getirmekten zindanlar da alıkoyamazdı.
“Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?
Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi?
Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?
Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (3)
“Büyük Kafalar”, Üstad Hazretleri’ni susturmak için çareler araştırırken o, böyle şeylere ehemmiyet vermiyordu. Bediüzzaman nefsine gelecek tehlikeler sebebiyle vatan ve millet hizmetinden geri duracak bir kişi değildi. Onun fedakârlığının ne büyük ölçülere ulaştığını anlatmak bu sütunların kârı değildir. Bir örnek olarak, Afyon hapsinde maruz kaldığı muamelelerden bir nebze söz etmek isteriz.
Üstad Hazretleri hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesindeki muhakemesinde ittifakla beraat kararı verildikten ve eserleri kendisine iade edildikten sonra, 1947 nihayetinde arasında bizim de bulunduğumuz talebeleri ile birlikte tekrar tevkif edildi ve Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde muhakemesine başlandı. Muhakeme sırasında Üstad, Afyon Cezaevinde 20 ay kaldı. Bu 20 ay zarfında, o sıralarda 75 yaşında bulunan ve hasta olan Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına kastetmek için her türlü çareye başvuruldu. Pencerelerin buz tuttuğu şiddetli kış günlerinde Üstad, altmış kişilik sobasız bir koğuşta yalnız başına bırakıldı, talebelerinden bir tek kişi ile görüşmesine izin verilmedi.
Bu şartlar altında, Üstad’ı bir de yemeğine zehir katarak öldürmeye teşebbüs ettiler. Şiddetli zehrin acısıyla kıvrandığı sıralarda bile yanına kimse bırakılmadı. Onunla görüşmeye te teşebbüs eden talebeleri insafsızca kırbaçlandı.
Bunlar başkasından dinlediğim hikâyeler değil. İçinde bulunduğum, gördüğüm, şahit olduğum hadiseler… O zaman on sekiz yaşındaydım.» (4)
«“Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (5)
Uğradığı bütün muamelelere rağmen, Üstad Hazretleri davasından bir an geri durmadığı, bir nebze fedakarlık etmediği gibi, bu muameleleri kendisine reva görenlere karşı da gönlünde hiçbir zaman kin ve intikam hissi beslememiştir. Dedik ya, o gönül, kainatı kucaklayan bir şefkat abidesi! Kin, intikam ve şahsi garazlar o gönülde kendine yer bulamaz!» (6)

RİSALE-İ NUR OLMASAYDI…

Risale-i Nur’un öyle bir devirde yüz binlerce kişinin imanını kurtarmaya vesile olması, küçümsenecek bir hadise değildir. Milletin dinine ve an’anelerine yöneltilen külli taarruzlara karşı o zaman Risale-i Nur gibi bir hareket ortaya çıkmamış olsaydı, anarşinin bugün ulaştığı merhale belki de çoktan geride bırakılmış olacak, memleket geri dönülmesi mümkün olmayan bir felaketin içine çoktan yuvarlanıp gidecekti.
1950 öncelerine erişenler, iyi bilirler. Kısaca o günlerin şartlarını hatırlamaya çalışalım.
Devir, laiklik adı altında dini inançların ve her türlü dinî hareketin bastırılmak istendiği bir devirdi. Garptaki laik devletler, dinin yanında yer aldığı halde bizde laiklik devletin dine karşı cephe alması şeklinde telâkki ediliyordu. Devlet, ezanı yasaklamak gibi icraata girişebiliyordu. İslâmiyeti tahrip ve tağyir gayretleri devlet eliyle yürütülüyordu.» (7)
«Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri böyle bir vasatta [yani dinî neşriyatların yapılmasına izin verilmediği bir dönemde] mücadele vermiştir. Bir hocanın bir talebeye Kur’ân okumasını öğretmesi gibi en basit dini hareketlerin jandarma dipçiğiyle ve insafsızca bastırıldığı, âlimlerin küçük bir dini risale bile neşredemedikleri devirlerde Bediüzzaman Hazretleri beş bin sayfalık [o tarihteki kitapların yazı puntosuna göre bu sayı verilmiştir. Günümüzdeki baskılarda altı bin küsür sayfalık] Risale-i Nur Külliyatı’nı telif ve çeşitli yollardan neşretmeyi başarmıştır. Bu eserleri okuyarak iman hakikatlerini öğrenen bahtiyar insanların meydana getirdiği büyük bir cemaat devlet eliyle dine ve manevi değerlerimize karşı yürütülen baskı ve terör hareketlerine karşı metanetle mukavemet etmiş, inançlarından en küçük bir taviz vermeyerek din-i İslâm’ı memleket sathında yaşamışlardır. Rahatça söyleyebiliriz ki, o dehşetli devirde aleni olarak İslamiyet’i yaşayan ve yaşatan ve bu uğurda her türlü zulme kahramanca göğüs germekten çekinmeyen böyle bir cemaatin bulunması, bu gün minarelerimizden “Allahu Ekber” sedasını hala işitiyor olmamızın başlıca sebebidir.» (8)

AVRUPA NASIL İLERLEDİ, BİZ NASIL GERİ KALDIK?
Avrupa’nın terakkisini Bediüzzaman Hazretleri biri maddî, diğeri manevî olmak üzere iki sebebe bağlıyor. Meşrutiyetin ilk senelerinde telif ettiği “Sünuhat” adlı eserinde, bu sebeplerden birincisini şöyle izah ediyor:
“Birinci sebep: Umum Hristiyan’ın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir mâdenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir.
Evet Avrupa, Küre-i Zemin’in hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sâbittir ki; efrad-ı kesîrenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hacât, zeminin kuvve-i nâbitesine sığışmaz.
İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefâhete hocalık edip tâlime başlarlar.” (9)
Yani Avrupa, coğrafi vaziyeti itibarıyla ve umum Hristiyanlığın merkezi olması cihetiyle, insanları kendisine çekmiştir. Nüfus kesafeti, diger kitaplardan daha fazladır. Ve bariddir, yani soğuktur. Soğuk iklimin neticesi ise, Üstad’ın “Muhâkemat” adlı eserinde izah ettiği gibi, “her şeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek”tir. (10)» (11)
«“Görülmüyor mu ki; en hürriyetperver maskesini takan İngiliz elini uzatıp arıyor. Nerede Hristiyan bulsa, hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Ertuşî. İşte Lübnan, Havran. İşte Mal-Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir…
Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.” (12)
İşte Avrupa’nın eline, dünyanın mizanını bozacak kadar büyük kuvveti veren, Hristiyanlık hasebiyle aralarındaki birleşme ve yardımlaşmadan ibaret olan nokta-i istinaddan ibarettir. Bu nokta-i istinadın vücuda gelmesi, mutaassıp bir ittihadla olmuştur. Mazide cehil, vahşet ve taassup sebebiyle İslâm’a karşı birleşerek Haçlı orduları teşkil eden Avrupalı, bir yandan bu birlikten kuvvet elde ederken, diğer taraftan dahil de papazların tahakkümleri ve engizisyon tazyikatı karşısında bir mukavemet ruhu doğmuş ve bu ruh, istidatlarını inkişaf ettirmiştir.
Bizde ise, medeniyetin zirvesine ulaştıktan sonra hakim olan rehavet, gayret ve müsabaka gibi terakkinin başlıca sebepleri olan istidatların körelmesine yol açmıştır. Böylece ortaya, Hristiyan Avrupa’nın İslâm dünyasına faikiyeti gibi garip bir durum çıkmıştır.
Vaziyet kısaca bundan ibarettir. Yani Avrupa ile aramızdaki uçurumun meydana çıkması İslâmiyet’in – hâşâ – kusurundan ve Hristiyanlığın meziyetlerinden değil, tam tersine İslâm’ın bazı düsturları Avrupalının sahip çıkmasından olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri’nin Muhâkemat’ta belirttiği gibi, “Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes’elesidir.” (13) Garp medeniyetinde insanların menfaatine ne varsa, hepsinin bin dört yüz sene önce İslâm şeriatının vaz’ ettiği düsturlarda mevcut bulunduğu görülür. Siz bu düsturlara ister medeniyet deyiniz, ister başka isimler takınız, hakikat olan şudur:
İslâmiyet’in ferdî ve içtimaî hayatta ortaya koyduğu dürüstlük, yardımlaşma, teşrik-i mesai, çalışmaya teşvik gibi hadsiz düsturlarından sadece bir kısmını tatbik etmekle Batı dünyası bugünkü medeniyet seviyesine ulaşmıştır. Bizim parlak bir medeniyetten bugünkü vaziyete düşmemizin sebebini ise, bu düsturları bir yana bırakmamızdan başka yerde aramak beyhudedir.
Müslümanları Batılılaştırarak kalkındırmak fikrinin altında böyle bir beyhude gayret yatar. Zira kör bir Batı taklitçiliğinin temel felsefesi, “Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslamiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek”tir. Böyleleri, sanki Avrupa’nın hiç kötülüğü yokmuş ve bize zararı dokunmamış gibi bütün iyi tarafları nazara vermek ve bizim de sanki hiç iyiliğimiz yokmuş gibi hep hata ve noksanlarımızı dile dolayarak bu ikisini birbirine mukayese etmek suretiyle hakikatleri ters göstermeye çalışmışlardır.
Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin birçok yerinde işaret ettiği bir hakikati, Sünuhat adlı eserinde şöyle ifade ediyor:
“Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise, terakki etmiş. Ne vakit dinde zaaf göstermişse, tedenni etmiştir. Başka dinde, bilakis kuvveti zamanında vahşet, zaaf samanında temeddün hâsıl olmuştur.” (14)» (15)

