Etiket arşivi: Fatma Şenadlı Kavak

Amaçsızca koşuştururken anlamlı ‘hayat trenini’ kaçırırız!

Metropol, şehir hayatı, kaos, trafik ve daha bir çok kavram insana durmaksızın hareket eden bir yaşamın tüyolarını veriyor. Oradan oraya yetişmek, bir programdan diğerine gitmek, hızlanmak, duraklamamak…

Yazarken bile insanın içini huzursuz eden bu kavram ve yaşam şekli maalesef ki yaşadığımız çağın iskeletini oluşturuyor. Bu iklimde yaşıyoruz. Durup bir düşünmeye, niçin bu kadar koştuğumuzu tefekkür etmeye fırsatımız yok. Zaman elimizin altından kaçıp gidiyor sanki…

Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ise bize hep durup düşünmeyi, maddeden geçip manaya bakmayı öneriyor. Düşünmeye, hissetmeye davet ediyor. Merter ile yaptığımız söyleşide çağımızın koşuşturmacasında bizi mutsuzluğa iten nedenleri, “hızın” kişiliğimiz üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisini, histen, şükürden, tefekkürden uzak hızlı yaşamın sebeplerini irdeledik.

Günümüz dünyasında hızlı, koşturucu bir tempo ile yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Başarı için koşuyoruz, yetişmek için koşuyoruz…  Bu, sürekli telaş içerisinde insanın iç âleminde, kişisel dünyasında nasıl etkiler oluşturuyor?

İnsanı bir noktadan diğerine yönlendiren motivasyon, en basit bir şekilde ifade edersek iki yönlü olabilir. Birincisi kişiye şahsî menfaat sağlayan koşuşturmalar, ikincisi ise insanlığa fayda sağlayan hizmetler. Eğer birinci varoluş tarzı ağır basıyorsa, bu tarz bir hayata, “ben merkezli (egosantrik, menfaatperest) hayat” denir. İkincisi ise “diğergam (altruist) hayat”tır.

Çağımızda, bahusus maddeci, tüketim toplumu hayat tarzı ağır basmakta ve insanlar, mecazi olarak ifade edersek, sürekli “nefeslerini” içeri çekip, vermeyi unuttukları için, ölesiye sıkılmaktadırlar. Halbuki dengeli bir varoluş, hem almayı ama hem de vermesini bilmeyi gerektirir. Sadece “amenu” da yetmez, “amilü’s-salihati” olmadan; “kuş” uçmaz tek kanatla, döner döner ve düşer. İngiliz şair W. Yeats bakın bu gerçeği şiirinde nasıl dile getiriyor:

Hep daha geniş dairelerle dönerken,

Şahin artık terbiyecisini duymaz,

Eşya dağılmaya başlar,

Merkez onları tutamaz…

Evet başı dönmüş insanlık, hep daha yükseklere uçacağım derken, artık mürebbisinin, yani Rabbinin “sesini” duyamamaktadır. Ve eşya da dağılır (çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulması), çünkü “sıratu’l-mustakim” hattından (merkez) uzaklaşırız. Bu kaos insanın derununda kaygı ve esef uyandırır, “la havfun aleyhim velâhum yahzenûn” hali (onlar ne korkarlar ne de mahzun olurlar) silinmeye başlar. Nefs-i emmare mertebesinin temel dengesi, havf (temel varoluş kaygısı) ve reca (temel varoluş ümidi), reca aleyhine bozulur ve karamsarlık artar. Batılı mütefekkirler bu yaşadığımız çağa “kaygı çağı” derler.

Hızlı koşuşturmaca içinde insanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi için ne yapması gerekir?

Eğer koşuşturmaca anlamlı ise ve rıza-yı ilahîye uygunsa, insan farkına varmadan tekâmül eder. Veya nefis psikolojisi diliyle ifade edersek, nefs-i mülhime (ilham alan nefis) mertebesine uruc edebilir (yükselebilir) ve Rabbimiz biz bildiklerimizle amel ederken, bize bilmediklerimizi, fuyuzat-ı Rabbani, ilhamat-ı Rabbani vasıtasıyla öğretir. Hadis-i şerifte “Siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmedikleriniz öğretir” der. Yoksa cüzî irade ile “Ben kendimi keşfedeceğim, farkındalık vs. kazanacağım” demek, delik kovayla su taşımaya benzer. Bencilliğin karşı kutbu olan amilü’s-salihati veya infak (canını acıtacak kadar sahip olduklarından vermek), isar (başkasını kendine tercih etmek) varoluş tarzlarına geçmeden tekâmül mümkün değildir.

İnsanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi ona ne kazandıracaktır?

Müşahede, mükaşefe, basiret, feraset halleri yaşanmaya başladıkça insan ontolojik olarak daha ferah, daha geniş, daha aydınlık, daha kaygısız, daha esefsiz, kedersiz ve hepsinden önemlisi daha özgür varoluş mertebelerine yükselir. Cenab-ı Mevlana’mızın buyurduğu gibi, dünya zindanından veya kuyusundan kurtulur. Nefs-i mutmainne, evliyaullah hazeratının bizlere öğrettiği gibi, aksiyon halindeyken, hatta aksiyonun en meşakkatli safhalarında bile, huzur, sekine, selam, reca (temel varoluş ümidi), itminan (temel varoluş güveni) ile hayat yolculuğuna devam etmektir.

Hızlı yaşamın insanın kişilik yapısına olumlu bir katkısı var mıdır?

Hızlı hayatın kişilik yapısına müspet tesiri… Eğer teknolojinin getirdiği fırsatlar sadece bencil amaçlarla değil de, insanlığa ve dünyaya yararlı bir şekilde kullanılırsa, hem hizmet kalitesi ve hem de hizmet etkinliği artar. Araştırmacılar, internet üzerinden bilgi alışverişi yaparak, tecrübelerini karşılaştırıp, küresel bir bilgi bankası sayesinde daha yaratıcı olabilirler. Seyahat imkânlarının artması ve harcıâlem hale gelmesi, değişik ülkeleri ziyaret edip daha sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olabilme imkânlarını getirir. Önemli olan tüm bu teknolojik imkânların, akl-ı selim (sağduyu) ve vicdan filtresinden geçirilerek tatbikata konmasıdır. Ama tekrar tekrar kendimize sormamız gereken soru, “Benim bu hızlı hayatımın dünyaya ve insanlara ne faydası var” sorusudur. Yoksa amaçsızca bir oraya, bir buraya koşuşturup, anlamlı “hayat trenini” kaçırırız.

Hayatı “hissederek yaşamak” için ne yapmalıyız?

İnsan dünyayla iki algı organı vasıtasıyla irtibat kurar. Bunlardan birincisi beş duyu organının ulaştığı akıl veya rasyonel zekâdır. Zekâ, ölçer, biçer, tartar, sıralar, tasnif eder ama temas kurduğu neyse, onun derinliğine nüfuz edemez, gerçek anlamını kavrayamaz. Bu sebeple Efendimiz (a.s.m.) “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster” diye buyurmuştur. İşte bu hakikati “görme”, hissetme, sezme organı kalptir. Sağlıklı bir görüş ki buna bizim ıstılahımızda, müşahede, basiret, feraset, rü’yet, mükaşefe denir, ancak akıl ve kalp bir araya geldiklerinde zuhur eder, farkındalık oluşur. Hissederek yaşamak bu manada daha “kalbî” olmak demektir. Kalbî olabilirsek, temas kurduğumuz her insan ve her şey başka bir mana kazanır, daha latif (incelmiş) bir tad alır. Kanaat, şükür, hamd hallerini yaşamaya başlarız.

Sahip olduğumuz nimetlerin çok da farkında olmadığımız bir gerçek… Telaşe içerisinde sahip olduklarımızı fark edemiyoruz. Şükretmemiz gereken yerlerde şükredemiyoruz. Neler söylersiniz?

Şükür mastarı, öncelikle açmaya, meydana çıkarmaya (izhar etmeye) işaret eder. Bizim anladığımız manadaki şükr kelimesinin -keşr- den dönüştüğü rivayet edilir. Keşr, “keşf etme ortaya çıkarma” demektir.

