Etiket arşivi: eymen akça

Nefis Terbiyesi ve Kalb Temizliği

Bu konuları hakikate uygun şekilde ele alabilmek için insanın sağlıklı ve bütüncül bir şekilde tanımlanması gerekir. Çünkü mahiyeti bilinen bir şeyin varlık gayesi de bilinir. Hem onunla alakalı işlerin manası da bilinir. Evet insanın diğer canlılardan farklı olarak, bilinçli ve her şeyin farkında olan bir yapısı var. Ondaki her bir yönün kendisine has bir bilinci ve hüviyeti vardır. Modern psikoloji insanı 3 farklı bilinç alanı olarak ele alır: İd-Ego-Süperego.

İd, insanın en köklü ve güçlü bilinçaltı yönüdür. O, kişinin fiziksel ihtiyaçları konusundaki ham kendiliğidir. Bu yön, Aristo’nun çizdiği modeldeki “Fiziksel güçlere” tekabül ediyor. Allah, buna “Nefs” diyor. Bu ham yapı, ihtiyaçlarını meşru ve gayr-ı meşru, haklı ve haksız her türlü yolla karşılamak istediği, kişiyi buna sevk ettiği ve baskı uyguladığı için Kur’anda ona “Nefs-i Emmâre” (Aşırılığı emreden nefs) denilir.[1]

Ego ise, kişinin bilinçaltı ve çok değişken yönüdür. O, insanın duygusal cephesinde görünen ham kişiliğidir. Ki, Aristo modelindeki “Duygusal güçler” ile kendini gösteriyor. Allah, bu yöne “Kalb” der. Kur’an kalbin, duygusal bir zekâsı olduğunu;[2] his merkezi olduğunu;[3] günahlar ve yanlış anlayışlar ile yaralandığını;[4] hırs, hased, kin, husumet ve aşırı korku gibi dengesizliklerle görünen hastalıkları olduğunu ifade eder ve haber verir.[5] Hem böyle hastalıklı ve kirli bir kalbin, kâinatın denge haritası olan Kur’anı hakkıyla anlayamayacağını ve onun mukaddes manalarına temas edemeyeceğini söyler. (Vâkıa Suresi, 77-79) Hem bir iç terbiye ile kalbini temizlemeye çalışanları, gerçek adam diye över. (Tevbe Sûresi, 108)

Nefs ve kalb arasında kopmaz bir bağ olduğu ve birbirlerini etkiledikleri için Kur’anda bu ikisinin temizlenmiş hallerini ifade eden “Ezkâ ve Athar”[6] kelimeleri ve aynı kökten kelimeler[7] beraber kullanılırlar. Hem Kur’an bu temizlenme ve gelişme sürecindeki nefsin 7 mertebesini şöylece bildirir:

İlk aşama, “Emmâre”[8] dir. Bu seviyede nefis, ihtiyaçlarının karşılanması için helal-haram her şeyi ısrarla ister ve emreder. Haramlardan pişman olmaz. Yaptıklarını çok masum görür ve gösterir.[9]

İkinci aşama, “Levvâme”[10] dir. Bu seviyede nefis aşırılığa meyillidir. Fakat hatasından sonra pişmanlık hisseder, kendini eleştirip kınar.

Üçüncü seviye ise, “Mülheme”[11] dir. Bu seviyede Allah, nefse hakikati ve takvayı ilham eder. O da, Hakikate göre hareket etmeye çalışır.

Dördüncü seviye ise, “Mutmainne”[12] dir. Bu seviyede nefis, hakkı görür. Sebeplerin yaptığı karanlık dünyadan çıkar. Allah’ın manevi, nurlu ve güneşli dünyasına girer. Emniyet ve sükûnete erip iman eder.

Beşinci seviye ise, “Râdıye”[13] dir. Bu seviyede nefis, Allah’ın kurduğu bu huzurlu ve ışıl ışıl dünyadan memnundur. O, artık Rabbini sever. Onun rızasını ve yakınlığını kazanmaya çalışır.

Altıncı derece ise, “Mardıyye”[14] dir. Bu seviyede nefis Allah’ın rızasına ve yakınlığına erişir. Râdıye ve mardıyye seviyeleriyle nefis, Müslüman olur.

Yedinci mertebe ise, “Zekiyye”[15] dir. Bu seviyede nefis bütün hastalıklarından kurtulur, tertemiz hale gelir. Devamlı Allah’ı görüyormuş ve Onun tarafından görülüyormuş duygusuyla yaşar.

Kur’an nefs tezkiyesi için, ömür boyu süren ve etkili bir ilaç olan orucu çare olarak gösterir. Orucu yılda 1 ay farz kılar. Oruçla, nefsin bütün ihtiyaç duyduğu şeyleri—meşru dairede bile olsa— ona gündüzleri haram eder.[16] Tâ ki terbiye olsun ve doğal, dengeli hale gelsin.

Resulullah (ASM) ise, kendi hayatındaki düzenli Pazartesi-Perşembe oruçlarıyla ve her hicrî ayın 13-14-15. günleri olan oruçlarla bu tezkiyeyi bütün seneye yayar ve yaşar.[17]

Kur’an diğer bir yöntem olarak da îsar hasletini yani “Kendisi muhtaç iken başkasının nefsini kendine tercih etme” yi[18] yani darlıkta dahi cömertlik yapmayı bir yol olarak gösterir ve över. Bu şekilde “Nefsin mal aşkından ve cimrilikten kurtulma” sını ebedîleşme formülü olarak birkaç yerde vurgular.[19] Hem Tevbe Sûresi 103. âyet, cihada katılmamakla kalb ve nefsini kirletenlerin zekât ve sadaka vermekle nefsini tezkiye, kalbini tathir edeceğini bildirir. Zekât ve sadaka, Allah’a sadâkatin tescili ve kalb temizliği için de ilaç olmaktalar.

Kur’an kalbin terbiyesi ve tatmine ermesi içinse “Zikir” hakikatini bir formül ve ana yol olarak gösterir. Allah’ı zikretmeyen bir kalbin, kadınları aşk ile zikredeceğini söyler.[20] Fakat bu, geçici bir tatmin olduğu için Kur’an “Uyanın! Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olabilir”[21] diye ikaz eder.

Hem Kur’an kalbin temiz tutulması için hassas bir takvayı çare olarak sunar. Duygusal kirlenmeye yol açan haram bakışları ve konuşmaları yasak eder. Ahzâb Suresi, 53. Âyet, “Perde arkasından olmayan konuşmalar, başta erkek olmak üzere, her iki tarafın da kalbini ve duygularını kirletir” der. Nûr suresi 30. Âyet ise “Haram bakışın peşinen erkeğin nefsini kirlettiğini bildirir.”

Benlik ( süper-ego ) terbiyesini ise, gelecek yazıda bulabilirsiniz.

Eymen AKÇA

[1] Yûsuf Sûresi, 53.

[2] Hacc Sûresi, 46.

[3] Mücadele Sûresi, 22.

[4] Bakara Sûresi, 10.

[5] Münâfikun Sûresi, 5-9; Haşir Sûresi, 13.

[6] Mesela Bakara Sûresi, 232.

[7] Mesela Tevbe Sûresi, 103.

[8] Yûsuf Sûresi, 53.

[9] Dağ gibi günahlarını ve yanlışlarını burnuna konmuş sinek gibi gören adam hissiyatını taşır.

[10] Kıyâmet Sûresi, 2.

[11] Şems Sûresi, 5-6.

[12] Fecr Sûresi, 26.

[13] Fecr Sûresi, 28.

[14] Fecr Sûresi, 28.

[15] Kehf Sûresi, 74.

[16] Bakara Sûresi, 183-187.

[17] Bütün hadis kaynaklarında bu sabittir.

[18] Haşr Sûresi, 9.

[19] Mesela Haşr Sûresi, 9 ve Teğâbün Sûresi, 16.

[20] Bakara Sûresi, 235.

[21] Ra’d Sûresi, 28.

Nefs-i Emmâre

Psikoloji bilimi insanı id, ego ve süperego şeklinde 3 fizikî, duygusal ve düşünce boyutlu yapı olarak ele alıyor. İd, insanın fiziksel ihtiyaçları konusunda kendini sergileyen ham kendiliğidir. Ego, insanın duygusal cephesinin teşkil ettiği ham kişiliğidir. Süper–ego ise insanın düşünce dünyasında ortaya çıkan ham kimliğidir. Bu üç yön, terbiyeye muhtaç verimli birer arazi gibidirler. Kur’an ve din bu 3 yönü sırasıyla nefs, kalp ( gönül ) ve akıl olarak sınıflandırır. Hem onlardan yansıyan bilinçli yapıları da sırasıyla nefsâniyet, şahsiyet ve enâniyet olarak ifade eder. Onların terbiye edilmesi sonucu ortaya çıkan mükemmel, aydınlık ve güzel hallerine ise, “ nefs–i zekiyye ”, “ ferdiyet ” ve “ hüviyet ” der. Üstad Bediüzzaman ihlas hakkındaki 21. Lem’a adlı eserini bu iç terbiye için kaleme almış ve kendisi de, bu anlattığı hakikatleri ömür boyunca yaşama savaşını vermiştir.

Nefis, Arapça kökü itibariyle, kirli ve kirlenen bir kana dayanan, nefes alıp veren ve ölümü mukadder olan canlı yapı demektir. Nefis kelimesi ile, nefes lafzı aynı köktendir. Bütün canlılar nefes alır ve verirler. Karadaki ağaçlar ve bitkiler, gözenek solunumu yaparlarken denizdeki balıklar, solungaçlarıyla nefes alır verirler. Toprak altındaki ve üstündeki böcekler, trake solunumu yaparlarken; memeli kara ve deniz canlıları ile insanlar, gökteki uçuşan ve yumurtayla çoğalan kuşlar ise, akciğer solunumu yaparlar. Hem bir canlının ölümünü bildiren en net alâmetin yememek ve içmemek değil nefes alıp vermemek olması gösterir ki, canlılık ve nefes ayrı düşünülemez. Bu manada nefis, en veciz ifadeyle, nefes alıp veren demektir. Bu manada Kur’an son derece bilimsel bir ifade ile der: “ Her nefis, ölümü tadacak ve bir gün nefesi kesilecektir.[1] Âyette canlı manasında “ hayy ” tabiri kullanılmayıp “ nefis ” kelimesi kullanılması nefis terbiyesinde en tesirli ve köklü uygulamanın nefes terbiyesi olduğuna da işaret eder. Zâten bütün tarikatlerin bireysel veya toplu zikirleri, bir nefes terbiyesidir. Nefsin bu yönleri olmakla beraber insanın psikolojik yönü bağlamında Kur’an iki nefis tabiri kullanır.

  1. Kişinin kendisi ve zâtı manasında… Yani insanın beden–duygu–düşünce yönlerini topluca ifade sadedinde… Bu manada mesela der: “ Musa dedi: ‘ Ey Rabbim! Ben nefsime zulmettim. Beni bağışla!” ( Kasas sûresi, 16 )
  2. Kişinin ham kendiliğini ifade etme noktasında… Bu konuda mesela Hz. Yûsuf’a (AS) şöyle dedirtir: “ Ben, nefsimi aklamam. Hakikat bu ki, nefis daima kötülüğü emredicidir. ” ( Yûsuf sûresi, 53 )

Terbiyeye açık ve yatkın olan herhangi bir konu ve nesne, aldığı terbiyenin kalitesine, yoğunluğuna ve seviyesine göre farklı farklı güzellikleri sergilemeye başlar. Ayrıca gittikçe mükemmelleşir. Aynen öyle de insanın nefis denilen ham kendiliği de, aldığı terbiyeye göre şekillenir ve farklı özellik ve güzellikleri sergilemeye başlar. Kur’an insan nefsinin bu kemal yolculuğunu 7 istasyonlu bir seyahat ile ifade eder ve isimlendirir:

  1. Nefs-i Emmâre… “ Yûsuf dedi: ‘ Ben nefsimi, aklamam. Hakikat bu ki, nefis daima kötülüğü emredicidir. ” ( Yûsuf Sûresi, 53 )
  2. Nefs-i Levvâme… “ Kıyamet gününe ve kendini kınayan nefse yemin olsun ki! ” ( Kıyamet Sûresi, 1-2 )
  3. Nefs-i Mülheme… “ Nefsi yaratan, ona hâkim olan ve onu düzenleyene and olsun ki O, nefse fücûru ( günahları ) ve takvâyı ( günahtan kaçınmayı ) ilham eder. ” ( Şems Sûresi, 7-8 )
  4. Nefs-i Mutmainne… “ Ey itminana ve sükûnete ermiş nefis! ” ( Fecr Sûresi, 27 )
  5. Nefs-i Râdıyye… “ Rabbine Ondan râzı olan bir nefis olarak dön, ‘ Ben, Sendenim ’ de! ” ( Fecr Sûresi, 28 )
  6. Nefs-i Mardiyye… “ Rabbine, Rabbi kendisinden razı olan bir nefis olarak rücu’ et, ‘ Ben, Sendenim, Seninim, Senin için vârım ve yaşıyorum ’ de! ” ( Fecir Sûresi, 28 )
  7. Nefs-i Zekiyye… “ Musa dedi: ‘ Yoksa Sen, bir nefsi katletmemiş tertemiz bir nefsi mi öldürdün? Sen çok çirkin bir iş yaptın. ” ( Kehf Sûresi, 74 )

Ehl-i tasavvuf, nefsin son seviyesine, kemale erdiği için, “ nefs-i kâmile ”; bulanıklığından kurtulup durulaştığı için “ nefs-i sâfiye ”; kofluktan kurtulduğu için “ nefs-i samîme ” vesaire isimler verirler. Kur’an o temiz seviyeyi başka isimle ifade ediyor. Nefisteki kofluğun, bulanıklığın ve kusurluluğun temeli onun manevi kirleridir, der. Madem nefsin tedavisi ve yüceliği, “ tezkiye ” ile oluyor. O halde onun tertemiz, sâbit ve sonsuz pak halini anlatan “ zekiyye ” tabiri onun kemal seviyesinin sıfatı ve adı olmalıdır. Ki Kur’an, bu şekilde, bu âyette bir çocuk masumiyetinde nefsin kemal seviyesini isimlendirir.

Bu 7 mertebeden 3 tanesi çok önemli ve tehlikeli sonuçlar doğurduğundan dolayı Kur’anda onlar üzerine yemin edilir. Arapça gramerinde ve edebiyatında bir üsluptur ki, mühim, kıymetli ve dikkat edilmesi istenilen şey üzerine yemin edilir. Mesela: “ Yaşadığın hakikat dolu hayata ve ömre yemin olsun ki yâ Muhammed! ” ( Hicr Sûresi, 72 ) âyetinde olduğu gibi…

Bu 3 mertebe emmâre, levvâme ve mülheme’dir. Çünkü nefis ancak 4. seviye olan mutmainne ile imana erip Allah’a muhatap olacak seviyeye yükselir ve Cennet’e girebilecek dereceyi kazanır. Yani kişi o seviyeyle ancak mayınlı araziden, güvenli bir alana çıkar. Nasıl mayınlı arazide yürüyene “ Sağını-solunu gözetle! Bastığın yere dikkat et ” denilir. Aynen öyle de nefsin bu 3 aşamasında da aynı dikkat ve itina gerektiği için Kur’an yemin ediyor. Üstad Bediüzzaman bu Kur’anî yeminin tefsirini şöyle yapar ve tehlike yönlerini açar:

Hazer et ( sakın ), dikkatle bas, batmaktan kork! Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a ( manevi parıltı ), bir işarette, bir öpmede batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini ( manevi özelliklerini ) onda batırma! Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. ” ( Lem’alar, 17. Lem’a, 14. Nota, 3. Remiz ) Kibrit başı kadar bir ateşin milyonlarca ağacı yutması gibi… Üstad demek istiyor ki:

Sen bir askersin. Unutma, senin temiz rızkın, çantandaki kumanyadır. Etrafındaki hainlerin bir zehirli lokması senin maddi hayatını bitirdiği gibi maneviyatın için de haram lokma aynıdır. ( Boğazına hâkim ol! ) Hem senin ağzından çıkmaması gereken bir şifreli kelime seni vatan haini yaptığı gibi, kibir ve kendini beğenmişlik kokan bir kelimen de seni manevi âlemin haini yapıp Cehenneme sokar. ( Diline hâkim ol! ) Hem bir düğmeye basmak nasıl bombaları patlatır ve kimyasal zincirleme reaksiyonları başlatır ve gerisini engelleyemezsin. Aynen öyle de bir işârette, bir öpmede batma! Gerisine dur diyemezsin! ( Irzına, namusuna hâkim ol! ) Seni satın almak için düşmanlar güzel ve parlak vaadlerde bulundukları gibi şeytanî hüviyette rüyalara ve benzeri manevi çengellere takılma! Lem’ayı aş, şuaya geç![2] Oradan da Güneşe yürü!

Eymen AKÇA

[1] Âl-i İmran sûresi, 185.

[2] Gündüz vakti elimize bir ayna alsak ve o aynayı güneşe doğru çevirsek, güneşten gelen ışığın aynaya gelene kadarki kısmına “ şua ” denilir. Aynada meydana gelen yansımaya “ cilve ”; aynadan başkasına yansıyan ışığa ise, “ lem’a ” denilir. Lem’a, maddeden yansıdığı için, lem’aya takılıp kalan kişi, sonuçta kişilere ve maddeye takılıp kalmış olur. Tevhid bakışı, kişiyi lem’adan alıp şuaya yükseltir. Sonra Hakikat Güneşi olan Allah’a yolculuk başlar.

İlahi 3 Sır

Varlık âlemi, 3 İlahî sır üzerine kurulu… Bunlar bilgi, güç ve iradedir. Bu 3 İlâhî sır, birer ana kanun ve realitedirler.[1] Bu kanunlar öyle evrenseldirler ki, atom-altı parçacıklardan en büyük yıldızlara ve galaksi sistemlerine kadar her şeyi içine alırlar. Hem öylesine zaruridirler ki, bu 3 realite olmadan hiç bir şey varlık âlemine gelemez. Hem öylesine bütüncüldürler ki, biri birisiz olamazlar.

Mesela gözümüzle gördüğümüz bir köprü, bir mühendisin bilgisinin, devletin gücü olan paranın, idarecinin iradesinin sonucudur. Bilgi, çizer; irade, ister; kudret ise, yapar. Herhangi biri eksik olduğunda ya o köprü projesi bile oluşamaz veyahut köprü, proje halinde kalır.

Mesela güzel bir film, usta bir senarist bilgisinin; hem set, oyuncular, teknik cihazlar gibi malzeme ve gücün; hem sanatkârlığını gösterme, para kazanma ve saire gerekçelerle film çekme arzusu ve iradesinin eseridir. Eğer senaristin ustalığı ve yönetmenin iradesi olmasaydı, o filmi asla izleyemezdik.

Mesela gökyüzünde lamba gibi parıldayan güneşimiz, her gün belirli miktar hidrojen-helyum dönüşümüyle, hükmedici bir bilginin; hem hareketli cezbedici yapısıyla hayret verici bir gücün; hem ısıtan, ışıtan ve düzen sağlayan yapısıyla, öngörülü bir iradenin mahsulüdür. Eğer yaratıcı bir kudret ve düzenleyici bir irade olmasaydı güneş ne var olabilirdi, ne de bu kadar süre var kalabilirdi.

Evet, edebî bir şiirden teknolojik bir âlete, gökte uçan bir kuştan yerde yuvarlanan bir taşa, hayalî bir sinemadan gerçek bir manzaraya, natürmort bir resimden muhteşem bir hitabeye, el dokuması bir halıdan ekolojik çevreye kadar neyi incelersek inceleyelim karşımıza, ışığıyla her yeri kuşatan güneş gibi 3 hakikat, nüfuz edici 3 sır çıkar:

  1. a) Hünerli, maharetli, sanatlı, ölçülü, dengeli, düzenli, belirleyici, ince ve derin, kuşatıcı bir “ ilim ”.
  2. b) Yapıcı ve yıkıcı, sıcak ve soğuk, çekici ve itici, yaratıcı ve yok edici, güven veren ve korkutan mutlak bir “ kudret ”.
  3. c) Çeşitlendiren, renklendiren, uyumlandıran, güzelleştiren, özelleştiren, odaklayan, bağlantılandıran, meyve verdiren ve devam ettiren küllî bir “ irade”.

Dinde, bilgi ve iradenin çizdiği ve insan dâhil her nesneyi bütün nesnelerle bağlayan bu evrensel düzene “Kader” deniliyor. Bu evrensel yapılı kaderin, bir emir ve kudret eşliğinde gerçekleşmesine ise, “Kazâ” deniliyor. Bu âdil ve merhametli kaderin sahibi olan Allah, insanı kaderinden değil, “Kazâ” ya sebep olan iradesi ve tercihlerinden sorumlu tutuyor. Bu 3 hakikat bu şekilde insanı da içine alıyor.

Bu bilgi-güç ve irade ile kurulan ve işleyen varlık âleminde baskın unsur ve realite, kudrettir. Üstünde yaşadığımız gezegenden güneşimize, yıldızlardan samanyoluna, gök adalardan galaksi kümelerine, toz bulutu geçmiş döneminden düzenli gelecek zamanlarına kadarki hareketli yapısıyla kâinat, sonsuz ve önüne geçilemez bir gücü gösteriyor. Bu uçsuz bucaksız yapısıyla uzay, kudretin çiçekleri olan sayısız yıldızlarla süslenmiş muazzam ve muhteşem bir tarla imajını seyredenlere verir. Büyüklüğü ile bir şaşkınlık ve tatlı bir korku hissini seyredenlere verdiği gibi, yıldız lambalarıyla yaldızlanmış haliyle de sıcak bir sevgi hissini kalplerde uyandırır. Ak enerjinin sıcaklığı ve kara enerjinin soğukluğu, ak deliklerin yapıcılığı ve kara deliklerin yıkıcılığı, güneşlerin çekiciliği ve gezegenlerin boyun eğiciliği, nesneleri yekpare hale getiren çeşitli kuvvetler ve maddenin yapı taşı atomlar, sonsuz kudretin değişik görünümleridir. Bu beliriş ve görünüşlerle uzay tarlası doğum ve ölümlerin yeri oluyor. Kâinat kitabı, itaatkârlar için himayeci, şefkatli ve güven verici; âsiler içinse, yakıcı ve acıtıcı bu sonsuz ve azametli kudretin işlerini bize okutturuyor, ders veriyor. Aldığımız dersleri de bizler, astrofizik ve kozmoloji diye ilan ediyoruz.

İlim ve irade, bu mutlak ve karşı konulmaz kudretin otoritesi içinde ve arka planda kendilerini gösteriyorlar. Bu ince manayı Kâinat Kitabı’nın tercümesi olan Kur’an şöyle dile getirir: “Güneş, kendisine tayin edilen hedefe ulaşmak için, denizde yüzen bir gemi gibi, uzayda akıp gidiyor. Güneşin bu hareketli hali, sonsuz izzet ve ilim sahibi olan Allah’ın takdiri ve programlamasıdır.” (Yâsin Suresi, 38)Kâinat kitabının en dikkatli okuyucusu, ârif ve âlimi olan Hz. Peygamber (ASM) “Ey yarattığı nesnelerle bize sınırsız kudretini tanıtan”[2] diye yaratılışın tamamını okuyup Rabbine seslenir. Hem aynı duasında Yasin Suresindeki bu âyetin sırrını şöyle açar: “Ey kudretiyle her yerde izzetini gösteren Yüce Zât!”[3] Kur’an geçen âyet ile diyor ki, güneşin hareketinde ilk göze çarpan ve çarpması gereken kudretin izzetidir. Perde arkasında ise, ilmin takdiri vardır.

Varlık âleminden canlılık dünyasına doğru gelindiğinde, bu 3 zaruri hakikatin yine var olduklarını gözlerimizle görüyoruz. Bütün canlıların DNA ve RNA’ları[4], genetik kodları ve yapıları bize İlâhî ilim ve takdiri; bütün canlıların fiziksel yapıları, bedenleri ve hareketli iç düzenleri, İlahi güç ve iktidarı; bütün canlılardaki estetik, sanatlı ve zengin özellikler ise, evrensel bir iradeyi bize gösteriyorlar. Canlılar dünyasında en bariz hakikat ve hükmeden unsur ise, ” ilim ” dir. Her bir canlı, cisimleşmiş ve gözle görünür hale gelmiş, İlâhî bir ilimdir.

Bu derin meseleyi Kur’an şöyle anlatır: “İnsan, Bizim onu bir üreme hücresinden yarattığımızı nasıl da görmedi! Kalktı, bir de Bize hasım kesildi. Kendi yaratılışını unutarak Bize meydan okudu ve dedi: ‘ Şu çürümüş ve toz haline gelmiş kemikleri kim diriltecek?!’ Ey Muhammed sen hakikatin gücü ve ışığıyla de ki: ‘ Onları ilk defa Kim yaratmış ise onları O diriltecek. Çünkü O, bütün yaratma modelleri ve şekillerinin ilmine sahiptir.” (Yasin Suresi, 77-79) Kemikler ve canlılar, ezelden beri var olmadıklarını, belirli bir süre önce bir sistem dâhilinde yaratıldıklarını düşünen ve gören birisi bu meydan okumayı yapamaz. Fakat düşünce yapısı sağlıksız olunca bu meydan okuma yapılabiliyor.

Eymen AKÇA

[1] Bu hakikatten dolayı yaşadığımız fâni dünya gibi bâki Âhiret âlemleri de bu sırlarla kurulacak.

[2] Cevşenü’l-Kebîr, 56. Bab, 10. Ukde.

[3] Cevşenü’l-Kebîr, 81. Bab, 4. Ukde.

[4] Bu mütevazı yazıyı okuyan sevgili kardeşlerim! Şu soruyu kendinize bir sorun: Bu DNA ve RNA’lardaki bilgi Kimin Bilgisi? Sayısız çekirdeklerde, tohumlarda, yumurtalarda, üreme hücrelerinde bilgisini ve bilgisi ile mükemmelliğini bizlere gösteren Kim? Bize Kendini tanıtan Kim? Doğru soru Hakikati buldurur. Bu doğru soruları akıl ve vicdanınıza sorunuz. Tâ ki Hakikat bir güneş gibi dünyanızda doğsun ve tulu etsin.

Kemiyet ve Keyfiyet

Soru: “Bi’set-i enbiya (peygamberlerin gönderilmesi) ile beraber şeytanların vücudundan (varlığından) ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. ‘El-hükmü li’l-ekser’ kaidesince, ekser (çoğunluk) ondan şer görse, o vakit halk-ı şer (şerri yaratmak) şerdir; hattâ bi’set-i enbiya (peygamberlerin gönderilmesi) dahi rahmet değil denilebilir. ”

Elcevap: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten (sayı çokluğunun, kaliteye oranla), ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet (çoğunluk), keyfiyete (kaliteye) bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye (kimyasal işlem) görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye (diriliş çabası ve gayretine) mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur.

Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından (kötü karakterinden ve kimyasal yapısından) sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, “Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?” Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.

Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, “Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?” Hayır, öyle değil, belki hayırdır.

Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi (grubu), dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte, nev-i beşer (insan türü), bi’set-i enbiya (peygamberlerin gönderilmesi) ile, sırr-ı teklif (sorumluluk sırrı) ile, mücahede (diriliş çabası ve gayreti) ile, şeytanlarla muharebe (savaşma) ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya (temiz ilim sahipleri) gibi âlem-i insaniyetin (insanlık âleminin) güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli (sayıca çok), keyfiyetçe ehemmiyetsiz (kalitece önemsiz) hayvânât-ı muzırra nev’inden (zarar verici hayvanlar türünden) olan küffârı (inançsızları) ve münafıkları kaybetti.” (Mektubat, 12. Mektub, 2. Sual)

Akıllar, yıldız; kalpler, dolunay; ruhlar, güneş gibidirler. İmtihan sırrı ile, insan türünün akılları, kalpleri, ruhları gelişiyor, büyüyor, olgunlaşıyor. Her biri bir yıldız, bir dolunay ve bir güneş gibi aydınlatıcı ve yol gösterici hüviyet kazanıyor.

Bu imtihan sırrıyla elmas ruhlu Ebu Bekir’ler ile kömür ruhlu Ebu Cehiller ayrıştığı gibi, altın kalpli Ömer’ler ile bakır kalpli Ebu Lehep’ler ayrıştılar ve ayrışıyorlar. Esma-yı Hüsna’nın en büyüklerinden biri ve bir ism-i A’zam olan Hakk ismi ve istihkak hakikati, ebedî tesciller ile bu tarz bir faaliyet içinde hükümlerini icra ediyorlar. Dünya, bin bir renkli bir kalem gibi yazılarını yazıyor ve sonsuz mahsuller veren bir imtihan ve istihkak alanı hüviyeti sergiliyor. Hz. Peygamber’in (ASM) söylediği ve bizlere öğrettiği ebedî bir kanun şu ki: “ Bir insanın en lezzetli rızkı alın teriyle kazandığı rızıktır. ” Bir açıdan Cennet de, imtihan meydanında terleyen ve zorlanan insanoğlunun emeğinin karşılığıdır.

 Eymen AKÇA

Kur’anın Korunması

“Kur’an’ın Allah tarafından korunduğunu söylüyorsunuz. Peki diğer kitaplar niçin korunmadı? Allah niçin onların değiştirilmesine izin verdi?”

Bu sorunun yüzlerce yönünden birkaç yönü şöyledir: Kur’anın korunduğu tarih bilimi açısından vesikalı olarak sâbittir. Diğer yazılı vahiyler konusunda Kur’anın tamamına, hadislere ve tarih bilimine dikkatle bakılırsa, böyle bir koruma olmadığı anlaşılıyor. Çünkü A’lâ suresi 19. âyette, Hz. İbrahim (AS) ve Hz. Musa’ya (AS) verilen “Suhûf”tan (Sahifelerden), birçok âyette ise resullere verilen “ Zübûr ”dan ( Yazılardan )[1] ve yazılı vahiylerden bahsediliyor. Haydi diyelim ki, Hz. Musa’ya (AS) verilenler, Tevrat’ta bulunsun. Fakat Hz. İbrahim’e (AS) verilen vahiyler şu an elde mevcud değil. Hadislerde Hz. Âdem, Hz. Şît ve Hz. İdrîs’e ( Aleyhimüsselam ) gelen suhuflar bildiriliyor.[2] Onlar da elde mevcut değil. Bunların hepsi gösterir ki, Kur’an için garanti var fakat eski vahiylerde garanti yoktur.

Evet bu durum, bir imtihan yönüdür. Hem de insanlığın sosyal imkânlarının ve küresel bir medeniyete doğru ilerleyişinin getirdiği bir sonuçtur. Çünkü eski toplumların yazılı ve sözlü kaynaklarını, kutsal metin dahi olsa koruması çok zordu. Sık sık yapılan göçler ve savaşlar bu muhafaza işini zorlaştırıyordu.