Devam Edecek.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 304
2- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 31-32
3- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 553
4- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 34-35
5- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 554
6- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 37
7- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 39
8- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 41
9- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 58
10- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 38
11- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 42-43
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 59-60
13- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 39
14- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 36
15- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 45-46

FARAZÂ HAKİKİ BEKLENİLEN O ZÂT

Risale-i Nur Külliyatı’nda birçok cümleler birbiriyle, bir binanın tuğlaları ve bir kalenin taşları gibi sıkı sıkıya bağlıdır. Tuğla veya taş tek başına ele alınır ise, bütünü yansıtmadığı malumdur. Risale-i Nur Külliyatı’ndan da istediği cümleyi cımbızlama yaparak alıp, yanlış yorumlar ile amacından uzaklaştıranlar her zaman vardır ve olmaya da devam edecektir.

Cümleyi bağlamından koparmak İslâm tarihinde ilk olarak âyet ve hadîsler ile başlamıştır. Konuyla ilgili meşhur misâl şudur ki;
«Bektaşî’ye: “Ne için namaz kılmıyorsun?” demişler. O da: Kur’ân’da
لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ
var.” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani
وَ اَنْتُمْ سُكَارٰى
yı da oku.” denildiğinde “Ben hâfız değilim.” demiş.» (1)

Burada geçen âyette “lâ takrabû-ssalâte” ifadesi “namaza yaklaşmayın” (2) anlamındadır. Âyet-i Kerîme’nin içinden sadece bu kısmı cımbızlayarak almak, sonrasındaki “veentum sukera” yani “sorhoş iken/sarhoş olduğunuz zaman” (3) ifadesini almamak tamamıyla anlam sapmasına sebebiyet vermektedir.

Bu örnek gibi birçok örnek verilebilir.

Hadîsler içinde aynı şey söz konusudur. Mesela;
“Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmalarıyla azap duyar.” (4) hadîsinin sebeb-i vürudunu yani ‘hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi’ni (5) bilmeden ele alır isek yanlış mânânın ortaya çıkmasına sebebiyet verilir.

Hz. Âişe Radıyallahu Anha validemiz bu hadîs-i şerîfi duyunca bunun, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez.” (6) âyetine aykırı olacağını belirterek, Rasûlullah (asm)’in, bir Yahudi kabri yanından geçerken mezarın başında ağlayanlar gördüğünü ve onların ağladıkları kişinin, kabrinde azap görmekte olduğunu söylediğini, (7) aile efradının ağlaması ile Allah’ın ancak kâfirin azabını artıracağını ifade etmiştir. (8)

İşin aslı daha iyi anlaşılmıştır sanırım. Risale-i Nur Külliyatı da hem Kur’ân-ı Hakîm’in tefsiri ve bu asrın fehmine bir dersi, hem de Hadîs-i Şerîflerin bir izah, şerh ve hakikatlerini anlatan bir külliyattır. Bu eser külliyatından da alıntı yapan insanlar eserlerin tamamını ele alarak, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.” (9) şeklindeki ifadelerini göz önünde bulundurarak çalışma yapmalıdırlar.

Ele alacağımız mesele hassas bir mesele olması hasebiyle külliyat-ı Nur’dan misâller ile delillendirerek mevzuyu vuzuha kavuşturmak gerekir.

Ele alacağımız cümle şudur;
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (10)

Burada geçen “hakikî beklenilen o zât” tabirini ele alıp bu ifadeden hemen önce geçen “farazâ” kelimesini ele almamak sonucunda yanlış anlaşılmalar ortaya çıkmaktadır.

Burada geçen mühim kelimemiz “farazâ”dır. Yani “farz edelim ki, öyle sayalım ki” (11) anlamına gelir. Ve farazî “farzedilen, varsayılan” (12) misallerde bu kelime kullanılır. Olması mümkün olmayan şeyler için kullanılmaktadır. Buna Risale-i Nur Külliyatı’ndan örnekler vererek izah edelim. Şöyle ki;

“Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti’ askerleri var; farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.” (13)

Burada geçen “farazâ şeytanlarınız dayanabilseler” demek “asla dayanamayacaklarını” söylemek anlamına gelir.

“Eğer farazâ Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.” (14)

Bu paragrafta “Eğer farazâ Güneş zîşuur olsa idi” diye geçen yer de “Güneşin şuur sahibi olamayacağını ve bunun imkan dairesinde olmadığını, ama eğer farz edersek ki şuur sahibidir” anlamına gelir.

“…Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler.” (15)

Nil Nehri ile ilgili bir misal verilirken de “farazâ” tabiri kullanılmıştır. Burada da imkansız olan şey için kullanıldığı ayan beyan ortadadır. “…farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar…” denilerek zaten bunların muhal örnekler olduğu ve farazi şeyleri söylediği ifade ediliyor.

«Evet farazâ zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedaya-yı Rahmaniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dava et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.» (16)

Burada da elmanın zîşuur yani şuur sahibi olması ve konuşması misalinden önce «Evet farazâ zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek.» denilmesi bu dediklerimizi ispat eder. Ne elma zîşuurdur ne de konuşabilir.

“Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.” (17)

“Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi” diye başlayan cümleden de “şems”in yani güneşin “fâil-i muhtar” olamayacağı anlaşılır. Yani güneş “İstediğini yapmakta serbest olan” değildir, bir Zât-ı Zü’lcelal’in emrine itaatkardır, anlamı çıkar.

“Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza… O binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır.” (18)

Burada da “Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa” diye muhal yani imkansız bir örneği vermiştir. “Bir incir meyvesinin fabrikası”nın hiçbir zaman “çuha makinesi gibi ol”ması beklenemez. Bunu iddia eden kimse bulunamaz.