Bunun karşıtı ”küfür”dür ve örtme manası taşır. Yani insan herhangi bir ilişki kategorisine girdiği zaman ya “gölgesi” ile o ilişki nesnesi (veya insan) neyse onu örter ya da onu gölgeden kurtarır, ışığa kavuşturur, sanki yeniden keşf eder veya modern manada, ”var eder”. Mesela alıp “kul“lanıp (kul haline getirip) derin anlamı üzerine tefekkür edilmeyen, sadece bencil nedenlerle “tüketilen” herhangi bir nesne, ne bizim nefis katlarında yükselmemize vesile olmuş, ne de başka bir insana yararlı olmuştur. Bu tarz bir varoluşta, o nesnenin üzerine, sahip olma tutkusu ile hırslı gölgemiz yansıtılmış ve o nesne bu nedenle karanlıkta kalmıştır. Halbuki o nesnenin gerçek manasını ortaya çıkarabilsek, o nesneye aslında sahip olduğu şerefi yeniden kazandırabilir, bir manada o nesneyi “aydınlık” hale getirebiliriz.

Şükür tefekkürle ortaya çıkıyor o zaman…

Nesneye şeref kazandırmak, örneğin o nesnenin yapısı üzerine tefekkür etmekle başlayabilir. Diyelim bir cep telefonu aldık ve elimizde tutuyoruz. Aslında çoğunluğu poliüretan sert plastik maddeden oluşan o telefon, milyonlarca sene önce dünya üzerinde yaşamış bitkilerin oluşturduğu petrolden elde edilmiştir. Yani elimizde tuttuğumuz o nesne bir zamanlar canlı olan bir varlık idi. Sadece bu görüş bile o nesneye değişik bir gözle bakmamıza neden olabilir (cep telefonunuzu elinize alıp, 1-2 dakika tefekkür edin, bakın kalbinizde hangi duygular oluşacak), sanki biz o telefonu yeniden keşf ediyoruzdur. Bir zamanlar rengârenk çiçekleri, yemyeşil yaprakları olan, üzerinde kuşların, böceklerin dolaştığı bir bitkiyi elimizde tutuyor olmak, mesela kalbimizde o nesneye karşı hürmet uyandırabilir.

Bu nedenle ehl-i tasavvuf herhangi bir nesneyi eline aldığında, verdiğinde, mesela bir kalem veya çay bardağı, hafifçe öperek alır, verir. Tasavvufî hayatı yaşayabilmek baştan aşağı böyle inceliklerle doludur.

Bakın o nesneye odaklaşıp, üzerine biraz tefekkür etmek nasıl yavaş yavaş bizi şükür haline getiriyor, yani nazardan müşahede haline geçerek o nesneyi “aydınlatmaya” başlıyoruz. Rasyonel görüşten, kalbî görüşe geçiyoruz. Bir sonraki aşamada o nesne, eğer bencil değil de, dünyaya ve insanlara yararlı bir amaçla kullanılırsa, o nesne bir anlam daha kazanır. Diyelim ki o telefonla anlamsız boş konuşmalar yapmak yerine, anne-babamızın hal ve hatırlarını sorduk, bir dostumuzun gönlünü aldık, hayır faaliyetlerinde bulunduk; hele hele o telefonun acil bir durumda, mesela Allah korusun, ücra bir yerde yaşadığımız trafik kazasından sonra, bizim veya bir yakınımızın hayatını kurtardığını düşünürsek, ona verdiğimiz anlam radikal bir değişimden geçer. “Çok şükür ki varsın” deyip, öpüp başımıza koyabiliriz ve sonra da belki gönlümüzde “Seni kim yarattı, sen nereden çıktın, nasıl varsın?” soruları oluşabilir.

İşte tüm bu derin düşünceler, anlam arayışları vasıtasıyla herhangi bir ilişki nesnesi ile o nesnenin ilk kaynağı arasındaki bağ tekrardan fark edilir, çünkü gerçekte bu bağ hiçbir zaman kopmamıştır, bizim yaklaşım tarzımız onu sadece örtmüştür. Demek ki insan derûnunda muhteşem bir yetenek taşır: İlişki kurduğu her şeyi ve diğer insanları, bir manada, var veya yok etmek potansiyeli.

Fatma Şenadlı Kavak

MoralDunyasi.com

Amaçsızca koşuştururken anlamlı ‘hayat trenini’ kaçırırız!

Metropol, şehir hayatı, kaos, trafik ve daha bir çok kavram insana durmaksızın hareket eden bir yaşamın tüyolarını veriyor. Oradan oraya yetişmek, bir programdan diğerine gitmek, hızlanmak, duraklamamak…

Yazarken bile insanın içini huzursuz eden bu kavram ve yaşam şekli maalesef ki yaşadığımız çağın iskeletini oluşturuyor. Bu iklimde yaşıyoruz. Durup bir düşünmeye, niçin bu kadar koştuğumuzu tefekkür etmeye fırsatımız yok. Zaman elimizin altından kaçıp gidiyor sanki…

Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ise bize hep durup düşünmeyi, maddeden geçip manaya bakmayı öneriyor. Düşünmeye, hissetmeye davet ediyor. Merter ile yaptığımız söyleşide çağımızın koşuşturmacasında bizi mutsuzluğa iten nedenleri, “hızın” kişiliğimiz üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisini, histen, şükürden, tefekkürden uzak hızlı yaşamın sebeplerini irdeledik.

Günümüz dünyasında hızlı, koşturucu bir tempo ile yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Başarı için koşuyoruz, yetişmek için koşuyoruz…  Bu, sürekli telaş içerisinde insanın iç âleminde, kişisel dünyasında nasıl etkiler oluşturuyor?

İnsanı bir noktadan diğerine yönlendiren motivasyon, en basit bir şekilde ifade edersek iki yönlü olabilir. Birincisi kişiye şahsî menfaat sağlayan koşuşturmalar, ikincisi ise insanlığa fayda sağlayan hizmetler. Eğer birinci varoluş tarzı ağır basıyorsa, bu tarz bir hayata, “ben merkezli (egosantrik, menfaatperest) hayat” denir. İkincisi ise “diğergam (altruist) hayat”tır.

Çağımızda, bahusus maddeci, tüketim toplumu hayat tarzı ağır basmakta ve insanlar, mecazi olarak ifade edersek, sürekli “nefeslerini” içeri çekip, vermeyi unuttukları için, ölesiye sıkılmaktadırlar. Halbuki dengeli bir varoluş, hem almayı ama hem de vermesini bilmeyi gerektirir. Sadece “amenu” da yetmez, “amilü’s-salihati” olmadan; “kuş” uçmaz tek kanatla, döner döner ve düşer. İngiliz şair W. Yeats bakın bu gerçeği şiirinde nasıl dile getiriyor:

Hep daha geniş dairelerle dönerken,

Şahin artık terbiyecisini duymaz,

Eşya dağılmaya başlar,

Merkez onları tutamaz…

Evet başı dönmüş insanlık, hep daha yükseklere uçacağım derken, artık mürebbisinin, yani Rabbinin “sesini” duyamamaktadır. Ve eşya da dağılır (çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulması), çünkü “sıratu’l-mustakim” hattından (merkez) uzaklaşırız. Bu kaos insanın derununda kaygı ve esef uyandırır, “la havfun aleyhim velâhum yahzenûn” hali (onlar ne korkarlar ne de mahzun olurlar) silinmeye başlar. Nefs-i emmare mertebesinin temel dengesi, havf (temel varoluş kaygısı) ve reca (temel varoluş ümidi), reca aleyhine bozulur ve karamsarlık artar. Batılı mütefekkirler bu yaşadığımız çağa “kaygı çağı” derler.

Hızlı koşuşturmaca içinde insanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi için ne yapması gerekir?

Eğer koşuşturmaca anlamlı ise ve rıza-yı ilahîye uygunsa, insan farkına varmadan tekâmül eder. Veya nefis psikolojisi diliyle ifade edersek, nefs-i mülhime (ilham alan nefis) mertebesine uruc edebilir (yükselebilir) ve Rabbimiz biz bildiklerimizle amel ederken, bize bilmediklerimizi, fuyuzat-ı Rabbani, ilhamat-ı Rabbani vasıtasıyla öğretir. Hadis-i şerifte “Siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmedikleriniz öğretir” der. Yoksa cüzî irade ile “Ben kendimi keşfedeceğim, farkındalık vs. kazanacağım” demek, delik kovayla su taşımaya benzer. Bencilliğin karşı kutbu olan amilü’s-salihati veya infak (canını acıtacak kadar sahip olduklarından vermek), isar (başkasını kendine tercih etmek) varoluş tarzlarına geçmeden tekâmül mümkün değildir.

İnsanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi ona ne kazandıracaktır?

Müşahede, mükaşefe, basiret, feraset halleri yaşanmaya başladıkça insan ontolojik olarak daha ferah, daha geniş, daha aydınlık, daha kaygısız, daha esefsiz, kedersiz ve hepsinden önemlisi daha özgür varoluş mertebelerine yükselir. Cenab-ı Mevlana’mızın buyurduğu gibi, dünya zindanından veya kuyusundan kurtulur. Nefs-i mutmainne, evliyaullah hazeratının bizlere öğrettiği gibi, aksiyon halindeyken, hatta aksiyonun en meşakkatli safhalarında bile, huzur, sekine, selam, reca (temel varoluş ümidi), itminan (temel varoluş güveni) ile hayat yolculuğuna devam etmektir.

Hızlı yaşamın insanın kişilik yapısına olumlu bir katkısı var mıdır?

Hızlı hayatın kişilik yapısına müspet tesiri… Eğer teknolojinin getirdiği fırsatlar sadece bencil amaçlarla değil de, insanlığa ve dünyaya yararlı bir şekilde kullanılırsa, hem hizmet kalitesi ve hem de hizmet etkinliği artar. Araştırmacılar, internet üzerinden bilgi alışverişi yaparak, tecrübelerini karşılaştırıp, küresel bir bilgi bankası sayesinde daha yaratıcı olabilirler. Seyahat imkânlarının artması ve harcıâlem hale gelmesi, değişik ülkeleri ziyaret edip daha sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olabilme imkânlarını getirir. Önemli olan tüm bu teknolojik imkânların, akl-ı selim (sağduyu) ve vicdan filtresinden geçirilerek tatbikata konmasıdır. Ama tekrar tekrar kendimize sormamız gereken soru, “Benim bu hızlı hayatımın dünyaya ve insanlara ne faydası var” sorusudur. Yoksa amaçsızca bir oraya, bir buraya koşuşturup, anlamlı “hayat trenini” kaçırırız.

Hayatı “hissederek yaşamak” için ne yapmalıyız?

İnsan dünyayla iki algı organı vasıtasıyla irtibat kurar. Bunlardan birincisi beş duyu organının ulaştığı akıl veya rasyonel zekâdır. Zekâ, ölçer, biçer, tartar, sıralar, tasnif eder ama temas kurduğu neyse, onun derinliğine nüfuz edemez, gerçek anlamını kavrayamaz. Bu sebeple Efendimiz (a.s.m.) “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster” diye buyurmuştur. İşte bu hakikati “görme”, hissetme, sezme organı kalptir. Sağlıklı bir görüş ki buna bizim ıstılahımızda, müşahede, basiret, feraset, rü’yet, mükaşefe denir, ancak akıl ve kalp bir araya geldiklerinde zuhur eder, farkındalık oluşur. Hissederek yaşamak bu manada daha “kalbî” olmak demektir. Kalbî olabilirsek, temas kurduğumuz her insan ve her şey başka bir mana kazanır, daha latif (incelmiş) bir tad alır. Kanaat, şükür, hamd hallerini yaşamaya başlarız.

Sahip olduğumuz nimetlerin çok da farkında olmadığımız bir gerçek… Telaşe içerisinde sahip olduklarımızı fark edemiyoruz. Şükretmemiz gereken yerlerde şükredemiyoruz. Neler söylersiniz?

Şükür mastarı, öncelikle açmaya, meydana çıkarmaya (izhar etmeye) işaret eder. Bizim anladığımız manadaki şükr kelimesinin -keşr- den dönüştüğü rivayet edilir. Keşr, “keşf etme ortaya çıkarma” demektir.

Bunun karşıtı ”küfür”dür ve örtme manası taşır. Yani insan herhangi bir ilişki kategorisine girdiği zaman ya “gölgesi” ile o ilişki nesnesi (veya insan) neyse onu örter ya da onu gölgeden kurtarır, ışığa kavuşturur, sanki yeniden keşf eder veya modern manada, ”var eder”. Mesela alıp “kul“lanıp (kul haline getirip) derin anlamı üzerine tefekkür edilmeyen, sadece bencil nedenlerle “tüketilen” herhangi bir nesne, ne bizim nefis katlarında yükselmemize vesile olmuş, ne de başka bir insana yararlı olmuştur. Bu tarz bir varoluşta, o nesnenin üzerine, sahip olma tutkusu ile hırslı gölgemiz yansıtılmış ve o nesne bu nedenle karanlıkta kalmıştır. Halbuki o nesnenin gerçek manasını ortaya çıkarabilsek, o nesneye aslında sahip olduğu şerefi yeniden kazandırabilir, bir manada o nesneyi “aydınlık” hale getirebiliriz.

Şükür tefekkürle ortaya çıkıyor o zaman…

Nesneye şeref kazandırmak, örneğin o nesnenin yapısı üzerine tefekkür etmekle başlayabilir. Diyelim bir cep telefonu aldık ve elimizde tutuyoruz. Aslında çoğunluğu poliüretan sert plastik maddeden oluşan o telefon, milyonlarca sene önce dünya üzerinde yaşamış bitkilerin oluşturduğu petrolden elde edilmiştir. Yani elimizde tuttuğumuz o nesne bir zamanlar canlı olan bir varlık idi. Sadece bu görüş bile o nesneye değişik bir gözle bakmamıza neden olabilir (cep telefonunuzu elinize alıp, 1-2 dakika tefekkür edin, bakın kalbinizde hangi duygular oluşacak), sanki biz o telefonu yeniden keşf ediyoruzdur. Bir zamanlar rengârenk çiçekleri, yemyeşil yaprakları olan, üzerinde kuşların, böceklerin dolaştığı bir bitkiyi elimizde tutuyor olmak, mesela kalbimizde o nesneye karşı hürmet uyandırabilir.

Bu nedenle ehl-i tasavvuf herhangi bir nesneyi eline aldığında, verdiğinde, mesela bir kalem veya çay bardağı, hafifçe öperek alır, verir. Tasavvufî hayatı yaşayabilmek baştan aşağı böyle inceliklerle doludur.

Bakın o nesneye odaklaşıp, üzerine biraz tefekkür etmek nasıl yavaş yavaş bizi şükür haline getiriyor, yani nazardan müşahede haline geçerek o nesneyi “aydınlatmaya” başlıyoruz. Rasyonel görüşten, kalbî görüşe geçiyoruz. Bir sonraki aşamada o nesne, eğer bencil değil de, dünyaya ve insanlara yararlı bir amaçla kullanılırsa, o nesne bir anlam daha kazanır. Diyelim ki o telefonla anlamsız boş konuşmalar yapmak yerine, anne-babamızın hal ve hatırlarını sorduk, bir dostumuzun gönlünü aldık, hayır faaliyetlerinde bulunduk; hele hele o telefonun acil bir durumda, mesela Allah korusun, ücra bir yerde yaşadığımız trafik kazasından sonra, bizim veya bir yakınımızın hayatını kurtardığını düşünürsek, ona verdiğimiz anlam radikal bir değişimden geçer. “Çok şükür ki varsın” deyip, öpüp başımıza koyabiliriz ve sonra da belki gönlümüzde “Seni kim yarattı, sen nereden çıktın, nasıl varsın?” soruları oluşabilir.

İşte tüm bu derin düşünceler, anlam arayışları vasıtasıyla herhangi bir ilişki nesnesi ile o nesnenin ilk kaynağı arasındaki bağ tekrardan fark edilir, çünkü gerçekte bu bağ hiçbir zaman kopmamıştır, bizim yaklaşım tarzımız onu sadece örtmüştür. Demek ki insan derûnunda muhteşem bir yetenek taşır: İlişki kurduğu her şeyi ve diğer insanları, bir manada, var veya yok etmek potansiyeli.

Fatma Şenadlı Kavak

Moral Dünyası Dergisi

Ramazan, gönül gölümüzü berraklaştır!

Ramazan ibadetlerinin insanın bedensel ve ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkisi oruç tutarak bu deneyimi yaşayan her müminin ortak kabulü… Ramazan ayı mideyi dinlendirmekten tutun, sabrı öğrenmeye, manevi yönden derinleşmeye kadar birçok açıdan insanın fiziki ve ruhi olarak kademe atlamasını sağlıyor. Oruçlu iken sakinleştiğimizi, dingin bir hal aldığımızı, vücudumuzun rahat ve relaks olduğunu görüyoruz.

