Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Risalet Güneşi

Artık yepyeni bir güneş doğmak üzeredir. Risâlet güneşinin nuru ile bütün kâinat baştan başa aydınlığa kavuşacak, O’nun sesi her yerden duyulacak, adalet, hürriyet, muhabbet, teavün gibi ulvi hasletlet hakim olacak ve böylece saadet ve huzur dolu günler başlayacaktır.

Necip Fazıl o karanlıktan bütün insanlık alemini aydınlatacak bir kurtarıcının gelmesini şöyle dile getiriyor:

O ân, dünya öyle bir âlemdedir ki, yerle gök, bütün kadrosiyle, Büyük Kurtarıcı’yı bekler gibidir. Sadece bekleyen, sıkılan, daralan, boğulan, dünya… Bir yanlışta bitirilmiş eski doğruların ve eskitilmiş yanlışların baştanbaşa yanlış dünyası…Doğrunun gelmesi ve Nurun inmesi için bu dünyanın şartlarından daha uygun ne olabilir? O gelecek, bütün eskileri yenileyecek, mutlak yeniyi getirecek ve diyecektir: İşte solmayan renk, geçmeyen ân, silinmeyen yazı, yanılmayan ölçü!..”

İşte zifiri karanlığın dehşetinden ve katmerli zulümlerden ruhların boğulduğu, kalblerin katılaşıp taşlaştığı ve kurak topraklar gibi çatladığı o dehşetli asırda, ebedî bir güneşe, nurlu bir sabaha ve ihtişamlı bir bahara şiddetle ihtiyaç olduğu bir dönemde, risâlet semâsından tevhid güneşi gözleri kamaştıracak ve güneşi gölgede bırakacak bir nur, bir azamet ve bir şa’şaa ile dünyaya tecelli etti.

Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v) daha dünyaya teşrif ettiği gecede Kâbe’deki putların yere serilmesi, Mecusilerin taptığı ateşin sönmesi, Sava nehrinin yere batması, Kisra Sarayı’nın yıkılması gibi hâdiseler,

“De ki: Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Çünkü batıl, yok olmaya mahkûmdur.”1

ayetini tastik ve tebşir ediyordu. Risâlet güneşinin ışıklarıyla saadet ve huzur tablosu hakim olmuş, kuşlar, arılar, kelebekler, rengarenk çiçekler, çeşit çeşit meyve veren ağaçlar, deryalarda balıklar, bağlar ve bahçeler ile gökkuşağını bir tablo gibi süsleyen yıldızlar, hasılı bütün mahlukat adeta O’nun gelişini surur ve sevinçle karşılıyorlardı.

Cenab-ı Hakk’ın,

“Ey Habibim! Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.”

hitabına mazhar olan Habib-i Zîşan Efendimiz’in (s.a.v) ulviyeti ve nuru gözleri kamaştırdı, ulvî sesi kulakları doldurdu ve hidayeti kalplere yerleşti. Zeminiyle, semasıyla, yıldızlarıyla, Ay’ı ve güneşiyle yepyeni bir âlem teşekkül etti. Âlemin havası ve iklimi değişti. O semâdan inen bereketli yağmurlarla, zemindeki ölmüş kalbler ihya oldu. Ruhlarda esen fırtınalar dindi, insanlar aradıklarını buldu ve gerçek insani­yete kavuştular. Hakiki Mâlik ve Ma’bûdları olan Allah’ı tanıdılar ve tevhid akidesine kavuştular. Akıl ve kalplerine Allah’ın varlığı ve birliği, muhabbet ve mehafeti nakşedildi. İnsanlar hidayet meşalesi olan İslâm dini sayesinde medeniyetin en yüksek mertebesine çıktılar. Bu bakımdan insanlığa en büyük, en sağlam ve en mükemmel medeniyeti hediye eden Hz. Peygamberdir. O, en ulvi ve hakiki bir medeniyet olan İslâm ile beşeriyeti maddî ve manevî terakkinin zirvesine çıkarmıştır.

Evet, insan fıtraten medenidir. Bu bakımdan kişi, medeniyet düsturlarını öğrenmekle mükelleftir. Fikir erbabı ve âlimler bunun ehemmiyetini asırlardan beri anlatmaktadırlar. Nev-i beşerin maddî ve manevî terakkisi medeniyet iledir. Terbiye-i İlahiye ile mümtaz olan Nebiyi Zîşan Efendimiz’in tesis ve ikmal ettiği hakiki medeniyet odur. Bu bakımdan medeniyeti O’ndan almak, hablü’l metin olan İslâm medeniyetine sarılmak lazımdır. Bu medeniyetten mahrum olan fert ve cemiyetler büyük bir hasarete düçar olurlar. İslâm medeniyetinin esası olan adalet, istikamet, yardımlaşma, uhuvvet, sadakat ve hilim gibi ulvi hasletler ile bezenmek lazımdır. Güzel ahlak ilim ve medeniyetten evvel gelir. İslâmiyet’in getirdiği güzel ahlak ile ahlaklanmadan gerçek medeniyet tahakkuk etmez. Zulmü ve istibdadı ortadan kaldıran ve her türlü meşru ve makul hürriyeti temin eden İslâm medeniyetidir.

Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki: Eğer onun o nuranî daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir Sûrette kâinata baksan; elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumî hükmünde ve mevcûdatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak: Onun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi, düşman mevcûdat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi”2.

Peygamber-i Zîşan Efendimiz (s.a.v) insanlara hidayet yolunu göstererek, onları kendileri gibi mahlûk olan varlıklara, yıldızlara, ateşe, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve batıl şeylere tapmaktan kurtardı. Onlara Vahid, Ehad ve Samed olan Zat-ı Zülcelâl’i tanıttırdı. O’nu sevdirdi, yalnız O’na ibadet edileceğini anlattı. Böylece kalplerdeki kat kat buzları eriterek, yerlerine nice çiçekler ve meyveler yetiştirdi.

İşte bak: Şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak! Değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbûb-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervah oldu.”3

Güneş, nasıl ki gecenin karanlığını aydınlatıp, sisli ufukları parlattığı gibi, hakikat güneşi olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in mübarek feyiz ve bereketi de cihanı kaplayan cehalet, zulüm ve hıyanet karanlıklarını söküp atmıştır. Hz. Musa’yı Fravun’un, Hz. İbarahim’i Nemrud’un zulüm ve şerrinden muhafaza eden Allah (c.c) Hz. Peygamber’i (s.a.v) ve ashabını da Ebu Cehil gibi mütekebbirlerin zulümlerinden kurtarmıştır. O’nun feyzi sayesinde insanlık aleminin ekserisi bir olan Allah’a inanmış, O’na secde etmiş, O’nu sevip- sevdirmiş ve emirlerine tabi olmuşlardır.

Evet, Peygamber Efendimiz (s.a.v) o devr-i cehaleti devr-i nura ve o asr-ı zulumatı asr-ı saadete tebdil etti. Yani, kış ve buzistanı baharistana, kumistanı bostan ve bağistana çevirdi. Zamanın haşin yüzünü tebessüm eden gül çiçekleriyle güldürerek cihanın renk ve kokusunu değiştirip cennetasa bir bahara dönüştürdü. Fetret döneminin altı yüz senelik zulüm, cehalet ve dalalet karanlığını izale etti. Karleyn’in dediği gibi; Hz. Peygamberin (s.a.v) gelmesi “Zulümattan nura bir tulu idi.” Çünkü bütün âlem, zaman ve mekan artık kurtarıcısına kavuşmuştur.

Bu nur ve güneş, cihanı kaplayan kesif bulutları izale etti ve bütün alemi ışıklandırdı. Beşeriyet, cehalet zincirlerinden, putperestlikten, dalaletten, akıl ve hikmete uygun olmayan her türlü hurafelerden kurtuldu, hak ve hakikate muvafık en yüksek seciyelere kavuştu. Hiç acımadan kızını diri diri toprağa gömen insanlar, artık bir karıncayı bile incitmez hale geldiler.

Resûl-i Ekrem (s.a.v) inkılâpların en büyüğünü başardı. Getirdiği o nur ile umumi bir adalet ve müsalemet esasları tesis edildi. Birbirleriyle düşman olan kabileler arasındaki kin ve düşmanlığı izale ederek onların arasında muhabbet ve uhuvveti tesis etti. Artık o insanlar, kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih edecek büyük bir alicenaplık ve fedakarlık yapacak bir duruma geldiler. Allah Resûlü (s.a.v) bütün müminlere bütün zaman ve mekana mahsus, ebedî ve kopmaz bağ olan bir din kardeşliğini getirerek, insanlığı perişan eden kavim ve kabile taassubunu ortadan kaldırdı. Nefreti-muhabbete, ihtilafı-ittihada ve düşmanlığı-dostluğa inkılap ettirdi. İnsanların korkularını emniyete, yeislerini ümide, düşmanlıklarını dostluğa, cehaletlerini marifete, vahşetlerini ünsiyyete çevirdi. Artık İslâm dini ile şereflenen o müminler Allah’ın rızasından başka hiçbir şey düşünmez, O’ndan başkasını görmez ve işitmez oldular. Onlar için en büyük gaye, Allah’ın rızasını kazanmak, O’nu tanımak, anlatmak, sevip sevdirmek ve kurbiyetine mazhar olmaktı. Bunun içindir ki, kendilerinde, Azîz ve Celîl olan Allah’a karşı, hummalı bir ateş gibi aşk, muhabbet ve mehafet zu­hur etti. Kazandıkları ulvî hakikatlerle Cenâb-ı Hakk’ın ind-i mâneviyesinde, akılların kavrayamayacağı kemalata, lütuf ve ihsanlara mazhar oldular.

Elbette ki, Hz. Peygamber’de (s.a.v) bulunan güzel ahlâk, feyiz, kemalat ve diğer bütün güzel vasıflar, O’nun kendi kesbi ile değildi. O ulvî hasletleri, O’nun ruhuna ve fıtratına, bizzat Cenâb-ı Hak yerleştirmiş ve O’nu öylece terbiye etmişti. Nitekim Peygamber Efendimiz de “Beni, Rabbim terbiye etti, terbiyemi en güzel bir şekilde yaptı.” sözüyle sahibinin, hamisinin Cenâb-ı Hak olduğunu ifade buyurmuştur. Demek ki, O’nun hocası bizzat Allah’tır. Zaten zifiri karanlık içinde bulunan bir topluluk içerisinde iman ve tevhid esaslarını bütün cihana hakim kılacak bir zatın yetişmesi mümkün değildi. Hz. Peygamber’in (s.a.v) tebliğ ettiği hakikatlar, kendisinde bulunan güzel vasıflar ve ulvî seciyeler yaşadığı toplulukta yoktu ki, onlardan öğrenmiş ve onları örnek almış olsun. O, (s.a.v) âdeta bataklık içerisinde biten bir gül idi.

“Nebiyy-i Zîşan (A.S.M.) tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar ve makestir; masdar ve menba’ değildir. Çünki o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ı Rahîm’in tecellileridir.”4

Resûl-i Ekrem Efendimiz(s.a.v) o devrin insanlarının inançlarına, fikirlerine ve yaşantılarına taban tabana zıt bir dava ile ortaya çıktı. O (s.a.v), şirk, putperestlik, dalalet ve ahlâksızlık ile cihad etmek üzere vazifelendirilmiş idi. Hz. Peygamber (s.a.v) gençliğinden beri putperestlikten, zulümden ve her nevi ahlâksızlıktan nefret ederdi. Cehalet devri kötülüklerinden hiçbiri O’na bir leke bulaştıramamıştır. Kendisine henüz peygamberlik vazifesi verilmeden önce de ruh, akıl ve ahlâk bakımından insanların en üstünü idi. Habib-i Kibriya Efendimiz daha dünyaya teşrif etmeden pederi, altı yaşında iken de validesi vefat etmişti. Küfür ve cahiliyetin nefesini hiçbir zaman pâk çehresinde hissetmedi. Çocukluğunda kendisini oyun oynamaya davet eden akranlarına: “İnsan daha yüksek ve daha mühim maksatlar için yaratılmıştır.” derdi.

Hz. Peygamber’in mensup olduğu Kureyş kabilesi, büyük bir itibar sahibi ve nüfus bakımından da kalabalık idi. Allah Resûlü, İbrahim peygamberin oğlu olan İsmail’in neslindendi. Bu bakımdan O’nun ceddi Arap ahalisinin seyyidi ve dünyanın en büyük mabedi olan Kâbe’nin de muhafızı idiler. O’nun ceddi Hz. İbrahim’in (a.s) baki kalan dini ile amel eden mütedeyyin kimseler idi. Bu bakımdan onlar da ehl-i necattır. İmam-ı Azam Fıkh-ı Ekber adlı eserinde onların iman üzere öldüğünü ifade eder.

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peder ve vâlideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennet’tir ve ehl-i imandır. Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini, elbette rencide etmez.”5

Bediüzzaman Hazretleri “Resul-i Ekrem (s.a.v)’in peder ve validesi neden O’na imana muvaffak olamadılar? Neden bi’setine yetişemediler?” sualine şu harika cevabı verir:

“Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve vâlidesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ferzendane hissini memnun etmek için, vâlideynini minnet altında bulundurmuyor. Vâlideynlik mertebesinden, manevî evlâd mertebesine getirmemek için; hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp, onları mes’ud etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet âlî bir müşirin, yüzbaşı rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah o müşir olan Yaver-i Ekrem’ine merhameten, pederini O’nun maiyetine vermiyor.”6

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 İsra Suresi 17/81.
2 Sözler.
3 Sözler.
4 Mesnevi-i Nuriye.
5 Mektubat.
6 Mektubat.

Rızık ve Ecel

İlahi kaza ve kader, bütün fiillerimize taallûk ettiği gibi, rızık ve ecelimize de taallûk etmiştir. Her şey gibi, rızık ve ecel de o İlâhî takdirden hariç kalamaz. Şimdi bu iki konuyu ana hatlarıyla ayrı ayrı inceleyelim.

1. RIZIK

a. Rızık ve Taksimatı:

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi, Rezzâk, yâni rızık vericidir. Allah’ın diğer isimleri yanında Rezzâk isminin tecellîsi de O’nun takdiri ile olmaktadır. Hak Teâlâ, Hâlık (yaratıcı) ismini tecellî ettirmekle atomlardan sistemlere, çiçeklerden yıldızlara, mikroplardan arslanlara kadar çeşitli varlıklar yarattığı gibi, Rezzâk ismini tecellî ettirmekle de bütün hayvan nev’ilerine muhtelif rızıklar yaratmıştır. Her gün mesaiye başlayan sayısız kuşların, böceklerin, balıkların ve diğer hayvanların, hayatlarının devamlarına vesile olacak rızıklarını arayıp bulmaları, rızık dağıtma hâdisesinin başıboş ve tesadüfî olmadığını, bu dağıtımın ancak bir Rezzâk-ı Zülcemâl’in İlâhî takdiri ile yapıldığını göstermektedir.

“Ve her zîruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.”

Rızık taksimatı asırlar arasında da sözkonusudur. Her asırdaki insanlar ve hayvanlar kendilerine takdir edilen nimetlerle rızıklanmışlar ve dünyadan göçüp gitmişlerdir. Asırlar değişmiş, rızıklar ve rızıklananlar değişmiş, lâkin Rabbimiz yeni rızıklar ve rızka muhtaçlar yaratarak Rezzâk ismini daima tecellî ettirmiştir ve ettirmektedir. Rezzak isminin tecellisi Cennette de devam edecektir.