“Farazâ saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.” (19)

Burada da olmayacak bir misalden bahsedilmiştir.

“Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez.” (20)

Burada geçen “bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa” ifadeleri muhali yani imkansızı ifade etmektedir. Bütün akılların birleşip bir akıl olması imkansızı belirtir.

“Nasıl ki güneşin –farazâ– şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı o cihette ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı.” (21)

Yine olmayacak bir cümle için “farazâ”nın kullanıldığını görüyoruz. Çünkü “güneşin –farazâ– şuuru ve hayatı olsaydı” ifadelerinden de anlaşılacağı üzere güneşin şuuru da hayatı da yoktur. Bu imkan haricindedir.

«Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûnagûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelseler her biri “Güneş benim gibidir.” veyahut “Güneş benim.” diyeceklerdir.» (22)

Burada geçen “rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelseler” tabiri de imkansız olan bir olayda “farazâ” tabirinin kullanıldığının delillerindendir. Çünkü rengarenk çiçeklerin renkleri dile gelip konuşamazlar.

“Farazâ güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, her şeyle bizzât temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi.” (23)

Bu cümle de “farazâ” kelimesini nasıl anlamamız gerektiğine yeterli bir cevaptır; “Farazâ güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi…” deniliyor. Yani eğer “farazâ” kelimesi için imkan dairesindedir diyen kişinin “güneşin ilmi, şuuru bulun”masını da kabul etmesi gerekir ki; bunu hiç bir aklı başında olan kimse kabul edemez.

Aynen bu misallerde verdiğimiz gibi “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (24) cümlesindeki “farazâ” kelimesini bu şekilde anlamalıyız.

Tarihçe-i Hayat eserinde bulunan bir yer ile bu yer arasında bir ifade değişikliği tek vardır; “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse idi, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (25)

İki yer arasındaki tek fark şu ibaredir; “…ve bir asır sonra gelecek…” Bu yeri de cümle içinde “farazâ” kelimesi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Çünkü “ve” bağlacı ile birbirine bağlanmaktadır. Ve bu şekilde “farazâ” kelimesi burada geçen her iki ifadeye de şamil hale gelmektedir.

Şimdi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri burada Mehdi’nin vasıflarını izah ediyor; “…harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek…” Demek ki Mehdi’nin (ra) vasfı; hareketini siyasi cereyanlar kaptırmamak, siyaset âlemindeki vaziyetlerden feragat edip, hedefini siyasi alanda kullanmamak. Bu vasıflar acaba kimin vasıflarıdır?

«Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, 

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ 

dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.» (26)

22. Mektub olan Uhuvvet Risalesi’nde
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌
yani “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” deyip ardından da “hayat-ı siyasiyeden çekildi”ğini söyleyen Üstâd Bediüzzaman Hazretleri değil midir?

«Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhir zamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” Tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesaî edemeyeceği için, kendisine tevdi’ edilmek istenen meb’usluk, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki a’zâlığı, hem vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb’usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar…» (27)

Tarihçe-i Hayat eserinde geçen bu ifadeler konumuza ışık tutmaktadır. “Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.” Âhir zamanda çıkacağı haber verilen şahısların İslâmiyet ve insaniyet âleminde zuhur ettiğini yani ortaya çıktığını görüyor Üstâd Bediüzzaman Hazretleri. Bu ifadeler te’vîl götürmez ifadelerdir.

“O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” ifadesini de şu şekilde anlamak daha istikametli olur; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin o dehşetli şahsa karşı siyaset ile mücadele edilemeyeceği mânâsı, bizzat Hadîs-i Şerîfin metninden değil, Hadîs-i Şerîfin mânevî canibinden geliyor. Veyahut Hadîs-i Şerîfin mânevî ve işarî yönlerinden, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin istihrac ettiği bir mânâdır. Deccal, Süfyan, Mehdi ve âhir zaman hadiseleri ile o şahıslarla ilgili Hadîs-i Şerîflerin, mânevî ve işarî yönlerinde zaten o mânâlar mevcuttur.

Siyaset mevzusu ile ilgili “Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.” (28) diyen de Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’dir.

“Bedîüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi.” (29) ifadeleri Bedîüzzamân’ın ilk hayatında geçiyor. “Eski Said, nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümid ve tam teselli ile, siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kabl-el vuku’ ile dehşetli ve lâdinî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir Hadîs-i Şerif’in manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in teselli haberlerini, o istibdad-ı mutlak yirmibeş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ
deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.” (30) bu cümleler ise “…harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek…” tabirlerine bakmaktadır.

Buraya kadar yaptığımız alıntılar ve tahliller ile “hakiki beklenilen o zât”ın kim olduğu gayet rahat anlaşılabilir. Nitekim Risale-i Nur’da geçen bir şiirdeki bu beyit de konumuza bakmaktadır;

“Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber
Risalei’n-Nur’dur vallah o son müceddid-i ekber” (31)

Bu yerde geçen “müceddid-i ekber” tabiri ile Mektubat’ta geçen “âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid hem en büyük bir müceddid hem hâkim hem mehdi hem mürşid hem olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.” (32) cümlesi tam birbirine muvafık düşmektedir.

“Bedîüzzaman Said Nursî, on dördüncü asr-ı Muhammedî’nin ve yirminci asr-ı miladînin minaresinin tepesinde durup muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âti ile bir mürşid-i a’zam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…” (33) cümlesinde geçen “müceddid-i ekber” ifadesi yukarıdaki “en büyük bir müceddid” ifadesine, “mürşid-i a’zam” ifadesi de yukarıdaki vasıfları sayılanlardan “mürşid” ifadesinin kapsamına girmektedir. Tam da birbirini açan yerler olduğu görülmektedir.

Aynı zamanda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin, talebesi Mehmed Feyzi Pamukçu Ağabey’e yazdığı “Feyzi kardeşim!” diye başlayan mektubun sonunda geçen paragraftaki “bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese sen, Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (34) ifadeleri dikkat çekicidir. Bu cümleden de Risale-i Nur’un ve Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin kutubdan daha üstün olduğunu çıkarmak mümkündür. Burası da Mektubat’ta geçen “kutb-u a’zam” ifadesi ile örtüşmektedir.

Tarihçe-i Hayat’ta geçen ‘Said Nur ve Talebeleri’ yazısında “Mahkûmken bile hükmediyordu.” (35) ifadelerinden “hükmeden” yani “hâkim” mânâsı da ortaya çıkmış oluyor. Burası da yine Mektubat’taki sıralı vasıflardan “hâkim” ifadesinin izahı mahiyetindedir.

Mektubat’ta geçen cümle. “zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır” diye bitmektedir. “Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır.” (36) cümlesi ile “…ben de manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirim.” (37) ifadeleri bu konuya bakmaktadır.

Aynı zamanda şu ifadeler konumuzu tam mânâsıyla izaha kâfidir; “Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacak. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz.” (38)

Yani “Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olma”dığından dolayı Üstâd Bediüzzaman Hazretleri kendi şahsını arka planda tutmuştur. İlk sıraya Kur’ân ve İman hakikatlerini koymuştur.

