Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Ruhun Varlığı ile İlgili Naklî Deliller

Bir hakikatin araştırılmasında en önemli kaynak “Mütehassıslar”dır. Gelişmiş cemiyetlerin en mümtaz vasıflarından biri ve belki de en önemlisi ihtisasa hürmet ve vazife taksimine riâyettir. İktisadî, içtimaî, ilmî ve fikri sahalarda güvenilir ve sıhhatli bilgi elde etmenin yolu, hayatlarını ve mesâilerini belli bir sahaya hasretmiş mütehassıs kişilere başvurmaktır. İhtisasa hürmet, ilmin izzetinin gereğidir; aklen, dinen, hikmeten ve vicdanen zarurîdir. Bu sebeble, “Ruh nedir? Niçin yaratılmıştır?” sorularına güvenilir cevaplar alabilmek için bu sahanın mütehassıslarını bulmak ve onlara müracaat etmek icabeder.

Şimdi düşünelim: Acaba, ruh ve ruha ait hakikatlar konusunda ilim bize güvenilir bir bilgi verebilir mi? Bilindiği gibi, müsbet ilimler, varlıkları tecrübe ve deney metodu ile incelerler. Hâdiselerin “Nasıl” olduğunu araştırırlar, fakat “Niçin”i üzerinde durmazlar. Şu hâlde, ruh ve ruha ait hakikatlar müsbet ilmin faaliyet sahası dışında kalmaktadır.

Felsefeye gelince: Felsefe hâdiselerin “Niçin”i üzerinde durur, eşyanın özünü araştırır. İnsan, yaratılış, ezel, ebed ve ruh gibi konulardan bahseder. Ancak, felsefe tarihi tetkik edildiğinde görülür ki, ne kadar filozof varsa, âdeta o kadar da tezatlar, tutarsızlıklar, şüpheler vardır. Şu hâlde, hangisinin yolundan gidilecek, hangisinin sözüne itibar edilecektir? Gerçekte, filozofların ekserisi ruhun varlığını kabul etmişlerdir; ancak, ruhun hakikati, mâhiyeti ve gayesinde birçok tezatlara düşmüşler, hakikattan sapmışlardır.

Her şeyin hakikatını araştıran filozoflar, vazifeleri icabı vahyi de araştırsa, incelese ve gerçeğine vâkıf olsalardı, karşılarına çıkan derin engelleri suhuletle aşacak, evhamlardan kurtulup insanlara rehber olmaya hak kazanacaklardı.

Felsefî doktrinleri tetkik ettiğimizde görürüz ki, filozofların çoğu maalesef vahyin ziyası altına girmemiş veya girememişlerdir. Onlar, sanki, eşyanın yaratılmasında payları varmış gibi, müstakil ve müstağni konuşmuşlar, ahkâm kesmişlerdir. Kendilerini mükemmel zannedip, acz ve fakrlarını, kusur ve noksanlarını görememişlerdir. Yâni, “Kimin mahlûkuyum?”, “Kimin masnûuyum?”, “Kimin tedbir ve inayeti ile besleniyorum?” diye düşünmemişlerdir. Şayân-ı hayrettir ki, çok güvendikleri fikir ve irâdelerinin de kendileri gibi mahlûk olduğundan gaflet etmişlerdir.

Bilhassa materyalist ve marksist filozoflar, felsefelerinin esasını kin, iğbirar ve inkâr üzerine kurmuşlar; Allah, yaradılış, ruh, ahlâk, inanç, itibar ve faziletle ilgili bütün yüksek hakikatları küfürlerinden gelen bir inatla inkâra sapmışlardır. Maddeye saplanıp, inkar ile kendilerini güya teselli etmek istemişlerdir. Her türlü inanç ve fazilete düşman olup, inkârdan lezzet alan bu habis ruhluların ruh hakkında söz söylemeye selâhiyetleri yoktur.

