Etiket arşivi: bediüzzaman

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” cümlesini detaylıca izah eder misiniz?

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” (1) ifadelerinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyetin yani ırkçılığın tarifini yapmaktadır. Bu yerin geçtiği yerin başındaki Hucurat Sûresi 13. âyet-i kerîmeye, Müellif Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde mânâ vermiştir; “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir!” (2) şeklinde meâl vermiştir. Bu âyet-i kerîme, ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir.

Irkçılık konusu ile ilgili Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri ile başlayalım.
“Bir kimsenin cahiliye âdetince, kavim ve kabilesine intisap ederek (onlardan yardım talep ettiğini) ve onlarla şereflendiğini duyacak olursanız ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır!’ deyiniz. Ve bunu açık açık söyleyiniz. Îmâ ve kinayede de bulunmayın.” (3)
Bu hadîs-i şerîfe dikkat edince Rahmet Peygamberi olan Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in başka konularda bu şekil şiddetli ifadeler kullanmadığı halde, ırkçılık konusunda bu şekil ifadeler kullanması konunun ehemmiyetiniz işaret eder.

Bir başka hadîs-i şerîflerinde ise Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Sizler Hz. Adem’in (as) oğullarısınız. Adem ise topraktandır. Bir kısım insanlar var ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler ya Allah nezdinde pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz olurlar.” (4)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz burada ırkçılık yapanların bundan vazgeçmemesi sonucu “pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz ol”acağını ifade buyurmuşlardır.

Hoca-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, ırkçılığı şöyle tarif etmektedir:
Sahabeler sordular ki; “Asabiyet (yani ırkçılık) nedir?” Efendimiz (asm) da şöyle buyurdu; “Asabiyet, zulümde kavmine yardım etmendir.” (5)
Bu hadîsler ve benzeri hadîsler çoktur.

Bu hadîslerden sonra Bediüzzaman Hazretleri’nin “Frenk illeti” olarak nitelendirdiği “ırkçılık hastalığı” ile ilgili Nur Külliyatı’ndan bir ibretlik hadiseyi nakledelim;
«Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti –Allah rahmet etsin– o talebem, ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü’l-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.» (6)
Bu ifadelerde bir kavim övülmüyor. Hak ve hakîkat bir anı ile göze görünür hale geliyor. Orada geçen “Türk” kelimesi yerine “Arab”, “Kürd”, “Fars”, “İngiliz”, “Alman”, “Rus” ve saire diğer milletleri de yerine koyabiliriz.

Konumuz ile ilgili önce müsbet milliyetçi olan bazı yazarlardan daha sonra da menfî milliyetçi olan bazı ırkçıların kitaplarından alıntılar ile örnekler vermeye çalışacağız;

Öncelikle muhafazakar milliyetçi bir çizgide olan Osman Yüksel Serdengeçti ile başlayalım.
“Biz Tanrı Dağı kadar Türk,
Hira Dağı kadar Müslümanız!..” (7) der Serdengeçti. Ve bu söze bir de dipnot düşer; “Bu cümleyi ilk defa ben kullandım.” (8)
Serdengeçti’nin milliyetçiliği kendi tarifiyle şöyledir; “Hakka tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir.” (9) Ve milliyetçilikten anladığı mânânın; “hususi vagon, bol harcırah, yüksek makam milliyetçiliği” olmadığını da belirtir. (10)

Serdengeçti bir “kültür milliyetçisidir” diyebiliriz. Ona göre “Anadolu’da doğan herkes”, “her etnik unsur”, üst kimlik olan “Türk”e bağlıdır. Ve bu nedenle, ırkçı ve saf ırk nazariyesine karşıdır.

Serdengeçti aynı zamanda Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Nihal Atsız ile de dava arkadaşı olup, Atsız’ın saf ırk nazariyesi ile dinsizlik yönüne karşıdır. Necip Fazıl ile Ulucanlar Cezaevi’nde hapis yatmıştır. Kimlerin yolunda olduğunu şu şekilde ifade eder; «Biz “Beşikten mezara kadar ilim”, “Bana bir kelime öğretenin ben bin yıl kölesi olurum” diyenlerin yolundayız.» (11) Buradaki 1. cümle ile Hz. Peygamber’e (asm), 2. cümle ile de Hz. Ali’ye (kv) işaret etmektedir. Yani bu sözleri ile biz Allah Resulü (asm) ve Hz. Ali’nin (kv) yolundayız demek istiyor.

Kendi milliyetçiliğinde ırkçılık olmadığını defaatle kendisi de söylemiştir.
Ve Serdengeçti gençliğe büyük bir sorumluluk yükler ve şöyle der; “Yarının Türkiyesi, Türk kadınlarının yetiştirdiği namuslu, fedakâr vatan çocuklarının omuzlarında yükselecektir.” (12)
İslâm ile Türk’ü “mezcolmuş” Yani birleşmiş bir bütün olarak görür, Serdengeçti. “…Mehmetçiğin ruhu, Anadolu’da bin yıllık mazisi olan Müslüman Türk’ün ruhudur…” (13) der.

Kendisini şöyle tanımlar; “Bana gelince: Heyecanlı, samimî Müslüman bir Türk, bir Anadolu çocuğuyum.” (14)

Serdengeçti ve benzeri milliyetçi fikir adamları, Türklüğe aşırı bağlılıkları nedeniyle bazen ifrata yani aşırıya kaçmaktadırlar. Buna örnek olarak Serdengeçti’nin şiirinde geçen şu ifadeleri örnek verebiliriz;
“Şol Asya’nın ırmakları,
Akar Türklük deyu deyu…” (15)
Bu satırlar konumuza güzel bir örnektir. Derviş Yunus’a ait bir şiire nazire yani benzer bir şiir yazmak istemiştir Merhum Serdengeçti.

Serdengeçti; aynı zamanda ismi ile müsemma birisiydi. İsminin hakkını veriyordu.
Osman Yüksel, eskiden beri Hristiyanların ve Haçlıların gözünde “mücahit ve kahraman” olan “Türk” milletinden hep sitayişle, yani medih ve övgüyle bahseder. Kâfir olan düşmanlarımız hakkında bazen ğaliz, yani ağır ve küfürlü ifadeleri kullanmaktan çekinmez. Meselâ;
“Dedelerimden kalan intikam var kanımda,
Geçmişini s……. Bulgarın, Moskofun da…” (16) diye devam eden bir şiiri vardır. Bunları burada söylememizin amacı, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet”teki yani milliyetçilik fikrindeki “gafletkârane bir lezzet var” demesinin maksadını anlamak ve kavramak içindir.

Şimdi 1940 yılında Serdengeçti’nin Akseki’de yazmış olduğu şiirinden bir kısmını nazara verelim. Şöyle ki;
“Dehalar şimşeklenir
Cebrailler beklenir
Peygamberler saklanır
Issız dağ başlarında
Issız dağ başlarında” (17)
Burada da İslâmî motifleri görmekteyiz. Buradan anlaşılacağı üzere Serdengeçti’nin milliyetçilik görüşü, bazı noktalarda uç taraflara kaysa da genel olarak “müsbet bir milliyetçilik”tir.

Şimdi diğer bir yazar, şair, mütefekkirimiz olan ve bazı noktalarda milliyetçi tabirleri kullanmış olan Necip Fazıl Kısakürek’e gelelim. Bunlardan birisi şudur;
“İyice bilmek lâzımdır ki; eğer gaye Türklükse, Türk Müslüman oldukça Türk’tür.” (18)
Daha sonra bu tabirlerini biraz daha değiştirerek der ki;
«Tekrar ediyorum ve yavaş yavaş söylüyorum:
“-Eğer gaye Türklükse, mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”» (19)

Peki Necip Fazıl’a göre milliyetçilik nedir? İşte cevabı;
«Şimdi milliyetçilik…
İslâm’da milliyetçilik, kovulan, terkedilen bir müessise değildir. “Kişi kavmini sevmekle levmolunamaz” yani ayıplanamaz. Kişi kavmini sevmekle ayıplanamaz; sevebilir, demin de dokunmuştum. Fakat burada kavim, metbu değil tâbidir. Yani bağlıdır. Ruha bağlıdır, ana davaya bağlıdır. Onun içinde kavim sevgisi mübarek bir sevgidir. Ve onun ekolü, mübarek bir ekoldür.” (20)

Necip Fazıl kendi “milliyetçilik” anlayışını şöyle dile getirir;
“…bizim milliyetçiliğimizde gaye İslâmiyet’in her çizgisini en iyi aksettiren, böyle kuyumcu aletiyle kesen biçen, o pırıltıyı en nefis veren saf bir kavim olmak ve o duyguların mizacında toplanmış bir milliyetçilik fikrine bağlanmaktan ibarettir.” (21)

Yine Necip Fazıl şöyle diyor;
“Milliyet kelimesi de haber veriyorum, Arapçadır ve ‘küfür tek bir millettir…’ Nasıl iman aslıysa, bir millet-i vahideyse, küfür de bir millet-i vahidedir. İşte ölçü…
Bunu Ziya Gökalp de kabul eder. Türkçülük isimli kitabının ellinci ve elli birinci sayfalarında der ki: ‘-Bizim milliyet kelimesini kullanmaya hakkımız yoktur. Kelime İslâmîdir. Ama biz bunu (nasyon) mukabili kullanıyoruz.’ ” (22)

Bir de Necip Fazıl “menfî milliyetçilik” olan “ırkçılık” konusunda da şöyle der;
“Ve milliyetçilik… Biri eski Roma nizam ve karakterinde (Faşizm), öbürü üstün ve hâkim ırk gayesi etrafında (Nasyonal Sosyalizm)…” (23)

Bu cümle tam da Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “zevk-i nefsanî”, “gafletkârane bir lezzet” ve “şeametli bir kuvvet” olduğunu belirttiği menfî milliyetçilik tanımı ile bire bir örtüşüyor.
Ve Necip Fazıl, “Din ve İslâm düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti…” (24)

Bir diğer mufafazakâr-milliyetçi olan Seyyid Ahmed Arvasî ile devam edelim.
İzahlarımıza “Sohbetler” isimli eserindeki “Irkçılık Meselesi” adlı yazı ile başlayabiliriz.
“Bulanık suda balık avlamak isteyen bazı kimseler, kavram kargaşalığından istifade ederek zihinleri allak bullak etmek isterler…” (25) diye söze başlar, Arvasî.
“Bunlardan biri de ‘ırkçılık ve milliyetçilik’ kavramlarının kasten birbiri ile karıştırılması hikayesidir…” (26) diye de devam eder. Ve o hikayeyi şöyle anlatır;
“Geçenlerde, biri böyle bir yazı mı okumuş, beyanat mı dinlemiş bilmem? Türk milletinin ümidi olan mukaddes bir davaya ve onu temsil eden milliyetçi ve ülkücü gençliğine, kendi dar ve cahil idraki içinde ‘ırkçılık’ yakıştırmaya kalkışıyordu. Yolda konuşa konuşa evlerimize geliyorduk. Kendisini aydınlatmak için şöyle konuştum:
‘Renk ırkçılığının ve kafatasçılığının ve üstün ırk anlayışının Türk milliyetçiliği ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu akımlar, Avrupa’da sosyolojik olaylara biyologların ve biyolojistlerin gözü ile bakmaktan doğmuştur. Bu hatalı bakış tarzı, 19. yüzyılda Darwin’in biyolojiye getirdiği kavramların sosyolojiye uygulanmasından güç almıştır. Yukarıda sözünü etmiş olduğumuz akımlar, Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da ilim ve politika alanında taraftarlar ve savunucular bulmuştur.
Bu akımların Türk milletine ve dolayısıyla Türk milliyetçilerine yabancılığı açıktır…’ ” (27)

Ahmed Arvasî “Türk-İslâm Sentezcisi” değil, “Türk-İslâm Ülkücüsü” olarak kendini tanımlamaktadır.
Konuyla ilgili Merhum Muhsin Yazıcıoğlu şöyle demiştir;
“Türklük ve İslâmiyet birbirinin tezleri değil ki, buradan bir sentez çıkaralım. Bu itibarla, ‘Türk-İslâm Sentezi’ değil, ‘Türk-İslâm Ülküsü’…” (28)

Türk-İslâm ülküsü endeksli yayın yapan bir dergide şu ifadeler geçmektedir; “Türk-İslâm Ülküsünü basit bir motta olmaktan çıkarıp, fikri çerçevesini en net haliyle çizen ve yaşayan isim; Seyyid Ahmed Arvasî Hoca’mızdır. Şehid Liderimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun deyimiyle; O, davamızın kitabını yazan adamdır.” (29) Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Seyyid Ahmed Arvasî için “davamızın kitabını yazan adamdır” demesi ile Arvasî’nin yazdığı 3 ciltlik “Türk-İslâm Ülküsü” serisine telmih vardır.