Bu yaşadığımız gözlemleri alanında uzman bir isimle yorumlayalım istedik. Bu sebeple Ramazan ibadetlerinin kişilik ve karekter gelişimimiz üzerine etkilerini bu alanda çalışmaları da olan Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ile görüştük.

Prof. Dr. Merter’in Ramazan ve Ramazan ibadetlerinin insanın karakter ve kişilik gelişimine etkileri üzerine söyledikleri ana başlıklar altında şöyle:

“Ramazan, bizi nefs-i levvame mertebesine yükseltir”

Öncelikle bir yanlışı düzelterek başlayalım. “Ruh sağlığı” yerine kullanmamız gereken tabir “nefs sağlığı” olmalıdır. Ruh mevzuunda bizlere çok az bilgi verildiğine göre (İsra 17/85) “ruh sağlığı”, “ruh hastalığı” veya daha da vahimi “ruh doktoru” tabirleri yanlıştır. Nefs sağlığına batı dillerinde “psikohijyen” de denir.

Ramazan ayı, Şehr-u Ramazan, insan hayatını en ince teferruatına kadar tanzim eden İslam dininin doruk dönemidir. Beden sağlığı açısından faydaları zaten malum olduğu için, mevzuya sadece psikolojik yönleriyle temas edeceğim. İnsan varoluşu, duraklama (stagnasyon) kabul etmez, tekâmül (olgunlaşma) bir zarurettir. “Bir günü bir gününe uyan ziyandadır” hadis-i şerifi mucibince sürekli ileriye doğru adım atmak gerekir. Bütün sene zaten yapılması gereken, tefekkür/muhasebe, ibret, nefs tezkiyesi (temizlik), kalp tasfiyesi (masivayı boşaltma) bu özel günlerde daha da yoğunlaşır ve nasibi varsa insanın bazı kötü huyları artık hayat sahnesini terk eder, mecazi manada ölür. Ve her “ölüm”ün ardından yeni kişilikler sahnede yer alır. “Ölmeden evvel ölün” hadis-i şerifinin manası budur.

Misal verirsek, gıybet, dedikodu illetine duçar olmuş birisi, Ramazan ayında hem bu kötü huyundan kurtulur ve hem de su-i zann (başkası hakkında doğrusunu bilmeden kötü tahminde bulunmak) halinden, hüsn-ü zann haline geçer (hep iki ihtimalden müspet olana ağırlık verme). Ramazan esnasında açlık ve susuzluk, bizleri farkına varmadan nefs-i levvame (Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis) mertebesine yükseltir ve biz artık rüyadan uyanır ve hayat sahnesini ibret gözüyle “yukardan” izlemeye başlarız. “İnsanlar rüyadadır, ölünce uyanırlar” hadis-i şerifi bu hakikati ifade eder.

“Ramazan geceleri, gönül gölümüzü berraklaştır”

Bir dağ gölü hayal edin, dümdüz sathı ve berrak suları çevredeki tüm dorukları ayna gibi yansıtıyor. Sakin, huzurlu, barış dolu. Birdenbire gökte bulutlar beliriyor ve önce yağmur sonra dolu yağışı geliyor, o sakin satıh artık dolu taneciklerinin oluşturduğu dalgacıklarla çalkalandı, yansıtmıyor.

İşte modern hayatın uyaran ve enformasyon fazlasını bu mecaz ile açıklayabiliriz. “Kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı” (Şura 30) böyle bir sistemin esiri olduk, gönül suları artık durulmuyor, yansıtmıyor. Güzellikleri, letâfeti, âhengi, anlamı görecek, şükür, hamd edecek zamanız yok. Sezgiler köreldi, bencillikten kalpler katılaştı, âyetler (ilahî işaretler manasında), tevafuklar (anlamlı raslantılar) fark edilemiyor ve cep telefonları vasıtasıyla birbirlerimize imdat çağrıları gönderiyoruz.

Şehr-u Ramazan işte böyle deli bir dünyada, bulutların dağıldığı ve gönül gölünün tekrardan yansıtmaya başladığı bir dönemi temsil eder. Ve bu mubarek ayın geceleri de çok anlamlıdır, çünkü gece vakti zaten çevreden gelen uyaranlar azaldığı için “yağış” nispeten durulur. Ve o gecelerde, kim bilir belki nasibimiz varsa, bir de muhteşem, kusursuz bir mehtap çıkar ve o dağ gölü, anlatılmaz bir nûrla buluşursa…

Efendimizin (a.s.m.) hicret nihayetinde Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde zikredilen “talaal bedr-u aleyna” ilahisi olanAy doğdu üzerimize / Veda tepesinden / Şükür gerekti bizlere / Allah’a davetinden / Sen güneşsin Sen aysın / Sen nûr üstüne nûrsun… bu hakîkati ne eşsiz ifâde eder.

İşte bu hâlet-i rûhaniyle sıcacık yataktan kalkıp, tüm aile fertlerinin o aşkla, muhabbetle, huzurla, sekîne-i kalple, huşu ile sofrada buluşmaları herkezin üzerinde, özellikle çocuklarda unutulmaz hatıralar bırakır. Sanki boyut değiştirir başka bir âleme kadem basarız, o nûrlu gecelerde.

“Ramazan’da rota düzeltmesi yapılarak merkeze dönülür”

Efendimizin (a.s.m.) “Bu âyet beni ihtiyarlattı.” diye buyurduğu “festekîm kema umirte/emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd 112) ayeti hepimizin tüylerini ürpertmesi gerekir. İnsan varoluşunu, merkezi nurlu, üst üste sıralanmış bir daireler dizisi gibi tahayyül edersek, o merkezden uzaklaştıkça, kayboluruz, karanlığa dalarız. Reca’ (temel varoluş ümidi) ve itminan (temel varoluş güveni) yerine havf hâline bırakır (temel varoluş kaygısı).

İşte ilâhi buyruklara uymak bizi o “sırat-ı müstakîm” hattına yaklaştırır. Sanki yıldızlar kapısı açılır ve nasibimiz varsa bir üst kata terfi ederiz. Bu urûc (yükseliş) teferruat değil, aslî bir zarurettir. Aynı katta kalırsak, istediğimiz kadar o katı süsleyelim, dekoru değiştirelim, sıkıntıdan çatlarız.

Dünya gailesine ve masivaya kendini kaptıran modern insan, farkına varmadan o merkezden uzaklaşır, rotadan çıkar, rutin, yek-nesak hayata kendini kaptırır. Ama mubarek Ramazan ayında, “rüyadan” uyanılır ve rota düzeltmesi yapılarak tekrardan merkeze dönülür.

“Ramazan’da gönül tortuları dibe çöker”

İnsan muhabbetten doğar, muhabbetle yaşar ve nasibi varsa muhabbetle ahiret âlemine göçer. İnsan insanın yanında insan olur ve Allah da (c.c.) insana insandan tecelli eder. Bu manada insanlar arası muhabbet sadece bizleri bu dünyadaki yanlızlığımızdan kurtarmaz, rahmani ilişkilerde insan bir diğeri için ahiret âlemine açılan bir pencere gibidir. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadis-i şerifi, manasını idrak etmemiz çok zor olsa da bu muhteşem hakikati ifade eder.

Tabii ki yakın ilişkilerde temas daha da yoğundur ve bu sebeple aile mübarek bir beraberliktir. Ama bildiğimiz gibi modern hayat, arzu ve isteklerin artmasından kaynaklanan iş yoğunluğu sebebiyle, artık oğul babayı, anne kızını göremez hale gelmiştir. Görseler de akşam yorgun argın, zihin binbir meşgale içinde boğulmuş halde olduğu için, hakiki temas, rabıta çoğu zaman mümkün olmaz.

Ama Ramazan ayının yüzü suyu hürmetine bu çalkantı durulur, gönül tortuları dibe çöker (kalp tasfiyesi) ve ilişkiler sadece zihinsel olmaktan kurtulur, kalbî hale de dönüşür. Yaşanılan rahmânî haller, sabır, tevekkül, tevfîz (ilerde olabileceklere de hazır olmak), rıza, sekîne, selâm (barış/huzûr), merhamet, muhabbet, tevazu… Bütün bu duygular paylaşılır hale gelir. Burada teravih, mukabele gibi topluca yapılan ibadetler büyük tesir gösterir.

