Bu durumda kimse Ebu Süfyan’ın bildiğimiz anlamda bir putperest olduğunu söyleyemez. Yani o taşlara tapmıyordur, ya da tahtadan oyulmuş olanlarına. Maddesi ne olursa ne olsun put denilince zihnimizde beliren ve tümünün tüm varlıklarını cahiliye dönemine yığıverdiğimiz o putlar umurunda bile değildir küfrün azılı temsilcisinin. Onun asıl taptığı, yolculuklara çıkarken yanına aldığı ve acıktığı zaman da yediği putudur. Yani menfaati.
Bu durumda tarih boyunca ortaya çıkan tüm putperestliklerin menfaate dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Zira ortada “babalarının dini, atalarının dini” diye bir şey yoktur. ‘Neydi o’ diye sorsanız verecek cevapları da yoktur. Bu sadece bir bahaneden ibarettir. Onlar, Kuran-ı Kerim’in belirttiği üzere Allah’ı inkâr ediyor da değillerdir. Ve babalarına isnat ettikleri dinin o Allah tarafından gönderilmediğini gayet iyi biliyorlardır. Son peygamberi, Efendiler Efendisini, oğullarını bildiklerinden farksız şekilde bildikleri gibi.
Ama bu düzen bir şekilde kurulmuştur. Büyük putlar zenginlerindir. Kim kuvvetliyse onun putu kudretlidir. Hevâlarına göre yerine göre dil verdikleri, yerine göre gazap isnat ettikleri putları hep devletlüler idare etmiştir. Oysa kendileri de bilirdir ki, kendi varlığı bir başkasının yapımına muhtaç olan bir varlık yaratıcı değildir. Büyük put düşmanı küçük İbrahim kadar onlar da bilir, batıp gidenlerin kendilerine bir hayrının dokunmayacağını. Ama kurallarını kendilerinin koymadıkları bir dini kabul edemezler elbette. Adına geçmişlerimizin dini dedikleri bir şey üretir ve çeşitli suretler vererek sadece ve sadece menfaat putu üretirler. Peki ya diğerleri, ezilenler yani. Putların asla kendi ağızlarından konuşamayacağı zavallı halk kesimi. Onların da çoğunu tutan yine menfaatti. Oturmuş düzene karşı çıkarlarsa düzenleri bozulur, hayatları tehlikeye girerdi. Susmak daha menfaatliydi. Öyle de oldu.
Böyle bir menfaat arenasında ‘kral çıplak’ dillendirmesini yapacak biri menfaatler üstü biri olmalıydı. Ücretini sadece yoktan var edeninden bekleyen biri. Ölümün sadece ama sadece onun izniyle geleceğini, eğer O istemezse kendisine yığınlarca düşmanın asla zarar veremeyeceğine inanmış biri. Tek başına bile olsa, O isterse başaracağına iman edebilmiş biri. Devrimci biri. Evet devrimci, Seyyid Kutub’un belirttiği gibi; “Dünyanın En Büyük Devrimi, Lâ İlâhe İllallah’tır.” Ve bu durumda tüm peygamberler nefsin türlü hallerinden türemiş yığınla canlı ve cansız puta karşı durarak devrim yapmıştır. Firavun sarayında Musa, Nemrut karşısında İbrahim, cahiliye karanlığında Muhammed Mustafa (s.as.). İla ahirih..
Tek Allah’ın yüce öğretilerini yüklediği bu yüce öğreticiler, hep aynı davanın neferi olmuş, karşılarına çıkanların hepsi de aynı tepkileri vermek suretiyle aynı akıbete uğramıştır. Bizim zamanımıza, ne saadettir ki bizim payımıza düşen son elçi sayesinde ehl-i tevhid olmuşuzdur bizse. Ehl-i İslam, ehl-i İman. Şirki reddederek girmişizdir bu dine. Dünyanın en büyük devrimi olan cümleyi söylemek şartıyla girmişizdir hem de. Ama gelin görün ki, ne insanoğlu değişmiştir, ne nefis. Ne de menfaat şemsiyesine giren hırslar. Bu durumda şekli değişen tek şey putlardır. Şirk koşmanın 1400 yıl öncesinde kaldığına inanan insan algısı büyük bir devrime muhtaçtır.
Zira putperestlerin yaptığı inkâr değildir, şirktir. En basit tabiriyle ortak koşma. Yani ‘tek’ten bir başkasına pay ayırma… Devrim yeryüzüne yalın bir bakış demektir, der Nuri Pakdil. Sahte ilahların yansımalarında boğulmamış bir bakış ancak müminlere has olabilir. Görmediğine iman edenlere, gözünün görüp, elinin tuttuğu ve kendisinden menfaat umduğu her şeyi kalp hanesinde betonlaştıranlara değil.
İbrahim Paşalı’ya göre ‘Put abartılan her şeydir’. Bence de kesinlikle öyledir. Ve abartmanın ölçüsü hep Rabbe göredir. Onun vermeni istediğinden çok değer verdiğin her şey, O’nunla senin arana giren, O’nu senden seni O’ndan uzak kılan her şey… Molla Camii’nin Nefahatü´l-üns min hadarati´l-kuds ismini verdiği evliya menkıbelerinin anlatıldığı kitapta bir dervişten bahsedilir. Derviş dünyadan el etek çekmiş, kendi köşesinde münzevi bir halde yaşarken hem ihtiyaçtan, hem el yatkınlığından yama dikmeye başlar. Gerçekten de güzel dikmektedir. Ve sevdiği de bir gömleği vardır. Söker söker tekrar diker.. Ve bu uzun süre böylece devam eder. Durumu gören şeyhi ona şöyle seslenir, “Şimdi o gömlek senin putundur.” Böyle bir tekdiri getiren şey ne dikiş dikmektir, ne de gömleğin kendisi. Sadece o eyleme atfedilen değerdir.
Mesela zekatını vermeye kıyamadığın, daha çok daha çok hırslarıyla harama bulaştığın, seni dünya işlerine boğduran para, pekala bir şirk aleti olabilir. O para putun olup seni eksiksiz şekilde batırabilir. Ama aynı para, hatta çok daha fazla para kılını bile kıpırdattırmaz kürsüdeki İmam-ı Azam’a.
Artık beynimizdeki put suretlerini bir kenara atmamızın tam zamanı. Bir zamanların ilkel putlarına kahkahalarla gülerken, tam otomatik, son derece teknolojik putlara kucak açmak ahmaklıktır. Putperestliği tarih sayfalarına gömüp müntesiplerini Ebu Süfyan ve tayfasından ibaret sanmak sadece kendini kandırmaktır. Mevlana hazretlerinin dediği gibi, içinde put olmaya aday sayısız ‘şey’ barındıran bu dünya bir su’dur. Eğer üzerine çıkmayı başarırsan seni yüzdürür, eğer içine alırsan seni batırır. Bediüzzaman’ın dediği gibi pencerelerden seyredip içlerine girmemek lazımdır. Helal dairesine kanaat etmek, harama meyl etmemek, helali de şirk unsuru olabilecek hale getirip haramlaştırmamak lazımdır. Zira putların hiç biri haram maddeden imal edilmemiştir. Onları put eyleyen hammaddeleri değil kendilerine atfedilen değerdir.
‘ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim’
Asaf Halet Çelebi
*Bu yazı ilk olarak Kur’ani Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.
14/01/2012 |
© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak