Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Hicret Emri İle Vatanseverlik Birbirine Mani Mi?

Kur’an’da hicret emrediliyor. Bununla birlikte, Hadis olduğu rivayet edilen “Vatan sevgisi imandandır” şeklinde bir ifade de mevcut. Bu iki ifade arasında bir çelişki yok mu?

İnsan dediğimiz varlığın pek çok özelliklerinden biri, hatta birincisi yaratılmış ve kul olmasıdır.

Kul olması nedeniyle de kendisini yaratana karşı olan görev ve sorumlulukları, hayatında birinci derece öneme sahiptir. Daha açık bir ifade ile kulluk görevleri, insanın var edilme sebebidir.

Hicret konusunda da birinci belirleyici etken, içinde bulunulan durumun bu görevlerin yerine getirilmesini engelleyip engellemediğidir.

Bu ölçeğe göre bir belde dört durumda bulunabilir.

1. Eğer İslam’ın asgari şartlarını bile yaşamaya imkân olmayan, bu durumun düzelmesi konusunda bir umut da bulunmayan bir beldede isek, oradan hicret etmek şarttır. Üstelik bunun için elinden geleni yapmamanın vebali vardır.
2. İslam’ın asgari şartlarını yerine getirmede o an için sorun yaşanmasa bile, bu hakkı kaybetmek kaçınılmazsa, yine inancını özgürce yaşayabileceği bir beldeye hicret etmek daha uygundur.
3. İçinde İslam’ın gerektirdiği gibi yaşamanın mümkün olduğu ve Müslüman olmayanlara örnek olunarak İslam’ın yayılmasına vesile olma ihtimalinin de bulunduğu beldede ise kalmak, oradan hicret etmemek daha uygun olur.
4. Son olarak da inancımızın gerektirdiği gibi yaşayabildiğimiz bir beldeden hicret etmemiz, o beldede Müslümanların zayıflayıp zor durumda kalmalarına yol açacak, İslam’ı yaşamalarına mani olacaksa, buradan ayrılmak ihanettir. Asla ayrılmamak gerekir.

Hicretin, insanların İslam’ı rahatça ve huzur içinde yaşamalarını sağlamaya yönelik bir uygulama olduğu görülmektedir. Fakat tek amacın bu olduğunu söylemek konuya biraz dar açı ile bakmak olur.

İslami bir hayatı yaşamakta zorlanan insanlar, hicretle, bunu daha rahat yapabilecekleri yerlere yönlendirilir ve oralarda toplanmaları sağlanır. Bunun sonucunda orada bir birliktelik, bir güç meydana gelir. Yani hicret aslında zor durumdaki Müslümanların bir araya gelip güçlenmesini sağlayan bir mekanizmadır.

Bir başka açıdan düşününce de belki Müslümanları “İslâm Birliğine” yönlendiren İlahî bir sır olabilir.

Rabbimizin emir ve yasaklarını bize uygulamalı olarak gösteren sevgili Peygamberimiz (sav.), hicreti de kendi hayatında yaşamış, bize bununla ilgili ipuçları bırakmıştır.

Sevgili Peygamberimizin hicretine baktığımız zaman, hicretin hangi şartlarda ve nasıl yapılacağını açıkça görebilmekteyiz:

Baskılar iyice artıp cinayetler başlayınca, o öncelikle daha zayıf ve dayanma gücü az olanları gönderdi. İlk hicret de henüz Müslüman olmamasına rağmen, kendilerine zulmetmeyeceğine inanılan Habeş Necaşisinin yanına yapıldı.

Baskı arttıkça, Müslümanlar yavaş yavaş Medine’yi yurt tutmaya başladılar. Bu onlara hem dinlerini gereği gibi yaşayabilme imkânı sağladı hem de birleşerek bir güç meydana getirmelerine yol açtı.

Hazreti Peygamber (sav.) ise kendisine yapılan türlü türlü zulümlere rağmen son ana kadar bekledi. O kadar ki, sahiplerine teslim edilecek emanetleri Hz. Ali’ye bırakıp evinden çıktığı sırada, kapıda suikastçılar bekliyordu.