Yine aynı derginin aynı sayısında şu ifadeler geçmektedir;
“Türk milliyetçiliğini Şamanizmle eşdeğer gören, İslâm’da milliyetçiliğin olmadığını iddia eden ham softa ve kaba yobazlar olmuştur.” (30)

Seyyid Ahmed Arvasî’yi konu alan mezkur derginin sayısında Ahmed Arvasî için şu tabirler geçmektedir;
“Arvasî Hoca, İslâmiyet’in ırk gerçeğini inkar etmediğini ancak bu gerçeğin istismarına da şiddetle karşı çıktığını belirtir. Allah yanında en şerefli olan insanlar, kavimler ve ırklar; takvada yani en samimi manada Allah ve Resul’üne hizmet etmede ileri olanlardır.” (31)

Seyyid Ahmed Arvasî’nin bir yönüne daha aynı dergide bir yazıda şöyle değinilir;
“Merhum Seyyid Ahmed Arvasî Hoca, tasavvufi yönüyle Horasan Mektebi’nden etkilenmiştir. Eserlerinde bariz bir şekilde görmek mümkündür.” (32)

Kendisi aslen Seyyid yani Arap olduğu halde, Türkleri İslâmiyet’e hizmetlerinden dolayı sever ve şöyle der Ahmed Arvasî; “Eshab-ı Kiram’dan sonra cihad bakımından İslâmiyet’e en çok hizmet edenler Türklerdir.” (33)

Bu ifadeleri ışığında bakılırsa Seyyid Ahmed Arvasî, “müsbet milliyetçi” birisidir.
Kendisini de şu şekilde tarif eder Arvasî;
“Ben, İslâm iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesud görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür.” (34)
Sözlerini şu şekilde tamamlar Ahmed Arvasî;
“Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimai ırk gerçeğini inkar ve ihmal etmemelidir.” (35)

Arvasî Hoca’nın milliyetçilik görüşüne bir de kendi sözleri çerçevesinde bakalım;
“Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur.” (36)
“Türk milliyetçiliği İslâm, iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen ve Türk’ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir.” (37)
Bu gibi cümleleri ele alındığı zaman Seyyid Ahmed Arvasî’nin, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin söylediği “Müsbet Milliyetçilik” tanımına en yakın çizgide olduğu söylenilebilir. Nitekim bu sözlerinde “ırkçılık, kavmiyetçilik, kafatasçılık”tan ziyade “İslâmilik, imanilik, ahlakilik” vardır.

Şiirlerinde de “İslâmi Dava” vurgusu bulunur. Mesela;
“Bu dava özüdür İslâmiyet’in,
Bu dava güneşi mazlum milletin,
Bu dava her şeyden her şeyden çetin,
Bu yolda dert zulüm, gurbet bizimdir…” (38)

Şimdi de şiirlerinde İslâmi motif, vatan sevgisi ve Türklük ile ilgili yerlere geçelim;
“Maddeye tapmayız, ezelden geldik.
Her şeyi kuşatan ebed bizimdir.
Çirkini sevmeyiz, güzelden geldik,
Arkadaş, son zafer elbet bizimdir.” (39)
“O günler, ne günlerdi; o devir, ne devirdi,
Bu dünya küçücüktü, kır atla gezilirdi.
Türklüğün şahlandı imanı denilince,
Kan dalgalarında ürperme sezilirdi.” (40)
“Ben, serhad boylarında Türk’ün uysal evladı.
Lakin yurduma düşman alçakların celladı…
Ben serhad çocuğuyum, vazifem nöbet benim.
Tarihi tarih eden Türk’teki heybet benim.
Ey benim güzel şehrim, ey benim öztürk Van’ım,
Ecdadımın uğrunda olduğu Anadolu!” (41)
1982’de yazdığı bir şiirinde de şöyle demektedir;
“Dünya durdukça bu ruh Türk ve İslâm kalacak.
Diğerleri ya olsun veya olmasın derken.” (42)
Şiirinde geçen bu mısralarda da yine “Türk” ve “İslâm”ı bir ele almıştır.
Bu misaller konumuza yeterlidir.

Şimdi de Arvasî Hoca’nın pek de bilinmeyen ama çarpıcı bir yanına gelelim. O konu da “Türk’ten ayrı” bir “Kürt milletinin” olmadığı konusudur. Dediklerini bir araya toplar isek “Dağda medeniyetten uzak yerlerde yaşayan” ve aslında “Türkmen” olan kişilere “Kürt” denilmiştir. Bunları okurken bir anda şaşırmış olabiliriz. Şimdi de kaynakları ile beraber bu konuyu inceleyip, irdeleyelim.

Şöyle ki;
“Kesin olarak bilinmelidir ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanı, ekseriyetle ‘Kürt’ tabirinden hoşlanmamaktadır. Doğu’da yaşayan halkımız, çok büyük bir ekseriyet ile bu kelime ve ithama muhatap olmaktan mustariptir. Öte yandan, ‘Kürtçe’ konuşsun veya konuşmasın, bazıları ‘Ben Kürt’üm’ diyorsa, bunu, Türk’ten ayrı bir kavim şuuru ile değil, ‘Ben doğuluyum’ manasında ve masumca kullanmaktadır. Bunları tanımak kolaydır. Bunlar vatan ve milletin bütünlüğüne bağlı, gönlünde Ay-Yıldızlı Al Bayrağı taşımaktan gurur duyan, Türk tarihine, Türk-İslâm kültür ve medeniyetine bağlı kimselerdir.” (43)
Burada şunu sormak gerekir; Hangi Kürt kardeşimiz Kürt tabirinden hoşlanmamaktadır? Türk nasıl bir millet adı ise Kürt de aynı şekilde bir milletin adıdır. Ve insanların kendi milletinden hoşlanmam durumu da yoktur. Allah öyle yaratmıştır ve bu ızdırari kaderdir. Aynı cinsiyet, aile ve doğduğumuz bölgeyi seçemiyor isek, ırkımızı ve milliyetimizi de biz seçemiyoruz. Kürt kelimesini Doğulu anlamında değil, bir ırk ve millet olarak kullanıldığı herkesin malumu olan bir meseledir.

“Şark’ta, Türk’ten ayrı bir ‘Kürt Milleti’ ihdas etmek isteyen çevreler, daha çok Malazgirt Zaferi’nden önceki müphem tarih sahasında eşinmek istemektedirler. (…) …bu bölgemizde ne ‘Kürdistan’ diye bir coğrafya parçası ne de ‘Kürdistan Devleti’ diye bir devlet vardır.” (44)
Buraya göre ‘Kürt Milleti’ diye bir millet yokmuş da ‘ihdas etmeye’ yani sonradan oluşturmaya çalışan ‘çevreler’ varmış. Ve aslında Kürt denilen halk da ‘Türk’ten ayrı’ bir millet değilmiş. İşte bu tabirler “müsbet milliyetçilik” manası içine dahil edilemez ve te’vil götürmez sehiv görüşlerdir. ‘Kürdistan’ diye bir devletin varlığını yani bu isim ile tarihen gösterilemeyeceği hakikati vardır. Lakin bölgeye Osmanlı zamanında da ‘Kürdistan’ denilmiştir. Ve hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında dahi bu isimle yad olunmuşlardır. Aynen Karadeniz için ‘Lazistan’ denildiği gibi, Doğu Anadolu bölgesinde de Kürt halkının çoğunlukta yaşaması nedeniyle bölgesel isim olarak ‘Kürdistan’ diye isimlendirilmiştir.

“ ‘Kürtleri Menşei’ etrafında çeşitli tezler savunulmuştur. Bunların bir kısmı, Kürtleri ‘Ari ırk’ının bir kolu bazıları da ‘Turani’ olduğunu söylemişlerdir. Fakat, ele geçen müşahhas deliller, esas Kürtlerin Turani olduklarını apaçık ortaya koyacak niteliktedirler. Artık herkes teslim etmektedir ki, ‘Kürt’ sözü ilk defa gerçek manasında Orta Asya’da bulunan Elegeş’te dikili Orhun Yazıtları’nda geçmektedir. ‘Kürt İlhanı Alp Urungu’nun Mezar Taşı’ Göktürk yazısı ile kaleme alınmıştır. Kürtleri, Gutti ve Karduk gibi eski kavimlere bağlamak iddiaları, mesnetsiz birer yakıştırmadan ibaret kalmaktadır.” (45)
Burada da bir görüşü almıştır. Kendi kanaati ve düşüncesi deriz. Ama Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin konuyla ilgili görüşü bizim için esastır. Ve O da şöyledir;
“Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabi’a haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar. Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.
Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” (46)
Buranın baş kısmında Ermenilerin maksadlarının Kürdleri kandırmak olduğundan bahsediliyor. O dönemlerde de bir iddia ortaya atarlar ve “Kürdler ile Ermenilerin aynı ırktan olduğu” söylenir. Buna cevaben de Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle der; “Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.” İşte hakiki İslâmiyet milliyetine mensup olmak budur. Ve o dönemde gösterilebilecek en münasip tavır da budur.
Daha sonra da “İslâm, cahiliyet asabiyetini ortadan kaldırmıştır.” (47) mealindeki
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
Hadîs-i Şerîfi hatırlatır Üstad Bediüzzaman. Ve ardından şöyle der; “İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.”
Bunun ardından da “Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” demektedir. Yani Kürdler başka bir ırk ile alakadar ise onların İslam’dan ayrılmasına sebeb olacak değildir. Son cümlede ise “Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” diye de ekler Bediüzzaman Hazretleri.
Bu ifadelere bir dipnot olarak Abdülkadir Badıllı Ağabey şunu düşmüştür;

{(*) Kürdlerin, Yemenli Arap kabilelerinden “Kahtan” kabilesinin bir kolundan olduğu, Arap nesebcilerinin icmâ’ı olduğunu; büyük âlim Hama’lı merhum Said Havva “el-Esasü fis-Sünnet” kitabı cilt: 3, sh: 1239’da kaydetmiştir. -Naşir-} (48)
Bu ifadeler ile birlikte düşününce gayet makul ve müdellel olmuş oluyor.

Diğer yerler ile devam edelim.
“…çeşitli açılardan ‘Kürtlerin Türklüğü’ ortaya konmaktadır.” (49)
“Kürtleri Türk olduğu iddiası” üzerinde diğer mülahazaları için kitaplarında çeşitli yerler mevcuttur. (50)

En başta verdiğimiz örneklerde “müsbet milliyetçilik” yapan Seyyid Ahmed Arvasî; bu tavrı ile “Kürt” milliyetini inkar etmiş bulunmaktadır. En son alıntılarımızdan da anlaşılacağı üzere “yekdiğerinize karşı inkar edesiniz diye değil” mealindeki ayetin kapsamına girmektedir. Doğru yönleri olduğu gibi yanlışları da vardır. Bütün yönleriyle ele alıp, delilleri ile sunmaktan başka bir amacımız yoktur.

Türk-İslâm Ülküsü serisinde geçen şu ifadeler ise dikkat çekicidir;
“Türk çocuklarını, birbirleriyle evlenmeye ‘özendirici’ tedbirler alınmalı. Türk içtimai ırkı, ‘kan ve soy birliği’ şuuru ile güçlendirilmelidir.” (51)
Bu yer ise ayetin mealinde geçen “yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir” şeklindeki yerdeki “yabani bak”maya sebep olmaya açık bir ifade kullanılmıştır. Türklerin kendi içlerinde evlendirilmesini özendirmek manasını bunu göz önüne alarak kullanmamış olsa da, maalesef okuyan insanlarda bu intibaları uyandırmaktadır.

Bir diğer ifadesine geçelim;
“Türk-İslâm Ülkücüleri için İslâmiyet, Allah’ın dini; kurtarıcımız ve Kainatın Efendisi Allah’ın Resulü; şanlı Türk Milleti Allah’ın ‘İslâm’a hizmetle şereflendirdiği millet’, Türk Ordusu ‘Allah’ın Ordusu’, Türk bayrağı mukaddes ay ve yıldızı ile yüce İslâm’ın ve al rengi ile Allah için can veren şühedanın kanlarının ifadesidir.” (52)
Burada Türk milletini İslâm’a hizmeti ile şereflendiğinden bahsettiği gibi, İslâmi endeksli bir milliyetçi tutum göstermektedir.

Bir başka sözünde ise şöyle der;
“Tarih diyor ki: Türk milleti yücelmişse, İslâm’da yücelmiş; Türk milleti çökmüşse, İslâm dünyası da perişan olmuştur. Bu sebepten, bütün küfür Türk’e düşmandır.” (53)
Bu sözler Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor” (54) tabiri ile münasebettardır.

Bir diğer görüşüne yer vermek gerekir ki, o da “Kur’ân’da ismi geçen Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğuna” dair kanaatleridir.
“Biz elbette son sözü tarih alimlerimize bırakarak, tıpkı Vanî Mehmed Efendi gibi düşünüyor, onun bundan üç yüz yıl önce ‘Araisü’l-Kur’ân’ adlı kitabının ikinci cilt, 250. yaprağında yazdığı gibi: ‘Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur’ diyoruz.” (55)
Bu ifadeler elbette ki kesinlik değil ihtimal ve kanaat belirtmektedir.

