Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Neizm? Neizm?

Son yıllarda özellikle gençler arasında yaygınlaştırılmaya çalışılan bir düşünce akımı ortaya çıktı. Deizm.
Bu yazımızda birkaç soru ile deizmin ne olduğunu anlamaya çalışacağız.
Deizm ne der?
Deizm hakkında konuşabilmek için önce deizmin ne olduğunu bilmek gerekir değil mi? Bunun için hemen Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakıyoruz:

DEİZM

Fransızca déisme
isim, din b. (***) Tanrı’yı yalnızca ilk sebep olarak kabul eden, evreni bir Tanrı’nın yarattığına inanmakla beraber yaratıcının evrene hiçbir müdahalesi olmadığını ve olmayacağını savunan, vahyi reddeden görüş.

Bilinçli mi yaptılar bilmiyorum ama bu tarifi yazan kişilerin Allah değil de Tanrı ifadesini kullanmaları son derece doğru bir karar olmuş. Çünkü bu inanışta evreni yarattığı düşünülen şey ile Allah asla aynı değildir.
Çocukluğunda Kur’an öğrenmeye giden herkese öğretilen Allah’ın zâtî ve subûtî sıfatları bize Rabbimizin, onların düşündüğü gibi olmadığını öğretir. Aynı şekilde deizme inanan bir kişinin tasavvur ettiği yaratıcıda da bu sıfatlar yoktur.
Hatta daha önce konuştuğum bir deist kâinatın bizzat yaratıcı olduğunu/olabileceğini, evrenin bir parçası olarak insanın da onun bir parçası olduğunu/olabileceğini iddia etmişti.

Bu düşüncenin tarifindeki yaratıcı bizim bildiğimiz zâtî sıfatlara sahip değildir. Vücut, kıdem, beka, vahdaniyet ve diğer zâtî sıfatlar bu inanışta ayırıcı özellik değildir. Olsa da olur olmasa da. Yani bu kâinatı yaratan bir yaratıcının bu özellikleri olması gerekmez onlar için.

Subûti sıfatlarda da durum farklı değildir:

Hayat: Hâlâ hayatta olup olmadığı belirsizdir. Çünkü sistemi kendi kendine işleyecek şekilde yaratmıştır.
İlim: Böyle bir sıfatı zaten olamaz. Çünkü (eğer hâlâ hayattaysa) kâinatı böyle yaratırsa sonucun nasıl olacağını görmek için yaratmıştır. Yani deistler yarattığının neticesini bilemeyen bir yaratıcı tahayyül etmektedirler.
Kudret: Bu sıfatı vardır. Zaten bütün bu kâinatı yaratan bir kudreti inkâr edemedikleri için Deist olmuşlardır. Bunu da inkâr edenlere ateist deniyor.
Semi/Basar: Haydi bunları da, “sonuçları görmek istemesi” hüsnüzannıyla var kabul edelim.
Tekvin: Yaratıcı yoktan mı var etti, yoksa malzemeleri mi kullandı bu inanışta meçhuldür.
Kelam: İşte zurnanın zırt dediği yere geldik. Deizm diye bir inanışın var olma sebebi Allah’ın işte bu sıfatıdır. Bu inancın temelinde işte bunu inkâr vardır.

Neden?

Çünkü yarattıklarıyla konuşmayan, onlarla iletişim kurmayan bir yaratıcı onlara emir ve yasaklarını iletemez. Dolayısıyla onlardan da bir şey bekleyemez.
Yani, eğer yaratıcının kelâm sıfatı yoksa din de yoktur. İbadet de yoktur. Haram, helal de yoktur. Cehennem de yoktur.
İşte insanlara cazip gelen de budur. İbadetsiz ve sorumsuz bir hayat.
Kısaca deizm, kâinattaki düzeni görüp, bunun kendi kendine meydana gelemeyeceğini ve bir yaratıcısı olması gerektiğini gören ama ona karşı herhangi bir görev ve sorumluluğu olmasını da istemeyenlerin, kendileri için uydurduğu bir çözümdür.

Son olarak, akla gelebilecek bir soruya da cevap verip kapatalım.
İyi diyorsun da hemşerim, senin o saydığın sıfatlar hep din kaynaklı. Ben o dine inanmıyorum, dolayısıyla onlara da inanmak zorunda değilim.
Onlar bize elbette İslâm’ın öğretileridir. Fakat kâinatı yaratan bir Rabbin olmazsa olmaz sıfatlarıdır. Bunlar olmazsa o Rab de olamaz.
Rabbimizin isim ve sıfatlarının neden olmazsa olmaz olduğu konusunu araştırmak isteyenleri de bu çağın Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur’a havale ediyoruz. Orada cevabınızı bulabilirsiniz.