Hem kulluk ve peygamberlik görevlerini rahatça yapabileceği, hem de Müslümanların bir araya gelip güçlenecekleri bir beldeye yani Medine’ye hicret etti. On yıl sonra da gelip Mekke’yi, hatta savaşmadan alabilecek bir güce kavuştu Müslümanlar. Orada zulüm altında kalanlar da kurtarıldı.

Bu süreç içinde Medineli Müslümanlara da ayrı bir parantez açmak gerekir. Hicret mekanizmasının işlemesi için gerekli şartlardan biri olan “hicret edilecek belde” tarifine, mükemmelden öte bir örnek getirmişlerdir. Elbette kendilerine hicret eden zatın değeri ile doğru orantılı olarak, beraberinde gelenlere de, bugün sahip olduğumuz kültür ile akıl ve mantığımıza sığdıramadığımız boyutta fedakârlıklar sergilemişlerdir. Bunun sonucunda da İslam tarihi boyunca gıpta ile bakılan “Ensar” olmuşlardır.

Burada, yazının başındaki sorunun içinde kullandığımız “Vatan sevgisi imandandır.” ifadesi ile ilgili de bir not iletelim. Bu ifade pek çok yerde hadis olarak karşımıza çıkmasına rağmen hadis değildir. Ancak güzel bir sözdür.

Sonuç olarak:

Vatan insanın özgürce yaşayabileceği yerdir. Bir şekilde zayıflayarak, başka güçlerin gelip bizi vatansız bırakmasını istemiyorsak, güçlü olmalıyız.

Yukarıda saydığımız, hicreti teşvik eden ilk iki madde, vatanını savunmaktan aciz kalmışlara yöneliktir.
Allah Resulü (sav.) Mekke’nin fethedildiği gün artık Mekke’den Medine’ye hicreti yasaklamıştır.
Aslolan, inançlarımızı ve özgürlüklerimizi kısıtlamak isteyenlerin boyunduruğu altına girmemek, içinde bulunduğumuz toplumun da girmemesi için her türlü fedakârlığı yapmaktır.

Hicret mekanizması ise azıcık sıkışınca vatanını terk edip kaçma emri değil, zaten bir şekilde özgürlüğü elinden alınmışların, birleşip güçlenerek yok olmaktan kurtulmalarını sağlayan bir sistemdir.

Muhiddin YENİGÜN

Önceki Peygamberlere İnanıyorsak Onların Dinine Ait Noel, Şükran Günü Gibi Adetler Neden Günah Olsun?

Benim çocukluğumda bize okullarda ülkemizin kendi kendine yetebilen ender ülkelerden biri olduğu öğretilir, bununla da gurur duymamız sağlanırdı. Aynı dönemde İç Anadolu Bölgesi’nin ülkemizin tahıl ambarı olduğunu da öğrenmiştik.

Sonra aradan yıllar geçti ve “kendi kendine yetme” sözüyle sadece buğdayın kastedildiğini öğrendik. Meğer en çok övünülen yerlerdeki bayrak direklerinin iplerini bile dışarıdan getiriyormuşuz o zamanlar.

Aslında o günlerden çok öncelerde de dışarıdan pek çok şeyler almışız. Zaten dışarıdan bir şeyler almak çok da kötü bir şey değildir. Sonuçta kimde bir şey fazla varsa onunla sizde fazla olanı değiş tokuş edersiniz. Böylece iki taraf da bir ihtiyacını gidermiş olur. Aynen bunun gibi teknolojisi ileri olan da teknolojisini veya bu teknoloji ile elde ettiği ürünleri satarak gelir elde eder.

Ancak birileri size ürününü, malını verirken yanında kültürünü ve inancını da veriyorsa sıkıntı o zaman başlar. Birilerinin teknolojide ileri olması, onların kültür, sanat ve inançta da ileri olacaklarına delil olamaz. Fakat maalesef toplumumuzda, teknolojisi gelişmiş olan ülkelerin inanç alanında da en ileri ülkeler olduğu düşüncesi yerleştirilmiştir.

