Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Bela ve Musibetlerin İnsanların Özellikle de Müminlerin Başına Gelmesinin Hikmeti Nedir? (2)

2. Masiyetten Sabırdır: ki, günah işlememe konusunda nefisle ve şeytanla yapılan cihatta sebat göstermektir. Buna en güzel bir misal, çetin ve dehşetli imtihana tabi tutulup, takvası ve iffeti sayesinde bu imtihanı kazanan Yusuf (a.s) ‘dır. Hz. Yusuf’un imtihanı, diğer peygamberlerin duçar olduklarından daha dehşetli, daha elim ve daha zordu. Bunun içidir ki, bir çok ibretli hadiseyi ifade eden büyük bir sure nazil olmuştur.

Bütün gençler bu konuda Hazret-i Yusuf’u (as) kendilerine rehber edinmeli ve o tatlı nimeti, iffet ve istikamet dairesinde geçirip ebedi gençliği kazanmak için azamî gayret göstermelidirler. Kur’an’da Yusuf (a.s)’ın kıssasının anlatılmasının en mühim bir sebebi, gençlere örnek olması içindir.

Güzellikte eşi benzeri olmayan Yusuf’un (a.s) cemalini görenler hayran kalırlardı. Endamının güzelliği böyle olduğu gibi, neseben de en asil bir kavme mensuptu. Çünkü onun soyu peygamberler silsilesine dayanmaktadır. Onun endamının güzelliği, rüya tabir etmedeki mehareti, dünya işlerindeki kabiliyeti ve peygamberlik şerefi gibi nice ali meziyetleri vardı. Bu kadar ali vasıfları kendinde cem eden bir zattan bahseden kıssa elbette Cenab-ı Hakk’ın ifade buyurduğu “ahsen’ül kasas” yani kıssaların en güzeli olacaktır.

Yusuf (a.s.) daha on yedi on sekiz yaşlarında açılmamış bir gül goncası iken kardeşleri tarafından şiddetli bir kıskançlık yüzünden kuyuya atılmış ve yoldan geçen bir kervan tarafından bulunarak köle olarak satılmıştır. Mısır Azizinin sarayında dehşetli ve büyük bir imtihanı Allah’ın inayetiyle sabır ve iffeti sayesinde kazanmış, fakat büyük bir iftiraya uğrayarak zindana atılmıştır. Ancak, ismet timsali ve nübüvvet gibi büyük bir vazifeye ehil bir fıtratta yaratılan Yusuf (a.s.), uğradığı dert ve belalara pek büyük bir sabır ve metanetle karşı koyarak onların üstesinden gelmiş ve sabr-ı celili, sıdk ve emaneti, ilim ve irfaniyle Mısır’da en ali bir makama çıkmıştır.

“Ahsen’ül kasas” olan bu sure-i celilenin ihtiva ettiği öyle âli sırlar vardır ki, ruha ve kalbe inşirah verir. Öyle beliğ bir üslupla anlatılır ki, edipleri hayran bırakır. Bu sûrede din ve dünyaya ait mühim işler nazara verildiği gibi, kadınların tuzağına ve düşmanların ezasına gösterilen tahammül ve sabır neticesinde Cenab-ı Hakk’ın bir kimseye hayır ve lütuf taktir etmesi halinde bütün mahlukatın o kimse aleyhinde olsalar bile o mevhibe-yi ilahiyi ve hükmü değiştiremeye muktedir olamayacaklarının dersi verilmektedir.

Hem bu kıssada hasetin neticesinin hacalet ve mahcubiyet, sabrın neticesinin zafer, kahrın neticesinin surur ve saadet, meşakkatin neticesinin rahatlık, hilenin neticesinin felaket ve firkatin neticesinin de visal olduğu ders verilmektedir. Daha bunlar gibi nice acip ve garip sırlar beyan edilmektedir.

“Gönül kimi severse güzel odur.” sözü bir hakikattir. Yusuf (a.s) güzelliği ile meşhur olduğu gibi Züleyha da, aşk bağladığı Yusuf gibi fevkalade bir cemale malikti. Emsalsiz bir güzelliğe sahip olan Züleyha, mağrip meliklerinden Teymus’un kızıdır. Güzelliği cihana ün saldığından bütün devlet adamları ve melikler onunla izdivaç etmek için teşebbüs etmekte idiler. Fakat Züleyha her gelene hayır cevabı vermekte idi. Çünkü o, rüyasında Mısır tarafından gelecek birisi ile izdivaç edeceğini görmüştü ve onun aşk ve muhabbeti ile yaşıyordu. Nitekim Mısır Meliklerinden Gıtfır adındaki bir melik tarafından uzatılan izdivaç teklifine görmüş olduğu rüyanın tesiri ile hiç düşünmeden evet dedi. Paha biçilmez mücevherler, çeşitli çeyiz eşyaları, cariye ve kölelerle beraber Mısır’a gelin geldi. Mısır’ın azizi kalabalık bir topluluk ile onu karşıladı. Züleyha alem-i manada gördüğü kişinin bu zat olmadığını anlayınca büyük bir üzüntüye kapıldı. Ne çare ki olan olmuştu. Artık yapacak bir şey yoktu. Züleyha büyük bir teessür ve nedamet içerisinde günlerini ah-u eninle geçiriyordu. Bununla beraber, rüyasında gördüğü o zatı intizar etmekte ve onun hayaliyle teselli bulmakta idi. Yusuf (a.s) Mısır Azizi’nin sarayına girdiğinde Züleyha alem-i manada gördüğü güzellik timsalinin o olduğunu anladı ve asıl meftun olduğu cemali temaşa etme lütfüna mazhar oldu. Bu tatlı temaşada meydana gelen bir heyecan ile o hüzün ve kederi bir derece hafiflemiş oldu. Rüyasına olan itimatı arttı ve ümitleri kuvvet buldu. Ancak Yusuf’tan aradığı iltifatı görmeyen ve arzusuna nail olamayan Züleyha onun hapse girmesine vesile oldu. Züleyha’nın o büyük cemal ve kemal sahibi olan Yusuf’a karşı kendisine malik olamayacak bir derecede bir meftuniyet içinde olduğunu duyan saray kadınları, evinde bulunan bir gence gönül bağlamış diyerek onu kınamış ve dedikodu yapmaya başlamışlardı. Bu durum Kur’an-ı Kerimde şöyle ifade buyrulur:

“Şehirde bazı kadınlar da ‘Azizin karısı, delikanlısından murad almaya kalkmış, sevgi yüreğini yakıp kavuruyormuş, görüyoruz ki, kadın çıldırmış besbelli…’ dediler.”

“Azizin karısı, onların gizliden gizliye dedikodu yaydıklarını işitince, onlara davetçi gönderdi ve onlara mükellef bir sofra hazırladı. Her birine bir bıçak verdi, beri taraftan da Yusuf’a ‘Çık karşılarına.’ dedi. Görür görmez hepsi onu gözlerinde çok büyüttüler ve (şaşkınlıkla) ellerini kestiler. Dediler ki: ‘Hâşâ! Allah için, bu bir insan değil, olsa olsa yüce bir melektir.’

“İşte” dedi, “bu gördüğünüz, beni hakkında kınadığınız (gençtir). Yemin ederim ki, ben bunun nefsinden yararlanmak istedim de o, namuslu davrandı. Yine yemin ederim ki, emrimi yerine getirmezse, muhakkak zindana atılacak ve kesinlikle zelillerden olacaktır.”11

Züleyha’yı kınayan o kadınlar, Yusuf’a onun arzusunu yerine getirmesini istediler.

“Yusuf dedi ki: Ey Rabbiml Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum. “12

Yusuf (a.s)’ın bu niyazı üzerine Cebrail (a.s) ona gelerek şöyle dedi:

“Ey Yusuf! Allah sana selam etti ve dedi ki: Sabret, çünkü sabır, bütün müşkilatların anahtarıdır. Onun akibeti selamettir.”

Hapse giren Yusuf (a.s) burada tam on üç sene kaldı… Kocası vefat eden Züleyha, saraydan uzaklaştı, Yusuf ile arasında ayrılık meydana geldi ve senelerce onu göremez oldu. Yusuf’tan başka hiçbir hayali olmayan Züleyha, ondan ayrı kalmanın teessürü ve iştiyakı ile adeta dünyaya sırt çevirdi ve ona küstü. Babasından ve kocasından kalan o çok sevdiği ve muhafazasına ziyadesiyle itina gösterdiği kıymetli eşyalarını ve mücevheratlarını Yusuf’tan haber getirenlere avuç avuç vererek dağıttı. Az zaman içinde bütün varlığını Yusuf’un uğruna tüketti. Artık malını değil, canını dahi cananı uğrunda feda etmekten çekinmez bir hale geldi. Kalbi Yusuf’un muhabbeti ile dolu olan Züleyha, kuvvetten düştü, zayıfladı, ihtiyarladı, saçları ağardı. Artık Züleyha’nın gençlik ve güzelliğinden hiçbir eser kalmadı. Hasılı, o nadire-i fıtrat, tanınmaz bir hale geldi.

Evet aşk ve şevkin böyle yakıcı ve yıkıcı halleri az değildir. Ancak, Züleyha mazur idi. Çünkü onun maşuku, pırlanta gibi mücessem bir nur idi. Züleyha kaldığı kulübeyi terk ederek mahbubu olan Hz. Yusuf’un devamlı gelip geçtiği cadde üzerinde bir eve nakletti. Aradan uzun yıllar geçmiş ve Yusuf-u Sıddık Mısır meliki tarafından hazinenin başına getirilmişti. Kıtlığın devam ettiği yedi sene boyunca hazineyi çok güzel idare etti. Züleyha sabah ve akşam devamlı geçtiği caddeden Yusuf’u uzaktan da olsa müşahede etme fırsatını kaçırmıyordu. Ancak o, ağlaya ağlaya sonunda gözlerini de kaybetti.

Züleyha o zamana kadar putperestti. Hanesinde sakladığı bir puta gece gündüz ibadet eder ve ondan meded umardı. Fakat tapmış olduğu o puttan bir menfaat göremeyince ona tapmaktan vazgeçerek “Yusuf’un tabi olduğu din ne ise ben onu kabul ediyorum.” diyerek onun dinine girdi. Artık Mevla-yı müteala yalvarmaya ve O’na ibadet etmeye başladı. Hz. Yusuf yine bir gün atları ve maiyetiyle beraber büyük bir ihtişamla caddeden geçerken, Züleyha karşısına geçti ve calib-i rikkat bir tavır ile hüznünü ona arz eyledi. Yusuf onu tanıyamamıştı. Fakat bulunduğu vaziyet rikkatine dokunmuş ve istediği ne ise sorulup yerine getirilmesini emretmişti. Bu emri icraya memur olan kişi onun yanına giderek arzusunu sordu. Züleyha: “Benim istediğimi Yusuf’tan başkası yerine getiremez. Ben bu derdimi ancak ona arz edebilirim.” dedi. O zat durumu Yusuf’a (a.s) arz edince, onu huzura getirmelerini emretti. Züleyha Yusuf’un huzuruna gelince Yusuf yine onu tanımadı ve ne istediğini sordu ve aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:

– Yusuf sen beni ne çabuk unuttun.

– Ben seni tanımadım, sen kimsin?

– Ben Züleyha’yım.

– Ey esbab-ı mihnetim ve fıtne-i felaketim olan Züleyha, sen hâlâ yaşıyor musun?

– Yusuf, sen benim yaşamamı niçin çok görüyorsun? O kadar merhametsiz misin?

-Hayır asla! Yaşamak her hayat sahibinin hakkıdır. Onu çok görmeye kimsenin hakkı olamaz. Bunu sormamdaki maksadım taaccübümden dolayıdır. Fakat senin hüsn-ü cemal ve melalinden hiçbir eser kalmamış. Bunun sebebi nedir?

– Evet öyle idi, ama şimdi onlardan hiç bir eser kalmadı. Seni zindan-ı beladan çıkarıp bu yüksek makama getiren Allah, beni de bu hale getirdi. Aşk ve muhabbetin kahir tokatına uğrayıp da yıllarca ah-u enin içinde uykudan mahrum bir şekilde vakit geçiren bu fani vücutta bir eser-i kuvvet ve esbab-ı saadet alameti olabilir mi?