Şu hâlde, ruh mevzuunda, ne müsbet ilim erbabı, ne de felsefeciler mütehassıs olamazlar. Bu sahanın asıl söz sahipleri peygamberler (a.s) ve onların vârisleri olan âlimlerdir. Zira o nûrânî zâtlar, kendiliklerinden konuşmazlar, vahy-i îlâhî’ye tercümanlık ederler.

Bir kâide-i mukarreredir ki, “Yapan bilir, bilen konuşur.” Bu bakımdan,ruh hakkında kesin ve gerçek hüküm, ruhun yaratıcısı olan Allah’ındır. Evet, bir makinayı kim yapmışsa, onun hakkında söz onun olacaktır. O makinanın yapılış gayesi ve işleyiş tarzı sadece ustasından öğrenilecektir. Sıhhatli bilginin kaynağı budur. İşte bu kaynak “Menba-ı Hak ve maden-i hakikat” (Hakkın ve kakikatın kaynağı) olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır. Kur’ân-ı Kerîm mânâ âleminin güneşidir. Ruhlar onunla nûrlanır, kalbler onunla zulûmattan kurtulur. Bilindiği gibi, Güneş bütün bitkilere, kabiliyetlerine göre feyiz verir; ziyâsıyla onları hayatlandırır. Mânâ âlemimizin Güneşi olan Kur’ân-ı Azimüşşân da ona uyanların ruhlarına inkişaf, akıllarına istikamet, kalblerine nûr verir.

O, hem maziyi, hem hâli, hem de ebediyeti aydınlatan bir Nurdur. İnkârlardan, ümitsizliklerden, kederlerden terekküp eden cehalet karanlıklarını gönüllerden silip atmıştır. O’nun ziyası altına giren akıllar, nice hakikatların keşfi yanında, kendi efendileri olan ruhlarını da bilmişler ve onların varlığını tasdik etmişlerdir. O ezel güneşi, selim akıllara, ruhun varlığını, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir kat’iyette göstermiş ve ispat etmiştir. Bu husustaki Âyet-i Kerimelerden birkaçını takdim etmekle yetineceğiz.

1. “Allah yolunda öldürülmüş olanlar için ‘Ölüler’ demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlamazsınız.”2

Bu âyetten iki hususu anlıyoruz:

a) Cesedin öldüğünü görmemize rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın, “Ölüler” demeyiniz buyurması, cesedin dışında ölmeyen bir mâhiyetin varlığını gösteriyor ki, o da ruhtur.

b) Âyet-i Kerîme, o hayatın keyfiyetini, yaşamayanların bilemeyeceklerini beyan ediyor.

Bu âyetle Cenâb-ı Hak, şuur ve aklımızla anlayamadığımız hakikî bir hayatın olduğunu apaçık bildirmektedir.

2.  “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler. (Öyle ki, Allah’ın) lütf-ü inayetinden, kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cennet nimetleriyle) nzıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılamayan (şehid dindaş)ları hakkında da: ‘Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.’ diye müjde vermek isterler.” 3

Âyet, maddî cesedin öldüğünü görmemiz yanında, Allah’ın inayetine mazhar olan başka bir hayat tabakasından haber veriyor ki, o da şehidlerin hayatıdır. Onlar, sürur ve neş’e içinde Cennet nimetlerinden rızıklanmaktadırlar.

Cenâb-ı Hak bu âyetle, ruhların bedene bağlı olmaksızın kâim olduklarını ve ölümden sonra da baki kaldıklarını ifâde buyurmaktadır.

3. “Şüphesiz âyetlerimizi tanımayan kâfirler var ya, muhakkak ki biz onları yarın bir ateşe yaslıyacağız, derileri piştikçe azabı duysunlar diye kendilerine (tebdilen) başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah, izzetine nihayet olmayan bir hikmet sahibidir.”4

Yine bu âyette de yanıp yok olan bir maddeye mukabil, yanmakla yok olmayan bir hakikata işaret ediliyor. O hakikat da ruhtur. Ruh, sabit olup, onun elbisesi olan cesed ise dağılmaya mahkûmdur. Dünyaya geldiğimizden bu yana bedenimizin durmadan değiştiğini, buna karşılık değişmeyen sabit bir hakikatin varlığını hepimiz biliyoruz. Bu dünyada böyle olunca, öbür dünyadaki bu keyfiyeti inkâr etmek, yaşadığımız şu hayatı inkâr etmek kadar divanelik olur.