Bir diğer sözü ise şudur;
“Türkiye Türk’ündür…” (56)
Bu söz bilindiği üzere milliyetçi kesimin dilinde sloganlaşmış bir ifadedir. Her ne kadar Arvasî Hoca burada “içtimai ırk”ı da kastetse, bu cümle etrafında Türk’ü Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve diğer milletler ile bir arada tutamaz.
Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi; “Milliyetimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zîrâ Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir.” (57)

Ahmed Arvasî, Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi ile ilgili şunları demektedir;
“Müslüman Türk milleti, bu yüce vasıflara sahiptir ve bu ayet-i kerime – Allah doğrusunu bilir – Türk milletini haber vermektedir.” (58)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi için şunları demiştir;
“İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def’ettiniz, tâ
يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ يُجَاهِدُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ
âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!” (59)
Bu konuda da Ahmed Arvasî, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile aynı kanaati paylaşmaktadır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkur ifadeleri üzerine yaptığımız çalışmaya bakabilirsiniz. (60)

Ahmed Arvasî de aynen Necip Fazıl gibi “kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadisini kendi milliyetlerini sevmelerine delil getirmektedirler.
Arvasî Hoca şöyle der; “Milliyetçilik, psikolojik olarak ‘mensubiyet duygusu’ temeli üzerine oturur. Bu sebepten olacak, Yüce Peygamberimiz (O’na salat ve selam olsun): ‘kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’ diye buyurmuşlardır.” (61)
Bu ifadeler ışığında Seyyid Ahmed Arvasî’nin milliyetçilik anlayışı az da olsa ortaya çıkmış oldu.

Şimdi de Hüseyin Nihal Atsız ile devam edebiliriz. Atsız; Osman Yüksel Serdengeçti, Seyyid Ahmed Arvasî gibi, muhafazakâr-milliyetçi çizgide değildir. Veya Necip Fazıl Kısakürek gibi İslâmî bir çizgide milliyetçiliğe de sahip değildir. Irkçı-Turancı bir çizgiye sahiptir. Şimdi de kitaplarında geçen “menfî milliyetçilik” yani “ırkçılık” ile ilgili sözlerine gelelim.

Şöyle ki;
“Kıralların taçları
Beni bağlar büğü mü?
Orduları açamaz
Gönlümdeki düğümü.
Saraylarda süremem
Dağlarda sürdüğümü.
Bin cihana değişmem
Şu öksüz Türklüğümü…” (62)
Burada geçen son iki satır önemlidir. Irkçı kesimin ağzında slogan olmuştur.

Kendi “ırkçılık” görüşüne ve ülküsüne son derece bağlı olan Atsız, şöyle der;
“Ülkü uğrunda gönüller delidir.
Kişiler ülkü için ölmelidir…” (63)
“Türk ulusunu” yücelten yani “ululayan” sözleri de mevcuttur. Mesela;
“Çıkarıp Ergenekon’dan ulusu
Türk’ü kılsın yine dünya ulusu…” (64)
Bu beyit konumuza ışık tutmaktadır. Bu beyitte; birinci “ulus” tabiri, “millet” anlamında; ikinci mısradaki “ulusu” tabiri ise “ulu/yüce olan” anlamında kullanılmıştır.

“Saf ırk” teorisini kabul eden Atsız, şöyle demektedir;
“Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir!..” (65)
Atsız burada muhâli yani imkânsızı talep etmektedir. Çünkü “yüzde yüz Türklük” aklen, mantıken, tarihen imkân dahilinde değildir.

“Kahramanlık” duygusunu da şiirlerinde işleyen Atsız, şöyle demektedir;
“Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.” (66)

Türklüğü daima öven Atsız, “Türklerin Türküsü” adlı şiirde şunları söyler;
“Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa…”
“Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz…”
“Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz…” (67)

Şiirlerinde “kan dökmek”, “savaş”, “hükmetmek” gibi konuları da kesretle yani çoklukla işleyen Atsız, şöyle der;
“Savaş… Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında…”
“Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara…” (68)

Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber-i Zîşan’ı ve Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı kabul etmeyen Atsız’a göre bakın “doğru söz” nerede imiş?
“Doğru sözü Kül Tegin kitabesinde ara…” (69)

“Ülkü” ve “bayrak” kelimelerine de şiirlerinde yer veren Atsız, şöyle der;
“Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!
Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!” (70)

Buraya kadar şiirlerinden çeşitli alıntılar yaptık. Kahramanlık ve vatan sevgisi gibi müsbet ve İslâm’ın yasaklamadığı, hatta teşvik de ettiği ortak değerleri işlemiştir. Ama aşırı uç bir ırkçı olması ve din muarızı/aleyhtarı olması unutulmamalıdır.

Bir de Atsız’ın İslamiyet ile ilgili görüşlerine bakalım;
“Tanrı insan idrakinin dışındadır. Kur’ân, Muhammed’in talimatıdır.” (71)
Kur’ân-ı Kerîm için “Muhammed’in talimatıdır” demek, İlâhî Vahiy ve Kelamullah/Allah kelâmı olduğunu inkârdır.

“Ey Türk Gençliği, sana soruyorum: Sen Arap Muhammed’in mezarını artık bıraktıktan sonra senin Kâbe’n Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir?” (72)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’i küçük düşürmek adına “Arap Muhammed” diyerek tahkir etmeye çalışıyor. Halbuki Arap, Türk, Kürd veya başka bir milletten olmak kibirlenmek için veya başkalarını yermeye vesile değildir ve olamaz da. Bu sözleri okuyunca insan Risale-i Nur Külliyatı’nda defaatle Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâm” (73) demesinin hikmetini bir kez daha anlıyoruz. Fahr-i Âlem (asm) Arap’tır ve Üstad Bediüzzaman’ın Araplar için kullandığı şu tabirler de dikkat çekicidir; “…ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! (…) …bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.” (74)
Arapları tahkir etmek ile ırkçı kesimin gayesi; başta Resûl-i Kibriya (asm) ve Sahabe-i Güzîn (r.anhüm) olmak üzere ilk İslâm mücahidi olan ulemalarımızı (ra) tahkir etmektir. Arap düşmanlığını da doğrudan İslâm düşmanlığı yapamayanlar gizli bir şekilde bu yola başvurmaktadırlar.

“Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi… Hangi Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğu belli olmayan, Nuh…” (75)
Burada görüldüğü üzere Hûd Sûresi 25 ve 26. Âyet-i Kerîmelerini ve Kur’ân’da geçen Nuh Tufanı ile Nuh (as) kıssasını inkâr ettiği gibi, istihza/alay şeklinde konuşması da dikkat çekicidir.

“İslâm ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor…” (76)
Burada zaten yanlış bilgi veriliyor. İslâmiyet, ırk ve renkleri tanır, kabul eder. Ama ırkçılık ve renkler yüzünden ayrımcılık yapılmasını kabul etmez. Yani İslâmiyet; ırkı değil, ırkçılığı reddeder.

“İslâmiyet, Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslâmiyet Türkleri değil, Türkler İslâmiyeti yüceltti. Biz İslâm olmadan önce de büyüktük.” (77)
Burada da görüldüğü üzere ırkçılık damarı her şeyin önüne geçmiştir. Bu sözün yanlışlığını izah etmeye gerek yoktur. Söylenmesi gereken şudur; “Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (78) Türkler, İslâmiyet’in bin yıldır bayraktarıdır. Böyle olduğu halde ırkçılık nazar ile bakanlar, işi farklı bir renge büründürmüşlerdir.

“…insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Adem’le, hayalî bir Havva’dan türemedikleri ispat olunmakta…” (79)
Hz. Adem’i (as) inkâr görülüyor. Bir peygameberi inkâr etmek tüm peygamberleri inkâr gibidir, tıpkı bir âyeti inkâr tüm âyetleri inkâr olduğu gibi.

“İslâm düşüncesinde sömürgecilik vardır.” (80)
İftira atmaktan da geri durmamıştır. İslâm düşmanlığı, onu bu hale büründürmüştür.

“Yahudi krallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek millî mefâhiri unutturmak sûretiyle İsrailiyâtı hayat ve ahlâk sistem, diye öne sürmek millî bir cinayettir.” (81)
Burada da Hz. Dâvûd (as) ve Hz. Süleyman (as) başta olmak üzere İsrailoğulları’na gelen peygamberleri “Yahudi kralları” diye söyleyerek, nübüvvetlerini/peygamberliklerini inkâr etmektedir. Başka bir millete ve topluluğa gelen peygamberler konusunda bile nasıl bir ırkçı tutumda olduğu görülüyor.

“Muhammed’in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği…” (82)
Burada da azîm/çok büyük bir iftira atılmıştır. Siyer ve tarih ispat eder ki, böyle bir şey vukû bulmamıştır.
İslâmiyet’e saldırmak için İslâm’ı yine Arap milleti ile özdeşleştirip hücûm etme yolunu seçmiştir.

“Müslümanlık, sosyoloji bakımından Arapların millet haline gelme savaşıdır.” (83)
Ve şu sözleri kin ve garazını ortaya dökmektedir:

“İslâm Birliği ve kardeşliği kuruntudur.” (84)
Halbuki Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “İnneme’l-mu’minûne ihvetun” (85) yani “Mü’minler ancak kardeştirler” (86) buyurulmaktadır. Ve bir diğer âyette ise Cenâb-ı Hak; “Va’tesimû bihablillâhi cemî’an” (87) yani meâlen; “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın” (88) buyuruyor. Bu âyetlere benzer birçok âyet-i kerîmeler mevcuttur ve mezkûr yani zikredilen söz ile hepsi inkâr edilmektedir.

“Küçük bir kızı sevmek günahsa, son peygamber, Aişe’yi neden sevdi de aldı?” (89) diyecek kadar müfterî olmakta ve kinini dışa yansıtmaktadır. Hz. Aişe (r.anha) validemizin yaşı rüşt ve bulûğa erdikten sonra tezzevvüc ettiği/evlendiği tarihen sabittir.

“…koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular?” (90)
İslâmî bir şahsiyet olan Yunus Emre için bu tabirleri kullanmasının hiçbir mantığı ve te’vîli yoktur.
Son olarak da Hüseyin Nihal Atsız’ı oğlu Yağmur Atsız’dan dinleyelim;

“Atsız, Müslüman olarak tanımlanamazdı. (…) …lâ-dinî olarak tavsîf etmek yerinde olur… ateist de değildi.” (91)
Konuyu toparlayacak olursak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş…” (92) demesinin hakikatini H.Nihal Atsız’ın yazılarında daha aşikâr görmek mümkün. Hatta başka bir cenâhtan/yönden bakarsak şu mânâda çıkabilir; “fikr-i milliyet çok ileri gitmiş” ve “ırkçılığa dönüşmüş”.

4 yazardan alıntılar ile milliyetçilik bahsini müşahhas delillerle ele almaya çalıştık. Alanında ilk olmaya namzed bu çalışmanın istifadeye medar olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.
Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362
2- Hucurat Suresi, 13. Ayet-i Kerimeye verilen mana; Mektubat, s. 361
3- Ahmed bin Hanbel, 5, 136; Şeybani, Şerh-ü Siyeri’l-Kebîr, 1, 90
4- Müsned, 2, 524; Ebû Dâvûd, Edeb, 120, 5116
5- Ravi: Vasile İbnu’l-Eska, Hadîs No: 4800
6- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 224-225
7- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, Bizim Milliyetçiliğimiz, s. 29
8- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
9- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
10- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
11- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 61
12- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 71
13- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 81
14- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 87
15- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir
16- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 89
17- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, 2. Bölüm, s. 294
18- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, 2. Bölüm, İslâm ve Öbürleri, s. 145
19- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 145
20- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144
21- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144-145
22- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 129
23- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 128
24- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 80
25- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
26- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
27- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 30-31
28- Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, s. 35
29- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Murat Aslan’ın Yazısından
30- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
31- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
32- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 18
33- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 22
34- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
35- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
36- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 30
37- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 31
38- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 51; Aynı zamanda bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
39- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
40- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 43
41- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 67
42- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 83
43- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 51
44- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 23
45- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 24
46- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 548-549
47- Müsned: 4/199, 204-205; Müslim, İmare: 53-54; Ebu Davud, Edeb: 111-112; İbn Mâce, Fiten:7
48- Said Havva, el-Esasü fis-Sünnet, c. 3, s. 1239; Âsâr-ı Bediiye, s. 549’dan naklen
49- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 25
50- Bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 233
51- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 119
52- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
53- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
54- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 38
55- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 281
56- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 285
57- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 520
58- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 319
59- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
60- Bkz. http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/
61- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-2, s. 239
62- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 33
63- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 34
64- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 35
65- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 41
66- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 42
67- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 44
68- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 56
69- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 57
70- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 58
71- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
72- Hüseyin Nihal Atsız, Çanakkale Savaşı, Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17
73- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 51, 70, 158, 209, 210; Mektubat, s. 123, 133, 187, 188 ve daha nice yerler
74- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 97; Hutbe-i Şamiye s. 58
75- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
76- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
77- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
78- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, 2, s.225
79- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
80- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
81- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
82- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
83- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
84- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
85- Kur’ân-ı Kerîm, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
86- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
87- Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
88- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
89- Hüseyin Nihal Atsız, Ruh Adam Romanı’ndan
90- Milleti Ruhlandırmak, Ötüken, 1971, Sayı: 10
91- Yağmur Atsız, Atsız’a Dâir
92- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362

Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” cümlesindeki “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak”tan maksat nedir? Detaylıca izah eder misiniz?