Bu düşünce zaman zaman tartışmalara da sebep olmaktadır. Bazı ayetleri ve İslâmî konuları kafalarına göre yorumlayıp, kendilerine delil oluşturma gayretine giren kimileri, yaptıklarını böylece İslâm sınırlarına dâhil etmeye çalışırlar. Bunlar aslında Hristiyanlığın hatta paganlığın nimetlerinden(!) faydalanırken İslâm’dan da çıkmamış olma kurnazlığının peşindedirler.

Derler ki; Kur’an’da Hz. Muhammed’den önceki peygamberleri kabul etmenin şart olduğu söyleniyor. Ayrıca İslâm’ın şartlarından bir tanesi de Peygamberlere inanmaktır. Hal böyle olunca Hz. İsa’nın doğum gününü kutlamak neden günah olsun? Onun getirdiklerini uygulamak neden günah olsun?

Özellikle yılbaşı dönemlerinde alevlenen bu durumu açıklamaya çalışalım:

Noel, Hıristiyanların Hz. İsa’nın (as.) doğum günü olarak kutladıkları bir bayramlarıdır. Bizim de kullandığımız güneş takvimine göre senenin bitmesine birkaç gün kala kutlanır. Ülkemizdeki Müslümanların çoğu bu bayramı, bu tarihte kutlamaz. Böyle bir bayramdan haberleri bile yoktur. Çam süslemek ve Noel Baba bu bayrama ait simgelerdir. Kutlamalar daha çok Hz. İsa’nın doğum günü değil de Noel Baba’nın hediye dağıtma günü havasında geçer. –Son söylediğimden, Kiliselerde yapılan törenler hariçtir.– Alışveriş çılgınlığının tavan yaptığı dönemdir. Mağazaların yıl boyu satamadığı malları tüketmeleri için iyi bir fırsattır.

Şükran Günü de yine Hristiyanların kutladığı bir gündür ama Hz. İsa ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Hatta ilk ortaya çıktığında Fatih İstanbul fethedeli yüz elli yıl olmuştur. Yani bu bayramın ilk ortaya çıktığı zamanın Hz. İsa’nın hayatta olduğu zamanla arasında, bizimle Efendimizin (sav.) arasındakinden daha uzun bir zaman vardır.

Şükran Günü’nün ortaya çıkması, Avrupa’dan Amerika ve Kanada’ya göçen insanların hasat zamanı Allah’a şükretmek için bir ritüel icat etmeleriyle olmuştur. Bölgesine göre Ekim, Kasım aylarında kutlanır. Ayırt edici etkinliği Hindi pişirilmesidir. Ülkemizdeki Müslümanlar tarafından bu bayram da bu tarihlerde kutlanmaz. Hatta kimsenin haberi bile olmaz.

Cadılar Bayramı: Aslen Hristiyan âdeti de değildir. Pagan âdetidir. Hristiyanlığa yedinci yüzyılda girmiştir. Ekimin son gününde kutlanır. Ayırt edici etkinliği korkunç kıyafetler giymek ve oyulmuş kabaklardır.

Sevgililer gününün ortaya çıkmasının da bir Hristiyan din adamına dayandığı söylenir. Hz. İsa ile hiçbir ilgisi yoktur. Yılbaşından sonra ikinci büyük “çılgın alışveriş” zamanıdır.

Görüldüğü gibi bu bayramlardan Hz. İsa ile ilgisi olan tek bayram Noel’dir. Onu da topu topu üç yıl süren peygamberlik hayatında Hz. İsa’nın kutlayıp kutlamadığını bilmiyoruz. Diyelim ki kendisi kutlamasa bile bir peygamberin doğum günü kutlanmak isteniyor. Acaba bir peygamberin doğum günü dans edip sarhoş olarak mı kutlanır?–ki Hristiyanlar bile öyle yapmıyor–

Son olarak bu iddialardan en masumu olan “Noel’i değil yılbaşını kutladığını söyleyenlere” cevap verelim:
Bir defa “Bir takvim yılının değişmesinde kutlanacak ne olabilir?” sorusu cebimizde dursun. Bunun mantıklı bir açıklaması zaten olamaz. Yıl bittiği, ömrümüzden bir yıl daha gittiği için ancak üzülmek gerekir.