4. “Sana, ruhu sorarlar. Deki: Ruh, Rabbimin emri (cümlesi)ndedir. (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.”5

Cenab-ı Hak, bu âyette de ruhun var olduğunu, onun mâhiyet ve keyfiyetini bize perdelediğini ve insanlara bu hususta az bilgi verdiğini beyan buyurmaktadır. Öyleyse, ruhun varlığını kabul akıllılık, mâhiyetini anlamaya zorlanmak ise cerbezedir, abesle iştigaldir.

5. “(Azâbtan biri de) ateştir ki, onlar buna sabah-akşam arzolunacaklar. Kıyametin kopacağı günde, Firavun Hanedanını azabın en çetinine sokun’ (denilecek).”6

Bedenin ölmesine, çürüyüp değişmesine rağmen devam eden bir hakikat olmazsa, Firavun ve Hanedanı azaba nasıl mâruz kalacaktır?

6. “Ey itmi’nana ermiş ruh! Dön Rabbine. Sen O’ndan razı olarak. Haydi gir kullarımın içine. Gir Cennetime.”7

Bu âyette de apaçık ruha hitap vardır. Muhatap olmazsa hitap olmaz. Ruhtan rızâ ve kulluk isteniyor. Hâlbuki “yok”tan birşey istenmez.

7. “Allah alır o canları öldükleri zaman; ölmeyenleri de uyuduklarında. Sonra üzerlerinde ölüm hükmünü verdiklerini alıkorda diğerlerini salıverir; bir müsemma ecele kadar. Şüphesiz ki, bunda düşünecek bir kavim için âyetler var.”8

Bu âyette, alındığı yahut bir müsemma ecele kadar alıkonulduğu ifâde edilen “can”, ruhtan başkası değildir.

Ruh mevzuunda, takdim ettiğimiz âyet-i kerîmelerden sonra, şimdi de Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) Hadîs-i şeriflerinden birkaçını nakledelim. Her mevzuda olduğu gibi, ruh hakkında da en ihatalı izahı, vahyin ziyası altında, Peygamber-i Zişân Efendimiz (s.a.v) yapmıştır.

Bütün İlâhî hakikatlarda ve eşyanın mâhiyetine âit esrarda Kur’an’dan sonra en emin kaynak Peygamber Efendimiz’in sözleridir. Zira O Zât (s.a.v), Mi’raç mücizesiyle Sidre-i Müntehâ’yı aşmış, Kâ’b-ı Kavseyn’e varmıştır. Hiçbir nebinin uçamadığı idrâk merhalelerini geçmiş, hiçbir arifin hakkıyla mülâhaza edemediği hakikatları yakînen temaşa etmiştir. Hattâ Cebrail’in seyr ve temaşasının bittiği mıntıkalardan gözleri şaşmadan, ayakları dolaşmadan geçmiştir. Hiçbir marifet şehbazının pervaz edemediği bir ufk-u kemâle yükselmiştir. Bütün mükevvenatın idare edildiği en yüksek makamları görmüş, beşerin mukadderatını yazan, kâlemlerin seslerini duymuştur.

Cenâb-ı Hak, O Zât’ı, insanlara hakikati göstermekle vazifelendirip, bütün insaniyete bir nümûne-i imtisal kılmıştır. Nebileri içerisinde hususî iltifatı ile seçtiği O Zât’ı (s.a.v) umumî ve küllî feyze mazhar etmiştir. Bu sebeble O’nun beyan buyurduğu her hakikat, itikad edilmesi lâzım gelen bir vecibedir.