Yusuf (a.s): “Şimdi benden ne istiyorsun, söyle elimden geldiğince derdine derman olayım.” dedi. Züleyha: “Her istediğimi yapacağına söz veriyor musun?” deyince,

Risalet ile serfiraz olan Yusuf: “Ceddim Halilullah hakkı için her istediğini yapacağıma söz veriyorum.” dedi.

Züleyha: “Önce senin uğrunda ağlayarak kaybettiğim gözlerimin açılmasını, sonra gençlik ve güzelliğimin geri gelmesi için dua etmeni, daha sonra da beni zevceliğe kabul buyurmanı istiyorum.” dedi.

Yusuf (a.s) her şeye gücü yeten Cenab-ı Hakk’a Züleyha’nın arzularının yerine getirilmesi için yalvardı ve peygamberliğinin bir mucizesi olarak Züleyha’nın bu arzuları yerine getirildi. Eski gençliğine ve güzelliğine kavuşan Züleyha’yı zevceliğe kabul ederek onu bahtiyar etti. Bu evlilikten Efrayim ve Miştar adında erkek ikiz çocukları oldu.

Neticede Cenab-ı Hak Züleyha’daki o aşk-ı mecaziyi, aşk-ı hakikiye inkilap ettirdi. Bundan sonra bütün vaktini ibadet ve taate ayırdı. Yusuf ‘a(a.s) “Bırakalım bu fani zevk-ü safayı da durmadan Allah’a ibadet edelim.” derdi.

Bediüzzaman Hazretleri bu kıssadan alınması gereken dersi şöyle nazara verir:

“Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hatimesini haber veren “Benim canımı müslüman olarak al ve beni salih kulların arasına kat!” âyetinin, ulvî ve latif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki:

“Sair ferahlı ve saadetti kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alman hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda, mevtini ve firakını haber vermek daha elimdir; dinleyenlere ‘Eyvah!” dedirtir. Halbuki şu âyet, Kıssa-i Yusuf’un (A.S.) en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hakk’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.”

“İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belagatına bak ki, Kıssa-i Yusuf’un hatimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürür ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve Iezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor. “13

Evet, her bir peygamberin başına gelen bela ve musibetlerde alınması gerek büyük dersler vardır. Mesalâ Yunus (a.s)’ın denize atılması ve Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle oradan kurtulmasından alınması gereken dersi yine Bediüzzaman Hazretleri şöyle nazara vermektedir:

“Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:

“Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette münacatı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur. Şu münacatm sırr-ı azımı şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde ‘gece, deniz ve hut’ ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer’i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktın altında o lütf-u Rabbaniyi müşahede etti. “

“İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”14

Konuyla alakalı olarak bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.”15 Bu ayette zikir ve duanın ehemmiyeti nazara verilmektedir.

3. Taat Üstünde Sabır: Yani Allah’ın emirlerine itaatte devam etmektir. Bütün peygamberler, evliyalar, mürşitler ve müminler göstermiş oldukları bu sabır ile makam-ı mahbubiyete çıkmışlardır. Bu bakımdan her mümin yapmış olduğu ibadetlerine sabır ile devam etmeli ve onları terk etmemelidir.

Geçmiş peygamberlerin başına birçok bela ve musibet geldiği gibi, Hatem’ül Enbiya (s.a.v)’in hayatı da hep meşakkatlerle geçmiştir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (s.a.v)

“Hiçbir peygamber benim kadar eza ve cefa görmemiştir.”

buyurarak bu gerçeği ifade etmiştir.

Evet, İslâmiyet’in ilk tesis ve intişarı yıllarında müşriklerin İslam’a karşı düşmanlığı ve hücumu şiddetli idi. Bu karışık ve sıkıntılı zamanlarda Peygamber Efendimiz’in şahsına, ailesine ve sahabelerine karşı yapılan şiddetli ve dayanılmaz eza ve cefalara mukabil göstermiş oldukları fevkalade sabır, soğukkanlılık, metanet, tevekkül ve emr-i ilahiyeye inkiyad akılları hayrette bırakmaktadır. Bu hal beşer takatinin fevkindedir. Zira, Kainatın Fahr-i Ebedisi’ne (s.a.v) başta amcası olmak üzere en yakınları ve Kureyş’in en ileri gelenleri düşman oldukları, her fırsatta kendisine eza ve cefa ettikleri, durmadan tehdit edip, sürekli takip ettikleri halde, İslâm’ın ilanında göstermiş olduğu sabır, metanet, sebat ve kararlılık pek harikadır. Çünkü O (s.a.v),

“Şimdi sen onların dediklerine sabret.”16

ayetinin gereğince hareket ediyor ve

“Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlardan yana üzülme. Tuzak kurmalarından dolayı da sıkıntıya düşme.”17

ayeti ile teselli oluyordu.

Allah’a ve Hz. Peygamber’e düşman olan müşriklerin kin ve nefret gayzını söndürmek mümkün değildi. Bunların başında gelen Ebu Leheb, bütün şahsî imkânlarını kullanmış, iktisadî ve içtimaî boykot uygulayarak Müslümanları çaresiz bırakmak istemişti. Kureyşliler Peygamberliğin yedinci senesi başlarında Müslüman olsun olmasın Hâşimoğulları ile konuşmayı, alışveriş yapmayı ve onlardan kız alıp vermeyi yasaklayan bir antlaşma metnini Kabe’ye astılar ve onun aksine hiçbir hareket yapmamak üzere ant içtiler. Bu muhasara iki seneden fazla sürdü. Bu süre zarfında Müslümanlar çok sıkıntı çektiler. Onlardan herhangi biri alışveriş için çarşıya çıktığında müşrikler tarafından dayanılmaz ezâ ve cefâlara maruz kalıyor, Hac mevsiminde alış-veriş için Mekke’ye gelen tüccarlar Haşimoğulları’ndan herhangi biri ile alışveriş yapacak olsa hemen ona mani oluyorlardı. Ayrıca, bir taraftan Allah Resûlü’nun mukaddes başlarına toprak saçılıyor, bir yandan “sihirbaz”, “kâhin” ve “sâhir” gibi sıfatlar ile iftira atılıyordu.

Bütün bu ezâ ve cefalara rağmen, O’nun ashabı içerisinde hidâyet yolundan dönen, yapılan işkencelere dayanamayan, Necip Fazıl’ın ifadesiyle; “şüpheye ve kaygıya düşen, nefsine kapılan, içi burkulan, imân duygusu gölgelenen, küfre kayan veya kayar gibi olan tek kişi olmamıştır. Sarsılmaz bir imana ve çelik gibi bir iradeye sahip olan o alicenap sahabelerin yüzünde derin bir tevekkül, teslimiyet, huzur ve emniyet” okunuyordu.

Nihayet Allah Resûlü, Medine’ye hicret etmeğe mecbur bırakılmasına mukabil, O’nun göstermiş olduğu eşsiz sabır, müminlerin muzaffer ve İslâm’ın galip gelmesine vesile olmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.v) hicretten sonra da Medine’de münafıkların her türlü desiselerine ve dedikodularına sabretmiş ve kendisini arkadan vurmaya çalışan İbni Selül gibi Yahudi münafıklarının oyunlarını sabır ve metanetle akim bırakmıştır.

Hz. Peygamber’den sonra İmam-ı Azam ve İmam-ı Rabbanî gibi bir çok mürşit ve müceddid de hapislere atılmak suretiyle çeşitli eza ve cefalara maruz kalmışlardır

Son asırda da başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz kalmışlardır. Zira, Kur’an nurunu söndürmeye çalışanlar zulümlerini bütün şiddetiyle icra ediyorlardı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

“Manalar libas değiştirmiş”…

“Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş”18idi.

Evet, ilim ve irfan yuvaları söndürülmüş, geçmiş ile geleceği birleştiren tarihi bağlar koparılmış, şefkat ve hürmet mefhumları zedelenmiş, ahlak ve haya ile istihza edilmeğe başlanmıştı. Dolayısıyla fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu. Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz kalmamıştı. İşte böyle bir zamanda Bediüzzaman yatağından fırlayan bir arslan gibi cihad meydanına atılmış, neşrettiği Kur’an Nurlarıyla batı kaynaklı bütün şüphe ve tereddütleri defetmiş, şu milleti düştüğü, daha doğrusu düşürüldüğü, bu elim vaziyetten Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez nuru ile kurtarmaya muvaffak olmuştur.

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Elleri bağlı, zaif ve hasta bir tek adama ordular taarruz ettiği” hâlde, O, bu gayesinden dönmemiş, davasından zerre kadar taviz vermemiş, eğilmemiş, yılmamış ve yıkılmamıştır. Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle “ Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiç bir zalim onu eğememiş. Hiç bir alim onu yenememiş.”

Bediüzzaman, sabır ve metaneti sayesinde gizli zındıka komitelerini tarumar etmiş ve bütün planlarını akim bırakmıştır. Onun beşer takatinin üstündeki bu harika metanet ve gayretini, sabır ve tahammülünü, celadet ve şecaatini tarih hakkıyla takdir edip, hayranlıkla yad edecektir.

Evet, Bediüzzaman Hazretleri akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde, daima müsbet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket saymış, talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ‘i kendisine rehber edinen Bediüzzaman, kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp zulmedenlere bile hakkını helal ettiğini ifade etmiştir. Bu bakımdan onun hayatı sabır ve metanetin en güzel örneklerinden biridir.

Şimdi dünyanın her tarafında hem kemiyeten ve hem de keyfiyeten gelişen ve büyüyen azim bir cemaat var. Bediüzzaman Hazretlerinin,

“Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek…”19

müjdesi tahakkuk etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri yapılan eza ve cefalara tahammül ederek yazmış olduğu altı bin sahifelik bir marifet hazinesini alem-i insaniyete miras bırakarak huzurla huzur-u İlâhiyeye gitmiştir. Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatler îman, marifet, ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhatlar yapmış, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş ve Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaşmıştır.

Artık bugün dünyada en güzel ve en tesirli konuşan insan Bediüzzaman’dır. Şarktan ve garptan ve dünyanın her tarafından gelen ses onun sesidir.

Hem yine gençlere Allah’ı ve ahireti anlatarak onların sefahattan kurtulmaları için gayret gösteren ve bu yüzden idamına karar verilen Sokrat’ın da idam edilmesine kadar göstermiş olduğu sabır, metanet ve tevekkül onun adını tarihin sayfalarına yazdırmıştır.

Ayrıca, güneşin sabit ve küre-i arzın döndüğünü en evvel keşf ve ilan eden Galile’nin de büyük bir günah işlemiş gibi Hıristiyan Papazlar tarafından zindana atılmasına rağmen sabır ve cesaretle davasını anlatmaya devam etmesi de en güzel bir misaldir. Tarih bu gibi misallerle doludur. İnsanlara hizmet eden himmet erbabının bu yüksek fedakarlıklarına mukabil duçar oldukları ve başlarına gelen dert ve mihnetler onların terakkisine vesile olmuştur.

Bu bakımdan hizmet ve himmet erbabı kişilerin de davalarından dolayı başlarına gelen eza ve cefalara sabır, metanet ve soğukanlılıkla mukabelede bulunmaları gerekir.

Bediüzaman Hazretleri musibetlerin altında nice hikmetlerin olduğunu şöyle ifade eder:

…çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanidir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki:

‘Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.'”20

Bir kısım musibetler de ihtar-ı rabbanidir. Bu tür musibete maruz kalan bir insan, bunu Cenab-ı Hakk’ın bir ihtarı olarak telakki edip, hemen o hatasından dönmeli ve tevbe etmelidir.

“Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, ‘innâlillâlhiveinnâileyhi râciûn’ ‘Biz Allah ‘tan geldik ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.’21 söyle ve Merci-i Hakikî’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür. “22

Bir insan, başına her hangi bir musibet gelirse, onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip, tevbe ve istiğfar etmelidir. Başkasının başına gelen musibetlerde ise, “Acaba ne etti de bu başına geldi” diyerek su-i zan etmemeli, aksine “Cenab-ı Hak onu bu hadiseyle imtihan ediyor.” demelidir. Çünkü, belâ ve musibetlerin en şiddetlisi ismet sıfatı ile muttasıf olan peygamberlere gelmiştir.