Şu kâinatta lütuf ve ihsanla dağıtılan rızıklardan faydalanan her bir hayat sahibi kendi çapında küçük bir kâinattır. Onun içinde de rızık bekleyen çeşitli âzalar ve her âzada muhtelif hücreler vardır. Arslanın rızkı ile balığın rızkı ayrı ayrı olduğu gibi, insan bedeninde de meselâ, bir göz hücresiyle beyin hücresinin rızkı birbirinden farklıdır. İşte, aldığımız gıdaların midemizde taksim edilmesi, her bir âzaya, hücreye lâyık ve münasip rızkın gönderilmesi ne kadar büyük bir rezzâkiyet hakikatidir! Bu hâdisenin her an, her hayat sahibinde meydana geldiğini düşündüğümüzde Rezzâk isminin azametli tecellisine bir derece bakabiliriz.

İşte, rızkın asırlar, nev’iler, âzalar ve hücreler itibariyle bu hârika ve hassas taksimatı Hâfız-ı Zülcelâl’in takdiri iledir. Bu İlâhî takdir, insanlar arasında da hikmetle bir rızık taksimatı yapmıştır. Her insanın ömrü boyunca alacağı rızık, Cenâb-ı Hak tarafından tâyin ve takdir edilmiştir. Kimse kimsenin rızkını yiyemez, sözü bu mânâyı ifâde etmektedir. Bu sözü, rızık takdir edildiğine göre, çalışmanın bir mânâsı yoktur, şeklinde anlamamak gerekir. Bu anlayış, İslâm’ın tevekkül esasına zıttır. Her hayat sahibi gibi biz de rızkımızın ne şekilde takdir edildiğini bilemediğimize göre, rızkın sebeplerine teşebbüs etmekle görevliyiz. Şu farkla ki, bu teşebbüsü biz irademizle yaptığımız halde, bir kuş veya bir arı aynı işi bir nev’i ilham ile yapmakta ve rızkını aramaktadır. Helâl dairede kalmak şartıyla, rızık için her türlü teşebbüsü yaptıktan sonra elde ettiğimiz netice için, Allah’ın takdiri böyle imiş, demek durumundayız.

b. Helâl ve Haram Rızık:

Bu dünya bir imtihan meydanı olduğundan, insan helâl ve haram rızık kazanmakta serbest bırakılmıştır. Tercih insana aittir. Lâkin Cenâb-ı Hak, insanlara helâl rızık kazanmalarını emretmiş, haram rızıktan onları men etmiştir. Bu hakikat, ilm-i kelâm âlimleri tarafından; “Zât-ı Akdes’in helâle rızası var, harama rızası yoktur,” şeklinde ifâde edilmiştir. Bazı kimseler bu ifâdeyi yanlış değerlendirmekte ve Cenâb-ı Hakk’ın haramla rızıklanmamıza rızası olmamasını, O’nun haramı yaratmaya rızası olmadığı şeklinde anlamaktadırlar. Bunun neticesi olarak, Allah’ın rızası olmadan hiçbir şey vücuda gelmeyeceğine göre, yukarıdaki ifâde yanlıştır, demektedirler. Hâlbuki şerrin işlenmesi şer olduğu halde, yaratılması şer değildir. Yâni, ‘Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.’ Meselâ, Cehennem’in yaratılması şer değil, hayırdır. Fakat oraya gitmeye sebep olan fiillere teşebbüs etmek şerdir. Hak Teâlâ Hazretleri’nin o fiilleri işlememize rızası yoktur. Nitekim onlardan bizi men etmiş ve azab ile tehdit buyurmuştur. Lâkin insanların bu tehditlere rağmen söz konusu fiillere teşebbüs etmeleri hâlinde, Cenâb-ı Hak, o fiillerin yaratılmasını İlâhî iradesiyle takdir etmektedir.

2. ECEL

a. Ecelin Mânâsı:

Ecel, vakit ve müddet mânâsına geldiği gibi, vaktin bitimi ve müddetin sona ermesi mânâsına da gelmektedir. Vakit tâyin edilmiş şeyler için, müeccel ifâdesi kullanılır. Her şey gibi insan ömrünün müddeti ve sonu da Allah tarafından takdir ve tâyin edilmiştir.

Ecelin takdiri, insan ömrüne bir müddet tâyin edilmesi demektir. Bu bakımdan ecel birdir, değişmez. Hastalıklar ve haricî müdahaleler ölüm için ancak birer zahirî sebeptirler.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez.57

Kur’ân-ı Kerîm’inde ecelle ilgili bazı ayetleri takdim edelim:

“O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir.”58

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”59

“Hiçbir toplum ecelini geçmez ve ondan geri de kalmaz.”60

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”61

“Allah insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”62

b. Ecel-i Kaza, Ecel-i Müsemmâ:

Ecel, ilm-i kelâm âlimleri tarafından ecel-i kaza ve ecel-i müsemmâ olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Ecel-i kaza, insanın dünyada yaşadığı müddet demektir. Ecel-i müsemmâ ise, insanın ölümüyle başlayıp kıyâmete, haşre kadar uzanan ve hesap gününde muhasebesinin tamamlanmasıyla son bulan müddettir.

Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh, insan bedenine girmeden önce hayat sahibi olduğu gibi, bedenden çıktıktan sonra da hayatı devam etmektedir. İşte, ruhlar âleminde yaratılan ve âhirette hayatı ebediyen devam edecek olan insan ruhunun, bu dünyada beden içerisinde geçirdiği müddete ecel-i kaza, ölümle başlayıp mahşerde hesabının tamamlanmasına kadar olan müddete ecel-i müsemmâ denmektedir.

Ecelin, vaktin bitimi mânâsına göre, ecel-i kaza dünya hayatının, ecel-i müsemmâ ise kabir âleminin sona ermesidir. Diğer bir ifâdeyle, ecel-i kaza kabir âleminin, ecel-i müsemmâ ise âhiret âleminin başlangıcıdır.

c. Sadakanın Ömrü Uzatması:

Sadaka, zengin Müslümanların servetlerinin bir kısmını, sırf Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine ikramda bulunmaları ve mallarından tasadduk etmeleridir.

Zekât İslam’ın şartlarından biri olup, hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmış ve otuzdan fazla ayette zikredilmiştir.

Zekât ve sadaka, Allah’a iman ve muhabbetin derecesini artırır; huzur ve saadetin kaynağı olur. Toplum hayatındaki intizam ve asayişi temin eder. Toplum hayatını zehirleyen hased, kin ve nefret gibi kötü hasletleri ortadan kaldırır. Çünkü insanların yükselmesine engel olan ve o toplumu isyan ve ihtilaf gibi felaketlerden muhafaza eden en tesirli ilaç sadaka ve yardımlaşmadır. Böylece, fakirlerden ve yardıma muhtaç olanlardan zenginlere karşı hürmet, itaat ve muhabbet meydana gelir.

Cenab-ı Hak, hikmetiyle kimi insanları zengin, kimini de muhtaç etmiştir. Zenginleri malla, fakirleri de sabırla imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennemden korunun! Onu da bulamazsan taltif ve güzel söz ile…”

Evet, sadaka, cehennem ateşine bir perdedir. Sadaka, insanın başına gelebilecek bir çok bela ve musibetlerden onu muhafaza eder.

Bir başka hadis-i şerifte ise:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, -ki Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.”

buyurmuşlardır.

Evet, toprağa atılan bir çekirdeğe bedel, senelerce meyve veren bir ağacı, bir yumurtadan bir tavus kuşunu ve bir damla sudan büyük bir veliyi yaratan Allah, elbette ki, insanların yaptığı hayır ve hasenatın karşılığını da kat kat verecektir.

Yahya Bin Muaz: “Sadakadan başka ağırlıkta dünya dağlarına denk gelecek hiçbir ‘dane’ düşünemem.” demiştir.