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Câbir (r.a) şöyle anlatır:

Bir gün, Resûlullah Efendimiz’e sordum:

Yâ Resûlâllah, Cenâb-ı Hak ilk önce neyi yarattı? Cevaben şöyle buyurdular:

— Yâ Câbir, Cenâb-ı Hak evvelâ senin Nebî’nin nurunu yarattı. Nûr katresinden ruh katresi halkedildi. Bu ruhlar, evvelâ enbiyâ-i izâmın ruhlarıydı. Onların nefislerinden ise velîlerin, şehidlerin, sırasıyla Allah’a itaat edenlerin ve mü’minlerin ruhları yaratıldı… 9

Hz. Âişe validemiz (r.a) der ki: “Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediğini işittim”:

“Ruhlar muhtelif neviler, toplu gruplar hâlindedir, onlardan birbirini tanıyanlar kaynaşırlar, sevişirler; tanımayanlar ise ayrı ayrıdırlar.”10

Ebû Hüreyre’den (r.a) gelen bir hadîste, Allah Resûlü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Mü’minin ruhu bedeninden çıkınca iki melek onu alır, yukarı çıkarırlar. Sema ehli der ki: Bu yer canibinden gelen temiz bir ruhtur. ‘Ey temiz ruh, Allah sana ve içinde ömrünü tamamladığın cesedine rahmet eylesin.’ Sonra o ruh Azîz ve Celîl olan Rabbine götürülür de Rabb-ı Celîl’i der ki: ‘Onu Sidre-i Müntehâ’ya götürün.’ Kâfirin ruhu bedeninden çıkınca sema ehli der: ‘Bu, yerden gelen habis, kötü bir ruhtur. Onu da siccîn (Cehennem)’e götürün.’ denilecektir.” 11

Sevbân’dan rivayet edilen bir hadîs-i şerifte de Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Her kimin ruhu, gayrimeşru bir hazine bırakmadan, günah-ı kebâirle zedelenmeden ve borçtan uzak olarak cesedinden ayrılırsa o cennete girer.” 12

İbn-i Abbas (r.a) diyor ki,

Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki, “Kardeşlerinizden birisi şehid olduğu zaman Allah onların ruhlarını (Cennet) kuşların(ın) cevfine koyar. Onlar Cennet’in nehirlerinden içer, meyvelerinden yer, arşın gölgesindeki altından kandillere girerler. Yiyecek, içeceklerinin hoşluğunu ve güzel karşılanmalarını her gördüklerinde derler ki, keşke kardeşlerimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bize neler yaptığını (nasıl muamele ettiğini) bilselerdi de, cihaddan geri kalmasalardı ve harbten vazgeçmeselerdi. Azîz ve Celîl olan Allah, ‘Sizin bu arzunuzu ben onlara ulaştıracağım.’ buyurdu ve Resûlüne (s.a.v) ‘Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma, bilakis onlar diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar…’ 13 âyetini indirdi.”

Mehmed Kırkıncı, 08-7-2010

Dipnotlar:

2. Bakara Sûresi, 2/154.
3. Âl-i İmrân sûresi, 3/169-170.
4. Nisâ sûresi, 4/56.
5. İsra sûresi, 17/85.
6. Mü’min sûresi, 40/46.
7. Fecr sûresi, 89/27- 30.
8. Zümer sûresi, 39/42.
9. Keşfü’1-Hafâ: 1,265; Mevahibü’l-Ledünniyye Şerhi; 1,46.
10. Buhârî, Enbiya: 2; Müslim, 1,159.
11. Müslim, Cennet: 75.
12. İbn-i Kayyımi’l-Cevzi, s.39-40.
13. İbn-i Kayyımi’l-Cevzi, s.39-40.