Burada Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim” demektedir. Osmanlıca El Yazma Lem’alar eserinde 22. Lem’a’nın sonunda bir haşiye vardır ki o yer de burayı açmaktadır; “Risale-i Nur’un müellifi ve zamanın Abdülkadir’i Üstâd’ımız Saidü’n-Nursî Hazretleri’nden sâir evliyâya muhalif olarak mübhem değil, sarîhan haber vermesi, bizce Üstâd’ımız Saidü’n-Nursî’nin birinci âlden olduğu kat’îdir.” (39) Bu haşiyenin sonunda geçen bu ifadeler de yukarıda aldığımız yerin izahı mahiyetindedir; “Üstâd’ımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı, ikinci Âl-i Beyt’ten olduğunu isbât etmiştir. Fakat maksadı, tam ihlâsa muvaffak olduğu için, kendi şahsını azlediyor. Ve Kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.” (40)

Seyyidlik konusu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de bir mektupta Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “manevî silsile-i şerafet ve siyadet” (41) meselesine değinilmiş. Ve paragrafın sonunda da meselenin “setr ve ihfa” yani örtme ve gizleme yönünden bahsedilmiştir.
Risale-i Nurların, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin, Nur Talebelerinin ve Risale-i Nur mesleğinin “Âl-i Beyt/Ehl-i Beyt” ile ilişkisi başlı başına ele alınması gereken bir mevzudur. İnşaAllah şu ana kadar yapılan çalışmalar ile birlikte ileride kapsamlı çalışmalar ortaya çıkar.

Aynen bu örnekler gibi Şualar eserinde de akla kapı açılmaktadır;
«Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli “lâmlar” gibi bir sayılsa o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un doksan üç (1293) muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâm’ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.
Şimdi hatıra geldi ki eğer şeddeli “lâmlar” ve “mim” ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nurani nükteleri var.
اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ
sırrıyla kısa kestik.» (42)

Bir önceki paragrafta “Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından” bahsediyor. Bir sonraki paragrafta ise “bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir” denilmektedir. Bu ikisini birleştirerek anlayınca konu vuzuha kavuşuyor.

Risale-i Nur eserlerinde bunun gibi birçok yer mevcuttur. Dileyenler 130 eserden müteşekkil Risale-i Nur Külliyatı’nı tetkik edebilir. Bu verdiğimiz deliller ile meseleye baktığımız zaman bir tek kelime olan “farazâ”nın cümle içinde ne kadar anlam kazandığını görebiliyoruz.

Cenâb-ı Hak bizleri âhir zamân’ın tüm fitne ve fesadından muhafa eylesin. Cenâb-ı Hak bizleri; Kur’ân-ı Kerîm’i, Sünnet-i Seniyye’yi ve bu iki kaynağın izahı, tefsiri ve şerhi olan Risale-i Nur’u en layık şekilde okumayı, anlamayı ve yaşamayı nasib ve müyesser eylesin.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 292
2- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Suresi 43. Âyet-i Kerîme Meâli
3- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Suresi 43. Âyet-i Kerîme Meâli
4- Buhârî, Cenâiz, 42, 43
5- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Sebeb-i vürûd maddesi
6- Kur’ân-ı Kerîm, En’âm Suresi 164. Âyet-i Kerîme Meâli
7- Bkz. Buharî, Sahih, Cenâiz, 33, c. II, s. 81-82; Müslim, Sahih. Cenâiz, 9, c. II, s. 639; Tirmizî, Sünen, Cenâiz, 23, c. II, s. 235; İbn Mâce, Sünen, Cenâiz, 54, c. I, s. 508; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s.47-50; Muhammed b. İsmail, Sübülü’s-Selâm, c. I, s. 204
8- Bkz. Buharî, Sahih, Cenâiz, 32, c. II, s. 81; Müslim, Sahih, Cenâiz, 9. C. II, s. 643; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. VI, s. 79, 281
9- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 371
10- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 49
11- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Farazâ maddesi
12- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Farazî maddesi
13- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 199
14- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 214
15- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 275
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 336-337
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 592
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 617
19- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 571
20- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 416
21- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 124
22- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 260
23- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 683
24- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 49
25- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, 282
26- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 299
27- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat 144
28- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 97
29- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 53
30- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 80
31- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 222
32- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 499
33- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 156
34- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 68
35- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 626
36- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 1, s. 204
37- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 414 [Envar Neşriyat, 2005 baskılardaki Hata-Savab Cedvelinin Zeyli]
38- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 442 [Envar Neşriyat, 2005 baskılardaki Hata-Savab Cedvelinin Zeyli]
39- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca El Yazma Lem’alar, Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hattı, Altınbaşak Neşriyat, s. 183-184
40- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca El Yazma Lem’alar, Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hattı, Altınbaşak Neşriyat, s. 184
41- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 1, s. 86
42- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 608

Üstâd Bediüzzaman’ın Tekfire Bakışı

Günümüz Müslümanları içerisinde, mü’mini mü’mine kırdıranların kullandıkları bir silah da tekfirdir. Tekfir yani “birisine’ kâfir’ deme, kâfirliğine hükmetme.” (1) Öncelikle unutulmaması gerekir ki, Selef-i Salihin yani Sahabe – Tabiin ve Tebe-i Tabiin Radıyallahu Anhum Ecmain’in hiçbirisi bir şahsı kastederek tekfir etmemişlerdir. Günümüzde çıkan bazı franksiyonlar maalesef “Selef”in adını kullanarak tekfire cüret etmektedirler. Küçük bir mesele değil, azim bir cinayete sebebiyet veren bu fiile bir de Sahabe mesleğini takip eden Allâme-i Asır, Asrın Müceddidi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri nazarı ile bakmak gerektiği kanaati hâsıl oldu. Bakalım tekfir konusunda Asrın İmâmı Bediüzzaman ne diyor, diye araştırma yapmaya karar verdim. Konu ile ilgili mektuplarını ve Risale-i Nur’da geçen müteferrik yerleri cem’ etmeyi münasip gördüm.

Öncelikle Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin tekfir konusuna dair müstakil bir mektubu ile başlayalım;

«Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Bir ehemmiyetsiz mes’eleyi size beyan etmek için bir ihtar aldım. Şöyle ki: Gizli düşmanlarımızın telkinatıyla benim aleyhimde hatır ve hayale gelmeyen propaganda yapılmış. Mahkameye ve makam-ı iddiayı şaşırtıyorlar. Meselâ, birisi şudur: Müslüman memurları aleyhime çevirmek desisesiyle derler ‘Said bize dinsiz der’ Hattâ savcının doksan hatasını gösteren cetvelde, otuz altıncı hatayı resmen mahkemeye okudu. Buna karşı bir iki yerde ve mahkemede bir defa kısaca cevap verildiği halde, yine o propaganda kimseyi kandırmadığı ve akim kalmakla beraber devam ediyor. Şimdi buna karşı derim:
Evvelen: Ben fıtratında ziyade şefkat itibariyle, eskiden beri sair âlimlere nisbeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir.
Saniyen: Mezheb-i Hanefîde çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiîde, o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebire denilir. Eğersarih küfürü görse, o vakit hüküm eder. Ben Şafiî iken, yine te’vili mümkün olsa hüküm etmekten çekinirim. Çünkü, tekfir bana çok ağır geliyor.
Salisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri, bu millete, iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarımı bildiğim kökü Avrupa’da bir komite efradına diyorum. Bana zulüm edenlerin çoğunu, masumların hatırı için hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız bazan hiddet ettiğim vakit, ehl-i dalâlet derim. Yâni harekâtında dalâlet ve zulme ve fıska düşer. Yoksa küfre düşer demek değildir.
Rabian: Gayr-i muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, fena sıfatlar için, ‘Böyle yapan münafıktır, veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur’ denilse, hattâ gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur’ân-ı Hakimde böyle mübhem şahıslar hakkındaki şiddetli tabiratı gibi bir tabirolduğu halde, savcı o tabiratı kendine muayyen şahıslara alsa, kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.
Said Nursî» (2)

Burada da görüleceği üzere Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne “tekfir çok ağır geliyor” ve hiçbir mü’mini tekfir edip, küfür yaftası vurmamaktadır. Bir hadîs-i şerîflerinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Herhangi bir kimse, din kardeşine ‘Ey kafir!’ derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (3)

Tekfire yeltenenlerin, kendilerine dayanak gördüğü bir husus ise şudur; ‘Küfür ameli işledikleri için kâfir olurlar. Bu nedenle biz tekfir ediyoruz.’