Yılbaşı kutlaması da bize Hristiyan âleminden geçmiştir. Yani bir Hristiyan âdeti diyebiliriz. Fakat dini bir temeli yoktur. Onların Noel tatillerinin içine rast geldiğinden, Noel’e ait bazı simgeler Yılbaşı kutlamalarına da karışmıştır.

Sadece bu kadarı bile Yılbaşı kutlamanın, Hristiyan ve Yahudilere benzememek için en basit bir günlük uygulamasını bile değiştiren Hz. Peygamber’in talimatlarına aykırı olduğunu göstermeye yeter.

Bununla birlikte:
– Yılbaşı gecesi Noel Baba kıyafetleri giyip Noel Baba şapkaları takmak,
– Birbirine Noel Baba figürlü hediyeler almak,
– Evinde Noel ağaçları süslemek,
– Yılbaşında Hindi pişirmek,
– Yılbaşında kabak pişirmek, Hristiyanlara benzemektir. Hem de onların farklı farklı zamanlarda yaptıkları ritüelleri bir geceye sığdırmaktır.

Üstelik bunların tamamı Hristiyanlığa Hz. İsa’dan yüzlerce yıl sonra girmiş adetlerdir. Dolayısıyla bunları yapmakla Kur’an’da ve İslâm’ın şartları arasındaki geçmiş peygamberleri kabul etme emri arasında hiçbir bağlantı yoktur.

Kaldı ki, Hz. Peygamber’in gelişiyle önceki Peygamberlerin getirdiklerinin tümü hükümsüz olmuştur.

Ya da o getirilenler sonradan gelenler tarafından bozulup hükümsüz kaldığı için Hz. Muhammed (sav.) gönderilmiştir.

Muhiddin Yenigün

İnsan Şerefli Mi Yoksa Cahil Ve Zalim Mi?

İsrâ Sûresi’nin 70. ayetinde “And olsun ki biz Âdemoğullarını şan ve şeref sahibi kıldık.” denirken Ahzâb Sûresi’nin 72. ayetinde “Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.” deniliyor. Nasıl olur da insan hem “şan ve şeref sahibi” hem de “zalim ve cahil” olabilir?

Cenab-ı Hak insanı diğer bütün yarattıklarından farklı özelliklerde yaratmış, farklı donatmıştır. Onu eşref-i mahlûkat yani yaratılmışların en şereflisi olacak kabiliyette halk etmiştir.

Hayvanları incelediğimizde hepsine farklı farklı özellikler verildiğini görebiliriz. Kimi su altında nefes alabilir, kimi gökyüzünde uçabilir, kimi toprak altında hareket edebilir… Bazısı kilometrelerce ötedeki avını görebilir, bazısı ses dalgalarını kullanarak yolunu bulabilir, bazısı düşmanını saniyeler içinde öldürecek zehri kendi vücudunda sentezleyebilir. Daha doğru bir ifadeyle “sentezletilir”.

İnsan ise yukarıda saydığım özelliklerin hiçbirine doğuştan sahip değildir. Fakat geliştirdiği araçlarla su altında da, yer altında da, havada da hareket edebilmekte; kilometrelerce uzaktaki hedefleri izleyip, ses dalgalarını kullanarak yolunu bulabilmekte, son derece öldürücü zehirler sentezleyebilmektedir. Çünkü insan yaradılış itibariyle sahip olmadığı özelliklere sahip olmasını sağlayacak teknolojiyi geliştirecek kabiliyette yaratılmıştır.