Cinayette Katilin Durumu

“Madem filân adamın ölmesi filân vakitte mukadderdir. Cüz’î ihtiyârıyla silah atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.” iddiasına cevap:

Cenâb-ı Hak bu âlemde hikmetiyle, her müsebbebi bir sebebe bağlamıştır. Bu hakikat, kaderin sebeple müsebbebe bir taallûk ettiği, şeklinde ifâde edilmiştir. Meselâ, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebeptir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

İşte Cebriye, sebeple müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yâni ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için, mademki onun kaderi dünyaya gelmektir. Ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi, gibi hatâlı bir fikre sapmaktadır. Mûtezile ise sebeplere tesir vererek, ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeple müsebbebe bir baktığını ve sebeplerin yokluğu farzedil diğinde müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifâde etmişlerdir. Yâni, yukarıdaki misâl için, “eğer sözkonusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?” sorusuna Ehl-i Sünnet âlimlerinin cevabı, “Ne olacağı bizce meçhûldür.” şeklindedir. Zira ortada bir vak’a vardır. Sözkonusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farzedilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk’ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

Diğer bir misâl:

Birisi Erzurum’dan, diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farzediniz. Bunlardan birisi, Mûtezile görüşüne uygun olarak, “Buraya gelmeseydik görüşemezdik.” diğeri ise Cebriye görüşü istikametinde, “Kaderde, görüşmemiz yazılmıştır. Buraya gelmeseydik de görüşürdük.” dese, her iki ifâde de hatalı ve bâtıldır. Ortada bir buluşma vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden, Cenâb-ı Hakk’ın malûmudur. O hâlde kader, söz konusu iki kişinin o mekân ve zamanda buluşmalarıdır. Onların Ankara’ya gitmemeleri farzedildiğinde, bir başka yerde buluşup buluşamayacakları hususunda hiçbir şey söylenemez.

İşte, bu iki misâl gibi, bir adamın ateş etmesiyle diğerinin ölmesi hâdisesinde de kader sebeple müsebbebe bir bakmaktadır. Ortada bir öldürme hâdisesi vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, kader, birinin ateş etmesiyle diğerinin ölmesi şeklindedir. Adamın ateş etmediği farzedilince, mevcut hâdisenin bir tarafı, yâni sebep yönü, yok kabul edilmektedir. Bu durumda karşı taraf hakkında hiçbir şey söylenemez. Öldürme olayında katilin kabahati Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebep olmasıdır.

Şunu da ifade edelim ki, günümüzde trafik kazalarından dolayı çok sayına insan vefat etmektedir. Ciddi araştırmalar ve yaşanan tecrübeler sonunda ortaya çıkmış olan bu kuralların doğruluğunda tüm insanlık ittifak etmişlerdir.

Bu kuralları ihmal ve ihlal ederek ölenler “hükmi şehit” sayılmadığı gibi, gerek kendinin ve gerekse başka insanların ölümüne sebep olanlar büyük bir vebalaltındadırlar. Hız sınırı belirlenmiş olan yerlerde bu sınırı aşan sürücülerin ölümü bir nevi intihar gibi kabul edilmektedir ve başkasının ölümüne sebep olmuşsa ondan da mesuldür.

Suudi Arabistan’da toplanan Fıkıh Meclisi’nde trafik kurallarını ihlal ederek kaza yapanların manevi mükâfatları söz konusu olmayacağına ve başkasının ölümüne sebebiyetten dolayı da sorumlu olacağına hüküm verilmiştir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“… Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız…”(Bakar, 2/195) 

Demekki, bu kurallara uymayanlar hem kendilerini hem de başkalarını tehlikeye atmaktadır. Araba kullananlar, mutlaka trafik kurallarına uymalı, böylece dünyevi ve uhrevi mes’uliyetten kurtulmalıdırlar.

Mehmed Kırkıncı

Zafer: Bir Yâr-ı Vefadâr…

Zafer’in muhteviyat ve münderecatını soruyorsunuz.

Vezaif-i diniyenin mahiyetini, ahlâk ve fazilet-i milliyenin ehemmiyetini ders veriyor. Anladığım kadarıyla fikirde, ilimde, irfanda, edebte bir numune-i imtisal desem sezadır.

Kardeşim, Zafer’in her satırı bence bir zafer sancağı, muzafferiyet nişanesidir. Zira bir mihr-i faziletin zuhurunu müjdeliyor.