Gerek ferdin ve gerekse toplumun başına gelen bela ve musibetlerin birçok sebebi vardır. Ahlaksızlık, sefahat, fuhuş, cimrilik ve din düşmanlığının çoğalması, dua etmemek, ölçü ve tartıda hile yapmak, kul hakkına riayet etmemek ve zulmetmek, ana- babaya asi olmak, ibadet ve taatte noksanlık göstermek gibi sebepler bela ve musibetlerin gelmesine vesiledir.

Hz. Eyüp, Hz. Yusuf ve Hz. Yunus (a.s)’ın kıssalarından alınması gereken ibretli dersleri benzersiz bir şekilde izah eden Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbinin sebep ve neticesini de şöyle ifade eder:

Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle Kadere fetva verdiniz ki şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hâzırda mükâfatınız nedir?

Dedim:

Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmâlimizdir: Salât, Savm, Zekât. Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Taalâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterâkim zekâtı aldı.”

“Mükâfat-ı hâzıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.”

Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010

Dipnotlar:

11 Yusuf Suresi, 12/30-32.
12 Yusuf Suresi, 12/33.
13 Mektubat.
14 Lem’alar.
15 Saffat Suresi, 37/ 143-144.
16 Sad Suresi, 38/17.
17 Nahl Suresi, 16/127.
18 Mektubat.
19 Mektubat.
20 Lem’alar.
21 Bakara Suresi, 2/156.
22 Mesnevî-i Nuriye.

Bela ve Musibetlerin İnsanların Özellikle de Müminlerin Başına Gelmesinin Hikmeti Nedir? (1)

Musibet, kuraklık, kıtlık, hasılat veya hayvanata arız olan afetler, arazi zayiatı ve zelzele gibi her türlü zararlara şamildir. Ayrıca, ölüm, hastalık, açlık ve yoksulluk gibi canlara taalluk eden acılardır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

 

“Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”1

Bütün musibetler Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”2

Bela ve musibet, hedefine isabet eden bir mermi gibi, insana şiddetle dokunur. Eflatun’un dediği gibi; “Musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır. “eynelmefer” nereye kaçacaksın.”

Bu dar-ı imtihanda hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu değişmez ezeli bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan insanlar çeşitli şekillerde imtihana tabi tutulmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattır.” buyurarak, dünyada rahat, huzur ve gerçek saadetin olmadığını vurgulamışlardır.

Ağır belâ ve musibetlerin insanların üzerine yağmur gibi dökülmesinin nice hikmetleri vardır ki, onu Allah’tan (c.c) başka kimse bilemez. Cenab-ı Hakk’ın kullarına emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek de bir ibadettir, tevekkül ve kulluğun esasıdır. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül zaruridir.

Sabır, bir insanın başına gelen bela ve musibetlere feryad-ı figan etmeden dayanması, uğradığı dert ve belalardan dolayı Allah’tan gayrisine arz-ı şekva etmemesidir. Sabr-ı cemil sahibi olan olgun bir mümin, bu mihnethaneyi dünyada başına gelen musibetlerden dolayı metanetini muhafaza edendir. Bir insanın kadir ve kıymeti başına gelen bela ve musibetlere gösterdiği sabır ve mukavemet nisbetindedir.

Sabreden bir kul, necat ile müjdelenir. Sabır acıdır ve nefse ağır gelir, lakin bir şifalı ilaç kadar faydalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.”

buyurmuşlardır. Bu hal çok zordur, ama çok değerlidir ve akıl almaz büyük mükafatlara vesiledir. İlk musibet anındaki gibi keder ve üzüntüler devam etse, hayat azap olur ve yaşanmaz bir hal alır. Bu bakımdan nisyan da büyük bir nimettir ve bir lütf-u ilahidir.

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Sabır, sebat ve hüsn-ü niyet ile imkansız görünen şeyler mümkün hale getirilir ve kolaylıkla halledilir. Cenab-ı Hakk’ın nazarında en makbul ameller, en güç olanlarıdır. İ’la-yi kelimetullah uğrunda cihad etmek pek zordur, fakat amellerin en en efdalidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v)

“Amellerin en efdali, zor olanıdır.”

buyurarak bu hakikatı ifade etmişlerdir.

İbrahim Bin Ethem buyurdular ki:

“Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”

Sabır o kadar güzel bir haslettir ki, bir çok fazilet onun ile kemal bulur. Sabrın kadir ve ehemmiyetini ifade eden bir çok ayet ve hadis vardır.

“Allah sabredenler ile beraberdir.”3

ayeti sabrın ne kadar mühim olduğunu nazara vermektedir. Bir musibet ne kadar elim ve büyük olursa olsun, madem ki Allah onunla beraberdir, o musibet hakikatte musibet sayılmamalıdır. Bir kul için bundan daha büyük bir izzet, şeref ve lütuf olabilir mi?

Peygamber Efendimiz de

“Sabır bütün huzur ve rahatın anahtarıdır.”,

“Sabreden zafere ulaşır.”,

“Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.”,

“Acele şeytandan, teenni ve sabır Allah ‘tandır.”,

“Halim (sıkıntı ve belâya karşı tahammüllü ve sabırlı olan) insan, peygamberlik mertebesine yaklaşır. “4

gibi birçok hadis-i şeriflerinde sabrın ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Bedidüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve efalini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın ‘Ben derdimi de üzüntümü de ancak Allah ‘a şikayet ederim.’5 demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi.’ diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır. “6

Evet, şekvanın en tehlikeli ciheti Cenab-ı Hakk’ı halka şikayet edip halini ve derdini insanlara anlatmaktır. Yoksa dert ve kederini Cenab-ı Hakk’a arz etmek, O’na sığınmak sabr-ı cemil olmaya münafi değildir. Melce-i kainat ve menba-ı hayrat olan Cenab-ı Erhamürrahimin kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Allah (c.c) kalbi kırık ve kederli bir kulun enin ve ağlamasını sever, haşiyane ilticasından hoşlanır. Barigah-ı rahmetpenah kullarının melcegâhıdır, sığınacak kapı yalnız O’nun kapısıdır. O’na açılan hiçbir el boş dönmez. Musibetzedelerin ilticaları, samimi nida ve niyazları asla red olunmaz. Hele kalbi kırık ve bağrı yanık bir felaketzedenin eninleri zaman olur ki, arş-ı aladaki meleklerin niyazlarından daha ziyade hüsn-ü kabule mazhar olur.

Cenab-ı Hak, sevdiği bir kulunu bela ve musibetlerle imtihan eder. Bazen de bir dert ve keder onun geçmiş günahlarının affına vesile olur. Bazı musibetler de kulu kurb-u ilahiye mazhar eder.

Evet, sırrı rububiyet, insanların sabır, sadakat, ihlas ve teslimiyetine, istidat ve kabiliyetine göre tecelli eder. Cenab-ı Hak her kulun sabır ve teslimiyetine göre muamele eder ve ona göre mükafatlandırır. Kimi sıfat-ı cemal, kimi de sıfat-ı celal altında terbiye olunur. Bazı kullarda da hem celal ve hem de celal altında terbiye olunurlar. Cenab-ı Hakk’ın öyle muameleleri vardır ki, görünürde kahir engiz, fakat hakikatte lütuf ve ikramdır. Bir arif-i billahın dediği gibi,

”Hahr-ı ilahi, kahr-ı mahz yani sadece kahir olamaz. O kahir altında nice lütuf ve kerem saklıdır.”

Beşeriyet makamı acz ve fakr makamıdır. Kul, başına gelen her hangi bir musibetten dolayı kazaya rıza göstermeli, Allah’ın her hükmüne razı olmalıdır ve o belanın izalesi için de O’na iltica etmelidir. Zaten kula bela gelmesinin bir hikmeti de, onun, Cenab- Hakk’a iltica etmesi içindir.

Sabredenler Allah’ın “Sabur” ismine mazhar olurlar. Allah’ın bir ismi olan “Sabur”, O’nun acele etmekten münezzeh olduğu anlamındadır. İnsanın fazileti, şu fani alemde necatına vesile ve hakkında hayırlı olacak şeyleri acele etmeden istemesidir. Demek ki, acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek, şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Sabır ve teenni ile hareket etmek ise Tevfik-i ilahinin eseridir.

İnsan, fıtratının gereği olarak çok acelecidir, her hatırına geleni hemen elde etmek ister. Arzu ettiği şeylerin akibetini pek düşünmez. Ahiret nimetlerini bile dünyada görmek ister. Halbuki dünyadaki bütün nimetler ahiret nimetlerinin bir gölgesi hükmündedir. İnsan bundan gafil olarak gölgeyi asıl zanneder, ona çalışır, onun olması için dua eder ve bunda da aceleci davranır. Nitekim Cenab-ı Hak, bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır:

“İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan.”7

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan, kısa aklıyla, hak ile batılı tefrik edemediğinden, çoğu zaman nefsine tabi olarak fani zevklerin peşine düşer ve onları talep eder. Bir dirhem hazır lezzeti, ebedi hayattaki batmanlarca lezzete tercih eder. Maksuduna sabır ile ulaşması lazım gelirken, acele ettiğinden dolayı ondan mahrum kalır.

Cenab-ı Hak, bu kâinatı bir anda değil, altı günde yani altı devrede yaratmıştır. Kâinatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bütün nebatatlarda da bu tedriç kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa riayet ederek, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi Allah’tan beklemelidir.

Sabır ve teenni ile hareket etmeyip, acele edenler maksuduna ulaşamazlar. İnsan birçok belâ ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o eza ve cefanın altında “kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri “ni ve inayetin iltifatını görmüş, kemal-i sabır ile tahammül etmiş ve maksutlarına ulaşmışlardır. Zira, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfıki sabırlı insanların üzerinedir.

İnsan üç sabır ile mükelleftir. Musibete karşı sabır, masiyetten sabır ve taat üstünde sabır.

1. Musibete Karşı Sabırdır: ki, tevekkül ve teslimiyetin semeresidir. Hastalık musibetine maruz kalanlara en güzel misal, sabır kahramanı Hazret-i Eyyüb (as.)’dır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette Eyyup (a.s)’ın sabırlı olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kul! O hakikaten daima Allah’a yönelmektedir.”8

Hz. Eyüp (a.s) sabrı ve teslimiyeti sayesinde “seyyid’ül sabır” ünvanına mazhar olmuştur.

Evet, musibet ve belâların en şiddetlisine başta peygamberler, sonra evliyalar ve derecelerine göre diğer müminler maruz kalmışlardır. Evet, bu dar-ı dünyada en büyük bela ve musibetlere, dayanılmaz meşakkatlere uğrayanlar onlardır. İnsanlığı irşad için vazifelendirilmiş olan peygamberler akıl almaz eza ve cefalara maruz kalmışlardır. Meselâ Hz. İbrahim (a.s) Nemrut tarafından ateşe atılmış, Hz. Eyüp (a.s) dayanılmayacak hastalıklara duçar olmuş, Hz. Yusuf (a.s) kardeşleri tarafından kuyuya atılmış ve bazı peygamberler de acımasızca katledilmişlerdir. Şiddetli musibetlerin peygamberlerin başına gelmesi, onların derecelerini artırma hikmetine matuftur.