Bu husus ile ilgili şu açıklama çok yerindedir; “Bazen kelâm küfür görünür fakat sahibi kâfir olamaz.” (4) Aynen böyledir. Bu husus cezbe halinde iken müvazene dahilinde görünmeyen bir kısım şathiyeleri söyleyen kişilere şamildir. Söylediği kelâm zahire bakılırsa küfür görünüyor ama o sözü söyleyen kişi kâfir olmuyor. Buna İslâm tarihinden birçok örnek vermek mümkündür.

Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen bir diğer düstur akla geliyor; “…herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez.” (5) Günümüzde de bunu gözlemlemek mümkündür. Mesela Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir” (6) demektedir. Ama her yalan söyleyen kâfir olmaz. Aynı şekilde İşârâtü’l-İ‘câz eserinde de “Kizb, küfrün esasıdır.” (7) şeklinde ibare geçmektedir. Yalan, küfrün esası olmakla birlikte her yalan söyleyene kâfir diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Aynen bunun gibi de kâfir olan bir kişi dürüst olabilir. Çünkü kâfir olan birisinin “bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez.”

Konuyla ilgili Sünuhat eserinde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle demektedir;
«Meselâ, demiş: “Bu şey küfürdür.” Yâni o sıfat îmândan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile “O zât küfür etti” denilir. Fakat mevsufu ise; mâsume ve îmândan neş’et ettikleri gibi, îmânın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafâ mâlik olduğundan, “O zât kâfirdir.” denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde “şekk” var. Îmânın vücudunda da “yakîn” var. Şekk ise yakînin hükmünü izâle etmez.
Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!» (8)

Demek ki, bir mü’ minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse, yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe kendisine kâfir diyemeyiz. “Sıfatın delâletinde şekk var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor.

Yâni yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kesin olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, ‘Ben mü’minim, Müslümanım’ diyecektir.

Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, katiyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz kesin bilgimizi, şüphe ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
Müslüman bir kimsenin yalan söylemesi konusu ile ilgili bir rivayet şöyledir;
Ebu’d-Derda ile Resulullah (a.s.m) arasında şöyle bir konuşma geçer:
– Ebu’d-Derda: Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?
– Resulullah (a.s.m): Evet, bazen olabilir.
– Ebu’d-Derda: Peki, mü’min zina edebilir mi?
– Resulullah (a.s.m): Ebu’d-Derda hoşlanmazsa da “Evet!”.
– Ebu’d-Derda: Peki, mümin yalan söyler mi?
– Resulullah (a.s.m): “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (9)
Rivayetin son kısmında geçen “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” hadîsi ile “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir” sözü, görüldüğü üzere tam bir mutabakat içindedir.

Bir başka misal verelim;
«Rivayette var ki: “Âhir zamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında هٰذَا كَافِرyazılmış bulunur.”
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ‌
Bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına Frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.» (10)

Bu yeri daha iyi anlamak için şu ifadeler ile birlikte meseleye bakmak gerekiyor;
«Üç mahkemede ondan beraet kazandığımız ve kırk sene evvel bir hadîsin hârika tevilini beyan ederken, cin ve insin şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiçbir cevaz yok.” demesiyle beraber bütün şeyhülislâmlar ve bütün ulema-i İslâm cevazına müsaade etmedikleri halde, avam-ı ehl-i iman onu giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allâmelerin adem-i müsaadeleri ile onlar tehlikede yani ya dinini bırakmak ya isyan etmek vaziyetinde iken, kırk sene evvel Beşinci Şuâ’nın bir fıkrası: “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah Müslüman edecek.” demesiyle avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilalden hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı ve hiçbir kanun münzevilere böyle şeyleri teklif etmediği ve yirmi senede altı hükûmet beni onu giymeye mecbur etmediği ve bütün memurlar dairelerinde ve kadınlar ve çocuklar ve camidekiler ve ekser köylüler onu giymeye mecbur olmadıkları ve şimdi resmen askerin başından kalktığı ve örme ve bere çok vilayetlerde yasak olmadığı halde hem benim hem kardeşlerimin bir sebeb-i ittihamımız gösterilmiş. Acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir maslahat, hiçbir usûl bu pek manasız ittihamı bir suç sayabilir mi?” (11)

Bu iki yeri birlikte ele alınca konu daha iyi anlaşılacaktır. Şapka meselesi ile ilgili cin ve insin şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymaya hiçbir cevaz yok.” diyor. Ama Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, meseleyi farklı bir boyuttan alıyor ve şöyle diyor; “…cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.” Tabirleri dikkatle okuyunca “cebir” yani “zoraki ve kuvvet kullanarak” geldiğinden dolayı ve bunu da “kanun” olarak yürürlüğe sürenlerin bulunduğu dönemde; “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah Müslüman edecek.” demesi çok ehemmiyetlidir. Bu tavrı ile Üstâd Bediüzzaman Hazretleri “avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilalden hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtar”maya vesile olmuştur.

Eğer ki bu şekilde tavır göstermemiş olsa idi hem ehl-i imanın avam yani halk tabakasını, sıradan insanlarını, bilgili olmayan kesimi isyan ve ihtilal çıkarmalarına sebebiyet vermiş olacaktı.

Şapka ve küfür konusu ile ilgili İşârâtü’l-İ‘câz eserinde şöyle bir soru cevap da dikkat çekmektedir;

«Sual: Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalpte o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden ne için küfür hasıl olsun?

Cevap: Gizli olan umûra, şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûya mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden bu gibi emarelere göre hükmedilir.” (12)

Burada geçen “…şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder.” cümlesi üzerinde durmak gerekir. (13)
Şöyle ki;

İslam zahire göre hükmeder. Yani bir kişinin inanç kimliği ancak ifade ve tavırlarından tespit edilebilir. İnsanın iç ve kalp dünyasındaki hedef ve niyet, Allah ile kul arasındadır. Bu sebeple bir insanın zahir ifade ve tavırlarında küfrü gerektiren bir hal varsa, zahiren ve hukuki açıdan bu kişi küfürde kabul edilir.

Belki iç dünyasında ve niyetinde öyle bir hal yoktur. Yani iç dünyasında Müslüman, dış dünyasında küfür içinde olabilir. İç dünyası bize gaybi ve meçhul olmasından dolayı biz onunla mesul olmayız. O, Allah ile kul arasında olan bir durumdur. Günümüzde niyet ve kalp noktasından Müslümanken, zahiri hal ve ifade noktasından küfürde olan çok insan vardır. Bu da cehaletten ileri geliyor.

İlm-i kelam kaynaklarında insanların iman noktasından tasnifleri yapılmıştır. İmanın rüknü ve sıhhati kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Kalp ile tasdik asıl rükün iken, dil ile ikrar tali bir rükündür. Kişi bu rükünlerden sadece kalp ile tasdiki yerine getirse, dil ile ikrarı yerine getirmese, dünyada hükmü kafir, ahiretteki hükmü ise mümindir diyen alimler olmuştur. Bu noktadan bakacak olursak, böyle insanlar hakikatte mümin sayılırlar. Ama hal ve tavırlarına dikkat etmedikleri için, büyük bir harama ve günaha da girmiş olurlar.