Yani insan gelişmeye açıktır. Yaratılan ilk fertlerinden günümüze kadar ne tekerleği icat edebilmiş, ne ateş elde etmeyi başarabilmiş bir başka tür yoktur. İnsan içinse bugün dünyanın herhangi iki noktası üzerindeki herhangi iki kişinin aynı anda karşılıklı konuşabilmesi sıradan bir olay halindedir. Yerin kilometrelerce altına inip işine yarayacak madenleri çıkardığı gibi başka gezegenlere araçlar göndererek onlar hakkında bilgi de edinebilmektedir.

Bu özelliğiyle insan “en şerefli” mahlûk olarak karşımıza çıkar. Şüphesiz “en şerefli” sıfatı ona boş yere verilmemiştir. Bunun karşılığında diğer mahlûkatın muhatap olmadığı bir imtihana tabi tutulmaktadır.

İnsanın diğer canlılardan farklı olarak sınırlanmadığı tek yanı gelişmeye açık olması değildir. Duygu ve düşüncelerinde de bir sınırlama yoktur.

Meselâ tok bir vahşi hayvan genellikle yanından bir av geçse bile ona saldırmaz. Fakat insan öyle değildir. Gelecekte de muhtaç olma ihtimalini düşünüp ihtiyacı olmadığı halde daha fazlasını ister, “daha yok mu?” der. Hatta bazen kendi çıkarı uğruna pek çok insanların zarar görmesine razı olur. Örneğin bir savaş çıkarır milyonlarca insanın ölmesine yol açar. Bir düğmeye basmakla yüzbinlerin canına kast eder. Oysa hiçbir hayvan, eğer fıtratı değiştirilmemişse, yemeyeceğini öldürmez.

Elbette duygu ve düşüncelerinin sınırlandırılmaması da insana boşu boşuna tanınmış bir ayrıcalık değildir.

Rabbimiz insanı yeryüzünde, kendi isimlerinin numunelerini gösterecek donanımda yaratmıştır. İnsan bu özellikleri geliştirdiği oranda kalitesi ve değeri de artar. Böylece en değerli insanlar arasına girebilir. Bu nedenle duygu ve düşüncelerine sınırsız gelişme kabiliyeti verilmiştir.

Fakat bunun yanında, bu kabiliyeti kötü ahlakını daha da kötü yönde geliştirmek için kullanan, sadece kendi çıkarını düşünen insanlar ise “zalim” sıfatını hak eder.

Diğer canlıların aksine olarak sadece insana verilen bu “gelişime açık olma” özelliğinin bir de olumsuz sonucu vardır. Gelişime açık olan tür, hayata sıfırdan başlamaktadır.

Hayvanlar hayatlarını sürdürmek için gerekli her şeyi bilir şekilde doğarlar. Hayata merhaba diyen sinek anında uçmaya başlar. Kelebek belki biraz kanatlarının gerilmesini bekler ama hiç uçma talimleri yapmaz. Doğrudan uçar. Arılar hakeza… Deniz altında nefes alma eğitimi alan balık, yer altında tünel kazma kursuna giden köstebek yoktur.

Hiçbir koyun yeni doğan kuzusunu kucağına alıp ninni söyleyerek emzirmez. Kuzu süte ihtiyacı olduğunu ve nereden bulacağını bilerek doğar.

Oysa insan her şeyi kendisi öğrenmek zorundadır. Sadece hayatta kalmasını sağlayacak şeyleri öğrenmesi için gereken süre pek çok hayvanın ortalama hayat süresinden daha uzundur. Bu yönüyle de insan diğer mahlûkattan daha “cahil” yaratılmıştır. Hatta ayetin ifadesiyle “çok cahil” yaratılmıştır.

Tıpkı bunun gibi, “yaratılmışların en şereflisi” olduğu için sınır koyulmamış duygu ve düşüncelerini kötü ahlakını beslemede kullanarak “çok zalim” olmayı seçenler de bulunmaktadır.

Rabbimiz isimlerine aynalık yapmamız için verdiği özellikleri, razı olduğu şekilde kullanmamızı nasip etsin. Amin!

Muhiddin YENİGÜN

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2017 Nisan (484.) sayısında yayınlanmıştır.