Eyüp (a.s) çok sayıda evlada ve mala malik bir nebi idi. Şeytan Cenab-ı Hakk’a şöyle dedi: “Eyüp, hem zengin, hem peygamber, hem de evlad-ü iyale sahip birisi, elbette ki o, sana ibadet ve taatte bulunur. Onu malı ile imtihan et bakalım ki sabredecek mi? Cenab-ı Hak Eyüp (a.s)’ı mallarını telef ederek imtihan etti. Eyüp (a.s) “veren Allah, alan Allah” diyerek buna sabırla mukabele etti. Şeytan bu kez de evlatlarına bir musibet gelmesini istedi. Cenab-ı Hak bu kez onun çocuklarını almak suretiyle imtihana tabi tuttu. Eyüp (a.s) yine “veren Allah, alan Allah” diyerek sabırla mukabelede bulundu. Şeytan bu kez de Cenab-ı Hakk’ın onu hastalıkla imtihan etmesini istedi. Allah ona bir hastalık vermek suretiyle imtihan etti. Eyüp (a.s) yakalandığı bu hastalık ile uzun zaman mücadele etti. Dört hanımının üçü kendisinden ayrıldı, sadece akrabası olan Rahim’e annemiz kaldı. Bulunduğu köydeki insanlar, Rahime validemize gelerek: “biz senin hastanı görünce rahatsız oluyoruz, onu buradan başka bir yere götür.” dediler. Rahime validemiz Eyüp (a.s)’ı alarak köyün dışına çıkardı ve hayli zaman orada kaldılar. Bir gün Rahime validemiz ateş yakmak için malzeme toplamaya gitti. Döndüğünde hastasının orda olmadığını ve genç bir delikanlının orda olduğunu gördü. O delikanlıya az önce burada bulunan hasta kişinin nereye gittiği sordu. Bunu üzerine Eyüp (a.s ) gülümsedi, Allah’ın inayetiyle şifa bulduğunu ve eski gençliğine döndüğünü söyledi. Bu hadise Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

“Kulumuz Eyyub’u da an. Bir zaman o, Rabbine şöyle nida etmişti: ‘Meşakkat ve acı ile bana şeytan dokundu.’ (Biz ona): Ayağını yere vur! İşte sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su.’, dedik. Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, akıl sahipleri için bir ibret olsun.”9

Bediüzzaman Hazretleri Eyüp (a.s)’ın kıssasından alınması gereken dersi şöyle ifade eder:

Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahatı için değil, belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: ‘Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor.’ diye münacat edip, Cenab-ı Hak o hâlis ve safı, garazsız, lillah için o münacatı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i afiyetini ihsan edip enva’-ı merhametine mazhar eylemiş.”

“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahiri yara hastalıklarının mukabili bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. “10

Eyüp (a.s) Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle şifa bulup sıhhatine kavuşunca ümmeti tekrar etrafında toplanmaya başladılar. Bir gün bir sohbet esnasında “Ya Eyüp şimdi yeryüzünde senden daha bahtiyar bir kimse yoktur. Bu kadar sıkıntıların ve hastalığın ardından sıhhatine ve eski saltanatına kavuştun.” dediler. Bunun üzerine. Eyüp (a.s) onlara şu ibretli cevabı verdi:

“O hastalıklı zamanımda her seher vakti Cenab-ı Hak tarafından: “Ya Eyüp nasılsın?” diye bir nida gelirdi. Ben o hastalıktan kurtulduktan sonra artık o ses kesildi. O sesi ve o büyük iltifatı kaybettim. Bu bakımdan benim aldığım, verdiğimin yerini tutmuyor.”

Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi, 2/155.
2 Hadid Suresi, 57/22.
3 Bakara Suresi, 2/153.
4 Hatibi Enes (ra.)’dan rivayet ( Muhtar’ü-1 Hadis, A. Fikri Yavuz, Abdullah Aydın.)
5 Yusuf Suresi, 12/86.
6 Mektubat.
7 İsra Suresi, 17/11.
8 Sad Suresi 38/44.
9 Sad Suresi, 38/41-43.
10 Lem’alar.

Bediüzzaman Hazretlerinin Cihadı

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahı ile cihad edeceğiz.”(Bediüzzaman Said Nursi ,Tarihçe-i Hayat)

Fatır-ı Hakimin ezelden beri cereyan eden bir kanunudur ki, herhangi bir milletin felâketlere maruz kalması, fertleri arasında fitne ve fesadın çoğalması, dalâletin hidayete, şerrin hayra galip gelmesi hâlinde, o milletin içinden bu tehlikeleri bertaraf edecek ve o milleti sahil-i selâmete çıkaracak bir peygamber, bir mürşit, bir müceddit veya bir mehdi gönderir. Bu İlâhî kanun Hz. Adem’den (ASM) bu yana böyle devam etmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Peygamberimiz’den (ASM) sonra peygamber gelmeyeceği için, bu vazife Peygamberimizin varisi olan âlimlere tevdi edilmiştir. İşte bu sırra Peygamberimiz (ASM) şöyle işaret etmiştir:

“Cenâb-ı Hak lütuf ve kereminden her yüz senede, ümmetimin dinini tecdid ve takviye için bir veya birkaç müceddid gönderir.”1

Bediüzzaman Hazretleri de her asırda insanları irşadla vazifeli mürşit ve mücedditlerin bulunmasının zarurî olduğunu şöyle ifade buyuruyor:

Cenâb-ı Hak kemal-i rahmetinden şeriat-ı İslâmiye’nin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslâh etmiş; Din-i Ahmediye’yi (ASM) muhafazaetmiş. Madem âdeti böyle cereyan ediyor; ahir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hakim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u azam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Peygamber varisi olan bu mümtaz zatlar bütün himmetleriyle, ilim ve irfanlarıyla ümmeti irşad etmek için çalışır ve siyasetten hassasiyetle içtinap ederler.

Mücedditler, amel ve ahlâk bakımından ümmet-i Muhammed için tam bir hüsn-ü misaldirler. Onlar vazifeleri icabı, dinin esaslarına ve Peygamberimizin (ASM) sünnetine harfiyen ittiba yoluyla İslâm dinini takviye ve tahkim etmişler ve ona karıştırılmak istenen hurafeleri reddederek, dinin asliyetini korumaya çalışmışlardır. İmamı Azam, İmam-ı Şafiî, İmamı Malik, İmam-ı Hanbel, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Gavs-ı Azam ve emsali zatlar Kur’an-ı Kerim’den mülhem birçok eserler yazarak, feylesoflara ve ehl-i bida’ya karşı ehl-i sünnet itikadını ve Kur’an ahlâkını muhafaza etmişlerdir. Muasır oldukları insanların kalp ve ruhlarına tesir ederek istidatlarını inkişaf ettirmişlerdir. Bu zatlar güneş gibi imanları, çelik gibi iradeleriyle zamanlarının rehber ve mürşidi olmuşlardır.

Bu mürşit ve mücedditlerin insanlara olan şefkat ve merhametleri peder ve validelerin şefkatlerinden çok ileridir. Zira onların gayeleri insanları dünya ve ahiret ateşinden muhafaza edip madden ve manen terakki ettirmektir. Bu mümtaz şahsiyetler katı ve kasavetli kalpleri aşk ve şevk ile hayatlandırır, sönmeye yüz tutan ruhlara nur ve ziya verirler. Onların vazifesi kalp ve gönüller âlemindedir. Onlar mana âlemlerinin sultanıdırlar. O pak ve latif zatların nasihatleri sayesinde, insanlar tefeyyüz ederler. Onların sohbetleri bir iksir-i azamıdır, bir bahr-i feyz ve hikmettir. İnsan bu sohbetlerle ruhen terakki eder, kalben inşirah bulur. Onlar her zaman, tefrikanın ve her türlü menfî hereketin karşısındadırlar. Onların mesleği tahrib değil tamirdir.Onların vazifesi, beşerin bütün hüsranının ve sefaletinin menşei olannefs-i emmareyi terbiye ile ruhu terakkiye sevk etmektir. Kalpleri Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a bağlamakla insanları manen yükseltmektir.

Göklerden ateş de yağsa, yerden cehennem de fışkırsa yine bu zümre-i mücahidinin kudsî vazifeleri; tebliğ, irşad ve nasihata münhasırdır. Onlar neşir ve tebliğ hususunda peygamberlerin izini takip ederler. Onların da başına meşakkatler ve ıstırapların gelmesi mukadderdir. Böyle durumlarda onlara düşen sabırdır, merhamettir, duadır, tevekkül ve şükürdür. Onlar iman ve İhlasın en yüksek mertebesindedirler. Onların kalpleri kin, nefret, adavet gibi kötü hasletlerden temizlenmiştir.

İşte, Bediüzzaman Hazretleri’nin cihadı incelenirken onun nasihatle, tebliğ ve irşadla vazifeli bir peygamber varisi, bir mürşid-i kâmil, bir müceddit olduğu nazar-ı dikkate alınmalıdır.

Malûmdur ki nasihat ve irşadın muhataba tesirinde zaman ve mekânın büyük rolü vardır. Zira hastaya göre doktor gönderilir. Eski zamanda dertler az olduğu için tabipler de ona göre gönderilmiştir.

Ruh ve vicdanları titreten, âlem-i İslâm’ı tehdit eden ve bütün mevcudatı sarsan bu inkâr-ı uluhiyet zamanında maddî ve manevî, ferdî ve içtimaî bütün hastalıkları söküp atacak, kalplerin derinliklerine nüfuz edecek, latif ve nazif hissiyatları heyecana getirecek, süflî ve âdi ahlâkları imha ve izale etmekle yüksek istidatların inkişafına yol açacak, cevher-i insaniyetten gaflet perdelerini kaldıracak, hülâsa: kalp, fikir, ruh, vicdan ve bütün duygulara tesirini icra edecek bir tiryak-ı safi lâzımdı. Rahmet-i İlâhîye bu tiryakı, asrımızın tabibi Bediüzzaman Hazretleri’nin mübarek eliyle insanlık âlemine ihsan etti.

Bediüzzaman lâkabı, İstanbul uleması tarafından kendisine bir şeref madalyası olarak takılmıştır. Soyunun İmam-ı Ali’ye ulaştığı ve seyyid olduğu hizmetinde bulunan talebelerinin şehadetiyle sabittir.

Şarkın bu büyük evladı ta çocukluğunda ilim ve irfan, fikir ve hikmet sahasında hummalı bir faaliyet içerisine girmiştir. Durup dinlenmeden çalışmış, büyük bir azim ve iştiyak ile seksen-doksan kitabı hıfzına almış ve belirli aralıklarda bu kitapları hafızasından tekrar tekrar talim etmiştir. Bu harikulade hâl onun ileride icra edeceği büyük irşad hareketine en büyük bir alâmet olmuştur. Evet onun çocukluk devresindeki bu garip hali onun kâmil bir mürşid olacağını simgeleyen manevi bir hazırlıktır. Bu hal ona İlâhî bir ihsan, bir lütuftur. Daha buluğ çağma gelmeden haklı bir şöhrete sahip olmuştur. Onun bu şöhreti ve itibarı şarkın her tarafına ulaşmıştır. Engin istidadı ve ilimlere derin vukufuyla şarkın en büyük allâmelerinin takdirlerini kazanmıştır.

O’nu yakından tanıyanlar bilirler ki, O’nda zengin bir hazine-i efkâr, engin bir derya-yı his vardı. Okumasından haz duyduğumuz Nur’un o katreleri acaba bir okyanus kadar engin ve zengin olan bir fikir dünyasından sahile vuran dalgalar mıydı, yoksa gönül semasından yağan damlalar mıydı?

Asrın amansız ıstırapları onun nasiyesinde hiçbir iz bırakmamıştır. İmanındaki kuvveti, fikirlerindeki isabeti muhaliflerini daima titretirdi. Nazarları heybetli, hitabeleri ateşindi. Sabır ve metanette nazirsiz, lutûf ve keremde eşsizdi. O, hüsn-ü ahlâkın bir timsaliydi. Değil insanlara, belki bütün mahlûkata en derin bir muhabbetle nazar ederdi. Düşmanlarına bile necat ve halâsları için duada bulunurdu.

O, muhabbetin tecessüm etmiş bir timsali, şefkatin temessül etmiş bir suretiydi. O ayet mütevazi idi. Her hali munis sevimli nezih idi. Kendisine has bir üslub-u beyana sahipti. Kelimelerin terkibindeki hüsn-ü imtizaç gönülleri cezb ederdi. Hikmet sahasındaki derin vukufiyeti kısa zamanda kendisini ihtişamın zirvesine ulaştırmıştı.

Sohbetlerinde daima bir celâdet eseri görünürdü. Bilhassa Kur’an’a, imana dokunulduğu zaman büsbütün değişir, kükremiş bir arslan tavrını alırdı. Lisanından akan marifetler gönüllerin ta derinliklerine nüfuz ederdi.

O, irfan âleminin en mümtaz bir simasıydı. Şimdiye kadar böyle marifetler çok ender insanlara nasip olmuştur. Ve böyle küllî istidatlarla mücehhez insanlar az görülmüştür.