“Açlık, infak ve isar şuurunu uyandırır”

İnsanın arzu ve istekleri iki temel yönde ilerler. Kendisi için ve başkaları için istemek. Birincisine “ben merkezli varoluş tarzı”, ikincisine ise “infak ve îsar şuuru” denir.

Hayatın başlangıcında tabii ki insan maddi, manevi açılardan almasını bilmeli ve sağlam bir nefs binası inşaa etmelidir. Ama doyum noktasına eriştikten sonra, akıntı tersine dönmeli ve insan aldıklarının borcunu edâ etmeye başlamalıdır. Mutluluğun sırrı budur. Âyet-i kerimede, “Onlar ki, sahip olduklarından, gece ve gündüz, gizlice ve açıkca infak eder, Allah katında onların ecri, ne korkarlar ne de mahzun olurlar” (Bakara 274) buyrurur.

İşte açlık, “alan varoluş” konumundan “veren varoluş” mertebesine geçişi sağlar. Bu sebeple infak ve îsar şuuru ve fiili tatbikatı (hayır, hasenât) uyanmadıkça oruç, sadece aç kalmak, çok sathi bir ibadet olur. Nefs tezkiyesi, kalp tasviyesi (masivayı olabildiğince kalpten çıkarmak) ve canını yakacak kadar vermek (infak), başkalarını kendinden daha fazla düşünmek (îsar, “ensâr” ahlakı) birbirleri ile iç içe geçmiş üç daire gibidir. İşte açlık bu süreci harekete geçirmelidir. Nefsin “doyması” temel varoluş kaygısının (havf) azalması ve mahzuniyet hâlinin reca’ (ümit), itminan (güven), surûr (nedensiz derin mutluluk) hâllerine tebdil olmasıdır.

“Teravih, müminleri yücelerde buluşturur”

Ferdî secde hali, bildiğimiz gibi müminin mir’acıdır. Topluca yaşanan secde hali ise her insanın özünde aslında kuvve olarak mevcud olan Hazret-i İnsan boyutunun diğer insanlarla yaşanan tevfîk halidir. Tevfîk “fevk” kökünden gelir (iki şey arasındaki uyum) ve frenkçesi senkronizasyon demektir.

Şimdi bir tahayyül edin, cemaatle eda edilen namazda hangi mubarek (özellikle sırlı, kendini örten) insanlarla, velilerle, Hakk âşıkları, abdallarla bu tevfîk halini yaşama şerefine nâil oluyoruz! Onların yüzü suyu hürmetine bizi de alıp götürüyorlar…

“İrfan meclisine erişebilsem/Varıp anlar ile görüşebilsem/Aşkın kervanına karışabilsem/Yolda bırakmazlar alırlar seni”

Cerrahi büyüklerinden Atıf Efendi Hz. lerinin (k.s.) bu şiiri bildiğimiz manada irfan meclislerinin yanısıra secdede yaşanabilecek tevfik halini de ne güzel ifâde ediyor…

Büyüklerimiz bize bir hatırlatma yaparlar, cemaatle kılınan namaz sadece 27 kere daha efdal değil, onun da ötesinde asıldır. Çünkü Efendimiz’in (a.s.m.) hâne-i saadetleri zaten mescidin yanıbaşındaydı, sadece bir perde ayırırdı. İşte teravih namazı bizlere böyle muhteşem bir uyum hali, yücelerde buluşma yaşatır.

“Ramazan’da Cennet’in tadı alınır”

İbret gözüyle bakıldığında filimler bazen çok güzel dersler verir. Bunlardan birisi de son zamanlarda çevrilen Avatar filmidir. Kısaca hatırlatırsak, anlatılamayacak kadar güzel bir gezegende aslında belden aşağısı tutmayan kahraman Jack Sully, tabut gibi bir aletin içinde uyutulur ve yeni bedeni ile yaşamaya başlar. O kötürüm bacaklar gitmiş, yerine daha güçlü dev gibi bir beden gelmiştir. İlk yürüdüğünde coşku ile koşmaya başlar, ilkbaharda kırlara giden bir çocuk gibi… Yanında ona refakat eden, gezegenin yerlisi Neitiri vardır, ona usul, âdab öğretir…

İşte Ramazan boyunca yaşanan güzel hâller, zamanla biraz solsalar da bütün sene tesirini üzerimizde devam ettirirler. Sanki artık biz “Pandora” nın tadını almış, oradaki çiçeklerin rayihasını hissetmiş, “tabut” dışında da bir vâroluşu, sadece teorik olarak değil, görerek de yaşamışızdır. Hele hele olması gerektiği gibi, hayır ziyaretleri yapmış, hastaların, düşkünlerin, yetimlerin, yaşlıların kapılarını çalmışsak kalbimizin üstündeki buzlar da erimiş, merhamet, muhabbet uyanmıştır.

Bu sebeple Efendimizin (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyelerinde, Ramazan dışı oruçlar da vardır. Pazartesi, perşembe, Muharrem, Recep, Şaban, Şevval ayları oruçları eğer eda edilirse bu hâlleri canlı tutar.

“Ramazan, çocukların gönlüne serpiştirilen çiçek tohumları gibidir”

Bendenize sorsanız, çocukluğunda yaşadığın en güzel anıların nedir diye, aklıma hemen Cihangir İlyas Çelebi sokağındaki mescid gelir. Allah ondan razı olsun anneciğim, beni oraya teravih namazını kılmaya götürürdü. O anlarda yaşadığım duyguları satırlara dökmekten âcizim, ama hallerin tadı hâlâ damağımda.

Seneler sonra, uzun Avrupa “sürgün“ünün akabinde beni tekrardan İslâm ile buluşturan etkenlerden birisi de bu yaşantım oldu. Bu sebeple Ramazan’ı usûl-u erkânı ile eda etmek, çocuklarımızın gönlüne serpiştirilen çiçek tohumları gibidir. Vakti saati geldiğinde açarlar inşaallah.

Erenlerin himmeti üzerlerimize sayebân olsun.

Fatma Şenadlı Kavak

Moral Dünyası Dergisi

Engelliler insanlığı hatırlatmak için gönderilen elçilerdir..

“Bu çocuklar topluma insanlığı hatırlatmak için gönderilen bir takım elçilerdir. Onlar bu vazifeleri yapıyorlar. En önemli şey olan insanlığa davet ediyorlar. Eski zamanlardaki Mim Kemal ile şimdiki Mim Kemal aynı mı bakıyor dünyaya? Eğer bir tekamül varsa bu Nazlı sayesindedir. Ben enerjimi Nazlı’dan alıyorum…”

Anne ya da baba olmak güzel fakat çetin bir iş! Bu vazifeyi iyi ifa etmek geniş bir yürek istiyor. Kabullenmek, evladını bağrına basmak, onu ortaya çıkarmak işin asıl zor kısmı.

Prof. Dr. Mim Kemal Öke bu işin üstesinden başarıyla gelebilmiş bir baba. Dünyaya güzel Nazlı’sı teşrif ettiğinde, 47 kromozomla gelmişti. Buna tıpta “down sendromu” deniliyor fakat Öke baba ise “sıradışı” olarak yorumluyor. Çekik gözleriyle Nazlı, Mim Kemal Öke’nin mana âlemine yolculuğunun başlaması demek. Hayatı farklı okuması ve algılaması demek… “Ben değil, Nazlı beni eğitti, en büyük mutluluk kaynağım o” diyor. Bu pencereden bakınca iş nasıl da birden kolaylaşıveriyor.

21 yıl önce çocuğunuzun anne karnındayken down sendromlu olarak doğacağını biliyor muydunuz? Bu durumu öğrendiğinizde verdiğiniz ilk tepkiniz ne oldu?