Kusurdaki Kusursuzluk

Mülk Suresi’nin 3. ayetinde “Rahmân olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” deniliyor. Hâlbuki çevremize baktığımızda pek çok hastalıklar, felaketler kısaca kusurlar görebiliyoruz. Bu nasıl oluyor?

Her zaman yaptığımız gibi konu üzerinde birkaç yönden kafa yoralım birlikte.

Öncelikle şu soruyu kendimize soralım: Kusur dediğimiz şeyler gerçekten kusur mu?

Bunu anlamak içinse şu soruya cevap düşünelim: Eğer o “kusurlu” olduğunu düşündüğümüz şeyler o şekilde olmasaydı, nasıl bir dünya olurdu?

Hastalıklar yok, sakat doğumlar yok, ölüm yok, depremler yok, her şey son derece mükemmel…

Hah! İşte, orayı hak edebilmek için bu dünyada Rabbimizden gelen mesaja iyi kulak vermeliyiz. Bizi sevk ettiği tarafa yönelmeli, men ettiği taraftan da uzaklaşmalıyız. İşte buna imtihan deniyor. Ve bu imtihanda sorular işte o “kusur” ve “eksik” gibi gördüğümüz perdelerle çıkıyor karşımıza.

Kimimize “kusurlu sağlık” vermiş gibi görünür… Kimimize “eksik mal” vermiş gibi görünür… Kimimize “kusurlu akraba/aile” vermiş gibi görünür…

Fakat doğru kullanıldığında görülür ki, bu yaratmalar, insanın kusursuzluk âlemine namzet ve uygun hale getirilmesine yöneliktir.

İnsan noksanları ile birlikte yaratılmıştır.

Eksikliklerimiz belki bizim var olma sebebimizdir. Eksikliklerimiz nedeniyle zaman zaman hatalar yapacağız, pişman olacağız, tövbe edeceğiz, af dileyeceğiz. Böylece Rabbimizin Gaffar, Afüvv isimleri tecelli edecek.

Eğer bunca kusuruna rağmen insanın yaratılmasına, bunca kusurumuza rağmen kendimizin yaratılmasına “bir hatadır” diyemiyorsak, hata dediğimiz şeyleri de bir kez daha gözden geçirmeliyiz.

Kendi yaratılışının da hata olduğunu düşünenleri zaten bahse değer görmüyoruz.

Hepimizin bildiği gibi Rabbimiz bu dünyayı bir imtihan meydanı ve hikmet yurdu olarak yaratmıştır. Dünyanın imtihan meydanı olmasının bir sonucu olarak da burada sebepler perdesi arkasında görür işleri. Kudretini hikmetlerin ve sebeplerin arkasına gizler.

Ahiret âlemi ise bu kudreti perdesiz müşahede edeceğimiz belde olacaktır. Cennet tariflerinde bildirilen; ağaca ihtiyaç olmadan meyve gelmesi, yerçekimine maruz kalmadan hareket edebilme, yiyip içmeye ihtiyaç olmama gibi durumlar bize orada Rabbimizin kudretiyle perdesiz muhatap olacağımızı düşündürür.

Fakat burada durum farklıdır. Yani burada her şey bizim imtihan edilmemiz için kurgulanmıştır. Her şey mutlaka bir hikmete binaen yaratılır bu dünyada. Başka bir ayette ifade edildiği gibi, solmuş bir yaprağın dalından kopup düşmesi bile bu kuralın dışında değildir. Fakat hikmetlerin arkasındaki asıl hikmet imtihandır.

Burada kafamızı karıştıran noktalardan bir tanesi, Rabbimizin, yaratmasında bazı şeyleri bizim cüz’i irademize bağlaması sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Kusur olarak görülen pek çok şey bu sınıftan yaratılan şeylerdir. Meselâ insanlık tarihindeki tüm savaş, kavga ve çatışmalar bu sınıftandır. Bunların ortaya çıkması hep insanların, cüz’i iradelerini bu durumları sonuç verecek yönde kullanmaları neticesindedir. Rabbimiz de sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde, ortaya çıkması gereken sonucu yaratmaktadır. Ve bu yaratmada bir kusurdan söz edilemez. Ayette kastedilen “Allah’ın yaratışındaki kusursuzluğu” bu anlamda anlayarak kâinata bakarsak hiçbir kusurla karşılaşmayız. Aynen ayette dendiği gibi…

Biz ise olayların ve durumların bize bakan yönlerini görüp ona göre yorum yapmakta ve kusur bulduğumuzu zannetmekteyiz.

