Etiket arşivi: hz.mevlana

Mevlana İle Yeniden Buluşmak!

Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak yolunda en önemli araç ve en geçerli vasıta; Hazreti Muhammed (sav) efendimiz olduğu için, Bediüzzaman’la Mevlana Hazretlerinin buluşma noktası; Allah aşkı, rızası, muhabbeti noktasından başlarken, Hazreti Peygamber ve Onun çizmiş olduğu sünnet-i seniyye çizgisiyle devam eder. Zira Allah’ın razı olacağı tarzın, Hazreti Peygamber Efendimizin çizmiş olduğu rota olduğu, yüce kur’ânın sarih beyanlarıyla ortadadır. Bu iki güzide şahsiyetin ve diğer tüm Allah dostlarının buluşma noktası, Allah’ın rızası ve Hazret-i Muhammed (s.a.v)’e tâbi olmak cihetiyle en mühim buluşma rotasını teşkil etmektedir.

Biz mü’min kulların bu kutlu buluşmayı ve kesişen noktayı dikkatimizden uzak tutma gibi bir lüksümüz elbetteki olamaz.

O zevât-ı kirâm, kur’ân ve Sünnetten aslâ taviz vermemiş, hayatları pahasına cansiperâne müdafaa etmişler, cehd, gayret ve mesailerini bu uğurda sarfetmişlerdir.

Mücedditler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vârisleri, asırların rehberleri ve mânevî önderleridirler.

Allah (c.c), hikmetinin gereği olarak her asra, zamanının şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun, insanların yolunu aydınlatacak rehberler göndermiştir. Her asırda bir mürşid gönderdi ki, insanlık istikametten ayrılmasın, yolunu şaşırmasın…

Asırlara mânevî mührünü vurmuş, Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine hizmeti hayatının en yüce gayesi edinmiş bu mâneviyat erleri, serâpâ nur neşreden şahsiyetleriyle şarktan garba tüm âlemi aydınlatmaktadırlar.

Ömer b. Abdülaziz, İmam-ı Muhammed b. İdris eş-Şafiî, Ebu’l-Hasen Ali el-Eş’ârî, Ebu Hamid el-İsfereyânî, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî, Fahreddin-i Râzî, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Hafız İmam Zeynüddin-i Irakî, Celâleddin-i Suyutî, Müceddid-i Elf-i Sanî İmam-ı Rabbanî (Ahmed Fârukî es-Serhandî), Şah Veliyullah Dehlevî, Mevlâna Hâlid-i Bağdadî, Bediüzzaman Said Nursî…

Hayatları ve davaları, ümmet nazarında birer destan olarak ruh ve gönüllerde makes bulmuştur ve bulmaya da devam etmektedir.

O bahtiyar insanlardan biri de Mevlâna Celâleddîn-i Rûmîdir.

hz. mevlana celaleddin-i rumiO’nun açtığı kur’ân sofrasında insan, sözünü, yüzünü, gönlünü ve ruhunu güzelleştirmektedir..

Onun dergâhı, mânevî estetiğin merkezidir. Sabır, feragat, fedakârlık, nefis ve duyu terbiyesi ve tezkiyesinin okuludur. Bin bir günde Esmâ-i Hüsnânın tecelliyatıyla arınma ve paklanma ameliyesidir.

Kişisel gelişim de (NLP) diyebileceğimiz kıvamda insan unsurunun yetiştirilmesidir.

O, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadeleriyle, âlemi baştan başa akıl ve kalp gözüyle gören bir makamda bulunmaktadır.

Hazret-i Mevlâna, Benlikten sıyrılarak hak kapısının eşiğinde her dem niyazda olan, rıza üzere gözünü ebediyetlere diken, nefsini bilmekle Hakk’ı tarif eden, her tecelliyi Hak’la bilip Hak’la idraka çalışan, Hak yolunun hakkını veren, benlik ve enaniyetten geçip marifet ve Hakka kurbiyyet kapısını açan bir Allah dostudur.

Onun mânevî terbiyesine baş koymuş DERVİŞ ise, kelimenin harflerinde manasını bulan dünya, riya, varlık, yalan ve şehveti terk yolunda azmetmiş bahtiyar erlerdir.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ra)’nin bir kısım sözleri,maalesef yanlış yorumlanarak Müslümanların zihinlerinde istifhamlar oluşturulmaktadır. Meselâ bir sözünde Mevlâna şöyle der: “Ne olursan ol, yine gel!”. Bu söz doğrudur, ancak Mevlânâ Celâleddin’in murâdı üzere olsa… Yoksa, hevâ ehlinin anladığına göre değil. Mevlânâ’nın hakíkí murâdı/maksadı ise, ancak bir takım esaslara göre anlaşılır. O kasd edilen mâna ise üç noktada toplanır :

Birincisi: Yahûdîler, neseben Yahûdî olmayanları Yahûdî dinine kabûl etmiyorlar. Çünkü, onların inancına göre din, Yahûdî ırkı üzerine kurulmuştur ve millî bir dindir. Hak Din olan İslâmiyete göre ise böyle bir inanç bâtıl ve merdûttur. Yâni, din-i Muhammedî (asm), belli bir kavmin dini değildir. Belki bütün ırklara hitâb eden ve onları mes’ûl tutan bir dindir. “Ne olursan ol, yâni hangi ırk ve dine mensûb olursan ol, din-i Muhammedî (asm)’a gel!” demektir.