Bunun aksini söyleyen Ehl-i sünnet alimleri de vardır. Dil ile ikrar mazeretsiz terk edilir ise, kişi küfre düşer. Mazeret Hazreti Ammar (r.a)’in ölüm tehlikesini ve işkenceyi bertaraf etmek için kalben değil, sadece dilinden hubel demesi gibidir. Hazreti Ammar (r.a)’in bu hali bir özürdür. Kişi özürsüz ve mazeretsiz olarak küfrü gerektiren lafız ve hallere düşerse, imanı gider. İslam alimleri cehaleti mazeret olarak kabul etmiyorlar.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam hukukunda hükümler zahire göre verilir. Yani hukuk delil ve işaretlere göre hareket eder; insanın niyet ve iç yapısına göre hareket etmez. Bir insan hakikat noktasında masum iken, zahiren ve görünüşte deliller ve işaretler aleyhinde bulunsa, bu kişi hukuk açısından suçlu sayılır. Zira hukuk kalbe değil, ele bakar. Yani insanın hakiki haline değil, zahiri haline göre hüküm verir. Zaten insanların hakiki halini Allah’tan başka da kimse bilemez. Bu yüzdendir ki, bazen adil bir mahkemede hakikat noktasında haksız, zahiren haklı hükümler çıkabiliyor.

İllet, bir şeyin hakiki sebebine denir. Yani hakikati haline illet denilir. Zahiri sebepler ise, bir şeyin hakiki illeti olamazlar. Mesela elmanın zahiri sebebi ağaç iken, hakiki sebebi Allah’ın kudretidir. Burada zahiri sebebi illet yerine koymak şirktir. Yani elmayı ağaç yapıyor demek şirk olur. Ama aynı tabir ve hüküm insanların hukuk davasında tersinedir. Yani zahiri sebep hukukta hakiki illet olurken, hakiki illet sebep gibidir. Burada itibar olunan zahiri sebeplerdir. Zira insanlar hakiki illeti göremez, ancak zahiri sebepleri görebilir ve hüküm ve kararını da buna göre verebilir.

Mesela bir insan profesyonel bir şekilde cinayet işleyip, başka birisinin üstüne suçu atacak şekilde plan yapsa. Deliller ve işaretler başka masum birisini gösterse. Zahiri sebepler açısından suçlu masum insan iken, illet, yani hakiki sebep noktasından suçlu, gerçek katil olan adamdır. Katil adamı affedip, masum adamı hapse atmak zahiri deliller açısından normal iken, illet bakımından, yani hakikat noktasında zahiri deliller ile masum bir insanı hapse atıp, katili serbest bırakmak da zulümdür. Yalnız hakim hakiki illete muttali olamadığı için, ona bir günah yazılmaz. Şu var ki, hakim, olması gereken tetkik ve tahkiki yapmak zorundadır; aksi taktirde mesul olur.

İşte bunun gibi, bir kişinin Müslüman ve mümin olduğunu ancak zahiri halinden anlarız, niyet ve kalbi bize meçhuldür. Kalben mümin olan birisi zahiren kafir görünse, biz ona kafir deriz. Zahiren mümin ama kalben kafir olsa, biz ona mümin demek zorundayız. Biz hükmü, illete göre değil, zahiri sebebe göre veririz. İllete, yani hakiki hale göre hüküm vermek, sadece kalpleri bilen Allah’a mahsustur.
“…Binaenaleyh itmam-ı rükûa mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir…” cümlesine göre insanların kalbine bakmaksızın giyim kuşamlarına göre kâfir gibi nitelemek İslâmiyet’e münafi değil midir? Ve “Ameller niyetlere göredir.” hadîs-i şerîfi ile çelişkili değil midir? şeklinde bir soru akla gelirse şu cevabı veririz; (14)

İslam inancında hayati bir tehlike söz konusu değilse, kalpteki imanın ifade edilmesi ve gösterilmesi farz kılınmıştır. İnanç açısından insanlar ancak bu cihetle birbirlerini tanıyabilirler. Ve hukuk sistemi de buna göre işler. Yoksa kimse kimsenin kalbindeki inancı görüp bilemezdi ve kim Müslüman kim değil belli olmazdı.

Bu belirsizliğin giderilebilmesi ancak semboller ile mümkündür. Semboller içteki görünmeyen alemin dışa aktarılması ve gösterilmesi ve manaların lafız şeklinde belirmesidir. Semboller insanlar arasında iletişimi sağlayan temel unsurlardır. Semboller olmadan hayat felç olur.

Her inanç gurubu kendi değerlerini kendi kimliğini kendi hüviyetini oluştururlar ve bunu da semboller üzerinden ifade ederler. Bu yüzden semboller temsil ettiği inançlar kadar gerçek ve önemlidirler.

Mesela sarık, takke, ezan, tesettür, Cuma, sakal vesaire Müslümanların inanç sembolleri iken zünnar, haç, vaftiz, kilise, çan gibi semboller de Hristiyanların sembolüdür. Zünnar, “Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette küfür alâmeti sayılmıştır.)” (15)

Etek, bluz, kadınların simgesel giysileridir; pantolon, ceket ise erkeklerin simgesel giysileridir. Kadının erkek erkeğin de kadın gibi giyinmesi sembolik ve simgesel açıdan ters bir durumdur ve toplum bunu kabul etmez.

Papazın sarık cübbe giymesi nasıl Hristiyan inancına aykırı ise, bir Müslümanın da papaz gibi giyinmesi İslam inancına aykırı bir durum olur. Bir Müslümanın “Benim kalbim temiz” deyip İslam inancından farklı bir sembole bürünmesi İslam’a aykırıdır.

Nötr ve insani simgeler ise, her inanç gurubunda normal kabul edilir. Ve her insanın bu simgeleri kullanması helal ve caiz olan bir durumdur. Mesela inanç simgesi içermeyen pantolon, ceket, gömlek, ayakkabı gibi şeyleri kullanmak ve tüketmek normaldir ve onları kullanmakta herhangi bir sorun yoktur.

Yunan bayrağını, ‘İ’lâ-yı Kelimetullahın bayrağı olan (Hilal yıldız Bayrağı)’nı (16) indirerek Ankara’nın göbeğinde göndere çeksek simgesel açıdan bu bir egemenlik sorunudur. Demek simge ve semboller en az can, namus ve vatan kadar önemlidir. Bu nedenledir ki sarık konusunda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Bu sarık bu başla beraber çıkar!” (17) demiştir.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bir “iddia” ve o iddiaya verdiği “cevab” tam da konumuza bakmaktadır. Şöyle ki;
«İddiacı demiş: Said’in gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık namını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i iman hakkındaki ifsadatına karşı Kur’an’ın hakikatları ile mukabele ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.

C: İddiacının bu ittihamı, hem kaç vecihle hata ve yalan hem bîçare ve aldanmış ve vazife itibariyle Said’i hapis veya tazib etmiş bir kısım müslüman ve ehl-i iman memurlara, o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir ve ittihamdır ki, Said mükerrer demiş: O vazifeperver müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni i’damla mahkûm etseler, hakkımı onlara helâl ederim deyip, mümkün olduğu kadar musalahakârane onların vazifelerine dokunacak harekâttan çekinen bir münzevi ve garib adam hakkında bu ittiham büyük bir günah ve bir iftiradır. Halbuki Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zan ile hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir.» (18)

Burada geçen şu cümle mühimdir; “Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez.” Bu cümleyi Mektubat’ta geçen şu cümle ile birlikte anlamak yerinde olacaktır; “Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.” (19)

Hiçbir cihetle içinde lezzet olmayan, elem içinde elem, zulmet içinde zulmet, azap içinde azap olan imansızlık ile insanları damgalayıp, yaftalayanların kulakları çınlasın!