Muhiddin Yenigün

Yeni Sembolizm

Her Cuma sabahı telefonlarımız peş peşe dıtlamaya başlar. Açar bakarız; birileri ya bir yeşil kubbe ya da bir gül üzerine sonu “Hayırlı Cumalar“ diye biten bir mani göndermiştir. Biraz sonra açtığımız sosyal medya ortamında da durum farklı değildir. Bazen bir manzara bazen bir hüsn-ü(!) hat ile birlikte yine bir dolu “Hayırlı Cumalar” mesajları…
Kandillerde ve bayramlarda bu rutin artarak devam eder.
Bu mesajlar sayesinde yeşil kubbenin değişik açılardan, türlü hava şartlarında ve günün farklı saatlerinde çekilmiş çeşit çeşit fotoğraflarını görürüz.
Bazen de o yeşil kubbeye bakarken düşüncelere dalar gideriz.
Ah şimdi orada olmak vardı! Orada yaşayanlar ne kadar şanslı! Ne mübarek bir mekân! Keşke imkânım olsa da gitsem.
Kâbe deseniz hakeza. Her bir santimetrekaresinin değişik açılardan çekilmiş fotoğrafları, etrafındaki mescidin sürekli değişen yapısından değişik değişik enstantaneler her gün görüşümüze sunulur. Sonra yine bakar ve düşünürüz:
Ah şimdi orada olmak vardı! Orada yaşayanlar ne kadar şanslı! Ne mübarek bir mekân! Keşke imkânım olsa da gitsem.
Benzer duygular ihtişamlı bir Sinan camisini izlerken de ortaya çıkabilir.
Üff! Ne cami yapmış adam be! Var ya bu Mimar Sinan çok zeki adammış. Caponların en afili bilgisayarlarla çözemediği kafam kadar integralleri çözerek yapmış bu camileri.
İyi, güzel tüm bunlara sevgimiz ve saygımız büyük ama…
Biri de diyor ki: “’ama’ sözünden önce söylediklerinin hiçbir hükmü yoktur”
Biz yine de başta söylediklerimizden vazgeçmiyoruz, bununla birlikte örneklediğimiz sembollere karşı olan duruşumuzu bir gözden geçirelim istiyoruz.
Sorumuz şu:
Özlediğimiz, “keşke orada olsam, keşke yakından görsem” dediğimiz yer yeşil kubbe veya devasa Mescid-i Nebevi mi acaba?
Kâbe fotoğrafı gördüğümüzde hissettiğimiz şey acaba Pisa kulesi, La Sagrada Familia ya da Piramitler’i görme arzusu ile aynı duygunun türevleri mi?
Edirne’ye kadar gidip Selimiye’yi ziyaret ederek o ihtişamlı yapıyı inceledikten sonra içinde bir vakit, hiç olmazsa bir tahiyyatül mescid namazı kılmadan mı dönüyoruz acaba?
Sadede geliyorum.
Uhrevi mekânlar, ulaşımın ucuz ve kolay hale gelmesiyle çok ziyaret edilir oldu. Bu durumun ortaya çıkmasında turizmcilerin gösterdiği gayret de takdire şayan tabii ki. İletişim araçlarının da gelişmesiyle, tabiri caizse içimiz dışımız uhrevi iklim fotoğrafı oldu. Oldu olmasına ama bu kadar çok görselin arasında mana kayboldu gitti. Her şey maddeye döndü.
Öyle olmasa Selam Kapısı’ndan salavatlarla huzura ilerleyen bir hacı adayımız “Buraya niye geldik? Ne var ki burada?” sorusunu nasıl sorabilirdi ki?
Hacdan, umreden döndüğümüzde Haremlerin içindeki dünya ile dışındaki dünya arasındaki tezat hakkında kurduğumuz cümleler bu kadar çok olur muydu?
Maalesef ulvi hakikatlere ayna olarak görülmesi gereken semboller, o asıllara perde haline dönüştü.
Yeşil kubbeyi görünce çoğumuzun aklına sıcak iklime yapılan umre isimli turistik gezi geliyor. O kubbenin kimlere çatı olduğu unutulmak üzere.
Aynı şey günlük hayatımızda da karşımızda.
Bakıyoruz sünnete uygun giyindiğini söyleyen insanlar toplumun genelinde farklı bir görüntüye bürüyor kendini. Ya sırtındaki ya başındaki toplumdan farklı.
Maneviyatımızın beslendiği ortama daha dün gelen birine sen şimdi şunları bir giy, gömleğini şöyle sal, takken şu renk, şu model olsun, baş örtünü şuradan iğnele vb. biçimlendirme işlemlerine başlıyoruz.
Bunu öyle önemsiyoruz ki, bunu yapmayınca dinden çıkacağını zannediyor muhatap. Bunun yan ürünü olarak da bunları yaptığı zaman kendini olmuş zannediyor.
Aynen onun gibi mensup olduğumuz grubu öyle methediyoruz ki, adam o gruba mensup olmakla kurtulduğunu, başkalarına karşı üstün olduğunu düşünüyor. Ondan sonra gelsin çiğ sofular.
Peki nerede kaldı ihlâs? Cadde-i Kübra-yı Kur’ani nerede kaldı? Nefsimizi büyük havuzda eritip, büyük havuzun bir parçası olmaya ne oldu?
Yeni gelen adamın o caddede yürümesini sağlamak mıdır önemli olan, bizim meşrebin nüfusuna kayıtlı olması mı?
Yaptığımız hizmetler mensubu olduğumuz meşrep, vakıf, birliğin gelişmesi için mi, yoksa Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye bir yolcu daha eklemek ve mevcut yolcuların yola devam edebilmesini sağlamak için mi?
Son söz olarak, sembolleri asılların yerine ikame etme hastalığının nerelere varmaya müsait bir illet olduğunu görmek isteyenleri, Mekke Fethi’nin bir gün öncesindeki Kâbe’yi düşünmeye davet ediyorum.