Ancak, böyle mühim sevaplara nail olmanın şartı, verdiği sadakadan dolayı minnet ve eza etmemek ve gururlanmamaktır. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve yapılan iyilik de zayi olur. Bu husus Kur’an’ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Gani’dir, Halim’dir.” 63

“Ey iman edenler, sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Tıpkı malını insanlara gösteriş için dağıtan; Allah’a ve ahiret gününe inanmayan herif gibi. Artık onun durumu, üstünde biraz toprak bulunan ve üzerine bir sağnağın inip kendisini bütün yalçınlığı ile ortada bıraktığı bir kaya gibidir. Böyle kimseler, yaptıklarının hiçbir yararını görmezler. Allah, inkârcılar topluluğunu doğru yola çıkarmaz.”64

Cenab-ı Hak, sadaka veren mü’minleri şöyle meth-ü sena etmektedir:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar varya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” 65

“Şüphesiz sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah’a güzel ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır; bir de onlara pek hoş bir mükâfat vardır!” 66

“Mallarını Allah yolunda harcayan, verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve gönül incitmeyen kimselerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”67

Başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi uygun olsa da en güzeli ve en efdali onu gizli vermektir. Hatta bazı büyük zatlar, sadakaların başkalarının aracılığıyla vermişlerdir ki, sadakayı alan kimse kendilerine karşı mahcup olmasın. Bir ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Sadakaları açık verirseniz, o ne iyi ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” 68

Sadaka ile ilgili bu kısa bilgilerden sonra, sadakanın ömrü uzatması meselesine değinelim: Bazı kimseler Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in:

“Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır.”

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Önce şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise Allah’ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın sözkonusu sadakayı vereceğini bildiği için ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerîf ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mü’minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allah-u Zülcelâl’in lütfu ve ihsanıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların def’ine vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların def’ine sebep olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların def’i, bizim için ayrı bir nimettir. Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, Şerh-i Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir:

Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk’ın ağaca lütuf ve ihsanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü mânen bir yıl uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine salih ameller ile getirebilirler.

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürûr ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü’minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre mânen hayattadır demektir.

Ayrıca, Müslümanların vücuda getirmiş oldukları kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler ve medreseler de hayır defterinin kapanmamasına sebeptir. Bütün bunlar İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun, lütuf ve ihsanın birer neticesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

57. Şualar
58. En’am Suresi 6/2.
59. A’raf Suresi 7/34.
60. Hicr Suresi 15/5.
61. Nahl Suresi 16/61
62. Zümer Suresi 39/42.
63. Bakara Suresi, 2/263.
64. Bakara Suresi 2/264.
65. Bakara Suresi, 2/274.
66. Hadid Suresi, 57/18.
67. Bakara Suresi, 2/262.
68. Bakara Suresi, 2/271.

Adaletin Kâinatta Tecellisi

Bu kâinatta İlâhî takdir içinde parlayan hadsiz adalet tecellîleri, O Âdil-i Rahîm’in kullarını imtihan etmekte de mutlak adalet ettiğine ayrı bir delildir.

Adalet Cenâb-ı Hakk’ın Âdil ismine dayanmaktadır. Yüce Rabbimizin, Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi’ (işitme) Basar (görme), Kelâm ve Tekvin olmak üzere sekiz sıfat-ı sübûtiyesi ve bu sıfatlardan tulû eden isimleri vardır. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden dört bin tanesini meleklerin bildiği rivayet edilmekte olup, bunlardan binbir isim insanlar tarafından da bilinmektedir. Bu isimlerden 99’u bir hadis-i şerifte zikredilmiş ve meşhur olmuştur.

Allah-u Azimüşşân, varlığını bildirmek için insanlara akıl ihsan ettiği gibi, sıfatlarını ve isimlerini tefekkür etmeleri için de cüz’î ilim, kudret, iradegibi sıfatlar takmıştır. İnsanlar da bu sıfatlardan doğan çeşitli isimlere sahip bulunmaktadır. Bu isimler tecellîlerle bilinir. Bir aynanın güneşe karşı tutulması hâlinde, güneş aynada tecellî ettiği gibi, insanın yazdığı güzel bir yazıda da onun hattatlığı tecelli eder ve hattat ismi okunur. Aynı şekilde, bir saate bakıldığında onu yapanın saat yapmayı bildiği, yâni âlim olduğu; çarkları hikmetle yerleştirmesiyle hakîm olduğu ve saatteki her bir çarka belli bir şekil ve büyüklük takdir etmesiyle de mukaddir olduğu anlaşılır.

İşte, bu kâinat sarayında her şeyin nihayetsiz bir kudretle yaratılması Cenâb-ı Hakk’ın Kadîr ismini, her şeye sayısız hikmetler ve faydalar takılması Hakîm ismini gösterdiği gibi, her şeyin bir mizan ve ölçüden çıkması ve her hayat sahibine hayatı için gerekli şeylerin yeterince verilmesi de Âdil ismini göstermektedir.

Şimdi, İlâhî adaletin kâinattaki sayısız tecellîlerinin iki yönü üzerinde kısaca duralım.

Bunlardan birincisi: Her hayat sahibine dünyadan faydalanması için gerekli her şeyin âdil bir şekilde verilmesidir. Hâlık-ı Hakîm, herbir hayvanı hayatından memnun olacak tarzda yaratmış, rızkını ona sevdirmiş ve bedenini o rızkı elde etmeye uygun bir şekilde yaratmıştır. Meselâ, rızık olarak kendilerine et takdir ettiği hayvanların, ruhlarını cesur, bedenlerini çevik, pençelerini kuvvetli ve dişlerini keskin kılmıştır. İnsanlara yardımcı olup, ot ve benzeri şeylerle beslenen hayvanların ise, ruhlarını ünsiyetli, bedenlerini de insanların istifadesine en münasip tarzda yaratmıştır. İşte, bu durum İlâhî adaletin lâtif bir cilvesidir. Bu letafete ayrı bir güzellik katan diğer bir nokta şudur:

Her hayvan, dünyada en güzel bedenin kendisine takıldığını, en iyi rızkın ona verildiğini ve en sevimli yavrunun kendi yavrusu olduğunu bilir ve hayatından memnun olur. Meselâ, bir derede neş’e ile birbirine seslenen kurbağalar hayatlarından gayet memnundurlar. Yanına yaklaştığınızda aman kurbağalığımı elden alacaklar diye hemen kaçar. Onları Dolmabahçe Sarayı’na koysanız hapsetmiş olursunuz. Aynı şekilde, bir karga itina ile ihtimamla beslediği yavrusunu şehzade ile değişmez. Diğer hayvanlar da bunlara kıyas edilebilir.

İnsana gelince, Cenâb-ı Hak, insan ruhunu bedenine bir sultan olarak yaratmış, ona göz, kulak gibi afakî ve akıl, hâfıza gibi enfusî nimetler vermiş ve insan bedenini bu ruhun kolayca faydalanacağı ve kullanacağı şekilde yapmıştır. Hem bütün kâinatı ve içindeki mevcûdatı onun hizmetine vermiştir. O Erhâmürrahîmin insana yaptığı bu kadar ihsanları yanında, hiçbir hayvana insanı kıskanma duygusu vermemiştir. İnsanın bu ihsanlar karşısında yapacağı tek şey, şükür ve minnettarlığını ibâdet ile ilân etmektir. Böyle yapmayıp, insanların bir kısmına bir imtihan ve tecrübe vasıtası olarak verilen bazı dünya nimetlerine kafasını takarak, İlâhî adaleti inkâr etmeye kalkan bir insan ne kadar nankördür! Hâlbuki böyle bir insana, kendi aklını, ahlâkını, inancını, anne ve babasını kısacası kendi hususî dünyasını o kıskandığı kimseyle değiştirmesini teklif etseniz reddedecektir. O halde, Cenâb-ı Hak her bir hayvanı dünya hayatından memnun yarattığı gibi, her bir insana da bu dünyadan hususî bir dünya ihsan etmiş ve dünyasını ona sevdirmiştir.

İlâhî adaletin kâinattaki tecellîlerinden birisi de bu âlemdeki muvazenenin korunmasıdır. Bu hakikate de kısaca temas edelim.