Tekfir meselesi ile ilgili siyasî tarfgirlerden de şu örneği vermektedir Üstâd Bediüzzaman Hazretleri;
«Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌
dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.» (20)

“Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti.” cümlesinden de anlaşılacağı üzere siyasî tarfgirliğin bu derece vahim neticeleri vardır. Dindar olan bir âlim, kendi siyasî fikrinde olmayan sâlih bir âlimi, küfre girmiş ve imansız olmuşçasına zayıf göstermeye çalışıyor. Allah bu hallerden muhafaza eylesin. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, bir başka eserinde ise aynı mânâyı ifade ederken; “….mübarek bir âlim takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimi onun fikrine muhalif olmasından tekfir derecesinde tahkir edip kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti.” (21) demektedir.

Bir diğer konu; Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zâtlardan iki ismi misal vererek mukayese yapmaktadır.

«Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var, zahirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum.

Mesela, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi İtizal’de en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.» (22)

Keşşaf Tefsîri’nin sahibi “Zemahşerî”nin eserleri, ehl-i sünnet medreselerde yüzyıllar boyu ders kitabı olup, okunagelmiştir. Zemahşerî için Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor; “…muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar.” Buradan aynı zamanda “muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet”in ehl-i bid’a bir mezhep olan Mu’tezile’nin “en mutaassıp” bir savunucusunu bile tekfir etmediğini görmek mümkündür.

Tekfir etmenin şer’î hükmü ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu ifadeler geçmektedir;
« Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.» (23)

Burada geçen ilk cümlede; “…zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var.” denilmektedir. Hiçbir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfte ‘insanları zemmedin, tekfir edin’ diye bir şer’î, dini emir yoktur. Fakat insanları zemmetmek ve tekfir etmekte ise şer’î hüküm vardır. Bunu da yine Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde ifade etmektedir; “Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok.” Zem yani “kötülemek, yermek, ayıplamak”ta (24) ve insanların küfrüne hükmedip, onlara kâfir demek olan “tekfir”de, eğer o haksız olsa büyük bir zararı vardır. Eğer o kişi zemmedilmeyi ve tekfir edilmeyi hak eden birisi ise, bizim onu zemmetmemiz ve tekfir etmemizde hiç hayır ve sevap yoktur. Hükm-ü şer’îden kasıt hadîs-i şerîfte buyurulan; “Herhangi bir kimse, din kardeşine ‘Ey kafir!’ derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (25) hükmüdür. Bu ve benzeri hadîs-i şerîfler, mü’minleri tekfir etmeme noktasına parmak basmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, son olarak da konuyu şu şekilde bağlıyor; “Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.” Tekfir ve zemm edilmeyi hak eden kişiler hadsizdir. Fakat insanları kötülemek, yermek, ayıplamak ve kâfir damgası ile yaftalayıp tekfir etmekte şer’î bir hüküm olmadığı gibi zarar da yoktur.

Maide Sûresi 44. Âyet-i Kerîmede geçen
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ
Yani “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (26) âyeti ile ilgili Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde bir değerlendirme yapmaktadır;

«Maatteessüf sû-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab’dan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak’i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esasîyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi,
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ
ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki:
مَنْ لَمْ يَحْكُمْ
bimana
مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ
dır.» (27)

Bu yeri “Allah’ın Hükmü İle Hükmetmeyenler” isimli yazımızda geniş bir şekilde ala aldık. Dileyenler o yazımıza müracaat edebilirler.

Genel olarak Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin burada söylediği şudur; ‘Her kim hükmetmezse’, ‘Her kim tasdik etmezse’ mânâsındadır.

Tekfir edenlerin en çok suistimal ettiği âyetlerden birisi de bu âyet-i kerîmedir.

Sonuç olarak; Hayatını İslâmiyet Davası ve İman – Kur’ân Hizmeti üzere geçiren Üstâd Bediüzzaman Hazretleri kesinlikle tekfire karşıdır. Ve bunu bizzat Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerden ders almıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin de dediği gibi; “Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!” (28)

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1016, tekfir maddesi
2 – Son Şahitler, c. 2, Mehmet Kayıhan Hatıralarından
3 – Müslim, 1/319
4 – Lem’alar, s. 331
5 – Münâzarât, s. 32
6 – Sözler, s. 790
7 – İşârâtü’l-İ‘câz, s. 99
8 – Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 15
9 – Kenzu’l-Ummal, Hadîs No: 8994
10 – Şualar, s. 476
11 – Şualar, s. 383-384
12 – İşârâtü’l-İ‘câz, s. 72
13 – Bu cümlenin izahına dair alıntılar şu linkten alınmıştır : https://sorularlarisale.com/seriat-emarelere-gore-hukmeder-hatta-illet-olmayan-esbab-i-zahiriyeyi-illet-yerine-kabul-eder-bu-cumleyi-aciklar-misiniz
14 – Verilen cevap bir kısmı düzenlenerek şu linkten alınmıştır : https://sorularlarisale.com/seriat-emarelere-gore-hukmeder-hatta-illet-olmayan-esbab-i-zahiriyeyi-illet-yerine-kabul-eder-bu-cumleyi-aciklar-misiniz
15 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1112, zünnar maddesi
16 – Bkz. Âsâr-ı Bedîiyye, s. 699
17 – Emirdağ Lâhikası 2, s. 19
18 – Şualar, s. 422-423 [2005 baskı Envar Neşriyat, Hata Savab Cedveli]
19 – Mektubat, s. 70
20 – Mektubat, s. 299
21 – Tarihçe-i Hayat, s. 515
22 – Mektubat, s. 515
23 – Emirdağ Lâhikası 1, s. 205
24 – Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s. 1101, zemm maddesi
25 – Müslim, 1/319
26 – Kur’ân-ı Kerîm, Diyanet İşleri Meâli – Yeni, Mâide Sûresi, 44. Âyet-i Kerîme Meâli
27 – Münâzarât, s. 78
28 – Münâzarât, s. 78

Bediüzzaman Hazretlerinin Mümtaz Talebelerinden Ceylan Çalışkan Ağabey

 
Ceylan Çalışkan Ağabeyi  
vefatının sene-i devriyesinde rahmetle anıyoruz.  (22 Ağustos 1963)                  
 Bediüzzaman’ın zeki, seçilmiş ve hatırlı talebesi:     
Zekası, kabiliyeti ve nüktedanlığı ile çevresinde hemen fark edilen bu genç, daha 14 yaşında iken Üstad’ın hizmetine girerek önce îman dersini alır.
Bediüzzaman, hükümet tarafından mecburi ikamete tabi tutulduğu Emirdağ’a 1944 yılında geldiğinde: “Burada Ceylan isminde bir çocuk var mı? O bana hizmet edecek” diye sorar. 
Çalışkanlar hanedanından Mehmet Çalışkan bir gün oğlu ile beraber ziyaretine gittiğinde, Üstad, “Oğlun mu?” der. 
O da: “Evet, fırsat düşmüşken çocuğun mektep işini bir görüşeyim dedim. Efendim, çocuk çalışkan ve zeki. Onu yüksek mekteplere vermek istiyorum, ne buyurursunuz?” 
diye sorar. 
“İyi! Zeki ve çalışkan olduğu için evvelâ benden îman dersi alsın, sonra yüksek mekteplere devam etsin” der.