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” (1) cümlesini önce lügavî olarak ele alalım. Şöyle ki;
“Hem Türk unsurunda…”
Türk kelimesinin lügattaki tanımı şu şekildedir;

«Anavatanı Orta Asya olan, Türkçe’nin değişik lehçeleri ile konuşan millet ve bu millete mensup olan kişilere denir. Türkler, Asya’nın en büyük ve en meşhur milletidir. İki şubeye ayrılırlar: Türkistan’ın doğusunda kalanları “Uygur”, batısında kalanları “Türk” ve “Türkmen” adlarıyla anılmışlardır. Orta Asya’da iken Şamanizm, Tengricilik ve Gök Tanrı inançlarına bağlı idiler. Hicretten 350 yıl sonra Tağ Han neslinden olduğu rivâyet edilen Türkmen Hükümdarlarından, Karahanlı Hakanı Salur veya Saltuk Han; İslâm dinini kabul ederek Kara Han ve Abdülkerim ismini almıştır. Halkının çoğunun da Müslüman olmasını sağlamıştır. Bu şekilde Orta Asya’daki ilk Türk-İslâm Devleti, Karahanlı Devleti olmuştur. Abdülkerim Saltuk Buğra Han, daha sonra da devletin resmi dinini İslâm yapmıştır. Bu dönemde ilk Türk-İslâm eserleri olan geçiş dönemi eserleri verilmiştir. O devirde hilafet merkezleri olan Bağdat’a gidip gelmekle askerî cesaret ve kahramanlıkları ile Abbasî halifelerinin gözdesi olmuşlardır. Askerlik hizmetlerinde istihdam olunmuşlardır. Daha sonraları diğer devlet kademelerinde de görev almışlardır. Kumandanlık ve emirlik seviyesine kadar çıkmışlardır. Bu sebeple İslâm beldelerinde büyük bir şöhret ve nüfuza sahip olmuşlardır. Oradan Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılarak bir çok devlet kurmuşlardır. İslâmiyet’i dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Tarihte 16 büyük devlet kurmuşlardır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “İslâmiyet’in Sancaktarı” olmuşlardır.» (2)

Türklerin masadaki olduğu Âyet-i Kerîme, Hadîs-i Şerîfler ve Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Türkler ile ilgili tahlilleri için bakabilirsiniz.

http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/

“Unsur” kelimesi ise “ırk ve milliyet” anlamında kullanılmıştır.
“…ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde…”
“Ebedî” kelimesi, malum “Sonsuza ve ebediyete ait” (3) demektir. Yani “Daimî olan”. (4)
Ebed kelimesi de “Sonu olmamak” (5) demektir.
Istılahî olarak da; “Ebed, parçalara ayrılmayan zaman diliminden ibarettir. ‘Şu zamanda bu olay oldu’ denir. Fakat ‘Şu ebedde şu olay oldu’ denmez. Bu kelime gelecek vakit için kullanılır. Zıddı olan ezel ise geçmiş zaman için kullanılır.
Ebed, geleceğe nispetle sonsuz olarak takdir olunan zamanlarda varlığın devam etmesine denir.” (6)
Ve bir Esma dersi olarak da; “Ezel; Evvel ismine, Ebed; Âhir ismine bakar.” (7)
Ve “Ezel hadsize, Ebed nihayetsize bakar.” (8)

Devamında da “…kabil-i iltiyam olmamak suretinde…” diyor.
Kabil-i iltiyam; “İyileşebilir. Birleşme ve barışmaya meyilli.” (9) demek. Cümlede bunun olumsuzu söyleniyor, “kabil-i iltiyam olmamak suretinde” deniliyor. Yani asla iyileşemez, birleşme ve barışmaya meyli olmamak şeklinde. Ne olacak peki?

“…bir inşikak çıkacak.” Yani “İkiye ayrılma, çatlama, yarılma ve bölünme” (10) olacak.
Yani Türk ırkında, Türk milleti de sonsuza kadar hiçbir zaman birleşemeyecek, kaynaşamayacak, barışmaya meyli bile olmayacak bir şekilde ikiye ayrılma ve bölünme olacak.

Bu cümleyi birçok farklı şekilde izah edebiliriz. Bunlardan dokuz tanesi ise şunlardır;

Birinci ve kuvvetli olanı; Dikkat edilirse bu, şartlara bağlanmış bir durumdur. Böyle bir şartın meydana gelmesinin sonucunda, ortaya çıkacak belirli bir duruma bağlanmış bir sözdür. Yani ırkçılık illeti devam ederse böyle olur, demektedir. Meselâ, 11. Şua olan Meyve Risalesi’nde şöyle denilmektedir; “Eğer beraber olsa miladî bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa elbette tokatları dehşetli olacak.” (11) Bu cümlede de şarta bağlanmıştır. “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa” diye kayıt düşülmüştür. Yani “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa”, bunun sonucunda “tokatları dehşetli olacak”tır.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe bakışını şu şekilde dile getirmiştir; “eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i kàtil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o Frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.” (12)
Konuyla ilgili benzer ifadeler de 21. Mektûb’da şöyle geçmektedir; “Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhret-perverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.” (13)

İkinci olanı; Gelecek noktasında keşfen haber veriyor olabilir. Bunun hakikî mahiyetini biz bilemeyiz. Aynen 1971 muhtırasının ve birçok bizce gaybî olan haberlerin gelecekte vaki olduktan sonra insanların anlayabileceği gibi bir durum da söz konusu olabilir. En doğrusunu ancak Allah bilir.

Üçüncü anlamı da şu olabilir; “Türk Milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mezcolmuş, kâbil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hatta Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.” (14)
İslâmiyet ile Türklük iç içe geçmiştir. İslâm’dan ayrılan Türklükten de ayrılıyor. “Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” (15) hakikatince Türklüğün birlik, beraberlik ve parçalanmaması; İslâmiyet’e sımsıkı sarılmalarına bağlıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadeleriyle Türk milletinde ebedî birleşmemek üzere bir ayrılık olacağını haber veriyor. Böyle bir ayrılık olursa, bir daha kaynaşma ve birleşme olamayacağını da anlamak mümkündür.

Dördüncü anlamı da şu olabilir; Burada Türk milleti içinde çıkacak bir inşikak yani ayrılma ve bölünmeden bahsedilmiştir. Bunu Türk milleti içinde dindar, muhafazakar kesim ile din aleyhtarı olan muarız kesim olarak da anlayabiliriz. Bu şekilde anlamak isabetlidir. Nitekim bunu zaman da tefsir etmiştir. Yani Türk milleti içerisinde, dinsizlik ve dindarlık olmak üzere iki ayrı akım, cereyan çıkacağı haber veriliyor. Bu ortaya çıkan dalların bir daha birleşmeyeceği de anlaşılıyor. Demek kıyamete kadar bu şekliyle devam edecektir. Fakat bazı zamanlar dindarlık tarafı kuvvet bulup, dinsizlik tarafı da zayıflasa; bazen de tersi bir durum olsa da yine bu iki kesim devam edecektir.

Beşinci olarak; Tedavisi mümkün olmayacak bir bölünme olacağı anlaşılıyor. Bu bölünmeye bir çok örnek verilebilir. Meselâ; 1970’li yıllarda sağcı, solcu çatışmaları veya 1980’li yıllardaki farklı siyasî görüşlü kesimler arası vuku bulan haller örnek verilebilir. Birbirine zıt ırkçı temelli akımlara kapılan gençlerin kavgaları da bu minvalde düşünülebilir.

Altıncı olarak; Bu konuya daha kesin ve mukni bir cevap istersek, Macarlar ve Bulgarlar verilebilir. Bu iki millet, Türk asıllı oldukları halde, İslâm’a gitmediklerinden dolayı Türklükten de çıkmışlardır. Bu iki milletin tekrar eski durumlarına kavuşmaları imkansız görünüyor.

Yedinci olarak; Yine Osmanlı ile birlikte yaşayan kavimler, birer birer Osmanlı’dan koptular ve bir daha eski konumlarına da geri dönemediler. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu durumun bir daha tekrar etmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Zira bu ayrılıkların ve bölünmelerin sebebi; aramıza atılan tefrika-ayrılık tohumlarıdır. Ve bunlar bir oyuna gelinerek ortaya çıkmıştır.

Sekizinci olarak; Net olarak anlaşılan şu ki; Türkler içinde iyileşmesi mümkün olmayan bir inşikak, bölünme olacak. Ve bugün böyle bir bölünme olması için yapılan planlar bilinmektedir. Bu bahsi geçen bölünme; toprak veya vatan bölünmesi değildir. Türk unsuru görüşlerine olan bir bölünmedir.
Meselâ; Ülkemizde vuku bulan terör olayları 30 yılı aşkındır vardır. Bu olaylarda on binlerce sivil insanın zarar görmesi, askerlerimizin şehîd olması ve bir kısmının da gazi olması, birçok insanımızın da memleketlerinden ayrılmasına neden oldu.
Bu terör olaylarının dehşetli sonuçlarıyla birlikte “Türk unsuru”nun parçalanacağını keşfeden Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Kitleler mabeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, müthiş tesâdümdür.” (16) demiştir.
Ayrıca Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” (17) demektedir. İman birliği olması, kalplerin de bir olmasına vesile olur.
“Türk unsuru” arasındaki tedbire yönelik fikri bölünme ve ülkenin inşikakı yani ayrılması fikrine karşı ancak Asrın Müceddidi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ürettiği Kur’ânî ve Nebevî reçete olan Risale-i Nur eserlerinin eczaları ile tedavi edilebilir. “Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!” (18)

Dokuzuncu olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Türk unsuru” içinde ortaya çıkacak bir “inşikak”tan bahseder. Konu ile bağlantılı bir hadîs-i şerîflerinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in bahsettiği “yetmiş üç fırka”dan bahseden hadîs-i şerîf akla geliyor. (19)
“İkiye bölünme” ile ilgili şu şekil bir söz vardır; “Ümmet ikiye bölünecektir. Bir kısmı nifaksız (yani iki yüzlülük yapmadan) iman edenlerdir. Bir kısmı da imansız nifak (iki yüzlü münafıklık) yapanlardır.”

Yani “Türk unsuru” içerisinde çıkacak olan “inşikak” bunlar olabilir. Hattâ hepsi de olabilir. Çünkü Kur’ân Tefsîri’nden binler mânâ çıkarılabilir. Ve el-hak hepsinin de hakikat payı vardır.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 498
2- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Türk Maddesi, s. 1048
3- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebedî Maddesi, s. 222
4- Mehmed Feyzi Pamukçu, Asa-yı Musa Mecmuasındaki Arabî Kelimelerin Kısaca Tercümelerine Dair Bir Lügatçe, Ebedî Maddesi
5- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebed Maddesi, s. 221-222
6- Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, s. 43
7- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
8- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
9- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Kabil-i İltiyam Maddesi, s. 536
10- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İnşikak Maddesi, s. 497
11- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 270
12- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 71
13- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 300
14- Risale-i Nur Hakkında Verilen Bir Konferans, s. 169
15- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
16- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 124
17- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 295
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 148
19- Tirmizî, İman, 18; İbn-i Mace, Fiten, 17

Bediüzzaman Said Nursi’nin hangi sıfatları ve faaliyetleri vatan hainliğine hizmet ediyor?

Üstad’a “vatan haini” diyenler var. Bediüzzaman Said Nursi’nin hangi sıfatları ve faaliyetleri vatan hainliğine hizmet ediyor?

Değerli Kardeşimiz;

Bedîüzzaman’ın hangi sıfatları ve hizmetleri vatan hainliğidir?!. Sebr ve taksim yoluyla; yani hepsini değil, sadece bazılarını teker teker sayarak beraber görelim, karar verelim:

– Bedîüzzaman; Seyyid Arvasi ve Molla Muhammed Celâl’den, hem aklî ve hem de naklî ilimler için ilmî icâzet almıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman’ın kelâmda müceddid, muasırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir İslam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler.