Bu noktada olayın başka bir boyutu ortaya çıkmaktadır. Acaba biz baktığımız şeylerin ne kadarını görüyoruz? Hikmet perdesinin arkasına erdirebiliyor muyuz görüşümüzü? Sebep-sonuç ilişkilerinde mi takılıyoruz yoksa?

Sıradan bakan bir göz için kapkara gökyüzünde parlayan bir nokta, kusur gibi görünebilir. Ama onu kullanmayı bilen denizciler, onunla yönlerini bulur. Onun uzaklığını, büyüklüğünü, sayılarının çokluğunu tespit edip, arkasındaki hikmeti anlayanlar, kâinatın genişliğini görür ve bu kâinatı yaratan Rabbin ne kadar azametli olduğunu anlar.

Beyaz kâğıdın üzerinde kusur gibi duran bir nokta, belki bir böcektir. Hayat sahibi olması için gereken tüm mekanizmalar içine yerleştirilmiş, canlı bir noktadır o. Üzerinde nokta gibi göründüğü sayfanın binlercesini dolduracak bilgiler içeren kitaplar yazılmış olabilir o böcek hakkında.

Fakat gökyüzüne bakıp; yıldızları, galaksileri yaratan Rabbimizin kudretinin büyüklüğünü göremiyorsak; nokta boyutunda hatta daha küçük canlıların yaratılmasındaki hassasiyeti göremiyorsak, bakmayı çok da iyi bildiğimizi söyleyemeyiz.

Böyle “kusurlu” bir bakışla da Rabbimizin “hikmetlere binaen” öyle yarattığı bir şeyi kusurlu olarak görüyorsak, bu, o yaratıştaki kusurdan değil, bizim Kur’an ve Hadis ekseni dışında, kendi eksik ve kısa görüşümüzden kaynaklanmaktadır.

Muhiddin YENİGÜN

Yoğun Program

Sabah fişek gibi fırladı yataktan. Çünkü kendisini çok yoğun bir gün bekliyordu.

Önceki akşam ünlü işadamıyla yediği yemekte anlaşmaya varmışlardı ve bu sabah o işadamının şirketinde göreve başlayacaktı.

Üstelik yeni patronu sabah erken saatte çok önemli bir toplantı olduğunu söyleyip, mutlaka kendisinin de o toplantıda bulunmasını istemişti.

Akşam ise sadece özel kişilerin davet edildiği bir törene katılması gerekiyordu.

Hızlıca hazırlanıp evden çıktı. Geçen yıl kırmızı ışıkta beklerken arabasının koltuğundan dizüstü bilgisayarı çalındığından beri adet edindiği üzere çantasını bagaja atıp yola koyuldu.

Yola çıktıktan on dakika kadar sonra, trafik ekipleri tarafından durdurulup evrakları istendi.

– Ehliyet ve ruhsatınız lütfen!

Yeni işe başlayacağı için o kadar heyecanlıydı ki eli ayağına dolaşıyordu. Ceplerini kontrol etti. Yok! Torpidoda da yok! Siperliklerde? Yok!

– Bir saniye memur bey! Hemen bulacağım.
– Araç sizin mi?
– Evet benim!
– Fakat bunu ispatlamanız gerekiyor.

Son anda bagaja attığı çantayı hatırladı. Evraklar çantasındaydı. Hemen bagajdan çantasını aldı ve gerekli tüm evrakları memura gösterip yoluna devam etti. Ama bir hayli zaman kaybetmişti.

Hızla yeni işe başlayacağı şirketin bulunduğu plazanın otoparkına park etti arabasını. Fakat bu defa da plaza girişinde güvenlik vardı. Yeni işe başladığını anlatmaya çalıştı ama güvenliktekileri ikna edemedi.