İşte bu hâllerden anlaşılıyor ki, o istikbalde ilim ve irşad sahasında yeni bir çığır açacaktır. O dünün, bugünün ve yarının manevî tabibi ve mürşidi olduğunu yazdığı Risale-i Nurla ispat etmiştir. İmanın inkişafı namına yaptığı manevî cihadında coşkunluğunu, heyecanını, ihtişamını hiç bir zaman kaybetmemiştir.

Bu aziz aksiyon adamını anlamak için onun bütün cephe ve şahsiyetlerine atf-ı nazar etmek lâzımdır. Yoksa yaşadığı devir ve zaman nazar-ı itibara alınmadan yapılan değerlendirmeler sönük kalır.

O’nun hayâtı iki devrede mütalaa edilebilir: Eski ve Yeni Said devreleri… Bu iki devreyi müşterek bir fikir içinde tahlil etmek lâzımdır. Zamanın ilcaatına göre ne yapılması gerekiyorsa Eski Said de, Yeni Said de onu yapmıştır. Bu şahsiyetler birbirinden tamamen müstakil, tamamen yabancı tasavvur edilemez. Fakat her iki devrin metod ve prensipleri birbirinden biraz da olsa farklılık arz eder.

Eski Said döneminde irşad yukarıdan aşağıya, Yeni Said döneminde ise aşağıdan yukarıyaydı. Yani, Eski Said cemiyetin ıslâhını siyasî ve içtimaî sahada aramıştı. Yeni Said ise bu gayesinin ancak fertlerin irşad ve islâh edilmesiyle tahakkuk edebileceği hükmüne varmıştı.

Yoksa bu iki şahsın arasında tezat değil bilâkis tenasüp ve ahenk mevcuttur.Yalnız Eski Said dönemindeki eserlerde sünuhat ve ilhamdan ziyade ilmî ve aklî düsturlar daha hakimdir ve bu eserlerde iman hakikatlerinin izah ve ispatından çok, ferdî ve içtimaî hayatın ahengini temin eden düsturlar daha ağırlıklıdır. Yeni Said’de ise mevzular büyük bir ekseriyetle iman hakikatlerinde merkezleşir. Eski ve Yeni Said dönemlerine ait eserler arasında icmal-tafsil münasebeti vardır. Yani, Eski Said’in çekirdek hükmünde olan fikirleri, Yeni Said’de meyveli ağaçlar haline gelmiştir.

Her iki şahsiyetin de gayesi, Kur’an’ı hayata mal etmek, yaşamak ve yaşatmaktır. Kendisi, bu iki dönem arasında hakikat noktasında bir fark olmadığını şu ifadelerle beyan buyurmuştur:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalelerdeki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatle davet olunsam, neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam,yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek hakikat tahavvül etmez. Hakikat haktır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Bu ifadeleri teyiden Barla Lahikasında, “Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle ve nazar-ı akliyle anladığı hakikatleri” Yeni Said’in “Şuhud-u kalbiyle ve nur-u vicdanla” gördüğü ifade ediliyor. Ve “Birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklı, kalbi bu derece ittifakı aciptir”( Bediüzzaman Said Nursi. Barla Lahikası) deniliyor.

Eski Said döneminde yazılan Sünuhat, Münazarat, Lemaat, Hutbe-i Şamiye gibi eserler ve Yeni Said döneminde telif edilen Sözler, Mektubat, Lem’alar, …, bu hakikati açıkça göstermektedir.

Zamanın icabına göre mevzular farklılık arz etmekle birlikte, bütün eserler ilim ve irfana bina edilmiş, gönüllere ikna ve irşad ile hâkim olunmuştur. Evet,

 “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

buyurmuş; cebir ve zorbalığı reddederek tebliğ ve irşad yolunu göstermiştir.

Bu vesileyle önemli bir hususa da temas etmek istiyorum:

Bediüzzaman Hazretleri hem Eski Said hem de Yeni Said dönemlerinde, medreselere fevkalâde önem vermiştir. Çünkü İslâm dini bu müesseselerde okutulmuş ve etrafa neşredilmiştir. İslâm’ın ilk medresesi Mekke-i Mükerreme’de Darü’l-Erkamı, Medine-i Münevvere’de ise Mescid-i Saadet olmuştur.

Üstad Hazretleri, Eski Said döneminde medresede bizzat talebe yetiştirmekle beraber, medreselerin zamanın ihtiyacına cevap verebilecek şekilde yeniden tanzimine de çalışmıştır. Dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversitenin kurulması için fevkalâde bir gayret göstermiştir.

Yeni Said döneminde telif edilen Risale-i Nur külliyatının muhtaç gönüllere ulaştırılması da Nur medreselerinin tesisiyle tahakkuk etmiştir.

Risale-i Nur, hem aklı ikna, hem kalbi tatmin eden ve insanın bütün latifelerini feyizlendiren ulvî dersleriyle mazide kapatılan medrese ve zaviyelerin vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.

İslâmiyet’in talim ve inkişafında teali ve terakkisinde medrese ve tekye denilen iki büyük şubenin ifa ettiği hizmetler pek muhteşemdir. Hakikaten milletimizin irşad ve tenvirinde irfan hazineleri olan medreselerle menba-ı feyz olan tekkelerin payı çok büyüktür. İslâmî hayat bu iki mühim menbadan intişar etmiştir. İslâm medeniyetinin en muhteşem zamanları ise bu müesseselerin en parlak ve en feyizli olduğu zamanlardır. Bu müesseselerde yetişen alicenap, hassas ruhlu âlim ve mürşitler bu milleti asırlarca payidar kılmış, huzurla yaşatmış ve ona şehametli bir tarih kazandırmışlardır.

Meselâ Gazali, Razî, Taftazanî, İbni Sina, Farabî gibi dahi alimler ve mütefekkir feylesoflar medreselerin mahsulü olduğu gibi Abdülkadir-i Geylânî, Şah-ı Nakşibendî, İmam-ı Rabbani, Ahmed-i Rüfaî gibi mürşid-i kâmiller de tekyelerin semeresidir.

Dinî ve fennî ilimlerin esası olan kanun-u tekâmül bu gibi muhakkiklerin içtihadıyla tahakkuk etmiştir. Peygamberimiz (ASM)’in hakikî varisi olan bu zümre-i mücahidin âlem-i İslâm’ın en uzak ve en ücra köşelerinde bile şule-i marifeti yakmışlar ve âlem-i İslâm’ı medeniyetin beşiği haline getirmişlerdir. Bu müesseseler sayesinde İslâmiyet mümtaz bir devr-i saadet yaşamıştır. Garp, medeniyetten büsbütün uzak bir halde yaşarken İslâm muhakkikleri harikulade bir irfanla cihana ışık tutmuşlar, medeniyet nokta-i nazarından Avrupa efkârında gayet derin izler bırakmışlardır.

Evet zamanın ihtiyacına tam cevap verebilen ve bir dar-ül fünun mahiyetinde olan medreseler milletimize ilim ve irfan sahalarında fevkalâde hizmetler vermişlerdir. Bu medreselerde ulum-ü diniye ve fünun-u medeniye beraber okutulmakta idi. Zamanla fennî ilimlerin ihmal edilmesiyle tekâmüle sebep olan kanatların biri kırıldı, böylece terakki yerine tedenni baş gösterdi.

Zamanın ihtiyacına göre bir takım tecdit hareketlerinin medreselerde de yapılması elbette zarurî idi. Fakat bu ilim ve irfan menbalarının ıslâhı yerine -tamamen ortadan kaldırılması azim bir hata oldu. Açılan yeni mekteplerde dinî ve ahlâkî dersler ihmal edildi.

Malûmdur ki fen ve teknik sahasında terakki etmek, insanın dine olan ihtiyacını karşılamaz. Bunların her ikisi de insaniyetin aslî ihtiyaçlarındandır. Bunlardan birini inkâr veya ihmal, insan fıtratını idrak edememekten doğan bir cehalettir. İşte bu cehalet neticesinde dine karşı bir lâkaytlık ve hürmetsizlik başladı. İman kuvveti derinden derine sarsıldı. Yeni nesil, millî ve manevî değerlerden mahrum bırakıldı. Millî şeref ve haysiyetimizi ihtiva eden şanlı tarihimizin sahifeleri perdelendi. Milletin ruhuna, cevherine muhalif cereyanlara kapılar açıldı. Mukaddesat ve maneviyatla alay edildi. Batıdan gelen sefahet ve dalâlet rüzgârlarıyla ferdî ve içtimaî hayat zehirlendi. Dinî ve millî seciyeler sarsıldı. Milletin ruhuna hurafeler ve bidatlar sirayet etti. Cehalet bulutları afakîmizi baştan başa kapladı. Hayatın gür ve berrak kaynakları olan dinî ve millî heyecanlar söndü. Bu tahribatın tesiriyle hamiyet ve şehamet-i milliye kaybolmaya yüz tuttu.

Avrupa’ya tahsil için giden bir kısım münevverlerimiz, akıllarını fennî ilimlerle tenvir etmek yerine, maalesef Batı’nın karanlık ve bâtıl formüllerine talip oldular. Milletimizin teali ve terakkisinin bu formüllerle olacağına inandılar. Manevî varlığımızı tahrip eden, mukaddesatımızı kemiren bir takım Frenk âdetlerini şuursuzca ithal ederek, milletimizi ahlâksızlığın ve sapık ideolojilerin kucağına attılar. Millet pek korkunç tehlikelerle karşı karşıya bırakıldı.

Bu korkunç felâketlere rağmen bu necip millet hiçbir zaman yılmadı, imanını ve umudunu kaybetmedi. Rahmet-i İlâhîye, bin seneden fazla İslâmiyet’e hakkıyla hizmet eden ve onu âlemin her tarafına neşreden bu şanlı milletin evlâtlarının, küfür ve dalâletin, fısk ve sefahetin hâkimiyeti altında daimî kalmasına elbette müsaade etmezdi. Nitekim etmedi de. Bediüzzaman gibi âlihimmet bir mücahidi, bir mürşid-i kâmili bu millete en büyük bir müceddit ve halaskar olarak ihsan etti.

O, muhabbetin, marifetin, hikmetin sanki canlı bir örneği idi. Ruh ve mizacında fenalık eseri görülmeyen, hissedilmeyen bir sahibüzzamandı.

Birçok idareciler zevk ve safa içinde kendi menfaatlerini düşünürken, nice aydınlarımız gaflet uykusuna dalıp boş hülyaların peşine düşerken, çoğu yazar ve ediplerimiz körpe dimağlara rezalet ve sefahet tohumları aşılarken, siyasîlerimiz basiretleri bağlanmış, kalpleri sönmüşçesine bunca tahribat ve felâketlere seyirci kalırken, Bediüzzaman Hazretleri eline kalemini ,alarak cihad meydanına atıldı ve mukaddesatları çiğnenmiş vatan evlâtlarının, mahvedilen nesillerin, imana susayanların imdadına bir şah-ı evliya olarak koştu.

Bütün bu felâketlerin, dalâletlerin temel sebebinin imansızlık ve zaaf-ı diyanet olduğunu tespit ve teşhis etti. Şüphe ve tereddütlerle yaralanan kalpleri tedavi etmek, ruhlarda âli seciye ve necip hisleri uyandırmak üzere tenvir ve irşad hizmetini iman ve marifet vadisinde merkezleştirdi.

Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok… Bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye ve Kur’aniye’ye hasr ve vakfetmişim.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

buyurarak iman hakikatlerinin herbirini tafsilen izah ve kuvvetli delillerle ispat etti. Din ve maneviyat düşmanlarınca memleketimizin pilot bölge olarak seçildiği bu dehşetli devirde telif ettiği yüz otuz parça eseriyle Kur’an’ın kuvvetini, ulviyetini akl-ı selime tasdik ettirdi. Materyalistlere, ateistlere, tabiatperestlere haddini bildirdi.

Bütün menfî ideolojileri fikir planında mağlup ederek muzafferiyetini şöyle ilân etti.

Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Zerre)

Harikulade bir mantık silsilesine bina edilen bu marifet hazinesiyle Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu ispat etti, imanın ulviyet ve berraklığını bütün cihana ilân etti.

İmanın halâvet ve zevkini tattırdı, en parlak saadetin, en tatlı nimetin en halis sürürün en safi sevincin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu Risale-i Nurla ehl-i imana ihsas etti.