Muhiddin Yenigün

Bor’un Pazarı Toplanmadan

Atalarımızın söylediği en meşhur sözlerden biridir: “Bugünün işini yarına bırakma!”

Dünyada başarılı olmuş kişilerin hayatına baktığımız zaman da büyük çoğunluğunun, hayatlarını disiplin altına almış, bilerek veya bilmeyerek bu atasözünü hayatlarına geçirmiş kişiler olduklarını görebiliyoruz.

Hayatlarının tamamına uygulayamayanların bile çok istedikleri, hedefledikleri bir konuda başarıya ulaşmak için, geçici de olsa bu kuralı uyguladıklarını hepimiz biliriz. Ertelenen işlerin çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlanması bunu kaçınılmaz kılmaktadır.

Süresi belirsiz olsa da sonunun geleceği kesin olan bu dünya hayatına ait bir konuda başarılı olmak için bugünün işini yarına bırakmazken, acaba ahirete yönelik, daha doğrusu Rabbimize yönelik işlerde bu atasözünü hayata geçirebiliyor muyuz?

Yoksa “Bugünün işini yarına bırakma!” atasözü, konu uhrevi işler olduğu zaman “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” şekline mi dönüşüveriyor?

Başta namaz olmak üzere vakitli ibadetleri kazaya bırakıyor muyuz meselâ?

İlahiyatçı değilim, fakat zamanında kaza namazı ile ilgili kapsamlı bir site hazırladığım için çok araştırma yapmıştım. Oradan edindiğim bilgilere istinaden söylüyorum: Namazı kaza etmek asla vaktinde kılmakla aynı değil. Bir defa sevap anlamında bütün kazançtan vazgeçmiş olunuyor. Bunun dışında çok sağlam gerekçe olsa bile kaza edilen namazın borçtan düşüp düşmeyeceği kesin değil. Oruç için Kur’an-ı Kerim’de tarif edilen kaza mekanizmasının namaz için de geçerli olacağı umuduyla yapılan bir özür beyanıdır sadece kaza namazı. Fakat elde olmayan sebeplerle vaktinde kılınamamış bir namazı da tamamen bırakmaktansa, Rabbimizin rahmet ve mağfiretine güvenip affetmesini umarak kaza etmek, son çare olarak yapılması gereken şeydir.