Malûm olduğu gibi her kalem erbabı böyle bir lütfa mazhar olamaz. Çünkü bu tatlı ve edebi beyanlarınızla Nurun hakikatlarını kırkbin başlı melaike gibi cihanın her yerine ilan ediyorsunuz ve fazilete müstağrak vicdanları ihya ediyorsunuz. Evet, Zafer, gençlerimizin mürşidi, ihtiyarlarımızın medar-ı tesellisidir. Ehl-i fikrin serveti, ehl-i irfanın zînetidir.

Mecmuanız enzar-ı istifadeye arz edildiği günden beri o güzel ve faydalı ibretamiz yazılarınızı okuyup da istifaze ve istifade etmeyen bir insaf sahibi tasavvur edilemediği gibi, takdir etmeyen bir fert de düşünülemez.

Nur arayanların, ona kavuşmak isteyenlerin, ona âşık olanların, o menba-ı feyze koşanların bir zaferidir. Evet, böyle bir zaferin tahakkukunu iftiharla söyleyebiliriz. İnsan hayırlı işlerde her neyi murat ederse biiznillah muvaffak olur. An şart ki âkılâne ve hakimane davransın.

Zafer’in muhteviyatı ve münderecatı Risale-i Nur’un meşrebine münasib olduğu gibi, fıtrat-ı beşeriyeye de muvafıktır. Doğrusu bu âlicenap gayretiniz şayan-ı takdirdir.

Evet, Zafer’in zevk ve şevkini ruhen hissettim. Zafer bizimdir. Zafer Kur’an’nındır. Zafer Hakkındır. Zafer Nurundur. Zafer’in telaffuzu bile gönüllere haz, ruhlara heyecan, kalblere sürûr, fikirlere intibah, vicdanlara ziya veriyor.

Evet, Zafer derken, bir yâr-ı vefâdar gibi hayalimi alıp zeminin aktarını gezdirdi. Tâ mazinin derinliklerine götürdü. Ezelden ebede kadar bütün zaferleri düşündürdü. İmanın küfre, hidayetin dalâlete, nûrun zülumata, Hakk’ın batıla muzafferiyetini tahattur ettirdi. Elhamdülillah dedim. Zafer ne mukaddes nimettir, ne ulvi hakikatlardır ki, gönülleri cezb ve akılları celb ediyor.

Âlem-i insaniyetin ve İslâmiyet’in mes’uliyeti ancak zaferdedir. İşte bu izandandır ki şuurlu ve âlicenap kalemleriniz bütün kuvvetiyle bir âhenk içerisinde imanın esrarından gelen huzur ve sürûr katrelerini gönüllerin en derin köşelerine damlatıyor. Böylece kalblerde, fikirlerde binbir türlü latif sünuhatlar uyandırıyor.

Bu tükenmez gayret ve himmetiniz ile omuzunuza aldığınız bu kudsi hizmetiniz inşaallah kıyamete kadar payidar olacaktır.

Mehmed Kırkıncı

Dua ve Münacat ile Kurbiyet (Yakınlık)

Dua, kulun Rabbinden medet dilemesi, inayet istemesi ve kendi acizliğini ve fakirliğini Kadir-i Mutlaka arz etmesidir. Dua her şeyden önce Kudret-i İlahiyeye tazimdir. Çünkü “Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir.”74

Dua, acz, fakr ve kusurunu gören insanın, zillet içerisinde Cenab-ı Hakk’a yönelip halini O’na arz etmesi ve her şeyi O’ndan beklemesidir. Bu hal, kulun Rabbine karşı iman ve itimadının gereğidir. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi,..” 75

Cenab-ı Hak da mealen;

“De ki, eğer duanız olmazsa (Rabbiniz katında) ne ehemmiyetiniz var?”76

“Bana dua edin, size cevap vereyim.”77 buyurmaktadır.

Peygamber Efendimiz de (s.a.v)

“Allah katında duadan daha makbul ve şerefli bir şey yoktur.”

buyurarak, duanın ehemmiyetini vurgulamıştır.