Güvenlik Nuh diyor peygamber demiyordu.

– Beyefendi! Burada çalışıyorsanız lütfen ispatlayın.

Yeni patronuyla bir önceki gece anlaştığı için henüz şirkettekilerin de bilgisi yoktu onun geleceğinden. Bu yüzden şirketi aramak da işe yaramayacaktı. Kimliğini bırakarak bir ziyaretçi kartı aldı ve yukarı çıktı. Kendisine bir geçiş kartı verilene kadar böyle idare edecekti.

Şirkete girer girmez hemen toplantı salonunu sordu. Zaten çok vakit kaybetmişti. Daha ilk günden toplantıya geç kalmak yeni işyeri üzerinde hiç de güzel bir intiba bırakmayacaktı.

Hızlıca kapıyı vurup toplantının yapıldığı odaya girdi.

Bir anda tüm gözler kendisine çevrilmişti ama önceki akşam yemek yediği ünlü işadamı toplantıda yoktu.

Dondu kaldı.

– Beyefendi bu çok özel ve gizli bir toplantıdır.

– Biliyorum. Benim de bu toplantıya katılmam gerekiyor. Dün akşam Hakan Bey’le anlaşmıştık. Ben bugün bu şirkette işe başlayacağım.

– Hakan Bey bize böyle bir bilgi vermedi. Toplantıya katılabilmek için bu söylediğinizi ispatlamanız gerekiyor. Size yazılı, imzalı bir şey verdi mi?

– Hayır vermedi. Ama hemen kendisini arayıp onay alabiliriz.

Hakan Bey arandı ve onay alındı. Böylece toplantıya zamanında katılabildi.

Toplantının sonunda, sabahtan beri kaç defa kendisini ispat etmek zorunda kaldığını düşündü. Günde kaç defa kendimizi ispat ediyorduk farkında olmadan… Bir tanesinde kendini ispat edemeseydi ne büyük dertler açılacaktı başına.

İş çıkışı yine çantasını bagaja fırlatıp arabasına atladı ve evinin yolunu tuttu. Yolu yarılamıştı ki katılması gereken tören aklına geldi.

Hemen yolunu değiştirdi. Hızlı giderse yetişebilirdi.

Tören başlamak üzereyken o da salonun kapısındaydı. Fakat günün olayı yine peşindeydi.

Kapıdaki görevli:

– Beyefendi bu özel bir törendir. Sadece davetliler girebilir.
– İyi ya! Ben de davetliyim zaten.
– O halde ispatlayın davetli olduğunuzu.
– Kardeşim davetiye arabamda. Bagajda kaldı çantam…

Başka yolu olmadığını anladı. Daha fazla geç kalmamak için koşa koşa arabasına gitti. Davetiyeyi aldı. Kapıya geldi. Güvenliğe davetli olduğunu ispatladı ve içeri girdi.

Törenden sonra yine arabasına bindi. Uzun ve yorucu bir günün ardından kısa bir süre sonra evde olacağı için seviniyordu.

Ama işler hesap ettiği gibi gitmemişti. Aşırı yorgunluğun da etkisiyle bir anda arabasının kontrolünü kaybetti…

Gözlerini açtığında daha önce hiç görmediği türden iki varlık başında duruyor ve hep aynı soruları tekrarlıyorlardı:

– Rabbin kim?
– Dinin ne?
– Peygamberin kim?

Bunlar neye inandığıyla ilgili sorulardı. Neyse ki, çocukluğunda ailesinin onu yaz tatilinde gönderdiği, camideki Kuran kursunda bu soruların cevapları kendisine öğretilmişti.

Tam ezberlediği cevapları sıralayacaktı ki birden gün boyu yaşadıkları geldi aklına.

– Ya bu memurlar da gün boyu karşılaştıklarım gibi “İspatla!” derse!..

Muhiddin YENİGÜN

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2016 Ekim (478.) sayısında yayınlanmıştır.