Evet, Risale-i Nur, Kur’an-ı azimü’şşan’ın bu asırda aziz ve celil bir tefsiridir. Müstesna ikna sistemi, mükemmel üslubu, manalarının cazibedarlığı, üstün mantığı, cerhedilmez hüccet ve delilleri, his ve gönüller üzerindeki tesir ve cazibesi, geniş muhtevası, isabetli görüş ve prensipleri ile memleketimizde, İslâm âleminde ve bütün dünyada, fevkalâde bir teveccüh ve rağbete mazhar olmuştur.

Risale-i Nur, evvelâ ve bizzat kalpleri tenvir ve imanları takviye ve nefisleri ıslâh eder ve okuyucularına bu dehşetli zamanın tehlikelerinden kurtulmaları için takva ve amel-i salih dersini verir. Risale-i Nur, talebelerini keskin bir feraset ve emniyetli bir tedbire malik kılarak manevî mücadelelerinde zafere eriştirir. Risale-i Nur’u çok okuyan kimseler azamî bir fedakârlık ve feragata, azimet ve takvaya ve halis bir ubudiyete muvaffak olurlar. Herbir risale bir irfan kitabıdır. Ve baştanbaşa marifetullah ile doludur. Evet, Risale-i Nur, ezel ve ebed sultanını kemaliyle ispat ve ilân eden nuranî bir hikmet levhasıdır.

Risale-i Nur, kâinattaki her bir mahlukun âdeta cisimleşmiş birer ayet ve birer levha-i ibret olduğunu göze gösteren bir Kur’an rasathanesidir.

Risale-i Nur insana en ehemmiyetli, en elzem maksadın iman kurtarmak olduğu şuurunu kazandırır. Bu hakikatin canlı şahitleri milyonlarca Nur talebeleridir.

Risale-i Nur, marifetin ayrı ayrı cihetlerinden, hakikatin muhtelif yönlerinden, meselâ esma-i İlâhîye’den, şuunat-ı İlâhîye’den, marifetullah’tan,muhabbetullah’tan, mehafetullah’tan, yaratılışın ince hikmetlerinden,hayat-ı kalbiyeden, âlem-i ahirete ait geniş ve derin meselelerden bahis açar. İnsanı marifet ikliminin engin ve zengin sahalarına doğru çeker. Nazar ve fikirleri, bu derya-yı latifenin cereyan-ı şirinine kaptırarak vecd, sürür ve huzur içerisinde azim ve iştiyakın kulaçlarıyla, o enginlere doğru yüzdürür, daldırır. İnsan sinesine tabaka tabaka dizilmiş en ince duygu ve hisleri harekete getirip, her kalbi, kabiliyeti nispetinde feyizlendirir; ilme, irfana, esrara kavuşturur. Zaafa uğramış imanları kuvvetli delilleriyle ve yüksek hakikatleriyle kurtarır. Vücut ikliminin sultanı olan kalp ve ruhu iman ile tenvir eder.

Risale-i Nur, bu mübarek vatanda emniyet ve asayişi, hürmet ve muhabbeti, uhuvvet ve şefkati, ittihat ve tesanüdü tesise ve İslâm camiasında ittifak ve ittihadı, birlik ve dirliği temine çalışır.

Risale-i Nur, Kur’an hakikatlerine perde olan ve müslümanların idrakine set çekip İslâm medeniyetinin tealisine mani olan cehalet, atâlet ve nemelâzımcılıkla mücadele eder.

Risale-i Nur, bünyemizi kemiren korkaklık zilletinden milletimizi, cesaret ve şecaatle halâs eder.

Üstadımızın ifadesiyle;

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasiyle, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’an’ın i’caziyle, o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve îmanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)

Evet, Risale-i Nur vasıtasıyla yapılan bu cihad pek kolay ve müşkilâtsız olmadı. Bu milletin sinesinden imanını, irfanını ahlâkını namusunu söküp atmak isteyen ve onu tarihinden kültüründen, dininden hasılı her türlü millî ve manevî değerlerinden uzaklaştırmaya çalışan gizli zmdıka kuvvetleri ve ehl-i dalâletin mümessilleri bu iman ve irfan hareketine karşı şiddetli bir mücadele başlattılar.

Bu eserleri okuyanlar, hatta onlardan bahs edenler çeşitli tehditlere, tevkiflere, tazyiklere maruz bırakıldılar.

Fakat bütün bu gayretlerine rağmen gönüller âlemini tenvir eden bu irfan huzmelerine mani olamadılar. Çünkü fikrin cereyanını kuvvetle, ilmin inkişafını cehaletle boğmak mümkün değildir. Kuvvetin fikre, cehaletin ilme, dalâletin hakka galebesi ancak muvakkaten olabilir.

Kuvvet ve istibdat altında cereyan eden bir fikrin daha da kuvvetlendiği, tecrübe ile sabittir. Risale-i Nur, bu tazyikler sonunda harika bir halde kükreyerek, kabuğu yırttı, perdeyi deldi; dalâlet ve cehaletin zulmetli bulutlarını dağıtarak zaferini cihana ilân etti.

Risale-i Nur Külliyatını dikkatle mütalâa eden herbir şuur sahibi onun her kelimesinin küfür ve dalâleti parçalayıp gaflet zulümatını dağıttığını güneş gibi zahir olarak görecektir.

Değil Nur Külliyatının tamamı, aşağıda takdim edeceğimiz birkaç misal dahi bu hakikati ispata kâfidir.

Bütün güzel mahlûklar kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar. Fenaya gidip kayboluyorlar. Fakat o ayineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik tecellisinde devam ettiğinden kati bir surette gösteriyor ki o güzellikler o güzellerin malı ve o ayinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedi bir cemalin ışıklarıdır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Dördüncü Şua)

Şu latif ibarelerden gönüller âlemine damla damla dökülen manidar hikmetler ve feyizler ne bitmez tükenmez bir hidayet kaynağıdır!.. Her bir damlası onu zevk ile tefekkür eden şuur sahiplerini sanki yeniden ihya edip taze bir hayata kavuşturmaktadır. Biz yine sözü Üstada bırakalım:

Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücut vermesi herhalde mevcuttan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olmaz.”

“İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki: bu kâinatta görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki, mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatiyle ayinedarlık dilleriyle o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)

Gayet âli bir fikir ile tasvir edilen bu hakikatler hüzün ve ıstırapla dolu kalp ve vicdanları huzur ve saadete kavuşturur. Evet, ruhî ve kalbî hastalıkları hidayet nurlarıyla tedavi etmek ne mukaddes bir keyfiyettir!

Fikrin yaşayıp şuurun sönmediği müddetçe bu nurlar devam edecek ve insanlığın necat ve halâsına vesile olacaktır.

Hülâsa, Bediüzzaman Hazretleri hem telif ettiği eserleriyle küfür ve şirki, dalâlet ve sefahati mağlup etmiş, hem de şer kuvvetlerin bütün desiselerine, planlarına ve tazyikatına karşı bir hukuk savaşı vermiş ve sonunda muzaffer olmuştur.

Kuvvet hakta olduğu ve hak kuvvette olmadığı sırrı ile dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu baş zındıkaya eğilmeyecektir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

diyerek sebat ve azmini göstermiştir.

İmanından coşan engin bir şefkat ve hamiyetle imansızlık cereyanına karşı mücadele etmiştir. Bunu bizzat kendi ifadelerinden dinleyelim:

Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının iseslerini işitiyoruz! Bu ses âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki bolşevikler olsun.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)

Ona bu mukaddes davasında yardım etmek ve ıstırabını paylaşmak erbab-ı şuur ve hamiyetperverler için dinî, millî, vatanî, vicdanî bir vazifedir. Onun bu iman davasına bigâne kalmak ise büyük bir gaflettir. Zira küfür insanın saadetini, meziyetlerini tahrip eden en büyük felâkettir. Evet insanın aklına, ruhuna, kalbine ıstırap verip onu azap içerisinde bırakan en müthiş cinayet küfürdür. Onda hiçbir zevk, huzur ve saadet aranılmaz.Küfür ve dalâlet insanı hakikî manada insan yapan iman, muhabbet, merhamet gibi yüksek hasletlerin kapılarını kapamakla mahiyet-i insaniyeyi hayvandan aşağı düşürür. İşte küfrün bu dehşetindendir ki Bediüzzaman Hazretleri: “Ben bütün mevcudiyetimle küfürle mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum.” der.

Küfür ve dalâletin bu millet ve memleketi istilâ tehlikesi onun vicdanını rahatsız eder ve hamiyetini feverana getirir. Bunu kendisi şöyle dile getirmektedir:

Bana ıztırap veren, yanlız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz… Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir.”

“İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!”

Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş kokmuş batıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içerisinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat)

Bediüzzaman Hazretleri mukaddes davası uğruna bıkmadan usanmadan bitmez tükenmez bir şevk ile çalıştı. Talebelerini Kur’an’ın ziyası altında toplamağa ve kalplerini iman şuuru içerisinde birleştirmeye muvaffak oldu. Talebelerinin kalplerine tahkiki imanı yerleştirdi ve onları kin, intikam gibi menfî hislerden uzak tutarak şefkat, muhabbet, uhuvvet gibi yüksek hasletlerle tezyin etti.

İlim, irfan ve insanlık semasında tulü eden bu güneş, küfür ve dalâletin buzlarını eritti. Hidayet şafağının parıltıları gönülleri aydınlatmaya başladı. Fani ve muzlim olan hayatın, baki ve nuranî bir sabahı olduğunu müjdeledi. Artık zulümat yerini nura, dalâlet yerini hidayete terk etti. Kalplerdeki kin ve öfke ise şefkat ve merhamete, uhuvvet ve adalete inkılâp etti. Menfî hisler yerini ulvî duygulara bıraktı. İnsanlık, hayatın neşe ve zevkini gerçek manâda hissetmeye başladı.

Bu kahraman milletin evlâtları Kur’an’ın bu ziyadar hakikatlerini vicdanlarının ezelî ve ebedî bir maşukası gibi istikbal edip kucakladılar. Bu uğurda candan, canandan ve cihandan geçtiler. Her fedakârlığa katlanarak,ona sarsılmaz bir sabır ve metanetle bağlandılar. Bu hususta önlerine çıkan bütün mânileri aştılar. Yazılan risaleleri derin bir şevk ve neşe ile okuyup okuttular. Onun yüksek hakikatleriyle nefislerini terbiye ettiler. Böylece ruhlarına cevvaliyet kazandırdılar. İman ve irfanın zevkini tattılar ve bu hakikatlerin neşri için memleketin her köşe ve bucağında Nur medreseleri tesis ettiler.

O medreseler ki, bir ciheti aklî ilimleri ders veren bir mektep, bir menzili dinî ilimleri tedris eden bir medrese, bir hücresi de kalp ve gönülleri tenvir ve irşad eden bir zaviye hükmündedir.

İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri ulvî ve kudsî davasını deruhte edecek ve bu uğurda, azami sadakat, azami ihlâs ve azami fedakarlıkla çalışacak bir kadroyu bu medreselerde yetiştirdi. Onları ilim, irfan ve hikmetle teçhiz etti. Bu mücahidler inşaallah ta kıyamete kadar iman ve Kur’an hakikatlerini yaşayacak ve yaşatacaklar, hak ve hakikati bütün insanlık âlemine tebliğ edeceklerdir. Karşılarında hiçbir bâtıl fikir ve hiçbir beşeri kuvvet duramayacaktır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Celaleddini Suyuti, age., Sh,282, Hadis No:1845.

Resul-i Ekrem’in(s.a.v) Binlerce Mucizelerinden Birkaçı

Habib-i Kibriya’nın Allah’ın yanında öyle bir itibarı vardır ki, istediği her şey mutlaka verilir ve ismi anıldığı zaman çürüyen kemikler bile dirilirdi.