Gerçekten Bedîüzzaman’ın, İslamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde “Mirkât” gibi İslam nazarî hukukuna ait usul-ü fıkıh metni; İslam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan “Mevâkıf”; mantık ilminin özeti demek olan “Süllem” ve benzeri doksan çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan “Kamus”u “Sin” harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de Allah’ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar ek­lenince, muasırları tarafından “Bedîüzzaman”, yani za­manın eşsiz bir allâmesi ünvanıyla vasıflandırılmaması için hiçbir sebep kalmamıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı eserini mütâlaa ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, yirmi bir meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona mu­hatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun ma­hiyeti ve isbatı, kader meselesi, haşrin isbatı, mi’racın cesedle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah’ın is­batı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

Halbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dahinin “Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz.” demesine rağmen, Onuncu Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede “Bu eserimi idrâk ve iz’anla iki defa mütâla’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok.” hükmünü, okuyanın vicdanı tefessüh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Eski kelamcıların ancak büyük âlimleri muhatap ala­rak müstakil kitaplarda halletmeye çalıştığı; mesela Sa’deddin Taftezânî’nin “Telvîhât” başlığı altında kırk küsur sayfada izah edebildiği “Kader ve Cüz’î irade” meselesini, beş-on sayfa içinde ve hem de herkesin anlayabildiği şekilde izah edebilmesi, zikredilmesi gereken mühim yönlerindendir. Hatta bir zamanlar Pakistan Maarif Nazırlığı yapan Ali Ekber Şah, kader meselesi ile alakalı bir meselesini, kırk sene dolaştığı İslam âleminde halledemediği halde, Bedîüzzaman’la yaptığı kırk dakikalık sohbet neticesinde hallettiğini, Türkiye’den ayrıldıkdan sonra uğradığı Mısır’da Cumhuriyet Gazetesinde bir ma­kale halinde neşretmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman, kendisine sorulan soruya karşılık Ezher Şeyhi Şeyh Muhammed Bahit’e şu cevabı verdi: “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak.” Bu cevap karşısında hayranlığını gizlemeyen Şeyh Muhammed Bahit, kendisiyle aynı kanaatte olduğunu bildirdi. Kendisi de aynı düşünceye sahip olmakla beraber, Bedîüzzaman’ın bu kadar veciz ve keskin beyan tarzına hayran olduğunu belirtti. “Bu gençle münâzara edilmez.”, dedi. Akabinde, bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmenin ancak Bedîüzzaman’a has olduğunu ifadelerine ekledi.(1) Bu mu vatan hainliğidir?

– Dîvân-ı Harb-i Örfînin 10 Mayıs 1325/23 Mayıs 1909 tarihinde Birinci Şube’ye bağlı İkinci Hey’et-i Tahkikiye, Bedîüzzaman Sa’îd el-Kürdî’yi soruşturma kapsamına almıştır. Bedîüzzaman’a sorulan bir önemli soru bulunmaktadır: “Sen de Şeri’at’ı istemişsin?” Buna cevabı gayet açıktır: “Şerî’atin bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zîrâ Şerî’at, sebeb-i sa’âdet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcile­rin isteyişi gibi değil…”(2) Bu mu vatan hainliğidir?

– Şark’ta Kürtleri hem İslamiyet’ten ve hem de Osmanlı Devletinden koparmamak için Abdülhamid’e mektup yazmış ve Sultan Abdülhamid de ona tahsisat verilmesini emretmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Mehmed Reşad’ın Cülûs‑i Hümâyûnu’nun (tahta geçiş) ikinci yıl dönümü merasimine Bedîüzzaman’ın da katıldığını ve herkesin el‑etek, saçak öpmek için eğile eğile gidip, öpüp, geri gerisine el pençe dönenler arasında yer alırken, onun dik ve vakur adımlarla Padişah’ın tahtının hizasına gelince, “Esselamü aleyküm” deyip yürüdüğünü biliyoruz. Bu merasimden sonra Padişah’ın dikkatlerini çekmiş, takdir ve hürmetine mazhar olmuştur. Çünki bu merasimi takiben Rumeli’ye seyahat eden Padişah Mehmed Reşad’ın refakatinde Bedîüzzamanı da görüyoruz. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bunun üzerine Sultân Reşad’ın Şark Vilâyetlerinin ihyâsı için Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ projesini tasdik edip tahsisat ayırmıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Ermeniler, ecnebi devletlerin tahrikleriyle komiteler ve çeteler kurarak, bir Ermenistan vücuda getirme hevesiyle harekete geçmişlerdi. Özellikle Doğu’da bu hareketleri çok açıktı. Bedîüzzaman Hazretleri de kendi talebelerine mavzer tüfeklerini temin ederek bir nevi silahlanmış durumdaydı. Medresesi bir askerî kışlayı andırıyordu. Erek dağına veya kır gezilerine talebeleriyle çıktıkları zaman, silâhlarıyla çıkıyorlardı. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman 1916 Bitlis savunmasına Gönüllü Alay Komutanı olarak katılır; vatanı uğrunda birçok talebesini şehit verir ve kendisi de yaralanarak Ruslara esir düşer. Bu mu vatan hainliğidir?

– Rusya’da Esir Kampında iken ziyarete gelen Rus Komutana ayağa kalkmamıştır. Komutanın “Beni tanımadı mı?” sorusu üzerine Bedîüzzaman, vaziyetini bozmadan oturduğu yerden: “Hayır tanıdım, Nikola‑Nikolaviç’tir. Çar’ın dayısıdır ve Kafkas Cephesi Başkumandanı’dır.” Kumandan: “O halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarı’na hakaret ediyorlar.” Bedîüzzaman: “Hayır, hakaret için yapmadım. Ben bir Müslüman âlimiyim, imânlı bir kimse, Cenab‑ı Hakk’ı tanımıyan bir adamdan üstündür. Mukaddesatım bunu böyle emreder. Onun için ben ona kıyam edemem.” demiştir. (3) Bu mu vatan hainliğidir?

– 5 Mart 1334/1918’de kurulan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine Osmanlı Genelkurmay Başkanlığının adayı ve Şeyh’ü-l İslamlığın teklifiyle Bediüzzaman tayin edilmiş ve kendisine öncesinde Mahrec Mevleviyeti denilen ilmî paye verilmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman bir idam fermanı hükmündeki Sevr Antlaşmasını, Avrupa zâlimlerinin Osmanlı Devleti’ni ve İslâmiyet’i yok etme planı olarak görür ve bunun karşısında Cumhuriyetin kurulup Sevr’e karşı çıkılmasını takdir eder. Bu mu vatan hainliğidir?

– Osmanlı’nın en müstesna alimlerinin görev yaptığı Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de üye olan Bedîüzzaman, Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki fetvâyı Şerî’at ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvânın geçersiz olduğunu şahsı adına ilan etmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman İngilizlerin Cerbezeli Siyasetine Karşı Çıkmış, Tulû’ât [1339/1920] adlı eserini İngilizlerin hain siyasetlerine cevap olarak kaleme almış ve ayrıca İslâmiyet’in aleyhine ileri sürülen bazı soruları bu eserde cevaplandırmıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Anadolu hareketini destekleyen Bedîüzzaman, Kuvâ-yı Milliyenin kazandığı her bir zaferi büyük bir zafer olarak görüyor ve bunu yazılarına yansıtarak halkı şevklendirmek istiyordu. Bunun için 21 Nisan 1921’de gerçekleşen Eskişehir zaferi üzerine kaleme alıp aynı yıl Lemeât adlı eseri içinde yayımladığı yazısında çok önemli hakikatleri haykırır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Büyük Millet Meclisinin daveti üzerine Bedîüzzaman Hazretlerinin İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere yola çıktığını ve 7 Kasım 1922 tarihinde Ankara’ya ulaştığını belgelerden anlıyoruz. Bu davet edenler arasında Mustafa Kemal’in de olduğunu biliyoruz.(4) Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman Hazretleri, Ankara’daki dehşetli şahsiyeti ve gizli zındıka komitesini keşfettikten sonra, bunlarla siyaset yoluyla başa çıkılamayacağını anlar ve Van’a gitmek üzere Ankara’dan ayrılır.

Fakat bu zındıka komitesi Bedîüzzaman’dan korkmaktadır. Elleri bağlı bir ihtiyarın arkasından ordular sevkedilmektedir. Sebebi gayet açıktır; zira diğer âlimlerden ve mütefekkirlerden farklı olarak, Bedîüzzaman bu gizli dinsizlik komitesininin reislerini ve metotlarını keşfetmiş ve bunlara nasıl karşı çıkılacağını iyice tesbit eylemiştir. Bunun için uzlete çekilecek ve maddî bombalar yerine manevî atom bombaları üretme hazırlığına, yani Risâle-i Nur Külliyâtını telife başlayacaktır. İstiklâl Mahkemeleri, Ali Haydar, Ömer Nasuhi, İskilipli Atıf, Gönenli Mehmed Efendi ve benzeri alimleri ya tevkif yahut idam ettiği halde, Bediüzzaman’ı gözaltına alacak bir sebep dahi bulamadığı devletin belgelerinden anlaşılmaktadır.

– Bu saydıklarımız (Bediüzzaman’ın vatan haini değil, gerçek bir vatansever olduğunu gösteren) binlerce hakikatten sadece bazılarıdır. Bütün bu hizmetler ve vasıflara vatan hainliği diyenler; asıl vatan hainleridir. Ayrıca bu hainler, Sultan Abdülhamidlere, Sultan Reşadlara, Mustafa Sabri, Mehmed Akif, Enver Paşa, Seyyid Fehim Arvasi ve benzeri şahsiyetlere de vatan haini demiş olmuyorlar mı?..

Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ

Dipnotlar:

(1) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

(2) bk. Divan-ı Harb-i Örfi.

(3) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

(4) bk. age.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

 

www.NurNet.org

BEDİÜZZAMAN’IN ÂLEMİNDE AYASOFYA CAMİİ

Ayasofya Camii ve onun açılması için sarf edilen çabalar, gayretler, çalışmalar içinde maalesef bir Dâvâ haline gelen Ayasofya meselesinde ismi az zikredilen, lakin bu dâvânın mümessili olan bir kişi vardır ki, o da Üstâd Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatının her safhasında bu dâvâyı güttüğü görülmektedir. Bunu bizzat eserlerinde görmek mümkündür.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin âleminde Ayasofya’nın yerinin ne olduğu konusu üzerine ne kadar yazılırsa yazılsın azdır, yetersizdir. Bu dâvâ uğruna çaba sarf eden bir mücâhid-i âlî cenabı anlatmak ve bunu anlatmaya çalışmayı bir vazife addederek bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Öncelikle neden Bediüzzaman Hazretleri’nin neden isminin bu meselede fazla bilinmediği ile başlayalım. Kısaca görülen şudur ki; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’nın edebiyatını yapmadı, dâvâsını bizzat yaşadı. Hayatı ile fiilî hüsn-ü misal oldu. Lâkin halk, Ayasofya’nın edebiyatını yapanları daha çok tanırken bu dâvâyı ilk başlardan itibaren sahiplenen ve bu konuda çalışan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ni göremedi.
Bir diğer sebep ise; Bu konuda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin görüşleri insanlara ulaştırılamadı.
Ve birçok sebep sayılabilir ama biz onları saymaktan ziyade mevzuya girerek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya misyonunu bir derecede olsa i̇zaha çalışmak istiyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Gözünde Ayasofya Nedir?
«Bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Camii…» (1) der, Şualar eserinde. Ayasofya, sadece bir camiden ibaret değildir; taştan ibaret bir bina değil, bir özdür aslında.
Sünuhat eserinde ise Ayasofya için şöyle der; “Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir bina…” (2) Çok orijinal ve yerinde bir tabir. Evet, aynen öyledir. Ayasofya Camii, ‘milyarlara değer mukaddes bir binadır.
Asar-ı Bedîiyye eserinde ise Ayasofya bahsi ile ilgili şunlar geçmektedir; “Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse; milyarlara değer o mukaddes binayı harab eder.” (3)
Burada da ‘milyarlara değer o mukaddes bina’ diye vasıflandırılmıştır, Ayasofya Camii.
Ayasofya konusu ile ilgili Selahattin Çelebi Ağabey’in anlattığı bir hatıra ise şöyledir;
«“Üstad’ı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. ‘Keçeli, keçeli’ diye güldü. Sonra birden ciddileşerek ‘Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.’ dedi.» (4)
Burada Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin kullandığı şu kelimeler çok mühimdir;
“Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.”
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin i̇stikbale dair verdiği bir çok haber Allah’ın izn û inayetiyle vukua gelmiştir. Ve “Elbette tekrar camiye çevrilecektir” şeklinde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği müjde de Elhamdülillah vukua gelmiştir.
Aynı zamanda «Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, Cuma gününde dâhil olur.» (5) şeklindeki ifadelerine mutabık olarak da 10 Temmuz 2020 Cuma günü Ayasofya Camii’nin açılması kararı alınıp, 24 Temmuz 2020 Cuma günü ilk Cuma Namazı kılınarak “Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, Cuma gününde dâhil olur” ifadeleri zahir oluyor.
Şimdi de bazı başlıklar altında Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya misyonunu analiz etmeye çalışalım.