Bilindiği gibi, bir orduda yeni silâhaltına alınanlarla terhis edilenler arasındaki muvazene ile ordunun nizamı sağlanır, hayatiyeti devam eder. Kâinattaki hâdiselere de bu misâlin penceresinden bakınız ve Cenâb-ı Hakk’ın Muhyî (hayat verici) ismiyle dünyaya gönderdiği insanlar, Mümît (ölüm verici) ismiyle terhis ettiği insanlar arasındaki muvazeneye dikkat ediniz. Sonra, dünyaya gönderilen her çeşit hayat sahiplerinin erkek ve dişi olarak ikiye ayrılmasına bakınız. Ayrıca, insanların sayısı ve yeme potansiyeli ile rızıkları arasındaki hassas ölçüye dikkat ediniz ve aynı ölçüyü her bir hayvan nev’i için ayrı ayrı göz önüne alarak İlâhî adaletin haşmetini seyrediniz.

Sonra, her bir hayvan nev’inin bu âlemdeki vazifesi ile onun çoğalma kabiliyeti arasındaki ince münasebete nazar ediniz. Meselâ, balıklardaki çoğalma kanununun arslanlar için geçerli olması hâlinde, dünyadaki nizamın nasıl bozulacağını düşününüz ve başta insan nev’i olmak üzere her bir nev’ideki farklı çoğalma kanunlarıyla değişik ömür takdirleri içinde tecellî eden adalete dikkat ediniz.

Daha sonra canlıların dünyaya gelip göçmeleri gibi, sizin vücudunuzda zerrelerin vazife gördüğüne ve terhis edildiğine dikkat ediniz ve bütün hayat sahiplerinde her an büyük bir hassasiyetle tecellî eden nizam ve mizan içindeki adaleti temaşa ediniz. Diğer bir taraftan aynı muvazenenin, denizlerin, ırmakların ve çeşmelerin gelir ve giderleri arasında da mevcut olduğunu düşününüz. İşte, bütün misâller şu hakikati güneş gibi gösterir:

Cenâb-ı Hak, nihayetsiz hakîm olduğu gibi, nihayetsiz âdildir de. Bu adalet bir takdirin neticesidir. İlâhî adaleti açıkça ilân eden bütün bu vaziyetler ve hâdiseler, İlâhî kader ile takdir edilmiş ve ona göre yaratılmışlardır.O halde, adaletin bu kâinattaki delilleri aynı zamanda kaderin adalet ettiğine delildirler. Mevzumuzu şu sual ile tamamlayalım:

Cenâb-ı Hak-hâşâ-âdil olmayınca, kim âdil olabilir? İnsanların ilimleri cüz’î, nazarları kısadır. Dolayısıyla, hâdiseleri bütün cepheleriyle ihata edemezler.Hem, kudretlerinin de cüz’î olması sebebiyle çoğu zaman adaleti tatbik edemezler. O halde, mutlak âdil, ancak ilmi ve kudreti sonsuz olan Allah-u Azimüşşân’dır.

Adalet güzel bir sıfat olduğuna göre, bütün güzel sıfatlar gibi bu sıfatın da kemali Allah’ta bulunur. Sonra başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere diğer peygamberler ve onların yolunu izleyen diğer bütün mü’minler gelir. İnsanlar hareketlerinde O’nun İlâhî adaletine uydukları nisbette âdil olurlar. O da kendi takatları nisbetindedir…

MEHMED KIRKINCI

Muallim-i Ekber’in Yetiştirdiği Yıldız İsanlar

Hatem’ül Enbiya’ın (s.a.v) en büyük mu’cizesi olan Kur’an-ı Kerim’in feyzine mazhar olan ve O’nun sünnetini harfiyen yaşayıp, her meselede O’nu kendilerine rehber ederek O’ndan ziyadesiyle istifade eden sahabeler, bütün dünyaya muallim ve üstad olmuşlardır.

Muallim-i Ekber olan Hz. Peygamber (s.a.v) bir nesim-i hidayet olan o mukaddes nefesiyle, Mekke’nin afakını kaplayan dalalet ve zulümat bulutlarını tarumar etti. İnsaniyet âlemi o hidayet nuruyla gitgide bir safvet ve nuraniyet kazanarak berraklaştı.

Nûr-u irfan ve feyiz, onların üzerinde her an lemean etmeye başladı. Hz. Peygamber’in ashabı, hakikat nurunu Mişkât-ı Muhammediye’den tamamıyla aldılar ve insaniyetin en âli şerefine ve en yüksek mertebesine yükseldiler. Aziz ve Celil olan Allah-ü Azimüşşân, lütuf ve merhametiyle onları rahmetinin deryasında yüzdürdü. Feyiz, lütuf, kerem ve rahmet çeşmesinden içirdi. Dostluk ve muhabbet libasını giydirdi. Kalblerinden kin, haset ve adaveti, kasavet ve vahşeti attı. İç âlemlerini ferah ve sürura kavuşturdu. O berrak kalpleri muhabbet, fazilet ve irfan gibi ulvî hasletlerle doldurarak bu fani dünyadan göçüp ebedî saadete kavuşturdu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“Benim sahabelerim yıldızlar gibidir. Onlara uyarsanız hidayete erersiniz.”

buyurmuş ve ashabından her birinin birer yıldız mesabesinde olduğunu belirtmiştir.

Elbette ki, bu hidayet yıldızlarının da kendi aralarında derece farklılığı vardır. Onların en başında, Hz. Ebu Bekir (r.a.) olmak üzere dört halife gelir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) nebîlerden sonra insanların en hayırlısıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle

“Peygamberler müstesna, güneş ondan daha üstün bir baş üzerine ışığını saçmamıştır.”

Zira o, Allah ve İslâm yolunda maddî ve manevî bütün varlığını, hatta hayatını feda eden, kendi nefsine hiçbir şey bırakmayan, eşsiz sadakat, sonsuz merhamet ve deryalar gibi zengin anlayışıyla temeyyüz etmiş bir ali-i irfandır. Allah Resûlü’nün en yakın dostu, en sevgili yar-ı vefadarı olan insan. “Teslimiyet sırrının en büyük dehası”. İslâm’dan önceki cahiliyet zamanında, Kureyş içinde büyümüş olduğu halde, putlara secde etmeyen insan. Daima Allah yanında makbul bir din olması gerektiğini düşünen ve bu bakımdan Habib-i Ekrem İslâm dinine davete başlar başlamaz herkesten önce delil ve mucize istemeden iman eden ve daha sonra güvendiği kimseleri gizlice İslâm dinine çağırmaya başlayan müstesna insan. Sadakat, rikkat, rahmet ve ilâhi sırlara vukufiyette en ileri kişi.

Hz. Ömer’de ise celâdet, adalet ve heybet hakim. Hz. Osman ise yumuşaklık, hayâ ve edep numunesi. Hz. Ali ise akıl, hikmet, şecaat ve ulvîyette benzersiz. Bunlar İslâm binasının dört büyük sütûnu ve o nuru etrafa yayan birer yıldızdır. Zira İslâm’ın intişarına, maddî ve manevî fütuhatına en büyük vesile onlardır.

Mürşid-i Ekber (s.a.v), başta dört büyük halife olmak üzere yirmi dört bin sahabiyi terbiye edip, maddî ve manevî terakkinin zirvesine çıkardı ve medeni ümmetlere üstad eyledi. Hz. Peygamber (s.a.v) sahabelerinin ruhlarını ve mizaçlarını onlardan daha iyi biliyordu.

Hz. Ömer, Hz. Ali, ve Hz. Hamza gibi cengaverlerinin savaşlarda göstermiş oldukları celadet ve şecaatleri Zat-ı Ahmediye’den (s.a.v) inikas etmiştir. Hem, Hz. Ebubekir’in (r.a) eşsiz sehaveti, hadiseleri kavramadaki favkalede seri intikali ve vahye muhatap olmadaki zekaveti elbette ki, Resul-i Kibriyanın sayesindedir ve O’nun meyvesidir. Hz. Ömer’in şecaatindeki şiddet, adaletindeki ulvîyet, acaba O’nun kendi mahareti miydi? Hayır ve asla! Fahr-i Kâinat (s.a.v) onun ruh, kalb ve vicdanını tenvir ve teshir etmeseydi, eğer o nübüvvet mektebinde terbiye görmeseydi, ondaki bu ali hususiyetler ve üstün meziyetler O Halife-i Sania böyle bir adalet ve celadet sahibi olabilir miydi?

Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi;

“Bâzı olur bir nazar, fahm i elmas ediyor. Bâzı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber, birden bire kalbeder bir bedevî cahil, bir ârif-i münevver.”

“Eğer mîzan istersen: İslâm’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer.”

“Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber. Cezîretü’l-Arabda, fahm olmuş fıtratları kalbetti elmaslara, birden bire serâser, Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.”1

Evet, İki Cihan Güneşi’nden nur alan o insanlar, o kadar muazzez ve erişilmez insanlardır ki, o nurdan aldıkları seciyeyle aşk ve teslimiyetin, bağlılık ve fedakârlığın eşsiz timsali olmuşlardır. Onlar, fazilette, ibadette, haşyette, şecaatte, alicenaplıkta, teslimiyette birbiriyle yarış halinde oldular. Birbirleriyle öyle ülfet ettiler ki, aralarında en küçük bir geçimsizlik, haset ve kıskançlık olmadı.

Kendilerinden sonra gelen hiçbir evliyanın onlara yetişememesinin sırrı, işte bu azîm farkta aran­malıdır. Onlar vahyin gelişine bizzat şahit oldular. Dıhye suretinde, defalarca Cebrail’i (A.S.) gördüler. Allah Resûlü’nün ayı ikiye yarması, parmaklarından su akması gibi binlerce mucizesine şahit oldular. Bütün insanlık âle­mini nura, hidâyet ve saadete eriştirmek için gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’i ilk defa onlar dinlediler. Onlar Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ilk talebeleri olma şerefine nail oldular ve O’ndaki ulvî hakikatları Peygamber Efendimizden (s.a.v) ders aldılar. Kur’ân-ı Hakîm’i bütün kalblere, akıllara, vicdanlara ve dolayısıyla hayata hâkim kıldılar. Kendilerinden sonra gelen hiçbir kim­senin ulaşamadığı feyz ve berekete, ilim ve irfana, ihlâs ve sadakata, feragat ve fedakârlığa nail oldular. Bakışları ibretle, fikirleri ilim ve hikmetle, kalbleri ilâhî muhabbetle doldu. Onlar daima tefekkür halinde ve tam bir uyanıklık içinde oldular. Her şeyi yerli ye­rine koydular. Her fazilet ve şeref sahibini kendi ma­kam ve mevkiine oturttular; hukuklarına riayet etti­ler. Allah’ın rızasından başka her şeyin tahakkümünden âzâde oldular. Onları ne dünya esir edebildi, ne de Cennet’in letafet ve şa’şaası kayd altına alabildi. Onlar dünya ve âhiret nimetlerine değil, o nimetleri verene tâlib oldu­lar ve O’nu sevdiler. Ne dünya metaını, ne âhiret saa­detini, Allah’ın rızasına denk tutmadılar. Sadece ve sadece Allah’a kul olmanın âli şeref ve izzetiyle yaşadılar. Kin, hased, adavet, nifak ve şikak gibi ahlâk-ı seyyieden saf ve tâhir olarak Allah’a rücû ettiler.

O aziz ve alicenap zatlar, yoksullara ve yardıma muhtaç olanlara ihsanda bulunur ve onlara merhamet ve şefkatle davranırlardı. Zira onlar, nur-u nübüvvet ile ziyalanmışlardı. Marifet ve fazilette yarışarak zirve-i kemalata erdiler; hikmetin aşıkı ve en münevver meyvesi oldular.

Sahabeler, İslâm’ın izzet şerefi ve ulvîyeti uğrunda işkencelere maruz kalmayı ve kanlarının son damlalarına kadar harp etmeyi göze almışlardır. Zira, İslâm’ın ulvî güzelliği aşıklarına her cefayı unutturmuştur. Bütün mihnetler, meşakkatler, eza ve cefalar, İslâmiyet’i aşk ve şevk ile kabul eden bu kalpleri zerre kadar müteessir etmemiştir.

Sahabeler, o yüce Zatın (s.a.v) imanından feyiz almış ve ahlâk-ı aliyesinden kemaliyle istifade etmişlerdir. O’nun (s.a.v) etrafında adeta bir pervane gibi dolaşarak, ondaki manevî güzelliklere ayna olmaya çalışmışlardır.

O aziz ve alicenap insanlar, Allah ve Resulü yolunda canlarını, mallarını, vatanlarını, evlatlarını ve akrabalarını seve seve terk edip, akılların almayacağı bir fedakarlık ile Medine’ye hicret ettiler. Hz. Peygamberi mesrur ve hoşnut ettiler. Böylece mertebe-yi kemalata kavuştular, menzil-i maksuda erdiler.

Kavilerin güçlerine boyun eğmediler. Akıl almaz zulüm ve işkenceler onların Allah’a ve Hazret-i Peygambere (s.a.v) olan imanlarını asla sarsamadı. Sahabeler, dağları yerinden kaldıracak, saçları ağartacak olan o korkunç günlerde zulüm dalgalarına karşı koydular, İslâm binasını böylece inşa ettiler.

O metin kalpli, parlak fikirli, fesih lisanlı ve kavi bilekli sahabeler, mütekebbirlerin burnunu, cebbarların belini kırdılar ve müşriklerin ve yalancıların dilini susturdular.

Onlar küffara karşı şiddetli, kendi aralarında gayet mülayim idiler. Onlar hiçbir zaman acımayan ve bozulmayan tatlı bir su gibi idiler. Onlara uymayanlar yolunu şaşırır, hak ve hakikatten uzaklaşır.

Sahabelerin her biri ayrı bir fazilet, meziyet ve güzellikle mümtaz idi. Her biri kendi istidadına göre bir vazifeyi omuzuna almış, ciddî bir gayret ve fekârlıkla çalışmışlardır. Bir kısmı iman hakikatlerinin, bir kısmı Kur’an ahkâmının ve bir kısmı da hadislerin muhafazasına çalışarak, İslâm âleminde muhtelif renklerde çiçeklerin açılmasına vesile olmuşlardır. Her biri başka bir memlekete hicret ederek, insanları irşat edip, İslâm’a girmelerine vesile olmuşlardır.

Necaşi gibi dünyanın en büyük imparatorları onların karşısında el bağlayıp buz gibi eridiler. Onlar, o iman sayesinde Allah’ın en sevgili ve bahtiyar kulları ve Hz. Peygamberin de en sadık dostları oldular.

Sahabiler, züht ve takva itibariyle en ileri derecede idiler. Buna rağmen dünyayı da ihmal etmediler. Onlar ahiret ile dünyayı muvazeneli bir şekilde götürdüler. O kadar meşguliyetlerine rağmen ibadetlerine öyle düşkündüler ki namaz vakti gelince bütün işlerini bırakır huşu içerisinde namazlarını eda ederlerdi. Gecelerini ibadetle geçirirlerdi. Dünyada yaşamakla beraber sanki bu dünyanın insanları değillerdi. Tac ve taht endişesi, saray ve köşk edinme sevdası, servet ve şöhret cazibesi, onlardan çok uzak idi. Onların tek gayesi ve hedefi Allah’ın birliğini ve sevgisini kalplere yerleştirmek; yasaklarından sakındırmaktı. Bunun içindir ki, Sahabîler, Cenâb-ı Hak tarafından çizilen mukaddes sınırların kuş uçurtmaz bekçileri oldular.

“Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez.”2

Bundan dolayıdır ki, en büyük bir veli olan Muhyiddin-i Arabî ve Celaleddin-i Süyûtî gibi zatlar bile, sahabelerin en küçüğünün derecesine çıkamamışlardır.

İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hatta velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”3

Kış mevsiminde bir bahçeye giren kişi, soğuk çehreli, donuk ve bakıldığında insana hoş görünmeyen ağaçlarla karşılaşır. O kişi, bu ağaçlardan birinin gölgesinde dinlenmek isterse, derhal soğuk alır ve rahatsızlanır. Çünkü bu ağaçların kendileri gibi gölgeleri de menfaatsiz, hatta zararlıdır. O kişi, aynı bahçeye yaz mevsiminde uğradığında çok farklı bir manzara ile karşılaşır. Zira, bahçe aynı bahçe, ağaçlar aynı olduğu halde, gördüğü manzara kıştaki ile taban tabana zıttır ve onunla kıyas kabul etmez. Yemyeşil yaprakları, muhtelif ve leziz meyveleri, serinlik ve ferahlık veren gölgeleriyle her bir ağaç her cihetiyle faydalı ve hoş bir sûret almıştır. Çünkü, kıştaki donuk ağaçların üzerinden bir bahar mevsimi geçmiş; bahar güneşine yüzlerini çeviren bu ağaçlarda ilk tebeddülat, üzerilerindeki karların erimesi ve içlerine kadar nüfûz eden donukluğun çözülmesi olmuştur. Daha sonra, bahar yağmuruyla sulanan ve bahar havasından fevkalade istifade eden bu ağaçlar, kısa zamanda inanılmaz derecede terakki etmişler, yeşil yapraklarla, çiçeklerle ve meyvelerle bezenmişlerdir.

İşte sahabe-i kirâmın İslâmiyet’ten önceki ve sonraki halleri bu misâle benzer. Cenâb-ı Hak tarafından insanlara doğru yolu göstermek, onları irşad etmek ve onların üzerilerindeki küfür ve isyan buzlarını çözmekle vazifelendirilen Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) mânevi güneşi, bütün haşmetiyle Asr-ı Saadet’te tezahür etmiş ve küllî feyzini o asrın bahçesine akıtmıştır. Buzları çözülenlere Kur’an’ın âb-ı hayatını emzirmeye başlayan o Zat-ı Mübârek, kısa zamanda o bahçeye meyve verdirmiş ve o asrın insanlarını, peygamberlerden sonra, kimsenin yetişemeyeceği bir yüksekliğe ve bir taravete eriştirmiştir.

Hz. Peygamber’i (s.a.v) görmeden iman eden müminler de o güneşten istifade etmektedir. Lakin onlar dağın kuzey yüzündedirler; sahabeler ise daima güneş alan güney yüzünde idiler. Onlar derslerini o güneşin zatından aldıkları halde, bizler o feyzi sadece ziyâsından almaktayız. Bu bakımdan bir mümin ne kadar terakki ederse etsin onların manevî derecesine yetişmesi mümkün değildir. Ona düşen vazife, onların yolundan gitmek ve şefaatlerine nail olmaya gayret etmektir.

Evet, enbiyalardan sonra, derece bakımından insanların en faziletlileri sahabelerdir. Fazilet noktasında onlara yetişilmez. Çünkü sahabeler bütün kalpleriyle “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederek, Allah’ın rızasına mazhar olmak için azamî gayret göstermişlerdir. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk’ın yanında kıymetleri çok yüksek olan, başta dört halife olmak üzere, sahabe-i kiram efendilerimize muhabbet etmek imanın gereğidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) sahabeleri hakkında şöyle buyurmuştur:

“Her kim sahabelerimi mesrur ederse, beni mesrur etmiş olur. Her kim beni mesrur ederse, Allah’ı mesrur etmiş olur. AllahTeâla da kendisini mesrur eden kulunu mesrur eder ve cennetine koyması O’nun üzerine hak olur.”

“Allah beni, bütün enbiyadan üstün, sahabelerimi de peygamberlerden sonra bütün insanlardan üstün kıldı.”

Bu hadislerden de anlaşılacağı gibi, sahabe-i kiram efendilerimizin Allah-ü Teâla’nın ve Peygamber Efendimizin (s.a.v) yanında kıymetleri çok âlidir. Çünkü onlar Peygamber Efendimizin (s.a.v) risâlet cenahına bir nevi ortak olup, O’nunla el ele, omuz omuza vererek bu din-i mübîni dünyanın her tarafına yaymaya gayret göstermişlerdir. Harcına kanlarını kattıkları İslâm binasına kemiklerini de temel taşı yapmışlardır.

Sahabelerin en büyük özelliklerinden birisi de isâr hasletletidir. İsâr, kendi ihtiyacı olduğu halde başkalarını kendine tercih ederek ikramda bulunmaktır. Bu ise, Resul-ü Ekrem (s.a.v) ve ashabının takip ettiği bir yoldur, cömertliğin en üstün derecesi ve en zirve noktasıdır. Bir ayette mealen şöyle buyrulmuştur:

“Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler.”5

Hazret-i Huzeyfe şöyle anlatıyor:

“Yermük gazvesinde amcazademi yaralılar arasında aramaya çıktım. Yanımda bir miktar da suyum vardı. Amcazademi buldum. ‘Su!..’ diye seslendi. Tam suyu vereceğim sırada öteden biri ‘Ah su!..’ diye inledi. Amcazadem ona gitmemi ve suyu ona vermemi işaret etti. Gittim baktım ki, As’ın oğlu Hişam. Tam su vereceğim sırada öteden biri ‘Su!.. Su!..’ diye seslendi. Hişam da beni ona gönderdi. Ona gidinceye kadar o ölmüştü. Hişam’a döndüm, o da ölmüştü. Amcazademe geldiğimde o da vefat etmişti. Velhasıl su elimde kaldı. Allah hepsine rahmet etsin.”

Hz. Peygamber’den sonra da O’nun nurundan istifade edip izinden giden İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylanî, Beyazıd-ı Bistamî, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazal”i, Şazeli ve Bediüzzaman Hazretleri gibi iman, marifet, irfan ve ahlâk abidesi nice müçtehitler, müceddidler, mürşit ve alimler, yapmış oldukları ulvî hizmetleri ile tarih sahnesinde şan ve şerefle ebedî olarak yad edileceklerdir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Sözler.
2 Sözler, s, 492.
3 Sözler, s, 491.
4 Sözler, s, 493.
5 Haşir Suresi, 59/9.

Bela ve Musibetlerin İnsanların Özellikle de Müminlerin Başına Gelmesinin Hikmeti Nedir? (3)

Bela ve musibetlerin gelmesine en büyük vesilelerden birisi de milleti sefahat ve ahlaksızlığa sürükleyen ve her türlü menfi ideolojileri yaymak için çalışanlara karşı tebliğ vazifesinin yapılmaması ve sessiz kalınmasıdır. Bu bakımdan her mü’min ve özellikle ilim ve irfan erbabı olanlar, bu tür menfi ideolojilere karşı mücadele etmelidirler. Aksi hâlde suçlularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. (masumları da yakar) ”23

Bir geminin herhangi bir yerinden delik açan bir kişinin yapacağı tahribat hem ona göz yumanların hem de bundan haberi olmayanların denizde boğulmalarına sebep olacaktır. Onun için böyle bir musibete baştan meydan vermemek, çok dikkatli olmak ve bu fiili yapan kişi veya kişileri men etmek herkesin vazifesidir. İçlerinden bazılarının bile buna engel olmaları diğer insanları bu felaketten kurtaracaktır. Aksi halde herkes “bana ne der” ve bir şey yapmazsa hepsi felakete sürüklenir.

Bu bakımdan her Müslüman iktidar ve kabiliyetine göre ölünceye kadar iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla vazifelidir. Cenab-ı Hak bu vazifeyi yerine getiren Müslümanları şöyle methetmektedir:

“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…”24

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Senin Rabbin, halkları salih ve ısla edici iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.”25

Bu ayetlere göre her Müslüman, Kur’an’ın bu emrini yerine getirmekle manen mükelleftir. Müslümanlar birbirlerinde gördükleri hata ve yanlışlıkları yumuşak bir dille düzeltmeye çalıştıkları gibi, küfür, şirk ve dalalet içerinde yaşayan insanlara da tebliğ ile doğru yolu göstermekle vazifelidirler. Nitekim Salih (a.s)’ın kavminin başına gelen o elim hadiseden dolayı Cebrail (a.s): “Yarabbi! Binlerce mümin gece teheccüd namazında iken neden böyle bir bela onların başına geldi.” diye sorunca Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Onlar sadece kendilerini düşünüyorlardı.”

Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen o elim hadiselerden, bela ve musibetlerden ders alınması bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da daha öncekilerin âkibetleri nice oldu görün.”26

İnsanın gaflet uykusundan uyanmasını gerektiren bir çok ayet, hadis ve tarihi hadiseler varken yine de o uyanmaz, kendini tehlikeye sürükleyecek amellerden sakınmaz.

Bela ve musibetlerden söz etmişken, Ortadoğu’da yaşanan ve âlem-i İslâm’ı ağlatan bu son elim hadiseden bahsetmeden geçemeyeceğim. Şunu hemen ifade edelim ki, bugün Irak, Lübnan ve hususen Filistin’de yaşanan zulümler ve çoluk çocuk demeden yapılan katliamlar karşısında dünyanın, İslam ülkelerinin ve özellikle Arap aleminin sessiz kalmaları çok düşündürücüdür. Ne hikmetse Arap aleminin bir kısmı ve özellikle onları idare edenler hâlâ uyanmadılar. Bugün birçok Arap ülkesinin milyarlarca doları Amerikan bankalarındadır ve bu bankaların yüzde ellisinin Musevilerin elinde olduğu bilinmektedir. Yahudiler Arapların parası ile silahlanıp, onları vuruyorlar.

İsrail’in her fırsatta komşularına saldırması şu soruyu sıkça hatıra getiriyor:

Yanı başlarındaki Yahudiler yıllarca durmadan silahlanırken, Araplar neyi beklediler? Allah’ın kendilerine vermiş olduğu bu zenginliği nerelerde harcadılar? Neden düşünmediler ki, Yahudiler bu silahları, Amerika, İngiltere, veya Almanya’ya karşı kullanacak değillerdi? Bu silahlar komşu Arap ülkelerini vurmak için hazırlanıyordu.

Yahudiler yıllardan beri Filistinlilere zulmediyorlar. Kadın, çoluk çocuk ve yaşlı demeden katledip, durmadan başlarına bomba yağdırıyorlar. Buna karşılık Filistinliler ancak taş ve sopalarla onlara karşılık verme durumunda kalıyorlar.

Cenab-ı Hak, bir ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır:

“Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın!”27

Bu ayet bütün ehl-i imana hitap etmektedir. Düşmana karşı zamanın icabına göre kuvvet hazırlamak gerekir. Evet, onların şerrini def etmek ve saldırılarını önlemek için yeteri kadar kuvvet toplamak bütün Müslümanlar üzerine vaciptir. Zamanın icabına göre silah icat etmek İslam’ın mühim bir emridir. Bu hal sadece belli bir zamana mahsus olmayıp, kıyamete kadar geçerlidir. Aksi halde namus ve izzetimizi, vatan ve milletimizi koruyup muhafaza edemez, perişan oluruz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) minberde bu ayetin tefsirini yaparken şöyle buyurmuştur:

“Ey Ashabım! Dikkat edin! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.”

Atmak, sadece ok atmak anlamında değil, zamanın gerektirdiği silahı atmak ve kullanmak demektir. Başka bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmaktadır: “Bir ok sebebiyle elbette üç kimse cennete girer. Kâfirleri mağlup etmek niyetiyle ok yapan, onu düşmana atan ve o okların atılmasına yardımcı olan kimse.”

Bugün Filistinliler davalarında haklıdırlar ancak, güçleri olmadığından söz sahibi olamıyor ve haklarını da koruyamıyorlar. Bu zilletten kurtulmanın çaresi, iman ve aklın gereği olan birlik ve beraberliği esas alıp, Cenab-ı Hakk’ın kuvvet hazırlayın emrini yerine getirmektir. Kur’an’ın bu emrine uymayan Müslümanlar, şefkat ve merhametten yoksun, canavarlaşmış bir avuç Yahudiye mağlup olmaktadırlar. Başka bir ifadeyle kâfirin attığı bomba, Müslümanın attığı taşa galip gelmektedir. Eğer bu durum böyle devam ederse, söz hep kuvvetlinin olmaya devam edecek ve Müslümanlar da buna boyun eğmeye mecbur kalacaklardır. Haklı oldukları halde, kuvvet hazırlamadıklarından söz sahibi olmayacaklar, hakları hep ellerinden alınacak ve mazlum durumuna düşüp feryat etmeye devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Hazretleri: “Madem el hakku ya’lu haktır. Neden kafir Müslime, kuvvet hakka galiptir.” sorusuna verdiği müstesna cevabın bir bölümünde şöyle buyurur: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.” Buna göre, düşmana galip gelmemiz için, kuvveti elimizde bulundurmamız lazımdır. Biz zayıf düşersek ve kuvvet düşmanın elinde olursa, düşmanın bu kuvvet ile bize galip gelmesi kaçınılmazdır.

Artık uyanmanın vakti geldi ve geçiyor. Müslümanların ve petrol ağalarının, zevk ve sefayı bir tarafa bırakıp, İslam alemiyle birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri gerekir. Aksi halde, bu yangın Filistin, Lübnan ve Irak gibi Müslüman devletlere münhasır kalmaz, bütün İslâm alemini tehdit edecek boyutlara ulaşabilir.

“Ey Âlem-i İslâm! Uyan, Kur’an’a sarıl;
İslâmiyet’e maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol!”

Ve Ey Kur’an’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde nâşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur’an’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu’cize-i manevîsi olan Nur Risalelerini mütalâa etmeye çalış. Lisanın, Kur’an’ın Âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun mânasını neşretsin; lisan-ı hâlin ile de Kur’anı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun!

Ey asırlardan beri Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâd ve torunları! Uyanınız! Âlem-i İslâm’ın fecr-i sâdıkında gaflette bulunmak, kat’iyyen akıl kârı değil! Yine Âlem-i İslâm’ın intibahında rehber olmak, arkadaş, kardeş olmak için Kur’an’ın ve imanın nuriyle münevver olarak İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül edip hakikî medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyeye sarılmak ve onu, hal ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır.

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatta yine İslâm’ın malı olan fen ve san’atı, nur-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’an’ın bahsettiği tefekkür ve mâna-yı harfî nazariyle, yâni onun san’atkârı ve ustası namiyle onlara bakmalı ve “Saadet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye mecmuası olan Nurlara doğru ileri, arş!” demeli ve dedirmeliyiz!..

“Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!”

“Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa Kur’ân-ı Kerim’in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.”

“Kur’ân’ın mecrasından ayrılarak birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa toprak gibi sefahet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’an-ı Kerim’in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âb-ı hayat olan, Hakikat-ı İslâmiye sularını akıtınız.”

“O Hakikat-ı İslâmiye suları ile bu topraklarda îman ziyası altında hakikî medeniyetin fen ve san’at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve mânevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir. İnşâallah..”28

Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.” hükmünce, inşallah Filistin’de yaşanan bu son elim hadiseler, İslâm aleminin intibahına, birlik ve beraberliğine, ikitisadi yönden kalkınmalarına ve özellikle Filistin’deki grupların uhuvvetine vesile olacaktır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“… Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için daha hayırlıdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”29

Her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmurun gelmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı da evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden de muhteşem bir ağaç vücuda geliyor.

Dünyaya yeni gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor ve çektiği o acının sonunda inci gibi dişlere sahip oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli eza ve cefalara, bela ve musibetlere düçâr oluyor, neticede vefat edip, toprağın altına giriyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“…. nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”30

Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010

Dipnotlar:

23 Enfal Suresi, 8/25.
24 Âl-i İmran Suresi, 3/110.
25 Hûd Suresi, 11/117
26 Rum Suresi, 30/42.
27 Enfâl Suresi, 8/60.
28 Tarihçe-i Hayat.
29 Bakara Suresi, 2/216.
30 Şualar.