Duadan maksat, istenen şeye kavuşmak değil, kulluğu izhar etmektir. Zira dua kurbiyet-i ilâhiyeye vasıtadır ve ibâdetlerin en efdalidir. İnsan arzu ve isteklerini mahviyet ve zillet içinde Rabbine arz etmelidir. Dua eden kimse maddî ve manevî bütün varlığıyla Zat-ı Akdese yönelmeli ve gönlü ondan gayrısı ile meşgul olmamalıdır ki, duadan maksat hasıl olsun. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“Biliniz ki Allah-u Teâlâ kendisinden gafil olan kalbin duasını kabul etmez.”

buyurarak, bu hakikati ifade etmiştir.

İnsan Allah’tan hakkında hayırlı olanı istemelidir. Zira insan kendi hakkında neyin hayırlı olacağını bilemez. Her şeyi hakkıyla bilen ancak Allah’tır. Israrla zenginlik isteyen Karun’un elîm akıbeti bunun en çarpıcı bir misalidir.

Cenab-ı Hakk’ın insanın isteklerini aynen vermemesi duasının kabul olmadığı anlamına gelmez. O’nun vermemesi de bir nevi vermektir. İnsanın nihayetsiz arzularını, her şeye her şeyden daha yakın olan ve her insanın kalbinden geçeni hakkıyla bilen bir Kadir-i Mutlak yerine getirebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak

“Kullarım beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki, ben onlara pek yakınım. Bana dua edeninin duasına icabet ederim.”78 buyurmuştur.

“Dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük işlerime ıttıla’ı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her hâlimi görür, sesimi işitir. Öyle ise; bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum.”79

Dua bir ubudiyet olduğu için, insan sadece sıkıntıya düştüğünde veya bazı musibetlere maruz kaddığında değil, her an Cenab-ı Hakk’a yalvarıp, O’na sığınmalıdır. Yine bir ayette mealen şöyle buyurulmaktadır:

“Biz insana nimet verdiğimizde o, şükürden yüz çevirir, başını alır uzaklaşır. Fakat kendisine sıkıntı dokununca, yalvarmaya koyulur.”80

Cenab-ı Hak, her şeyin meydana gelmesini bir takım sebeplere bağlı kılmıştır. Dua da bu sebeplerden biridir. Bunun içinde dua eden kimse, önce istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi duanın evvelinde ve ahirinde okumalıdır.

İnsanların birbiri hakkında gıyaben dua etmeleri de çok önemlidir. Çünkü dua edenin ağzı, dua edilen kimse hakkında günahsızdır. Sonra Kur’an-ı Kerim’de zikredilen tesirli dualarla Allah’a yalvarmalı. Ayrıca namazlardan sonra, özellikle de sabah namazından sonra ve mübarek yerlerde dua edilmeli.Hususan Cuma günlerinde, üç aylarda ve meşhur gecelerde yapılan dualar kabule karin olur. Geceleri ve seher vaktinde Cenab-ı Hakkın rahmeti kulları üzerine sağnak sağnak yağacağından bu vakitlerde, özellikle secdede, Cenab-ı Hakk’a yalvarmak ve O’na sığınmak ve her şeyi O’ndan beklemek kulluğun ve duanın en faziletlisidir.

“İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi ‘İyyakenestein.’ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.” 81

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

74. Mektubat.
75. Sözler.
76. Furkan Suresi, 25/77.
77. Mü’min Suresi, 40/60.
78. Bakara Suresi, 2/186.
79. Mektubat.
80. Fussılet Sûresi, 41/51.
81. Sözler.

Ruhlarla Münâsebet Kurulabilir mi?