Nitekim Yahudiler, Hz. Musa ve Hz. Hârun’dan ( Aleyhimesselam ) kalan Tabut-u Sekîne’yi bir baskın esnasında Amalika kavmine kaptırırlar. Onların meşhur kralı Câlût ile Yahudi kralı Tâlût arasında bu Ahid Sandığı’nı geri kazanma savaşı yapılır. (Bakara suresi, 246-252)

Hem yine Bâbil Devleti, Orta Doğu hâkimiyetini kurmak için Nabukadnezar II zamanında Kudüs ve civarını işgal ettiğinde Yahudilerin ellerinde bulunan bütün Tevrat nüshalarını yakmıştır. Kutsal kitabın tekrar yazılması ise Ezra isimli bir peygamber çocuğuna nasip olmuştur. Onun bu mucizevî ve hayatî işi o kadar Yahudi tarihinde ön plana çıkmıştır ki, Ona İlahîlik atfetmişlerdir. (Tevbe suresi, 30)

Sonra tekrar Tevrat metni kaybolmuştur. Bu yüzden elde mevcud en eski Tevrat nüshaları milattan 200-500 yıl sonralarına aittir. Bu metinlerin de eski tam haliyle uyumu net değildir.[3]

Kur’anın bu kıssaları anlatışı ve bu kıssaların bildirdiği sosyal ve külli kanunları ifade edişi gösterir ki, eski kutsal metinler ve kitapların başına yakılma, kaybolma, savaşta kaybedilme gibi hadiseler çoklukla gelmiştir.

Ayrıca teknolojik imkânların yetersizliği, yazılı kültürün gelişmemesi gibi kültürel dezavantajlar da nazara alınırsa eski kitapların koruma altında olmadığı rahatlıkla anlaşılabilir.

Hem Kur’anda açıkça bildirildiği üzere Kur’an bütün insanlık için gelmiş bir ilim, iman, hikmet, ahlak, hukuk, ibadet, medeniyet, kültür kitabıdır. (Fâtır suresi, 28) Bu özellik Tevrat’ta mevcut değildir; İncil’de de… İncil, sırf maneviyattır. O, sosyal ve maddi dünyaya hitap etmiyor; edecek bir yapıda da değil… Tevrat ise, sosyal ve maddi dünyayı baz alır. O, maneviyat ve Âhiret’ten az bahseder. Bundan dolayı Yahudiliğin Sadûkî mezhebi Âhiret’e inanmazlar.[4] Oysa Kur’an ve İslam, fizik ve metafizik 2 âleme de hitap eden kanunlardan meydana geliyor.

Hem hukuk bilimine göre bir hukuk sistemi ve anayasa geldiğinde eski hukuk sistemi yürürlükten kalkar, lağvedilir. Buna İslam hukukunda “nesh” denilir. Eğer ki sonra gelen hukuk sistemi, Kur’an gibi, önceki hukuk sistemlerinin özünü, hatta detaylarını da içeriyorsa artık geriye dönüş imkânsızdır.

Bu yüzden tarih boyunca gerek inanç ve gerekse pratikler yönüyle Hıristiyanlık ve Yahudilikten İslamiyet’e akıl ve vicdanlarını çalıştırarak geçenler çok olmuştur. Fakat İslamiyet’i hakkıyla bilip yaşayanlardan akıl ve vicdanlarıyla Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe geçen olmamıştır. Geçtiklerini iddia edenlerin hiçbiri de hakiki Hıristiyan ve Yahudi olmamıştır. Fakat dinsiz, mürted, anarşist yapılı kişiler istisnâen de olsa çıkmışlardır. Onlar da akıl, bilim, vicdan için değil para, kadın, şöhret, kızgınlık, inat vesaire dünyevi meseleler için bu dönüşü yapmışlardır.

Eymen AKÇA

[1] Âl-i İmran Suresi, 184; Fâtır Sûresi, 25; Nahl Sûresi, 43-44. âyetler gibi…

[2] Sahih-i İbn-i Hibban, Ebu Zerr hadisi…

[3] Bu noktada Kur’anın “Musaddıkan lima beyne yedeyhi mine’t-tevrâti ve âteynahü’l-İncîl” (Sonra Tevrattan ellerinde bulunan kısmı tasdik edici olarak Meryem oğlu İsa geldi. Ona İncîl’i verdik) âyeti dikkat çekicidir.  (Maide, 46)

[4] Mümtehinne suresi 13. âyet, “Yahudiler, Âhiret konusunda; kâfirler ise, kabirlerdeki ruhlarla irtibat konusunda ümitsizlik içindedirler” diyor. Abdülkadir-i Geylani Hz.leri, 6 ciltlik tefsirinde bu âyeti böyle tefsir etmiştir.