Beklemiyordum desem yalan olur. Samimiyetle bunu arz ediyorum. Allah’ın bildiğini kuldan saklamam. Engelli bir çocuğumun olacağı içime doğmuştu ve olmasın diye de çok dua ettim. Dualarımın kabul olmayacağının da farkındaydım o sıralarda. Beni bir kaderin beklediğini hissediyordum. Doktorlar en başından beri amniyo sentez yapalım dediler. Biz buna karşı değildik ama bir türlü olmadı, Allah oldurmadı yani… Ha bugün ha yarın derken kısmet olmadı. Sonuç olarak çocuğun durumu ile ilgili ön bilgi veren testi yaptıramadık. Sonucu öğrenseydik çocuğu aldırır mıydık? Bu çok büyük bir soru işareti hâlâ zihnimizde…

Doktorların Nazlı doğduktan sonra bana verdiği bilgiyle benim kadar Müslüman bir insanın bile onu aldırma kararını verebileceğini düşünüyorum. Fakat çok açık yüreklilikle söylüyorum ki Nazlı’yla şimdiye kadar yaşadıklarımı bir banda çekseler ve Nazlı’yı aldırdıktan yani kürtajdan yirmi yıl geçtikten sonra bana “İşte bak kaçırdığınız buydu” diye seyrettirselerdi herhalde ben -Allah muhafaza- intihar ederdim. İyi ki aldıramamışız. Hem kategorik olarak hem de felsefi olarak karşıyım down sendromu veya engelli çocukların bu şekilde alınmasına. Çünkü alınırken ona sormuyorsunuz, can onun, veren ise Allah, ne Allah’a soruyorsunuz ne de canın sahibine… Bütün bu düşüncelerin dışında Nazlı doğduğu vakit çok büyük bir şok geçirdim. Kendimi hazırlamama, böyle bir durum olasılığını beklememe rağmen şok geçirdim. Kabullenmede çok zorlandık ama bu bir haftalık bir süreçti. Bir hafta içerisinde bu haletten kendim çıkmadım, Allah çıkardı. Çok enteresan ilahî bir açılım ve rüyayla Allah benim bu durumdan çıkmamı nasip etti, ihsan etti.

Çıkışınız nasıl oldu?

Namazda yakaza halindeyken Nazlı’yı bir uçurumun başında gördüm ve uçurumdan karşı tarafa geçmek zorundaydım. Nazlı bana elini uzatıyordu “Baba tut elimden, ben seni geçireceğim” diyordu. O müthiş bir olaydı. Dolayısıyla o ilahî dokunuşa mazhar olmuş bir insanın bundan sonraki hayatı değişti tabi…

Peki, sizi bu denli sarsan şey neydi? Ona bakamama korkusu mu, toplumun nasıl karşılayacağı mı, neydi sebep?

Çok enteresan, ben de şimdi onu düşünüyorum; ne kadar mantıksız bir aşamaya gelmişim, bir girdaba kaptırmışım kendimi! Bir hafta dahi olsa yani neydi sebep? Ne kadar güzel bir soru, neydi sebep? Cevabını bilmiyorum. Kızıyorum kendime neden bu kadar derin düşündüm yani… Bundan sonra herhalde hayatta hiçbir zaman gülemeyeceğimi düşündüm. Oysaki şimdi saadetin doruklarındayım, o kadar güzel bir hayatım var ki Nazlı sayesinde. Bir tek Nazlı’nın olması bile bu hayatı yaşamaya değer. Doktorlar o kadar kötü şeyler söylüyorlar ki ondan sonraki hayatınızın tamamıyla böyle bir matem hali olacağını düşündürüyorlar size.

Bu tavır da çocuğu baştan kabullenmeyi zorlaştırıyor.

Ben o eşiği bir haftada atlattım ama o eşiği geçemeyenlere ben çok acıyorum. Günlük hayatımda bu tür durumdaki insanlara çok yardımcı olmaya çalışıyoruz. Yirmi sene içerisinde aynı durumla karşılaşan insanları bizim tarafa çektik. İlk etapta inanamıyorlar, olmaz diyorlar… Onlara “Bak,” diyorum, “Hayatımdaki en büyük saadet kaynağım Nazlı. Senin hayatın çok güzel olabilir, bu sana büyük bir lütuf” diyorum, dalga geçiyorum zannediyorlar. Ama o eşiği geçmek lazım, yoksa bu onu kemirirse işin içinden çıkılmaz.

O eşiği geçmeyi istemek lazım…

Tabi hayatınızda zaman zaman üzüntüler, mental yorgunluk olur. Hatta çocuğunuzu görmek istemeyeceğiniz anlar olabilir ama hep bir bütün olarak ele aldığınız vakit çok müthiş, mükemmel bir şey. Kazançlar kayıplardan daha fazla. Aslında kaybı da yok bu işin.

Nazlı’yla birlikte hayatınızın rotası değişti. Bu süreçte dayanak noktalarınız neydi onu geliştirirken, yetiştirirken? Daha çok manevî olarak nasıl besliyordunuz kendinizi?

Tabii ki burada ailenin durumu çok önemli. O zaman evlendiğimi anladım. Eşler sırt sırta vermiyorsa, aynı telden çalmıyorsa, aynı melodiyi okumuyorsa ve aynı usulle gitmiyorsa o zaman biraz zor oluyor. Bu süreçle birlikte iyi bir aile olduk diyebilirim yani eşim de mükemmel bir insandır. Babanın anneye ayak uydurması lazım. Biz birbirimizi tamamladık. “Eşler birbirinin velisidirler” diye buyuruluyor.

İkinci önemli olan da manevî bir havza içerisinde olmanız. 1991 yılı benim “en genç” unvanıyla profesör olduğum yıldır. O yıl Nazlı’nın doğduğu yıldır. O yılı ben “baba okuluna” başladığım yıl olarak tanımlıyorum. Benim Nazlı’nın babası oluşum dolayısıyla babalığı öğrenme sürecimin başlamasıdır. Aynı zamanda da tasavvufî mahiyette de benim bir bilge insanın önünde bütün profesörlüğümü bir kenara atıp tekrardan baba okuluna, hani siz diyorsunuz ya ana baba okulu, öyle bir baba okuluna başlayışımın yılıdır. Nazlı sayesinde olmuştur. Bazı dostlar bizi o kapıya götürmüşlerdir, o kapıya o eşiğe geldiğimizde ben o kapıdan ayrılmadım. O insan benim elimi tutmasaydı nasıl yürüyeceğimi, hayattaki yolumu bana göstermeseydi herhalde çok dalgalı çok daha farklı şeyler olabilirdi. Celal ve cemal ikisi bir arada. Yani Nazlı bir yerde bana Hz. Şems oldu diyebilirim

Manevî dayanağınız kimdi?

Mehmet Tahir Erbil Hazretleri.

Türkiye’nin en genç profesörü olmuşken aynı yıl Nazlı ile buluşmanız ilginç değil mi? Genç yaşta tam da kariyerin “kutlamasını” yapacakken yeni bir menzile sevk edilişiniz… Tevafuklar silsilesi…

İdrak ve kabulleniş… Yani o kabul ediş çok önemlidir, yani kırbayı boşa atmak çok önemlidir. Kırbayı siz boşa atın “Tamam” deyin, “Kendimi yok etmeye razıyım” dediğimiz andan itibaren teslim olmak çok zordur. Allah’ım kabul ettiyse, Allah utandırmasın ama “Tamam” dedim ben. “Bütün rütbelerimi atıyorum” dedim.

Toplumun sizin tabirinizle “sıra dışı” çocuklara veya yetişkinlere bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yirmi iki yılda değişimler oldu mu?

Toplumun ilk baştaki tepkisi çok gaddar olabiliyor. Mesela Nazlı’nın depresyona girmesinin sebebi toplumun rahatsız edici bakışları ve karşılaştığı atmosferlerde ona karşı belli bir itici durumla karşılaşmasıdır. Bu toplumun bakışı onu içe kapattı ve major bir depresyona doğru itti.

Ama bir yandan aynı topluma bazı şeyleri anlatmaya, öğretmeye başladığınız vakit hatta öğretmeseniz de temsil etmeye başladığınız andan itibaren çok değiştiğine de rastladım. Mesela Nazlı’yla beraber bir cafeye gittiğimiz vakit cafe sahibi “Aman müşterileri rahatsız ederler mi, keşke gelmeselerdi” bakışları atıyorlarken bir süre sonra onları alıştırdığınız vakit “Aman hocam, Nazlı’nınki bizden” diyorlar.

Söylediklerinizden şu çıkarımı yapıyorum: “Çocuklar topluma çıkarılmalı, toplum alıştırılmalı.”

Kesinlikle toplumun gözü alışmalı. İlk etapta insanın kalbi çok yanıyor, dağlanıyorsunuz bazı yerlerde. Öyle kötü bakışlarla karşılaştığım vakit daha da çok sıkıntı çektim. Kızdırılmış bir hançeri getirip kalbimin üzerine basıyorlar. Derimin yandığını hissettim. Görünmez gözyaşlarıyla içime ağlardım. Ama o da benim eğitimimdi, yani şimdi hiç aldırmıyorum.