Ruhlarla münâsebet mümkündür ve vâkidir. Bu hakikatin en açık delili de Rü’yâyı sâdıkalardır. Ancak bu münasebet, şeytanlara ve cinlerin şerli kısımlarına oyuncak olan ispirtizmacıların, düzenbazcıların işi değildir. Ruhlarla irtibat yolu onlara kapalıdır. Zira bu münâsebet, ruhen terakki ile fenâfillah, bekâbillâh gibi mertebeleri katederek ruhlar âlemine yakınlık kazanmak ve ahvâllerine muttali olmakla olur. Bunun da yolu, Allah’a ihlâs ile ibâdet ve emirlerine tam inkıyâd ederek, O’nun rızâsını tahsilden geçer. Bu cadde, ancak ve ancak “Havass-ı izam” denilen evliya ve asfiyâya mahsustur. Evet, O zâtlar mânâ âlemi ile ilgili feyiz ve bereketler, sır ve hakikatlar, melekût âlemi ile ilgili ciddî maksatlar için, âlem-i ervah ile münâsebet te’sis edebilmektedirler.

Nefsini, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı için yok etmiş ehl-i velayete, bir kısım manevî ve nûrânî âlemlere irtibat te’sis ettirmesi, Rabbül Âlemîn’in lütuf, inayet ve vedûdiyetinin muktezâsıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın Lâtif ismine mazhar olan ehl-i velayetin, ruhların hâllerini müşahede, feyz ve bereketlerinden istifâde ve husûsan Fahr-i Kâinat Efendimiz’in rûhânîyeti ile görüşüp tefeyyüz etmeleri, melekût âlemi ile ilgili esrara müncelip olup, o âlemlerde gezmeleri, seyir ve temaşaları, lâtif, nurlu ve manevî sofralardan istifade etmeleri, hikmet-i İlâhiyye’ye muhalif olmadığı gibi, kudret-i İlâhiyye açısından da, ne müşkildir, ne de imkânsızdır.

Ruhlarla görüşme hususunda, Selef-i Sâlihîn’in muhtelif eserlerinde pek çok rivayetler ve kayıtlar vardır. Bunları te’yid sadedinde, asrımızın büyük mütefekkiri Bediüzzaman Hazretleri de şunları ifâde etmektedir:

“…Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddin-i Süyûtî, Celâleddin-i Rûmî, Îmam-ı Rabbani gibi zâtların seyr ü sülûk-i ruhanîleri gibi seyr ü sülük ile yükselerek, o kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.”

“Celb-i ervâh-i tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi; hezeliyat suretinde bâzı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerinde ve oyuncaklarına celp etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için Muhyiddîn-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü; onlara müncelip olup münâsebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle rûhâniyetlerinden manevî istifade etmektir…”

Evet, bu nûrânî zatları bu mertebelere yükselten, terakki ettiren, feyizyâb kılan Kur’ân-ı Kerîm’dir. O zâtlar, Rabbani sırları, ilâhî hakikatları, hep Kur’ân-ı Kerim’den çıkarmışlardır. Bütün müçtehidler, yüksek içtihadlarının delil ve burhanlarını, bu sofradan istihraç etmişlerdir. Bütün sıddîklar, sadakatin zirvesine bu sofradan alınan marifetlerle yükselmişlerdir. Bütün İslâm hükemâsını, muhakkikin seviyesine çıkaran o sofranın hikmetleridir. Bütün âbidleri, Ma’bûd-u Bilhakk’a secde ettiren o sofranın letafet ve feyizleridir. Bütün evliya ve arifleri keşf, müşâhade ve irfan ile doyurup cezbeden o sofranın zevk ve feyizleridir. Bütün kutubları irşâd makamına çıkaran o sofranın ta’lim ve terbiyesidir. Bütün fukahâ-i izamı adaletli hâkim seviyesine yücelten o sofranın düstûr ve prensipleridir. Bütün mütekellimleri mantık ve fikrin şahikasına ulaştıran o sofranın hüccet ve delilleridir.

Öyle ise, en büyük mürebbi, en büyük halaskâr, en büyük mürşid ve en doğru rehber O’dur. Bu bakımdan ruhlarla irtibat, ancak O’nun terbiyesi altında yetişen nûrânî zâtlara mahsustur.

Mehmed Kırkıncı