Birinci olarak, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri imanî bahislerde muska verirken bile ‘Ayasofya’dan misal vermektedir. Şu yerler bu konumuza örnektir;
«Nasıl ki mesela, Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve sanatına tabi olmazlarsa her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır.
Öyle de binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tabi olmazlarsa her birine Sâni’-i kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir.
Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcibü’l-vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheplerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.» (6)
Misalde herhangi bir cami değilde özellikle ‘Ayasofya’ Camii vurgusu yapılmıştır. ‘Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve sanatına tabi olmazlarsa her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm hem hâkim olmak’ şeklindeki ifadeler de aynı zamanda bir hakikate işaret eder. O da şudur ki;
II. Selim döneminde (1566-1574) yorgunluk ya da dayanıksızlık belirtileri gösterdiğinde, bina, dünyanın ilk deprem mühendislerinden biri sayılan Osmanlı baş mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla (payanda) takviye edilerek, son derece sağlamlaştırılmıştır. Günümüzde binanın dört tarafındaki toplam 24 payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Doğu Roma İmparatorluğu dönemine aittir. Bu istinat yapılarıyla birlikte, Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerler ile besleyerek kubbeyi iyice sağlamlaştırmış ve binaya iki geniş minare (batı kısmına), hünkar mahfili ve II. Selim’in türbesini (güneydoğu kısmına) eklemiştir (1577). III. Murat’ın ve III. Mehmed’in türbeleri ise 1600’lerde eklenmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Mimar Sinan’a atıf yapması bu hakikate delalet etmektedir.
Bir başka misal ise şudur;
«Mesela, Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir.
Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse her bir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki birbirine baş başa verip muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.» (7)
Burada yine bir imanî hakikat anlatılırken, ‘Ayasofya’ misali ile mesele anlatılmıştır. ‘Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir.’ der Üstâd Bediüzzaman. ‘kubbe’nin ‘muallakta durdurması’ meselesi yine Ayasofya’nın tadilat geçirdiği döneme atıftır.
Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya istinad duvarları eklemesinden itibaren Ayasofya’nın merkezi ve kubbesi hiç çökmemiştir.
Bir başka Ayasofya temelli misal ise şudur;
«Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse her bir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Mesela, Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği takdirde, her bir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor.» (8)
Ayasofya’nın ilk yapılan halinden çok az parçalar kalmıştır. Ayasofya’nın ilk halinden sonra Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul’un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine Ayasofya’nın şu anki halinin ilk şekli inşa ettirilmiştir. Bazilika planlı bir patrik katedrali olup 1453 yılında İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han tarafından camiye dönüştürülmüştür. Fatih Sultan Mehmed Han Ayasofya Vakfiyesinde, Ayasofya’nın kıyamete kadar cami olarak kalmasını istemiş ve Molla Güranî’nin hattıyla Arapça olarak ‘Ayasofya Vakfiyesi’ hazırlanmıştır. 6.5 metre uzunluğunda ve ceylan derisi üzerine yazılması gibi çok hususiyetleri vardır.
24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. Ve 10 Temmuz 2020 tarihindeki kararname ile Ayasofya asliyetine yani camiye çevrilmiştir. 24 Temmuz 2020 Cuma günü de, ilk Cuma Namazı kılınacak ibadetler yapılmaya başlandı.
1935 yılından 2020 yılına kadar müze olarak kalmış olan 2020 yılında cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle tekrar cami statüsünü Elhamdülillah kazanmıştır. Ayasofya Camii’ne mimari bakımdan bakacak olursak, merkezî planı birleştiren kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.
Mesnevî-i Nurîye’de geçen mezkûr ifadelerin Abdülkadir Badıllı Tercümesinde ise şu şekilde ifadesi görülmektedir;
“Görmez misin ki; Ayasofya kubbesindeki taşların bâni ve ustası nefy edildiği zaman, o kubbenin her bir taşı Mimar Sinan gibi birer mahir usta kesilmesi lazımdır.” (9)
Burada aynı zamanda ‘Mimar Sinan’ın ‘mahir usta’lığına da işaret edilmiş olup, eğer ki o camiyi yapan bir usta olmaz ise; o kubbenin her bir taşının Mimar Sinan kadar mahir bir usta olması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Tevhidî bir derste bile vereceği misalde ‘Ayasofya’ vurgusu yapmaktadır, Üstâd Bediüzzaman.
Bir başka misal verme konusunda yine ‘Ayasofya’ üzerinden misalini şu şekilde verir Üstâd Bediüzzaman;
“Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır.” (10)
Lemaat eserinde vereceği misal de ‘timsali Ayasofya kadardır’ der;
“Bir saattan ki timsali Ayasofya kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezadır filden, o mahluk-u bîfasal.” (11)
İçinde çok güzel müjdeleri de barındıran şu yerler ise bir misal olmaktan da ötedir;
«Mesela Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.» (12)
Yukarıda geçen ‘Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zaman’ denilmektedir. 24 Temmuz 2020 Cuma günü ilk Cuma Namazı ile birlikte Ayasofya yeniden mânevîyatına ve asliyetine döndü. Ve orada saf tutanlar için dikkat edelim ki şöyle diyor; ‘ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu’.
Ve aynı paragrafta geçen şu ifadeler ise ibretamizdir; ‘bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar.’ Ayasofya’nın açıldığı 24 Temmuz günü bir adamın cami içine girip ve cemaate dahil olup, güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okuyacağına işaret var. Ve o aşır okuduktan sonra, ehl-i hakikatin nazarları aşır okuyan kişiye döner. Bu hal üzere hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar.
Paragrafın sonunda geçen şu ifadeler ise gayet açık ve nettir; “Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.” Bir kişinin camiye girip, cemaate dahil olup sonra da Kur’ân’dan bir aşır okuması bazı kimselerin hoşuna gitmeyecek. O bazı kimseler ise [istihracen şunlardır];
1 – ‘haylaz çocuk’ fıtratlı kimseler [veya o kişiler misalde ‘haylaz çocuk’lara benzetilmiş]
2 – ‘serseri mülhidler’ yani başıboş dinsizler
3 – ‘tek tük ecnebiler’ yani Müslüman olmayan kesimin içinden de bir kısmıdır.
Cümlenin sonunda geçen ‘hoşuna gitmeyecek’ tabiri “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (13) meâlindeki âyeti akla getiriyor.
Ayasofya’nın ibadete açılıp, cami olması aynı zamanda ‘Küfre karşı İslâm’ın galebesi’ne de işaret eder.
Mesela Rüştü Tafralı Ağabey’in naklettiği şu hatıra konumuza ışık tutmaktadır;
“Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Zübeyir Gündüzalp Ağabey ve diğer Ağabeylere bir gün şöyle demişti;
‘Ayasofya mutlaka açılacak inşaallah. Onun açıldığı gün Masonların Türkiye’de mağlub olduklarını anlayacaksınız.’ ” (14)
Yine bir başka misal de, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri başka cami ismi vermek yerine özellikle ‘Ayasofya’yı misal vermiştir. Şöyle ki;
«Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu…» (15)
Bir tevhid dersini verirken vereceği misalde bile ‘Ayasofya’ vurgusu yapmaktan geri kalmaz Üstâd Bediüzzaman.