Resûl-i Kibriya Efendimiz’in binlerce mucizesi vardır. Taşlar, ağaçlar, ay ve güneş, hayvanat taifesi, ölüler, cinler ve melekler O’nu tanıyor, selam veriyor ve nübüvvetini tasdik ve ilan ediyorlardı. Resûl-i Kibriya’nın davetine icabet eden ağaçlar O’na secde eder, kökleri üstüne sürünerek huzuruna gelirlerdi. Nitekim, sahih bir rivayetle sabittir ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz, kendisine peygamberlik vazifesi tevdi edilmezden önce bir ağacın altında oturmuş ve kuru olan o yer birden yeşillenmiş ve ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır.

Kendisine daha peygamberlik gelmeden önce, bir bulut sürekli başı üstünde gölge eder ve güneşin hararetinden kendisini muhafaza ederdi. Hem sinek, O’nun mubarek vücuduna ve elbisesine konup O’nu rahatsız etmezdi.

Daha bunun gibi binlerce harikulade haller kendisinden zuhur etmiştir. Mi’raç gibi bir mucize sadece O’na nasip olmuş, miraç ile beka alemine girerek Cenâb-ı Hakk’ı görmüş, Cennet ve Cehennem gibi nice gayb ve melekût alemlerini müşahade etmiştir. Susuz kalan ordusuna parmaklarından akan suyu içirmesi, az bir taam ile aç kalan ordusunu doyurması, mubarek elinin dokunduğu hastalara şifa olması, parmağı ile ayı ikiye bölmesi gibi nice mucizeleri vardır. Cenâb-ı Hak O’nun ruhunu, kalbini ve lisanını her türlü noksanlıklardan muhafaza ettiği gibi, hayatını da her türlü tehlikeden muhafaza etmiştir.

Sahabelerin meşhur şairlerinden olan Hassan b. Sabit (r.a), bir beytinde şöyle der:

“Rasûlullah’ın apaçık mu’cizeleri olmasaydı bile O’nun ani hadiseler karşısındaki keskin görüşü peygamberliğini ispata yeterdi.”

Burada Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in binlerce mu’cizesinin anlatıldığı On Dokuzuncu  Mektub’tan bir bölüm nakletmek istiyorum:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hıfzı ve ismeti, bir mucize-i bâhiredir. “Allah seni insanlardan korur”1 âyet-i kerimesinin hakikat-i bâhiresi, çok mucizâtı gösterir.”

“Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine, belki umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun amcası en büyük düşman ve kavim ve kabilesi düşman iken, yirmi üç sene nöbettarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, kemâl-i saadetle, rahat döşeğinde vefat edip Mele-i Âlâya çıkmasına kadar hıfz ve ismeti, “Allah seni insanlardan korur” ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş gibi gösterir. Biz, yalnız nümune için, kat’iyet kesb etmiş birkaç hadiseyi zikredeceğiz.”

“Birinci hadise: Ehl-i siyer ve hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı öldürtmek için kat’î ittifak ettiler. Hattâ, insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, iki yüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı, hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı, gitti. Gar-ı Hira’da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş’e karşı ona nöbettar olup muhafaza ettiler.”

“İkinci hadise: Vakıât-ı kat’iyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası, mühim bir mal mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; tâ takip edip onları öldürmeye çalışsın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekr-i Sıddık ile beraber gardan çıkıp giderken gördüler ki, Sürâka geliyor. Ebu Bekr-i Sıddık telâş etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mağarada dediği gibi, “Üzülme! Allah bizimle beraberdir.” dedi. Sürâka’ya bir baktı; Sürâka’nın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi birşey çıkıyordu. O vakit anladı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “El-aman” dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: “Git, öyle yap ki başkası gelmesin.”

“Şu hadise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onları gördükten sonra Kureyş’e haber vermek için Mekke’ye gitmiş. Mekke’ye dahil olduğu vakit, niçin geldiğini unutmuş. Ne kadar çalışmışsa, hatırına getirememiş. Mecbur olmuş, dönmüş. Sonra anlamış ki, ona unutturulmuş.”

“Üçüncü hadise: Gazve-i Gatfan ve Enmar’da, müteaddit tariklerle eimme-i hadis haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tam Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başı üzerine gelerek, yalın kılıç elinde olduğu halde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi: “Kim seni benden kurtaracak?” Demiş: “Allah.” Sonra böyle dua etti: “Allahım! Dilediğin bir şeyle beni ondan kurtar.” Birden o Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer, o kılıç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kılıcı eline alır, “Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra affeder. O adam gider taifesine. O pek cür’etkâr, cesur adama herkes hayrette kalır. “Ne oldu sana? Niçin birşey yapamadın?” dediler. O dedi: “Hadise böyle oldu. Ben şimdi insanların en iyisinin yanından geliyorum.”

“Hem şu hadise gibi, gazve-i Bedir’de bir münafık, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı bir gaflet vaktinde, kimse görmeden, tam arkasından kılıç kaldırıp vururken, birden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bakmış. O titreyip, kılıç elinden yere düşmüş.”

“Dördüncü hadise: Mânevî tevatüre yakın bir şöhretle ve ekser ehl-i tefsirin, 

“Biz onların boyunlarına öyle halkalar geçirdik ki, çenelerine kadar dayanır da hakka boyun eğmezler. Bir de önlerine bir sed, arkalarına bir sed çekip gözlerini kapattık; artık hakkı görmezler.”2

âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadis imamları haber veriyorlar ki:

“Ebu Cehil yemin etmiş ki, “Ben secdede Muhammed’i görsem, bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış; Ebu Cehil’in eli çözülmüş. O ise, ya Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın müsaadesiyle, veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.”

“Hem yine Ebu Cehil kabilesinden, bir tarikte Velid ibni Muğire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı vurmak için büyük bir taşı alıp, secdede iken vurmaya gitmiş, gözü kapanmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı Mescid-i Haramda görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu; yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çıktı; ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.”

“Hem nakl-i sahihle Ebu Bekr-i Sıddık’tan haber veriyorlar ki: Sûre-i “tebbetyedâebileheb” nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil denilen hammâlete’l-hatab, bir taş alıp Mescid-i Harâma gelmiş. Ebu Bekir ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm orada oturuyorlarmış. Gözü Ebu Bekr-i Sıddık’ı görüyor, soruyor:”

“Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadaşın nerede? Ben işitmişim ki beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı ağzına vuracağım.” Yanında iken Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı görmemiş. Elbette, hıfz-ı İlâhîde olan bir Sultan-ı Levlâk’ı, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Ağzına mı düşmüş?”

“Beşinci hadise: Haber-i sahihle haber veriliyor ki: Âmir ibni Tufeyl ve Erbed ibni Kays, ikisi ittifak ederek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına gitmişler. Âmir demiş: “Ben onu meşgul edeceğim, sen onu vuracaksın.” Sonra bakıyor ki, birşey yapmıyor. Gittikten sonra arkadaşına dedi: “Neden vurmadın?” Dedi: “Nasıl vuracağım? Ne kadar niyet ettim; bakıyorum ki, ikimizin ortasına sen geçiyorsun. Seni nasıl vuracağım?”

“Altıncı hadise: Nakl-i sahihle haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud’da veya Huneyn’de, Şeybe bin Osmanü’l-Hacebiyye-ki, Hazret-i Hamza onun hem amcasını, hem pederini öldürmüştü-intikamını almak için gizli geldi. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasından yalın kılıç kaldırdı. Birden kılıç elinden düştü. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: “O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdı.” İmana geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: “Haydi, git, harp et.” Şeybe dedi: “Ben gittim, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm önünde harp ettim. Eğer o vakit pederim de rast gelseydi vuracaktım.”

“Hem feth-i Mekke gününde, Fedâle namında birisi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına, vurmak niyetiyle geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakıp tebessüm etti. “Nefsinle ne konuştun?” dedi ve Fedâle için taleb-i mağfiret etti. Fedâle imana geldi ve dedi ki: “O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdı.”

“Yedinci hadise: Nakl-i sahihle, Yahudiler, suikast niyetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın oturduğu yere, üstünden büyük bir taş atmak ânında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o dakikada hıfz-ı İlâhî ile kalkmış; o suikast de akîm kalmış.”

“Bu yedi misal gibi çok hadiseler vardır. Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim ve eimme-i hadis, Hazret-i Aişe’den naklediyorlar ki:

“Allah seni insanlardan korur.”

âyeti nâzil olduktan sonra, ara sıra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı muhafaza eden zatlara ferman etti: “Nöbettarlığa lüzum yok.”

“İşte, şu Risale de, baştan buraya kadar gösteriyor ki, şu kâinatın her nev’i, her âlemi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanır, alâkadardır. Herbir nev-i kâinatta onun mucizâtı görünüyor. Demek, o zât-ı Ahmediye (a.s.m.), Cenâb-ı Hakkın-fakat “kâinatın Hâlıkı” itibarıyla ve “bütün mahlûkatın Rabbi” ünvanıyla-memurudur ve resulüdür. Evet, nasıl ki bir padişahın büyük ve müfettiş bir memurunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse onunla münasebettar olur. Çünkü umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer meselâ yalnız adliye müfettişi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebettar olur; başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaşılıyor ki, bütün devâir-i saltanat-ı İlâhiyede, melekten tut, tâ sineğe ve örümceğe kadar her bir taife onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hâtemü’l-Enbiyâ ve Resulü Rabbi’l-Âlemîndir. Ve umum enbiyanın fevkinde, risâletinin şümûlü var.”

Bu parça altın ve elmasla yazılsa liyakati var:

“Evet, sabıkan bahsi geçmiş: Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi,sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizâma sevk etmesi, nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi, ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mucize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir.”

“Güya, ahbap içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhânîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve a’dâya karşı küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmânîdir ki, hangi derde temas etse, derman olur.”

“Ve celâl ile kalktığı vakit, kameri parçalayıp, Kab-ı Kavseyn şeklini verir. Ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle acip mucizâta mazhar ve medar olsa, o zâtın, Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, bedâhet derecesinde anlaşılmaz mı?”

Mehmed Kırkıncı
 

Dipnotlar:

1 Maide Suresi, 5/67.
2 Yâsin Suresi, 36/8-9.

Habib-i Ekrem’in Siyaseti

Bir terim olarak siyaset: “Devleti ilgilendiren olayların sistematik ve düzenli bilgisidir.” Başka bir ifade ile “siyaset, devlet idare etme sanatıdır.”1

Diğer bir tarife göre de, siyasî bir parti kurarak, memleket idaresine talip olmak ve kendisine has düstur ve prensiplerle devlet yönetimini ele almaktır.

Siyaset, “diplomatlık”, “politika” anlamlarına geldiği gibi, “insanların dünya ve ahiret işlerini tanzim etme gayreti ve mesaisi” manalarına da gelir.

Hüccet’ül-İslâm İmam-ı Gazali, İhyayı Ulûm adlı eserinin birinci cildinde siyaseti dört kısma ayırmaktadır:

1. Peygamberlerin siyaseti: Dünya ve ahirete taalluk eden ilâhi emirlerin tümünü, umum insanlara tebliğ, talim ve tatbik etmektir.

2. Hükümetin siyaseti; kalkınmanın temel unsurları olan ziraat, ticaret, maarif ve sanayi kesiminin millet ve memleket menfaati hesabına tanzim ve koordinasyonudur.

3. Vaiz ve nasihlerin siyaseti; Allah’ın emirlerini ve Kur’an’ın hükümlerini tebliğ edip, yasaklarından sakındırmaktır.

4. Müceddit ve Mürşitlerin siyaseti; Kur’an’ın daha ziyade itikat, ibadet, ahlâk ve fazilete bakan cihetlerinin, o asrın anlayış seviyesine uygun olarak izahı ve isbatıdır. Bu siyasetin temelinde, kalp ve vicdanın tatmini, ruh ve aklın tenvir ve irşadı esastır.

Hz. Muhammed (s.a.v) büyük bir kudrete haiz idi. Bu sayede fazla kan dökülmeden huzur ve barışı tesis etti. O’nun heybet ve haşyetinden düşmanın kalbine korku dolardı.

O’nu zehirli kılıçlarıyla öldürmeye çalışan müşriklerin en kahraman yiğitleri Allah Resûlü ile karşılaşınca korkudan titremeye başlar ve ellerinden kılıçlar yere düşerdi.