Nazlı’nın iyi eğitimler aldığını biliyoruz. Nazlı şimdi ne yapıyor?

Nazlı ortaokulu bitirdi. Ortaokulu bitirdikten sonra biz onu musiki eğitimine verdik. Babasıyla beraber musiki eğitimi aldı. Şimdi korolara gidiyor, yani küçük çapta bir konservatuar eğitimi gördü diyebiliriz. O zaten okuldayken “Öğretmen olmak isterim” derdi. Şimdi o da bir şekilde öğretmen oldu, bir babanın öğretmeni oldu. Yani beni eğitti, ikincisi de onunla biz ritim dersi veriyoruz, engellilere ritim hocalığı yapıyor benimle beraber.

Gelecek endişeniz var mı? Benden sonra ne olacak diye?

Eskiden çok düşünürdüm “Benden sonra ne olacak” diye. Ama aşağı yukarı on senedir hiç öyle bir endişem yok. Neden diyeceksiniz, Allah’ıma öyle bir inancım var ki, benden sonra emanet edeceğim Allah var. Zaten Allah bana emanet etmedi mi Nazlı’yı? O benim değil, bana emanet edilen bir emanet. Ben görevimi yapayım gerisi O’nun bileceği iş.

İş hayatına bu “sıra dışı” çocukların sokulması için neler söylersiniz? Olumlu bir davranış mı?

Aileler çocukları çalışma hayatına sokmak istiyorlar, onları üretici birey haline getirmek istiyorlar. Bunların hepsini tabii alkışlıyorum ama burada da bazı kusurları da görmek lazım. Aslında onlar kendi işlevlerini yapıyorlar. Yani şimdi çocuğu alıp da mutlaka çalıştırıp bugün yaşadığımız tüketim toplumunun bir parçası, üretici bir bireyi haline getirmek için kendinizi heba etmenize gerek yok ki. İlla ki liseye de gitsin ama bu da yani engelli veya özel çocukların aileleri arasında da yine böyle çok enteresan bir şekilde, “Benim engelli çocuğum senin engelli çocuğundan daha iyi” tarzında bir yarış atı psikolojisi var. Bunu yapmayın, senin çocuğun mutlu mu değil mi o önemli… Senin çocuğun şu anda hayattan zevk alıyor mu ona bak. Nazlı bugün pek çok çocuktan çok daha iyi yüzer, madalya alan çocuklardan daha iyi yüzer ama sıkıya da gelmez çünkü şahsiyeti var, orada da tavrını koyar, “Ben kendim istediğim zaman yüzeceğim” der. Yani zorla bir şey yaptıramazsınız. Şimdi ben ona zorla bir şey yapsın, koşsun desem baskıya gelmez ki.

Biz hayata niye geliyoruz Allah aşkına, illa ki daha iyi pantolon giyebilmek, daha iyi bir araba alabilmek için mi? Mutlaka üretim ve tüketim lazım ama “insan üretimi” önemli. Bu çocuklar topluma insanlığı hatırlatmak için gönderilen elçilerdir. Onlar bu vazifeleri yapıyorlar. En önemli şey olan insanlığa davet ediyorlar. Eski zamanlardaki Mim Kemal ile şimdiki Mim Kemal aynı mı bakıyor dünyaya? Eğer bir tekamül varsa bu Nazlı sayesindedir. Ben enerjimi Nazlı’dan alıyorum…

Şu anda anne karnındayken çocuğunun durumunu öğrenmiş veya doğan çocukların ebeveynlerine neler tavsiye edersiniz?

Biz haftada üç gün spora gidiyoruz, resim yapıyoruz ve yüzmeye gidiyoruz, ben de yüzüyorum. Ritim yapmayı, ata binmeyi, koroya gitmeyi ben de seviyorum, müzik yapmayı ben de seviyorum. Nazlı olmasaydı gider miydim, belki gitmezdim. Ama bu benim de iyi olmamı zinde kalmamı sağlıyor.

Tavsiyeden ziyade mübarek olsun derim, tabii ki keyfini çıkarsınlar çünkü seçilmiş insanlar. Ruhsal gelişim açısından o eşiği aşmaları için kendilerine çok büyük bir imtiyaz verildi.

Fatma Şenadlı Kavak’ın Prof Dr. Mim Kemal Öke ile olan ropörtajı..

Evliliğinizi alışverişe kurban etmeyin!

“Her şey çok güzel başlamıştı. Onu ilk gördüğümde içimden ‘İşte evleneceğim kişi bu’ demiştim. Yıllardır beklediğim o insanla hayatımı birleştirecektim. Beni istemeye geldiklerinde en güzel kıyafetimle karşıladım onları… Kahve yaparken hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Bu kahve başka bir anlam ifade ediyordu çünkü… Yüzükler takıldı. Ben artık ‘başı bağlı’ biriydim.

Günler geçiyordu. Hayat daha bir güzel olmaya başlamıştı. Bir yuvamın olacağı duygusu sarmıştı her yanımı… Nişan alışverişi olana kadar rüya gibi devam eden hayatımız bir tartışmayla son buldu. O güne kadar saygı ve sevgi içinde yürütülen ilişkiler ilk defa çıktığım ve ilk heyecanlarımı yaşadığım o zaman içinde yok oldu. Nişan bohçası için alışveriş yaparken yorulup dinlenmeye girdiğimiz dönerci ilk pürüzün habercisiydi. Ben ayaklarım yerden kesilmiş bir halde dönerimi yerken, annem iyi bir restorana götürülmediğimizden dolayı için için öfkeleniyordu. Bu hissini etrafına da yansıtıyordu. Gergin bir hava oluşmuştu artık. Hele nişanlımın altın alırken nakit parasının az oluşu ve kredi kartına başvurması olayı noktaladı. Hâlâ düşünüyorum; ne oldu da bir anda nişanım bozuldu.”

Külfetsiz nikah ve nişan

 “Nikahın hayırlısı külfetsiz olanıdır” hadis-i şerifiyle başlamak en anlamlı başlangıç olacaktır. Sağınıza solunuza bakarsanız yukarıdaki hikayeye benzer nikâh masasında, kına gecesinde veya düğün alışverişinde noktalanan nişanları duyarsınız. Bazı nişan dönemleri çiftlere yüklediği maddî külfetler dolayısıyla evlilikle sonuçlanmadan bitiyor. Beklentiler büyüdükçe altında ezilen gençlerin sadece nişanları bozulmuş olmuyor, aynı zamanda ilk umutları, ilk heyecanları ve güvenleri zedeleniyor.

Uzman Psikolog Farika Teymur Artır, evlilik niyetiyle yola çıkarken tarafların birbirine ”denk” olmasının işi kolaylaştıran önemli bir unsur olduğunu söylüyor: “Evlilikte sosyal, ekonomik, kültürel uyum ve denklik önemlidir. Nişanlılar maddî imkânlarını olduğundan fazla göstermemelidir. Maddî beklentiden önce herkesin ne yapabileceğini söylemesi daha uygundur. Uyumlu bir beraberlikte birinin söylediğini diğeri anlar, karşı tarafın yerine kendini koyabilir, kendisini yanlış anlaşılmadığına güven duyarak doğru şekilde ifade edebilir. İhtiyaç olan şeylerin kullanacak kişinin kendi kişiliğini, zevkini yansıtır şekilde alınması alınan şeylerin uzun süre severek kullanılmasını sağlar. Bunun da marka takıntısından, çevrenin eleştirmesi endişesinden uzak bir şekilde yapılması gerekir. Hediye verilen, azla yetinip israftan kaçınırken hediye alanın memnuniyet sağlamaya ve kendisinin de beğendiği güzel şeyler almaya özen göstermesi nişanlılık döneminin sağlıklı bir şekilde geçirilmesini ve evliliğe sağlıklı bir zemin hazırlanmasını kolaylaştırır.”