İkincisi: Diğer peygamberlerin her biri, belli bir kavme peygamber olarak gelmiştir. Resûl-i Ekrem (asm) ise umûm insânlara peygamber olarak gelmiştir. Buna binâen, “Ne olursan ol, yâni hangi ümmetten olursan ol, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah’ de! Ve Kur’ân’ı kabûl et!” demektir.

Üçüncüsü: Eski şerîatlarda tevbenin kabûlü, ancak kebâiri işleyen kimsenin kendisini öldürmesine bağlı idi. Mücerred tevbe kâfî değildi.

Şerîat-ı Muhammediyye (asm)’da ise nasûh tevbe ile günâhlar afvolur. Onun için “Ne olursan ol, yine gel! Yâni, günâhım çoktur diyerek rahmet-i İlâhiyyeden ümidini kesme! Allah tevbeleri kabûl eder. Gel, günâhından tevbe et!” demektir. Yoksa, “Bulunduğun gayr-i meşrû’ hal üzerine devâm et!” demek veyâ onların günâh olan hallerini hoş görmek demek değildir.

Mevlâna Hazretleri, Kur’ânın koyduğu ölçüleri en iyi bilen ilim erbabından birisiydi. İslâm ulemâsına aykırı bir görüşü ortaya sürmesi düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri konuya aşağıdaki veciz ifadeleriyle son noktayı koymaktadır:

Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umûm eimmenin(imamların) caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka husûsî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.”(Mektûbât, Yirmi Dokuzuncu Mektûb, Yedinci Kısım)

Bir fikre da’vet, cumhûr-i ulemânın kabûlüne vâbestedir. Yoksa, da’vet bid’attır, reddedilir.”(Hakíkat Çekirdekleri)

Makalemizi O gönül sultanının bir sözüyle noktalayalım:

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Mevlâna (r.a) ile yeniden buluşmak temennisiyle.

İsmail Aksoy

Kaynak: www.NurNet.Org

Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi Kimdir? (1207-1273)

Mevlana 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Mevlana’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.
Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultanü’I-Ulema 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı.
Sultanü’I-Ulema’nın ilk durağı Nişabur olmuştur. Nişabur şehrinde tanınmış mutasavvıf Feridüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlana burada küçük yaşına rağmen Feridüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultanü’I Ulema Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kufe yolu ile Ka’be’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Larende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.
1222 yılında Karaman’a gelen Sultanü’l-Ulema ve ailesi burada yedi yıl kaldılar. Mevlana 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlana’nın Sultan Veled ve Alaeddin çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlana bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlana’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alaeddin Keykubad idi. Alaeddin Keykubad Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alaeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler.
Sultanü’l-Ulema 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlana Dergahı’ndaki bugünkü yerine defnolundu.
Sultanü’I-Ulema ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlana’nın çevresinde toplandılar. Mevlana’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlana büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlana 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizi ile karşılaştı. Mevlana Şems’de “mutlak kemalin varlığını” cemalinde de “İlahi nurlarını” görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.
Mevlana, Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin çelebi, Şems-i Tebrizi’nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlana, 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlana’nın cenaze namazını Mevlana’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlana’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlana’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Mevlana ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlana ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arus” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
“ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! / Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.”
Her türlü kemale erişi aşkta gören Mevlana’nın bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk hayatın aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi aşktır. ‘Sen olmasaydın bu gökleri yaratmazdım.’ kudsi hadisiyle; varlık alemlerinin yaratılmasındaki yegane maksadın, Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Peygambere (asm) duyduğu sevgi olduğu belirtilir. Mademki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir. Mevlana bu düşünceden hareketle, binlerce beyitte ilahi aşkı söylemiştir. Onun aşka dair düşüncelerini dört grupta toplamak mümkündür. Akıl ve aşk mukayesesi, aşkın üstünlüğü ve değeri, fanilere duyulan aşkın geçersizliği, aşktan nasibi olmayanların zavallılığı …
Mana Padişahı Mevlana’ya göre akıl ve ilim, gayb aleminin gerçeklerini kavramada yetersizdir. Bunlar insanı bir noktaya kadar götürür, ancak hedefe ulaştıramaz. Fakat insan aşktan kanatlara sahipse , ilim ve aşkın hayal edemeyeceği kadar yücelir. Tıpkı Miraç Gecesi olduğu gibi. O kutlu gecede Hazreti Peygamber (asm) ve Cebrail (as) gök katlarında yükselirken, Sidre-i Müntehaya gelince; Cebrail (as) “Bir parmak ucu daha ilerlersem, yanarım.” diyerek kalmış, Hazret-i Peygamber (asm) ise Sidre’yi geçerek Cenab- Hakk’a yakınlığın son derecesine ulaşmıştır. Sidre-i Münteha denen yer; gerek melek gerekse peygamber, bütün varlıkların ulaşabildiği son noktadır. Bir başka deyişle emr-i İlahiden başka her şeyin son bulduğu yerdir. Mutasavvıflar buradan hareketle, Cebrail (as)’i beşer idrakin , ilim ve aklın sembolü, Hazret-i Peygamber (asm)’i ise gönül ve aşkın timsali olarak görürler.
Sorularla İslamiyet