En isyankâr kabileler O’nun adını duyunca endişeye kapılırlardı. Medine civarında yaşayan Yahudiler, O’na isyan ettiler, ancak sonunda mağrur başlarını eğerek itaat etmek zorunda kaldılar. Günahkâr ve mücrimler tevbe ederek O’na boyun eğip itaat ettiler. Elbette ki O’nun bu haşyet ve heybeti, Hakk’ın heybetiydi. O, Hak’tan aldığı bütün kuvvet ve kudretini; heybet ve haşyetini hak yoluna sarfetti. Resûl-i Ekrem’e bu yüksek meziyet ve bu kudsi mahiyet O’na ezelden mukadder idi.

Resul-i Ekrem’in en büyük muvaffakiyeti putperestlik ile batıl itikatları kökünden söküp atmasıdır.

Hz. Peygamber (s.a..v) büyük bir siyasî dahi ve fevkalade bir müdebbir idi. Zamanın devlet ve kabile başkanlarına mektuplar yazdı ve elçileri vasıtasıyla onlara İslâm’ı tebliğ etti. Başta Kayser-i Rumî, Acem kisrası, Habeş Kralı Necaşi, Mısır valisi, Bulga ve Yemame melikleri olmak üzere birçok meliklere sefirlerini göndererek Allah’ın varlığını ve birliğini ve kendisinin ahir zaman nebisi olduğunu tebliğ etti. Bunun için, Abdullah b. Huzeyfe’yi İran’a, Dihye’yi Bizans’a; Hâtib b. Beltea’yı Mısır’a; Şuca’ b. Vehb’i Gassânîler’e; Sâbit b. Amr’ı Yemâme hükümdarına; Amr b. Ümeyye’yi Habeşistan’a yolladı. Elçiler gittikleri yerlerde değişik şekillerde karşılandılar. O (s.a.v) her hükümdarın şevket ve kudretini iyi biliyordu. Bunlardan Yemen Meliki şöyle bir şart koştu: “Beni kendisine veliaht ederse Müslüman olurum! Yoksa O’nunla cenge tutuşurum!” Fakat O da kısa bir zaman sonra ölüp Cehenneme gitti.

Mağrur Acem Kisrâsı Hüsrev Perviz, Allah Resûlünün mektubunu alınca öfkesinden çıldıracak hale geldi ve mukaddes nâmeyi parçalayıp savurdu. Bunu duyan Hz. Peygamber (s.a.v):

“Allah’ım nasıl ki o benim mektubumu parçaladı, Sen de onun mülkünü ve devletini param parça et!”

diye dua buyurdular. Mektubu yırtmakla kalmayan Kisrâ, Yemen’deki valisi Bazen isimli İranlıya “Nebîlik iddia eden bu adamı hemen bana gönder!” diye emir verir. Bunun üzerine Yemen valisi, iki memurun eline bir ferman verip Kâinatın Efendisine gönderdi. Hz. Peygamber’in huzuruna gelen memurlar:

“Kisrâ seni çağırıyor hemen onun memleketine git. Eğer hemen gidersen vali senin hakkında Kisrâya şefaat mektubu yazar ve kurtulursun!” dediler.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) gelenlere şöyle dedi:

Kisrâ kendi öz oğlu tarafından öldürüldü, artık öyle bir insan yok.” Daha sonra şöyle buyurdular:

“Yakında İslâm dini, Kisrâ devletinin bütün sahasını kaplayacaktır.”

Bunun üzerine hemen Yemen’e dönen memurlar, meselenin Allah Resûlü tarafından haber verildiği gibi olduğunu öğrendiler. Yemen Valisi Bazen ile bir kısım kişiler hemen Müslümanlığı seçtiler.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), nasıl siyasî bir dahi ve büyük bir devlet reisi olduğunu “Hudeybiye Barış Antlaşması”nda görmekteyiz. Bu anlaşmanın bütün maddeleri Müslümanların aleyhinde gibi görünüyordu. Hatta Peygamber Efendimiz (s.a.v), anlaşma metninden “Allah’ın Resulü Muhammed” ifadesinin çıkmasını isteyen Süheyl’e itiraz etmeyip anlaşmayı imzaladı. Hüdeybiye Barış Anlaşmasının bütün maddeleri Müslümanların aleyhinde olduğundan hiç kimse bu anlaşmadan hoşnut olmamıştı, fakat Peygamber Efendimize olan hürmetlerinden dolayı da ses çıkarmamışlardı.

Bu anlaşmaya göre;

– Müslümanlar bu yıl Kabe’yi ziyaret etmeyip geri dönecekler.

– İkinci sene Kabe’yi ziyaret edecekler, ancak Mekke’de üç günden fazla kalamayacaklar.

– Mekke’de yaşayan Müslümanları Medine’ye götüremeyecekler

– Mekke’de bulunan Müslümanlardan herhangi biri, Medine’ye giderse, geri teslim edilecek.

– Medine’de olan Müslümanlardan Mekke’ye gelmek isteyenlere mani olunmayacak.

– Arap kabileleri istediği kabilelerle sulh edebilecekler.

Bu anlaşmadan sonra, musalahayı imzalayan Süheyl’in oğlu Ebu Cendel Müslüman olmuş, Kureyş tarafından çeşitli işkencelere maruz kalmış ve bir şekilde onların elinden kurtularak Müslümanların karargahına gelmişti. Yapılan işkenceleri sahabelere anlatmış ve vücudunda bulunan işkence izlerini onlara göstermiş idi. Sahabeler bu manzara karşısında fevkalade müteessir olmuş ve onun Kureyşlilere tekrar iade edilmemesini istemişlerdi. Zira, Ebu Cendel’in tekrar zalimlere teslim edilmesi tahammülsüz bir manzara idi. Bu durum karşısında öfkelenip kendini kontrol edemeyen Hz. Ömer(r.a) Peygamber Efendimizin (s.a.v) huzuruna gelerek “Ya Resulullah! Sen Allah’ın hak peygamberi değil misin? Bizim davamız Hak değil mi?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Evet” diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a) “O halde dinimiz namına böyle bir zilleti niçin kabul ediyoruz?” deyince, Peygamber Efendimiz; “Ya Ömer! Ben, irade-i İlahiyeye uygun hareket ediyorum.” diye buyurdular ve Ebu Cendel’i geri gönderdiler.

Daha sonra Müslüman olduğundan dolayı çeşitli eziyetlere maruz kalan ve yapılan işkencelere tahammül edemeyerek Medine’ye kaçan Utbe’nin arkasından Mekkeliler iki kişi göndererek onun geri verilmesini istediler.

Utbe: “Beni tekrar putperestliğe göndermek mi istiyorsunuz?“ dedi.

Vaziyet pek elimdi. Bir tarafta din namına himaye olunmak isteyen Utbe, diğer taraftan anlaşmanın gereğince Utbe’nin iade edilmesini isteyen Kureyşliler vardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) verdiği sözü yerine getirmek ve anlaşma maddelerine sadık kalmak adına verilen söze riayet edeceğini ifade ederek yüce ahlâkını ve vadindeki sadakatını ortaya koydu ve Utbe’ye “Seni Kureyşlilere teslim etmekten başka bir şey yapamam. Cenâb-ı Hak sana bir çare bulur ve bir yol gösterir.” diyerek, onu gelen kişilere teslim edip geri gönderdi. İşte ahde vefa, işte sözde sadakat, işte Peygamber.

Utbe, oradan ayrıldıktan sonra Mekke ye gitmemiş ve “Zilmerve” nahiyesine yerleşmişti. Çünkü burada bulunmak anlaşmanın maddelerine aykırı değildi. Artık burası Mekke’de kalan ve Medine’ye gidemeyen Müslümanlar için bir karargah haline gelmiş ve yavaş yavaş İslâm’ın kalası olmuştu. Müslümanlar durmadan kuvvetleniyor ve çoğalıyorlardı. Kureyşliler bu durumdan ziyadesiyle korkmaya başladılar. Zira burası onların ticaret için gittikleri Suriye yolu üzerinde idi. Müşrikler kendi istekleriyle anlaşmanın “Mekke’de bulunan Müslümanlardan herhangi biri, Medine’ye giderse, geri teslim edilecek.” maddesinin kaldırılmasını ve bundan sonra Mekke’deki Müslümanların serbestçe Medine’ye gidebileceklerini kabul ettiler. İşte Hz. Peygamber’in (s.a.v) siyasî dehası ve büyüklüğü. Hem bu anlaşma ile müşrikler, Peygamber Efendimizi muhatap almış ve Müslümanların artık bir devlet olduğunu kabul etmişlerdir.

Nitekim, Cenâb-ı Hak Fetih suresinin ilk ayetlerinde bunun bir fetih olduğunu şöyle ifade buyuruyordu:

“Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki, Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin.”2

Hem bu ayet ile Habib-i Ekrem’in, müminlerin anladığı şekilde bir hata yapmadığını ve yaptığı her işin ilâhî hikmete uygun olduğunu anlattı. Müslümanlar Hudeybiye Musalahası çok ağır şartlar içerdiğini için, bu ayetler nazil oluncaya kadar bütün sahabiler, bunu bir zillet olarak kabul ederek fevkalade mükedder idiler. Muahede imzalandığı zaman, Müslümanlar arasında fikir ayrılığı başlamış, hatta münakaşa kapısı bile açılmıştı.

Bu ayettin nazil olmasından sonra, artık bundan sonra istikbalde hiç kimse O’na kusur bulamayacaktır. O’nun şeref ve itibarı durmadan yükselecek, her müminin kalbi, O’nun muhabbeti ile dolacaktır. Çünkü, ismet sıfatıyla muttasıf olan Resûl-i Kibriya günah işlemekten mahfuzdur.

Nazil olan bu ayetlerden sonra, Müslümanlar artık “Hudeybiye Anlaşması”nın nazar-ı ilâhide hakiki bir zafer olduğunu anlamışlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) kendisine bu vahiy gelince, Hz. Ömer’ i çağırıp bu müjdeyi vermiş ve O’nun da endişe ve korkusu sürura dönüşmüştür.

Hz. Peygamber (s.a.v) Hudeybiye Barış Anlaşması ile harpleri aradan kaldırmış, barış ve güven ortamı sağlamıştı. İslâm’ı imhaya çalışan gayr-i Müslimler, bu anlaşma süresince Müslümanlarla münasebet kurdular, onları daha yakından tanıma fırsatı buldular. Nitekim, sahabelerdeki güzel ahlâkı, alicenaplığı ve nezahetini gördüler. İslâm’ın ulvîyeti gözlerine gün gibi doğdu ve kamaştırdı. Böylece İslâm’ın eşsiz güzelliklerini, ulvî seciyelerini idrak etmeye başladılar. Bu anlaşma ile Müslümanları yakinen tanıyan Kureyşlilerin içini İslâmiyet yakmağa başlamıştı. Bir çok insan, İslâm dinini kabul ederek Müslüman olma şerefine nail olmuş ve daha sonra bir kahraman mücahit olarak bu din uğrunda hayatlarını feda etmişlerdir. Bu eşsiz siyaset böylece hayırlı neticeler vermiş ve Hz. Peygamber (s.a.v) bu sulhun en güzel meyvelerini almaya başlamıştı. Böylece, Allah Resûlünün Hudeybiye Barış Antlaşması’nı imzalamasının hikmeti ve nasıl bir siyasî dahi olduğu anlaşılmış oldu.

Allah’ın inayeti bir kez daha tecelli etmiş ve bir hezimet gibi görünen musalaha İslâm’ın hakiki bir zaferi olmuştu. Eğer bu anlaşma olmasa idi, müşrikler İslâm’ın ulvîyet ve kudsiyetini göremezlerdi.

Ayrıca, Hz. Peygamber (s.a.v) Ehl-i Kitapla da barış içinde yaşamış ve Medine’ye hicret ettikleri zaman onlarla bazı anlaşmalar yaparak güven ortamı sağlamıştır. Ancak, Yahudiler yaptıkları anlaşmalara sadakat göstermemiş ve Müslümanların aleyhine çalışmışlardır. Bunun içindir ki, Yahudiler, iki yüzlü ve riyakâr davranışları yüzünden tarih boyunca zilletle yaşamışlar ve yaşamaya da devam edeceklerdi

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Sefâ Mürsel, Devlet Felsefesi, s, 221.
2 Fetih Suresi 48/1-2.