Uzman Psikolog Yasemin Yalçın Aktosun ise mutluluğu maddede arayalı beri evlilikleri kaybettiğimizi, maddenin manayı körelttiğini, tatmini azalttığını düşünüyor. Bir takıntıya, obsesyona dönüşen madde eksenli beklentilerin sahipleri bu beklentileri gerçekleşmediğinde kendisinde bir eksiklik hissederler. Bu takıntılı tipler istediği olmayınca öfkelenir hatta istediği olsa dahi düşündüğü tarzda gerçekleşmediği için rahatsızlık duyar. Ve evliliği erteleyen, engelleyen durumlar oluşur. Bu durum aslında bir marazın oluşması demektir. Marazın ise bir hastalık olduğunu ve bunun tedavi edilmesi gerektiğini ifade eden Aktosun, bir hastalık olduğunda “Aman öylece kalıp beklesin” diyemeyeceğimizi ve tedavi ettirmemiz gerektiğini söylüyor.

Madde ile değer biçmek

Kişilerin nişanlılık dönemlerinde maddî isteklerin gerçekleşmesine neden ısrarlı davrandığını ise şöyle anlatıyor Aktosun: “Bu insanların kendilerini çevreye madde ile kanıtlama çabasıdır. ‘Karşı taraf bana şu kadarlık bir takı seti aldı’ diyerek ‘Ben bu kadarım’ demek ister. Madde ile kendini ölçme anlamı taşıyor. Talep edenin kendi değerini karşıdan gelecek madde ile ölçme anlamı taşır bu aslında. Bilinçaltında bu anlamı taşır. Sanki ailenin onuru, haysiyeti bu üç-beş maddeyle ölçülebilir. Bu da süreci değersizleştiriyor. İnsanı değersizleştiriyor. Bir insanın kendini değerli hissettirecek argümanlar mana kaynaklıdır. Bir insanın değerini oturduğu evle, kullandığı arabayla ölçmeyiz. Karakteriyle ölçeriz. Kuşatıcı olamayan insan evlenemez ve ‘bana ne yapıldı, yapılmadı’ ile kendini tartar. Mana gözüyle karşısındakine bakamaz. Karşı tarafın mana itibariyle yaptıklarını da göremez. Dolayısıyla ruhsuz bir başlangıç olmuş olur. Sonucu da malum neticeyi verir.”

Bu süreçteki kişilerin göreceği zararları ise Aktosun şöyle ifade ediyor: “Sadece bireyler değil aileler, toplum, herkes zarar görür. İhtiyaçlar evlilik öncesi tabii ki karşılanacak. Maddî imkân ölçüsünde yaşam için gerekli olan ihtiyaçlar karşılanmalı. Bu talepler abes değildir. Bizim konuştuğumuz abes olan ise gerçekleşmesi mümkün olmayan ya da çok zorlayacak olan talepler. Kızın ailesi de oğlanın ailesi de nişanın son dönemlerinde madde yüzünden bozulan ve çirkinleşen sonuçlarla baş başa kalabiliyorlar.”

Aşırı hoşgörü de zarar veriyor

Uzman Psikolog Farika Teymur Artır, nişanlılık sürecindeki sorunların kaynağını ise başka bir bakış açısıyla değerlendiriyor: “Aşırı hoşgörülü, duygusal yönü ağır basan ve hayır diyemeyen kişiler önce gelen aşırı istekleri yerine getirmeye çalışmakta, fakat bu davranışlar olumsuz etki bırakarak kişiliğin olumsuz şekilde algılanmasına yol açarak iletişimi olumsuz şekilde etkilemektedir. Aynı zamanda zorlayıcı isteklere sınır konmayınca başka zorlayıcı istekler takip etmektedir.

Bazen bu tür davranışlar karşı tarafın maddî imkânlarının yetersiz olduğunu anlamamış olmaktan dolayı hata sonucu ortaya çıkar ve kişilik yanlış algılanarak önyargı doğmasına da neden olabilir. Bu da ilerleyen zamanlarda yaşanan streslere bağlı sorunların olduğundan farklı algılanmasına sebep olabilmekte ve sorunların sağlıklı bir şekilde çözümünü zorlaştırmaktadır.”

Nişanlılık döneminde şartlar müsait ise mana eksenli ritüelleri yerine getirmeyi doğru bulduğunu söyleyen Yasemin Yalçın Aktosun, birbirine gidip gelmeleri, tatlı seranomileri, geleneklere bağlı mana içerikli ziyaretleri kaynaşmayı arttırıcı bulduğunu ekliyor ve tavsiye ediyor.

Evlilikte manevî değerlere sevgi ve saygıya ne kadar fazla önem verilirse maddî ihtiyaçların karşılanması da o kadar aşırılıktan uzak, birbirine samimiyetle davranarak yapılacak bu da zorlayıcı değil kolaylaştırıcı olacaktır.

Ebeveynlerin tutumu nasıl olmalı?

Nişanların bozulması veya evlilikle son bulmasını, problemlerin çözümlenmesi veya düğümlenmesi konusunda önemli etkenlerden birisi de ailelerin tutumu. Evlatları üzerinden yapılan ego tatminleri en çok kendilerine ve evlatlarına zarar veriyor. Öte yandan evlatlarının yüksek beklentilerini dengeleyecek olan yine aileler. Bu konuda Uzman Psikolog Farika Teymur Artır, ebeveynlere bazı tavsiyelerde bulunuyor: “Ebeveynler geçmişle gelecek arasında bir köprüdür. Anne-babalar anlayışlı ve sabırlı tutumlarıyla geleneklerin olumlu yönlerini aktaran fakat farklılıklara saygılı davranan, katı tutumdan uzak bir duruş sergilemelidir. Gençlerin gençlik heyecanıyla beklentilerinin yüksek olması durumunda aşırılıktan kaçınmaya davet ederek dengeleyici olmaya özen göstermelidir. Eksikler olsa da zamanla karşılanacağını, önemli olanın birbirini kırmamak olduğunu telkin etmelidir.”

“Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız….” kültürünü şiar edinmiş bir toplum olarak girilen her hayırlı işte kolaylaştırıcı olmamız gerektiği gibi toplumun temel dinamiği olan aile kurumunu oluştururken de kolaylaştırıcı ve idare edici olmak toplum sağlığına da katkı sağlar. Sağlıklı başlamış evlilikler sağlıkla devam eden toplumlar meydana getirir. İşin “vebal” kısmının ise dikkat edilmesi gereken bir unsur olduğu unutulmamalı.

Nişanlı çiftlerin iyi bir başlangıç yapmaları için

 Uzman Psikolog Yasemin Yalçın Aktosun, gençlere evliliğe iyi bir başlangıç yapabilmeleri için şu tavsiyelerde bulunuyor:

– Birbirleriyle çok iyi konuşsunlar. Bu açıdan nişanlılık verilmiş mükemmel bir armağandır. Orayı gezelim burayı gezelim yerine, konuşulması gereken önemli mevzular evliliğe bırakılmamalı ve konuşulmalı.

– Beklentiler, sabrının ne kadar olduğu, neyi ne kadar kaldırabileceği uzun uzadıya konuşulmalı ve bunların sınırları belirlenmiş olarak evliliğe gidilmeli. Çok yönlü konulara girilmeli, mesela tatil organizasyonu, aile ziyaretleri, yemek düzenine kadar çok yönlü konuşulmalı.

– Nişanlı çiftlerin yaptığı en önemli hatalardan bir tanesi de can sıkıcı bir konu olduğunda onun üzerinin örtülmesi ve bir sonraki buluşmada tartışma olmaması için gündem dışı bırakılması. Konuları çözümlemeli. Öncesinde bir pürüzün olması evlilikte de pürüzün olması anlamına geliyor. Pürüzleri gerekirse yardım alarak sonuçlandırmalı.

– Kişiler sadece evlenmezler, aileler de evlenir. Yeni bir aileye girmeye hazır olunmalıdır. Sadece nişanlının değil ailenin de gönlünü kazanmak için çaba sarf edilmeli. Her iki taraf da yeni ailesine açık olmalı.

– Mümkünse bir evlilik okuluna gidilmesi uygun olur. Taraflar evlilikle ilgili aynı kitapları okusunlar. Önemli buldukları yerlerin altını çizsinler. Sonra da değiştirsinler. Her iki taraf da nerelere vurgu yapıldığını görmüş olur.

– Sevgiyi tüketmesinler. 7 gün 24 saat görüşmesinler. Sürekli mesajlaşmalar, dışarıda buluşmalar ilişkiyi sağlamlaştırmaz. Kaliteyi ve seviyeyi azaltır. Bıktırmaya gerek yok. Bununla ilgili sınırı herkes kendi koymalı.

Fatma Şenadlı Kavak /moraldunyasi.com