İkinci olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya Camii’nde olan hatıralarıdır ki, eserlerinde konuyla ilgili yerler geçmektedir. Ayasofya Camii’nde konuşma yapması, cami çıkışında münazaralar olması ve benzeri birçok anektod mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır;
Bunların başında ‘Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda’ Üstâd Bediüzzaman Hazretleri i̇le ‘Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi’ arasındaki konuşma gelir;
«Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul’da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın (Bedîüzzaman’ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahît Efendi, Bedîüzzaman Said Nursî’ye hitaben:
مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ
Yani “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” Şeyh Bahît Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı, Bedîüzzaman Said Nursî’nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı, Bedîüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:
اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا
Yani Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatte idim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek ancak Bedîüzzaman’a hastır.” demiştir. Nitekim Bedîüzzaman’ın dediği gibi ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmekle ve şimdi Avrupa’da, Kur’an’a ve İslâmiyet’e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyet’i kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.» (16)
Ve hayatını 2 kısma yani Eski Said ve Yeni Said diye ayıran Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said Döneminde “Ayasofya Camii’nde elli bin adama takdir ile nutkunu dinlettiren bir adam”dır. (17)
Ayasofya Camii, Bedîüzzaman’ın hayatında hep var olmuştur. Ve birçok hatırası vardır o mücâhid-i İslâm’da.
Mesela yine Eski Said döneminde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Ayasofya’da birçok defa ulemâ ve talebeyi nutuklar vermiştir. Tarihçe-i Hayat eserinde konu ile ilgili şunlar geçmektedir;
«Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:
سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ
Hadîsinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.
Herhangi bir nutuk îrad ettim ise her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa bürhan ile ispata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşruadır.”» (18)
‘Bayezid’de Talebe içtimaı’ diye isimlendirebileceğimiz bir vak’a mevzu bahistir;
«Ferah tiyatrosundaki heyecan, büyük bir patlağın eşiğine gelinmişken, onun müdahalesiyle önlendiği gibi, Bayezid talebe içtima’ında da aynı tarzda hizmeti olmuştur.
Bayezid talebe içtimaı hadisesi şöyle cereyan etmiştir:
Daha önceleri Osmanlı padişahları, ilmiye sınıfını, ya’ni Medrese talebelerini ve ulemayı askere almıyorlarken, ikinci Meşrutiyet’in i’lânından sonra, Harbiye Nezareti; (Milli Savunma Bakanlığı) “Medrese talebelerine tanınan bu imkânın, sû-i istimal edildiği gerekçesiyle; bundan sonra, talebeyi imtihana tabi tutacak, ancak imtihanı kazananlar askere alınmayacak” şeklindeki kararına karşı, medrese talebeleri bir protesto mitingi tertiblediler. Harbiye Nezareti’nin, dolayısıyla İttihad ve Terakki güdümündeki hükûmetin bu kararının şeriata aykırı ve dine karşı bir ta’riz, bir muhalefet olduğunu, mitingde konuşmacılar tarafından nutuklarla ilân edileceği sırada, Bediüzzaman Hazretleri, bu ateşe de yetişiyor ve söz alarak şeriat ile Meşrutiyet’in birbirine zıd şeyler olmadığını, dolayısıyla Harbiye Nezareti’nin bu kararının gayr-ı meşru’ ve dine muhalif bir şey olmadığını söylüyor ve talebeyi teskin edip dağıtmaya muvaffak oluyordu.
Talebenin bu toplantısının 27 şubat 1909 cumartesi günü vaki’ olduğu söylenmektedir.» (19)
Bir de ‘Ayasofya Mevlidi’ ve ‘Ferah Tiyatrosundaki heyecan’lı olay vardır ki, bizzat yerinden okuyalım;
«Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki avam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lafızlarla heyecanı teskin ettim. Ezcümle: Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.» (20)
Bu konuyu izah sadedinde Mufassal Tarihçe-i Hayat eserinde şu bilgiler vardır;
«Bediüzzaman’ın bu ifadesinden anlaşılıyor ki; Beyazıt talebe içtimaında, Ayasofya mevlidinde ve Ferah tiyatrosundaki meşhur konferanstan başka, daha pek çok, büyük-küçük heyecanlı ve tahrikçi toplantılara koşmuş, yetişmiş ve teskin etmiştir. Zât-ı şerifleri o zaman herkes tarafından hürmetle karşılandığı için, nasihatleri te’sir ediyor ve o kalabalık heyecanlı toplantıları dağıtmaya muvaffak oluyordu.» (21)
Konu ile ilgili bir hatıra şu şekildedir;
«(O zamanları idrak etmiş gazeteci, yazar muhterem Râif Ogan’ın bu mevzudaki hatırası şöyledir)
“Bediüzzaman merhumu İkinci Meşrutiyet’te verdiği konferanslarında tanıdım. Mesela bunlardan “Mizancı” Murat Bey şehzadebaşı’nda “Romalıların yükselme ve alçalma devirleri” hakkında konferans veriyordu. Burada İttihâdçılar hadise çıkardı. Murat Bey’i vuracaklardı. Tiyatroyu emniyet mensubları sardı. O hadisede Said-i Nursi çıkıp halkı teskin etti. Yaptığı bir konuşma ile, hadiseyi yatıştırdı. Kim bilir ilerideki hadiseler belki de o gün çıkacaktı. Yaptığı vecîz ve te’sirli nasihatlerle halkı sükûnete çağırdı. Yoksa İttihâdçılar çok ileri gidecekti.
Hazret çok şeci’ bir insandı. Binaenaleyh kendisine i’tiraz olunmayacak bir surette, herkesin hoşuna gidecek bir şekilde konuşmayı bilirdi. İ’tiraza mahal bırakmazdı.» (22)
Bir diğer hatıra ise şudur;
«Yine o günlere yetişmiş Merhum Süleyman Çapanoğlu ise, aynı bu hadiseyi şöyle anlatır:
“Mizan gazetesinin sâhibi ve baş yazarı tarihçi Murat Bey, şehzadebaşı’nda, Ferah tiyatrosunda, İttihad ve Terakkî idaresiyle Roma devletinin mukayesesi için verdiği “Romalıların yükselme ve alçalma sebepleri” adlı konferansında, İttihad ve Terakki’ye karşı giriştiği tenkidler sebebiyle, salonu dolduran İttihadçıların gürültü çıkararak, hakaret ve sövme ile konferansını yarıda bıraktırmaları ve kendisinin tekrar kürsüye çıktığı takdirde tabanca çekilerek mani’ olunacağını bildirmesinden sonra, dinleyicilerin iki grup halinde birbirine girdiği, itişme ve kakışmaların başladığı sırada; birden bire bir yay gibi fırladığı koltuğun üzerinde gür bir ses ile: “Ya Eyyühel Müslimîn!” diye söze başlayarak, salona bir anda hâkim olduktan sonra; konuşma hürriyetine saygı göstermek lâzım geldiğini bir hatibin sözünün kesilmesinin ayıp olduğunu ve terbiye sınırlarının dışına çıkmanın, Meşrutiyet ve Hürriyeti i’lan etmiş bir millet için utanılacak bir hareket olduğunu,
İslâm dininin fikre saygı göstermeyi emrettiğini; sözlerini ayetlere, hadislere isnad ettirerek; İslâm tarihinden örnekler vererek; Hazret-i Muhammed (A.S.M.)’in müşaverelerini ve irşadkâr sözlerini ve hitabelerini şahid tutarak, terbiye ve nezaket dairesinde dağılmalarını tavsiye etti.
O bütün külhanbeyleri, şirretler veya yaygaracılar süt dökmüş kedi gibi dağılması, hâlâ hafızalarda yaşar.” (23)
Ayasofya Mevlidi’nde bizzat bulunan Hafız Ali Rıza Sağman’ın da konu ile ilgili hatırası şöyledir;
«Ayasofya Mevlidi’ni bizzât idrak etmiş meşhur Mevlidhan Hafız Ali Rıza Sağman da şöyle bir hâtırasını kaydetmektedir:
“1909’da Ayasofya Cami-i şerifinde okunan bir mevlidde Musullu meşhur Hafız Osman’ın okuduğu Mevlid ile Bediüzzaman’ın kürsüde, ayakta irad ettiği mev’ize şaheser idi.”
Volkan gazetesi 5 Nisan 1909, sayı: 95, Pazartesi tarih ve numaralı nüshasında, Üstâd’ın öğleden evvele hususi recalarla kürsîye çıktığını ve bir nutk-u beliğ îrad buyurduklarını kaydeder. Aynı gazete o hengamede nutkunu zapt edemediklerini ama bilahare’ kendisinden nutkun bir suretini alıp ileride neşredeceklerini yazmış, lâkin Volkan’ın sonraki sayılarında bu nutuk neşredilmemiştir.
Volkan’ın aynı sayısında mevlid-i şerifi okuyan Musullu meşhur Hafız Osman el-Mevlevî olduğunuda kaydeder.» (24)
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’dan, mebuslara yani milletvekillerine dahi hitap ermiştir. Bu konu ne kadar biliyor ve gündem oldu? Maalesef çoğu kişinin bundan haberi bile yoktur. Bahsettiğimiz konunun geçtiği satırlara bir de yerinden bakalım;
«Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı –hâşâ ve kellâ– istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:
Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.» (25)
«Bediüzzaman’ın Ayasofya’daki hitabesi elbetteki bu bir iki cümleden ibaret değildir. Fakat hitabesinin özeti ve mevzuunun hülâsası budur.
Ayasofya’da yapılan bu büyük içtima’, elli bin kişiden fazla imiş. Bediüzzaman Hazretleri bu elli bin kişilik cemaata, hem de çeşitli ve muhtelif fikir sahiblerinden ve mütecessis niyetler taşıyan bir sürü insandan müteşekkil bir kalabalığa hitab etti. Herkes pür-dikkat ve huzur ile Üstâdı dinliyordu. Çok açık ve sarih olarak, pervasız ve endişesiz bir şekilde nutkunu okuyordu.
Bazı rivayetlere göre, Bediüzzaman’ın arkadaşlarından bir zât, cami’ giriş kapısına yakın bir yerde oturmuşken, onun pervasız ve celâdetli nutkunun bazı cümlelerinden dehşet almış.. tam o sırada, Bediüzzaman nutkunun burasında “Kabr-i kalbten hakaik çıplak çıkıyor, nâmahrem olanlar nazar etmesin” şeklinde serd-i kelâm etmiştir. Bu ifade, dinleyiciler arasında hafiyecilik yapanlara bir cevab olduğu gibi, sözlerinin şiddet ve celâdetinden dehşet alanlara da, bir çeşit cevab teşkil ediyordu. O cümlenin mânâsı: Kalbin derinliklerinden gerçekler kefensiz bir şekilde, olduğu gibi çıkmaktadırlar. Edebiyat veya kelâm rüşveti gibi perdelere sarılmadan mücerred hakikatlar çıplak olarak zuhur ediyor. Bu hakikatleri hazmedemiyenler veya korku ve telâş içinde dinliyenler dinlemesinler.» (26)
Tarihçe-i Hayat eserinde bir yazıda, Eski Said döneminde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin hayat sahaları bir mektupta gayet mükemmel anlatılırken şu ifadeler geçmektedir;
«İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle; 31 Mart Hâdisesi’nde, bir nutuk ile isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi İstiklal Harbi’nde Hutuvat-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı, İngiliz aleyhine çevirip harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Mebusanın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli bin banknot –yüz altmış üç mebusun imzasıyla– medrese ve dârülfünuna tahsisatı kabul ettiren…» (27)
Yukarıda geçen “elli bin” ifadelerini tasdiken burada da “Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren” ifadeleri geçmektedir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’da vaaz û nasihat, nutuk ve insanları bilinçlendirmek için çaba sarf etmiştir.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin gençlik yıllarında Ayasofya’da kaldığı olmuştur. Ve oraya gelip Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne sorular sormuşlardır. Abdurrahman Güzelyazıcı Hoca’nın konuyla ilgili bir hatırası ve orada sorulan soruya verilen cevap şu şekildedir;
«İstanbul Müftülüğü yapmış, çok değerli âlim, fazıl Abdurrahman Güzelyazıcı Hoca Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’nin 1918-1922 hayat dönemine ait bazı hatıralarını şöyle yâd etmektedir:
“Bediüzzaman Said-i Nursi’yi 50-55 sene evvelinden tanırım.” O zaman İstanbul’da Ayasofya’da kalırdı. Biz o zaman medresede talebe idik, kendilerini yakından tanırdım. Bana daima: “Şeyh Abdurrahman, Şeyh Abdurrahman!” diye iltifat ederdi.
Bir gün Ayasofya’da, hocalar ve talebeler kalabalık bir grup kendisine bir sual sordular: “Hanefîler imama uyuyor ve imam arkasında Fatiha okumuyorlar. Fakat Şafiîler imama uydukları halde Fatiha okuyorlar. Bunun hangisi doğru ve haktır? Hakikatte nefsü’l-emirde bu mes’elenin mahiyeti nedir?”
Sual nâzikti, kendisi Şafiî mezhebindendi, suali soranlar ise, Hanefî idiler. Şafiîlerin lehinde bir şey söylese, suali soranlara karşı iyi bir şey olmayacaktı. Hanefîlerin lehinde konuşsa yine olmayacaktı. Çünkü kendisi Şafiî idi… Çok yüksek ve parlak zekâya sahipti. Bu suale de zekâsının yardımı ile hemen bir cevab verdi. Daha bir çok müşkil mes’elelerden de zekâsının buluşlarıyla sıyırılıp çıkardı. Bakın bu suale nasıl cevab verdi:
“Şafiîler ekseriyetle köylü, bedevî ve köyde yaşayan insanlardır. Hanefîler ise; şehirli, medeni ve şehirde yaşayan insanlardır. Köyde herhangi bir mes’elenin müzakeresinde konuşma ve görüşme sırasında hem muhtar, hem imam, hem köyün ihtiyar hey’eti, hem köylülerin hepsi konuşurlar. Köy kahvesi şeklinde münazara ve münakaşa ile mes’elelerini hallederler. Şehirde ise, herhangi bir mes’elenin müzakere ve görüşülmesinde; şehirli ve medenî insanlar içlerinden bir temsilci seçerler, bu temsilci umum namına konuşur. Böylece mes’elelerini bir neticeye bağlarlar.
İşte imam arkasında Şâfiîlerin Fatiha okumasıyla, Hanefîlerin okumaması böyledir. Şafiîlerde herkes meramını anlatır. Hanefîlerde ise, bir imam ve bir temsilci onlar namına konuşur.”» (28)
Ayasofya’da Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin nutuk verdiğinin bir diğer şahidi ise, Diyanet İşleri Eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’dir.
Ahmed Hamdi Efendi de şöyle anlatıyor; «Ayasofya Camiinde, binlerce kişiye, aziz kahraman Molla Said’in nutkunu anlatırken, hayretler içinde kaldık…» (29)

Üçüncü olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya’nın ‘vaziyet-i kudsiyesine’ çevirilip cami olmasını talep etmesidir. Meselâ;
«Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Tâ bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.» (30)
Bir diğer lâhika mektubunda ise şunları okumaktayız;
«Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.» (31)
Dikkat edilirse 3 madde sayıyor burada Üstâd Bediüzzaman.
1 – Ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek
2 – Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak
3 – Âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak
Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirmek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri döneminde gerçekleştirildi. Ama diğer 2 madde sonraki döneme kalmış vazifelerdendir.
‘Ayasofya’yı muzahrefattan temizle’mek mânâsını “Ayasofya’yı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yap”ma (32) mevzusu açmaktadır.
3. Maddede geçen ‘Ayasofya’ için ‘muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak’ ifadesi mühimdir. Ama daha dikkat çekici olan ise, Ayasofya’nın camii olarak ibadete açılması meselesinin ‘bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etme’sidir. Bunun nasıl tahakkuk edeceğini zaman gösterecektir. Nitekim “her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir.” (33)
Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarıp müzeye dönüştürüldüğü dönem ile ilgili şu değerlendirmeler ise yürek burkmaktadır;
«Ayet yazılı âbidelerini, kitabelerini parçalatan; Ayasofyada Allah, Muhammed ve Hulefa-ı raşidîn’in isimleri yazılı levhaları asırlardan beri durduğu yerden indiren ve cami, dışına çıkarıp görünmez bir yerde parçalatmak isteyen, fakat kapıdan çıkmadığı için Cami’nin bir köşesine atan .. Ve Bulgaristan’da dünyanın her tarafından gelen muhtelif Hristiyan murahhaslardan mürekkep toplantıya, buradan hususî murahhas gönderen; ve orada alınan kararlar mucibince Ayasofya’yı Cami’likten çıkarıp müze haline getiren, Amerikadan mimarlar celb edip; Allah, Peygamber ve Hulefa-i Raşidîn levhalarının arkasındaki Bizans putlarını bin itina ile meydana çıkaran kimdi?» (34)
Bu ifadeler ışığında ‘muzahrefat’ tabiri ile ‘puthane’ tabiri daha iyi anlaşılmaktadır.
Dr. Tahsin Tola’nın Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’nın camiye çevrilmesi’ ile ilgili bir hatırası şöyledir;
«Üstâd çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi;
“Ayasofya’yı tekrar camiye çeviriniz!.. Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ediniz!.. Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere ismen dua etmeye karar vereceğiz.”» (35)
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri ‘sizlere’ yani Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirenlere ‘ismen dua etmeye karar ver’meyi, 2 şarta bağlıyor.
1 – Ayasofya’yı tekrar camiye çevirirseniz,
2 – Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ederseniz.
Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın gündeminde hep istek olarak “Ayasofya” vardır.
Yine Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’ talebi ile ilgili bir hatırayı Bayram Yüksel Ağabey şöyle anlatıyor;
«”1950 senesi başlarında Üstad Hazretleri, Emirdağ’a gelmişti. O zaman Emirdağ’daki Çalışkanlar hanedanı, Hamza Emek, Mustafa Acet, Mustafa Bilal, Sadık Kalender, sıhhiye memuru Hayri Bey nöbetle Üstada hizmet ediyorlardı. Ben de bazen Emirdağ’ın pazarı olduğu, Salı günleri Emirdağ’a Üstadımızı ziyarete geldiğimde, sıhhiye memuru Hayri Beyden anahtarı alıp Üstad’ın yanına gidiyordum. Üstad’ın çayını, yemeğini pişirip, evini temizleyip, akşamları köye dönerdim.
“O sıralarda Aydın-Ortaklar’da Ahmed Feyzi Ağabeyin ziyaretine gitmiştim. Orada biraz kaldım. Ahmed Feyzi Ağabeyler de Üstadımıza verilmek üzere, onar kiloluk birer teneke zeytin ve zeytinyağını benimle göndermişlerdi. O sıralarda Sungur ve Ceylan Ağabeyler Ankara’da kalıyorlardı. Beni onların yanına gönderdi. Zeytin ve zeytinyağını da onlara götürmemi söyledi.
“Giderken DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Beye hitaben bir mektup yazıp verdi. Ayrıca da
‘Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandıkları gibi, Risale-i Nurların neşrine ve Ayasofya’nın açılmasına çalışsınlar.’ demişti.» (36)
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, o dönemde ‘Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırak’anlar için, ‘Yeter bu kadar yaptığınız hizmet! Daha da bir şey yapmaya gerek yok!’ demiyor. Aksine bununla yetinilmeyip 2 tane daha istediğini arz ediyor. Şöyle ki;
1 – Risale-i Nurların neşredilmesi.
2 – Ayasofya’yı açılması.
Yani bize buradan bir pay düşmektedir. Üstâdımız Bediüzzaman Hazretleri’nin 3 isteğinden 2’si Elhamdülillah vuku buldu. Ama bununla yetinmeyip 3. yapılması gereken “Risale-i Nur’un devlet eliyle basılması/Diyanet tarafından neşredilmesi” için çaba ve gayret sarf edilmelidir.
Ayasofya’nın açılması nihai son nokta değil, aksine bir başlangıçtır. Çünkü fetihler bitişi değil yeni fetihleri müjdeler.
Bediüzzaman Hazretleri, hayatta iken bizzat talebelerini Ayasofya konusunu konuşmak üzere devlet erkânlarına göndermiştir. Konuyla ilgili Veli Işık Kalyoncu şöyle anlatıyor;
«Bir defasında Üstadımız, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması için ağabeylerimizden birisini göndermiş; bunun için tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerin bazılarında biz de bulunurduk. Üstadımız daha çok hizmet gayesi ile Sungur Ağabeyi, sonra Ceylan ve Bayram Ağabeyi gönderirdi. Bazen Zübeyir Ağabeyi de gönderdiği olurdu.» (37)
‘Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması’ için ’tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapıl’mıştır. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, bu derece üzerinde durmuştur; Ayasofya’nın.
Ayasofya’nın fethinin, İttihâd-ı İslâm’ın tesisine bir mukaddime olması Rahman-ı Zü’l-Celal’den isteriz.
Tarihçe-i Hayat eserinde geçen bu duygu yüklü satırları hakkalyakin yaşamayı Allahu Teâlâ bizlere nasip ve müyesser eylesin;
«Rüyalarımız dahi neşe ve ferahla dolu… Düşmanlarımızın ise yüzleri daha ziyade karardı. Nifaklarının hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını artık biliyorlar. Üstadımız, İstanbul’un şahsiyet devrinin yadigârı olan her şeye yeniden can verdiler. Kardeşlerimizin gözünde, şehrin manzarası birdenbire değişti. Ayasofya, Sarayburnu’na kadar uzandı. Minarelerinde yine ezan-ı Muhammedî (asm) okunuyor; içinde, hâfızlar yeniden Kur’an-ı Kerîm tilavetine başladılar. Fatih, her gün türbesinden kalkarak, fethettiği şehrin büyük ve mübarek misafirine “Hoş geldiniz!” diyor ve onu tebrik ediyor. Yeni Cami’nin şerefesinden Beyoğlu’nun en karanlık ve mülevves izbesine kadar nüfuz edecek ışık tufanını şimdiden görür gibi oluyoruz.
Hepsinin Ayasofya’nın, Fatih’in, Sultan Ahmed’in, Eyyüb’ün ve Süleymaniye’nin ve bütün Müslüman İstanbul’un hicab perdelerini yüzlerinden atışı ve bize daha muhteşem ve daha samimi görünmeleri, bu büyük teşriften ve bu ulvi nurdan. Üstadımız, artık bu şehrin güneşi. O giderse ufkundaki güneş de onu takip edecek ve milyonluk şehir kararıverecek. Tesellimiz, Fatih şehrinin Risale-i Nur’la aydınlanacağı ve parlayacağı ümididir.» (38)