 

Bediüzzaman’ın, en ızdıraplı, en çileli, en işkenceli yıllarını geçireceği bu kasabada lütf-u İlahi, Üstad’a bir yoldaş, bir hizmetkar, emre hazır bir nefer, bir nedim olarak küçük Ceylan ile onların ailesi Çalışkanlar hanedanını karşısına çıkarır.
Üstad’ın ifadesiyle; “yaşı küçük, ama on kişinin işini yapabilecek bir kabiliyete sahip” küçük Ceylan kısacık ömründe uzun yıllara sığacak ve hatırlanacak hizmetlerde bulunur.
“Hükümet yetkilileriyle Üstad adına görüşmek, gelen mektupların okunarak, cevaplandırılması, gerektiğinde çoğaltılıp, postalanması, yazılmış eserlerin dağıtılması, gelen misafirlerin münasip bir şekilde karşılanması Üstad’la görüştürülmesi ve uğurlanması, hatta günlük ihtiyaçların temininden kırlarda gezdirilmesine kadar, yani o gün Emirdağ hayatında Üstad’ın santral vazifesini gören bir insan, bir eleman.”
Hiç durmadı…
27 Mayıs İhtilali sonrasında yapılan polis baskınlarıyla nur talebeleri tutuklanıyor, matbaalar basılıyor, kitaplara el konuluyor. 
Bütün bu baskı ve tazyiklerden bunalan bazı ağabey ve kardeşler; “Bu devir geçene kadar neşriyata ara verme” düşüncesiyle, Ceylan Ağabey’e; “Ne dersiniz, neşriyata biraz ara versek mi?” diye sorarlar.
Ceylan Ağabey, hiç tereddütsüz şöyle cevap verir:
“Kardeşim, durursak, ne zaman başlayacağımızı bilemeyiz!”
Elim kaza ve şehit olması
22 Ağustos 1963 Perşembe günü bir müşterisinden aldığı senetlerin tahsilâtı için Küçükçekmece taraflarına giderken yolda bindiği minibüsün başka bir araçla çarpışması ve başından aldığı ağır darbe sonucu beyin kanamasından vefat eder.
Vefatından sonra Ceylan Çalışkan’ın cüzdanından küçük bir not kağıdı çıkar. 
O güne kadar kimsenin bilmediği 
bu notta Üstad’ın 
el yazısıyla şu ifade yazılıdır:
“Ceylan benim vekilimdir. Nur’a ait işleri benim hesabıma yapar. / Said Nursi.”

 

“Kralların hatırını kırarım, Ceylan’ımın hatırını kıramam” diyen muhterem Üstadının; 
“Ceylan senin hayatın uhrevidir, dünyevi olsa pek kısadır!” 
Yine bir başka vesileyle “Ceylan! Senin hayatın Nurlar’a aittir. Seni dünyaya vermeyeceğim. Eğer sen dünyaya dönersen, senin hayatın pek kısa olacaktır!” 
sözünü 33 yaşında vefatıyla doğrulamış olur.

Kaza, felaket ve faciaların haberi
Sıra dışı bir hayat yaşayan ve sıra dışı meziyetlere sahip olmasına rağmen, onu tanıma bahtiyarlığa erenlerin ifadesiyle; “Üstad’a mensup olmanın ve ona hizmet etmiş olmanın imtiyazı yoktu ve bunu hiç hissettirmiyordu. Sıradan biri gibi davranıyordu.”
Mübarek ve Muazzez ruhu için; el- FATİHA

Âhirzaman Kardeşlerime!

Ey Din-i Mübin’e Candan Bağlı Kardeşler!

Gönlümüzde sızlar ümmet acısı,
Ne azalır ne de biter ağrısı.
Yazı güzü, kışı baharı mı kaldı,
Gönlümüz Hakk’ta, gözümüz yolda kaldı.

Âhirzaman dediler de dediler.
Bu günü yarına ertelediler.
Halbuki Rabbimiz her an görüyor.
Kulluk edene bol bol veriyor.

Acz içinde kalbi çıksın niyazım.
Dostları ısıtsın varsa ayazım.
Gözlerde aksın yaş, kalplerde hüzün.
Ümmetin derdiyle sararsın yüzün.

Tuluattır kardeş, nasıl geldiyse,
Hakkı söylemeye kim yol bulduysa,
Baş göz üstüne geldi sayarız,
Hem dünya hem ahiret kardeş sayarız.

Her tarafı sarsa da türlü illet.
Mü’min kardeşime gelmesin zillet.
Hiç bitmesin çilem, bitmesin acım.
Ar eyler mekanı örtünen bacım.

Erkek kardeşim sâniyen sen de,
Âhir demden aldın nasip sen de,
Günah, nisyan, masiva sende,
İzhar et hayanı her zaman sen de!

Unutma İslâm’ın nurdan genci.
Her duruşunda olmalı vakar.
Sabırla iç içe göster direnci.
Ehl-i aşk olan elbette yakar.

Yolumuz Nebiler, Resûller yolu.
Hakka can veren şehitler yolu.
Bu dava ebedî ermişler yolu.
Durma bu yolda ilerle kardeş.

Hanım isen sen de ol; Aişe, Asiye, Fatma.
Erkek ise ne bekler ki; Ali, Osman ve Talha.
Bu yolda cefasız kimse var sanma!
Bu yol hak uğruna gidenlerindir.

Kur’ân oku, konuş Rabbin ile.
Namaz ile görüş Rabbin ile.
Zikir ile buluş Rabbin ile.
Hak uğruna ne yapalım kardeşim?

Sünnete ittiba Hak Resûl yolu.
Kitaba temessük Hak Resûl yolu.
İmana hizmettir Hak Resûl yolu.
Bu yol Nebiler, Resûller yolu.

Nurları oku ki, feyizler gelsin.
Nurları anla ki, sirayet etsin.
Nurları yaşa ki, kendine gelesin.
Okuyunca Nurları, Üstâd’ı gördüm.

Tesbihat, cevşen, evrad u ezkar.
Hakikat yolunda var mı yağmur, kar?
Bize yol gösteren Hak Resûl var ya!
O Resûl’e can feda etmeye geldik.

İstiğfar ile gir tevbeye,
Salavat ile rabtol Nebiye,
Allah zikri, Kelime-i Tevhid ile,
Hak uğrunda ferah bulmaya geldik.

Dışımız halk ile içimiz Hak,
Uğruna gittiğimiz yoldur hak,
Bu dava var iken aranır mı hak?
Hakkı hakikati görmüyor musun?

Allah’a abd ol ki, hür olasın,
Resûl’e ümmet ol ki, necat bulasın,
Kur’ân’a tabi ol, halas olasın,
Kurtuluş İslâm’da, unutma kardeş!

İlmin var ise, Bel’am’ı düşün.
Makamın var ise, Nemrut’u düşün.
Mevkin var ise, Fir’avun’u düşün.
Malını yiyebildi mi ki Karun?

Ya Bilal olasın, ‘Ya Hakk’ diyesin.
Ya Sümeyye olup, Hak uğruna gidesin,
Ya uğruna can ve mal veresin,
Hakkı unutup, gafil olma kardeş!

Ya Ebu Bekir olup İslâm’a güç katarsın,
Yahut Ebu Cehil olup nâra ateş atarsın.
Ya Ömer olup hakkı haykırırsın,
Ya Ebu Leheb gibi hakka sağır kalırsın.

Ya Osman ol edebi göster,
Ya Ali ol ilimi göster,
Ya hak, hakikat yolunu göster,
Yahut da burada bekleme kardeş!

Değil miydi Nida-i Nebi;
Ya hayır söyle yahut susmalı.
Şer yolu olur ise diller susmalı.
Hakkı hakikati söyle be kardeş!

Ya Rab!
El açtık kapına geldik,
Dünyayı gördük ukbaya geldik,
Şerri gördük hayra geldik,
Seni bulduk sana geldik.

Affeyle, mağfiret eyle Ya Rab!
Bulduk Ya Rab hakikat bu tarafın yolundan,
Ayırma bizi kendi yolundan.

Abdulkadir Çelebioğlu