Yaptığımız bu çalışma ile amacımız “Ayasofya Dâvâsının Mümessili – yani Temsilcisi – olan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri”nin, Ayasofya’ya bakış açısı ve eserlerine nasıl aldığı konusunda naçizane bir katkı sağlamaktan ibarettir.
Biz de Üstâdımız Bediüzzaman Hazretleri gibi diyoruz ki; “Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!” (39)
Bir müjdeyi de yazımızı eklemek istiyorum;
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, «Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile–
سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطٖينِيَّةُ فَنِعْمَ الْاَمٖيرُ اَمٖيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا
deyip İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.» (40)
Hadîs-i Şerîf’in meâli ise şu şekildedir; “İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur.” (41)
Bu hadîs-i şerîfte birinci fetihe açık işaret olduğu gibi, fethin sembolü olan ikinci fethe de remzen işaret vardır.
Son olarak Fatih Sultan Mehmed Han’ın Ayasofya ile ilgili Arapça Vakfiyesinin Tercümesini beyan etmek istiyorum;
“İşte bu benim Ayasofya vakfiyem dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalâvereyle Ayasofya Camii’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır Allah İşitendir, Bilendir.” (42)
Burada geçen “Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.” şeklindeki lanetten tüm milletimiz kurtulduğu için Cenâb-ı Vâcibü’l-vücud olan Allah’a yüz binler şükür olsun.
Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1 – Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 383
2 – Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 26; Âsâr-ı Bedîiyye, s. 140
3 – Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bedîiyye, s. 123
4 – Son Şahitler, c. 2, Selahaddin Çelebi Hatıralarından
5 – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 225
6 – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 622
7 – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 388
8 – Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 70
9 – Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye, Tercüme: Abdülkadir Badıllı, s. 164
10 – Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye, Tercüme: Abdülkadir Badıllı, s. 438
11 – Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bedîiyye, s. 595
12 – Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 469
13 – Kur’ân-ı Kerîm, Diyanet İşleri Meâli Yeni, Tevbe Sûresi 32. Âyet Meâli
14 – Hatırayı 1990’da Rüştü Tafralı Ağabey’den bizzat Ali Kemal Pekkendir Ağabey dinlemiştir.
15 – Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 498
16 – Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 835-836
17 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 572
18 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 35
19 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 253
20 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 63
21 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 250
22 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 251’den naklen; Bkz. Aydınlar Konuşuyor, s. 168
23 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 251-252’den naklen; Bkz. Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursi, s. 110-111
24 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 257
25 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 62-63
26 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 255
27 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 253
28 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 507-508
29 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 1752
30 – Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 163-164
31 – Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 235
32 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 564
33 – Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat , s. 22
34 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 1742
35 – Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 2007; Son Şahitler, c. 4, Dr. Tahsin Tola Hatıralarından
36 – Son Şahitler, c. 3, Bayram Yüksel Hatıralarından
37 – Son Şahitler, c. 4, Veli Işık Kalyoncu Hatıralarından
38 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 656
39 – Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 130
40 – Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 117-118
41 – El-Hâkim, el-Müstedrek, 4:422; Buharî, Târihü’s-Sağîr, no. 139; Müsned, 4:335; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:218
42 – Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453 (Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde Bulunan Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi)

Sanat Eğitimi ve Bediüzzaman

Calib-i hayret bir durum. Eserlerinde 500 değişik sanat kelimesini ve kullanıldığı yerleri, ve terimin nasıl kullanılması gerektiğini nereden tahsil etti Bediüzzaman? Bini aşkın sadece sanat kelimesini çok farklı yerlerde kullanan, buna bağlı olarak sanatlı yaratıcı anlamında Sani kelimesini kullanan ve Sani kelimesinden türetilmiş Sani-i Hakim, Sani-i Zülcelal gibi bileşik tamlamalar kullanan Bediüzzaman.

Fiil olarak sanat menşeli kelimeler mesela tezyin, müzeyyen ve müştakları. Kainat okumaları tasavvufcular gibi ezbere değil ayrıntılı okumalar.

Mesela ikici kelimede vahdehuyu izah ederken ne kadar sıravari birbirinin mantıklı devamı olan bir sanat faaliyetini anlatır. Bu tanzimi yapmak ne kadar geometrik düşünen ve her şeyi yerinde terimi ile izah eden büyük bir görsel zekanın ve yazma kudretinin olduğunu gösteriyor.

“Biz gözümüzü açtıkca kainat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen amm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil hassas bir mizandır görüyoruz. Herşey dakik bir nizam ile, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe yeniden yeniye bir tanzim ve tezyinat gözümüze çarpıyor. Yani birisi intizam ile o nizamı değiştiriyor ve tartı ile o mizanı tazelendiriyor. Herşey bir model olup pek kesretli muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor. Daha ziyade dikkat ettikce o tanzim ve tezyin altında bir hikmet ve adalet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor. Bir hak bir faide takib ediliyor. Daha ziyade dikkat ettikce gayet hakimane bir faaliyet içinde bir Kudret’in tezahüratı ve herşeyin her şenini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri nazar-ı şuurumuza çarpıyor. Demek bütün mevcudattaki şu nizam ve mizan umuma amm bir hikmet e adaleti ve o hikmet ve adalet bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek bir Kadir-i Külli şey ve bir Alim-i Külli şey şu perdeler arkasında akla görünüyor.“

Bu bahis devam ediyor.

Şu paragrafta bu ifadeler dört defa tekrar ediliyor;
Biz gözümüzü açtıkca
Daha bir parça dikkat-i nazar ettikce
Daha ziyade dikkat ettikçe…

1-Amm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil hassas bir mizandır görüyoruz.

2-Yeniden yeniye bir tanzim ve tezyinat gözümüze çarpıyor.

3- Daha ziyade dikkat ettikçe o tanzim ve tezyin altında bir hikmet ve adalet görünüyor

4-Daha ziyade dikkat ettikçe gayet hakimane bir faaliyet içinde bir Kudret’in tezahüratı ve herşeyin her şenini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri  nazar-ı şuurumuza çarpıyor

Nizam, mizan, tanzim, tezyin, hikmet ve adalet, Kudret ve İlim.

Kelimeler iki koldan gidiyor, nizam ve mizan.

Mizanla tanzim akraba, nizam ile tezyin akraba, çünkü nizamsız süsleme tezyin olmaz.

Mizan, adalet aynı fiilin başka görüntüleri, mizan denge, adalet de denge biri fiziki diğeri manevi.

Bütün bu iki koldan giden fiilleri bir dört basamaklı ve gittikçe yakınlaşan bir kamera gözle anlatmak… Burada bir ayet metni yok tamamen muhakeme ve muakele. Burada anlatılan Allah’ın ilmi ve kudreti bu sıralamadan sonra geliyor. Bediüzzaman‘ın eşya, olay ve tabiat okumaları imanın inşasını sağlar, hem de ne inşa.

Bütün bu kelimeler sanat felsefesinin beşeri sanatlarda da geçerli kelimeleri, bir resim tablosu da bir heykel parçası da bu sıralamalara dikkatle olabilir.

Fiillerin aklen, mantıken devamlılığını bu ön cümlelerle sağlıyor, onları gözlemleyen gözün bu mantıki ve berahine uygun zihin sarfları her kudreti beşerin işi değil. Büyük bir hafıza hayal, müşahade kudreti gösteriyor.

Yukardaki metni daha da açarak anlatsak bir sinema olur.

Risale-i Nur’u anlamakta zorlanan kelime ve mana yapısını, sentaksını anlamayan insanların yanında yüz elli yıl öncenin edebi metin telakkilerini günümüze transfer etmeden anlatmanın ne anlamı var? Biz iman ve kainata bakış açılarını temel gaye edinmişiz, neden böyle aslı maksadın çok uzağındaki konularla kendimizi meşgul ediyoruz hayret.

Bu toplumun Kur’an’ın hakikatlerine yeni bakış açılarına ihtiyacı var, biz onlarla meşgul olmuyoruz.

Yirminci mektup en büyük muhakemat. Bütün bahisler akla durgunluk verecek bir mantık, akıl, hayal, anlatım daha neler içinde bunlara dikkat çekelim. Pencereler risalesinde kaç çeşit tabiat levhası ve insana nisbite yapılmış onları yapalım.

Münacaat Risalesi nasıl öyle teknik bir şekilde bütün kainatı kucaklar şekilde anlatıldı. Ayet’ül Kübra geleneksel roman konusunda zavallı Türk yazarlarına bir örnek. Karanlığın Yüreği romanını bir Amerikalı yazmış, felsefi roman. Bu Ayet’ül Kübra ve Haşir için nerde o Amerikalı hayret.

Joseph Conrad 19. yüzyılın sonunda yazdığı Karanlığın Yüreği tarihin en kanlı asırlarından bir tanesine damgasını vuran savaşlar, gelişen teknolojinin açtığı uçurumlar, modernliğin allak bullak ettiği toplumlar gibi konulara bir üvertir niteliğini taşıyor Marlov Afrika’da medeniyete ve kendisine olan güvenin parçalandığını hisseder. Dönemin değer yargılarını hem de emperyalizmin meydana getirdiği tahribatı resmediyor. Eser Afrika’yı bir sembolik imge olarak Avrupalıların zihnine nakşetmiştir.

İnşaühü lizake yine bir mantık ve akıl, editasyon harikası. Şu cümleden doğmuş: “Malik ül Mülkü zülcelal alem-i ekberi bahusus Küre-i Arz yüzünü öyle bir surette inşa ederek yapmıştır ki birbiri içinde hadsiz daireler olup her bir daire bir tarla hükmünde olup vakit bevakit mevsim bemevsim asır beasır eker biçer mahsülat alır.“

Şu cümlenin daha sonraki bahis tafsilatı vakit ve asır, mevsim üçlüsünden icraat-ı ilahiyeyi anlatıyor. Allah’ım ne harika bir rububiyet ve uluhiyyet temaşası, gelin bunları anlatalım.

Himmet UÇ – risalehaber.com