Şeytan’ın mesajlarını alıp alıp ruhumuza doğru seslendiren nefis, hacca gitmeyi yaşlanıp birilerinin sırtında tavaf edecek hale gelinceye, zekât vermeyi üçüncü dairenin tapusunu aldıktan sonraya, oruç tutmayı doktorun “artık oruç tutamazsın” diyeceği günlere erteletmek istediği gibi, namaz kılmayı da emeklilikten sonraya bıraktırmaya çalışır.

Bu noktada “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” felsefesinin insana en büyük zararı verdiği durumlardan biri ortaya çıkar.

Bir defa bu emeklilik hangi yaşa tekabül eder? Meselâ benim için bu yaş 52. Bunu baz alarak konuşursak; acaba o yaşa geldiğimizde çalışmayı bırakacak mıyız? Veya bırakabilecek miyiz? Yoksa emeklilik yaşımız gelse de çalışmaya devam edebilecek miyiz?

Gücümüz ve çalışma imkânımız varsa kaç yaşına kadar çalışmaya devam etmeyi planlıyoruz? Çalışmaya gücümüzün yetmeyeceği halde namazları nasıl kaza edeceğimiz sorusunu bir kenarda bekletiyoruz.

İyimser bir tahminle 52 yaşında tüm dünyalığımızı toplayıp inzivaya çekildiğimizi ve kendimizi uhrevi işlere verdiğimizi düşünelim.

Namaz kılmakla mükellef olduğumuz yaşı da sınır değer olan 15 olarak alalım. Elli ikiden on beşi çıkardığımızda, namaza emekliliğinde başlayan bir insanın en az 37 yıl namazı kazaya kalmış demektir.

Burada nefis ve Şeytan devreye girer ve der ki: Her gün bir haftalık kaza namazı kılsan beş buçuk senede bitirirsin namaz borcunu.

Fakat kazın ayağı öyle değil maalesef. Bir günlük kaza namazı yirmi rekâttır. Bir haftalık kaza 140 rekât yapar. 40 da günün namazları, eder 180 rekât. O yaşa kadar namaza alıştırılmamış mafsallara ve kaslara bu yükü yüklemek imkânsızdır. Beş buçuk yıl değil beş buçuk gün için bile sürdürülebilir bir program değildir bu.

Tecrübelerimiz bu işin yılmadan sürdürülebilecek miktarının her güne bir günlük kaza namazı olduğunu göstermiştir. Ara sıra bu miktar artırılabilmekle birlikte her gün vakit namazlarına ilave olarak bir günlük kaza namazı kılmak, bünyenin tahammül sınırları içinde kalan bir ölçüdür.

Örnek vakamıza dönersek, 37 yıllık namazı her gün 1, ara sıra kendini güçlü hissettiği günlerde de iki üç günlük kaza kılmak suretiyle 30 yılda bitirdiğini varsayalım. Haydi, daha iyimser (bu kadar iyimserlik Polyanna’yı bile aşar aslında) düşünüp 25 yıla düşürelim. Elli iki yaşında namaza başlayan bir kişinin insanüstü bir çaba gösterse bile kaza namazı borcunu bitirmesi (52+25=) 77 yaşında olacaktır.

77 yaşına kadar yaşama ihtimalimiz acaba yüzde kaçtır? Zaten 52 yaşını görme ihtimalimiz yüzde kaçtır ki?

Özetle: Uhrevi işleri dünyanın bizi bıraktığı zamana ertelemek büyük ihtimalle onları yapamadan dünyayı bırakmamız demektir.

Pazar henüz Bor’da kuruluyken yetişip erzakımızı temin edelim. Bor’daki pazara yetişemeyip Niğde yollarına düşmeyelim sonra.

Muhiddin Yenigün

Sonuç Odaklı Süreçler

Yıldızlı bir gecede başını kaldırıp yıldızları izlerken “Acaba oralarda da yaşayanlar var mı?” diye düşünmemiş olanımız herhalde yoktur.

Burada “yaşayan” ile kastedilenin de bilim adamlarının bulmaya çalıştığı gibi, tek hücreli veya kimyasal yapısı hücre olmaya aday yapıda bir “canlı(!)” olmadığı da muhakkaktır.

Aslında merak ettiğimiz iki şey vardır.

1) Yaşayanlar varsa buraya gelirler mi? (Bu kadar da tembeliz. Hep ayağımıza bekliyoruz. Kalk bir kere de sen git! Yok!)

2) Gelirlerse ısırırlar mı?

Şaka bir yana, milyar kere milyar tane yıldıza bakarken bizim merak ettiğimiz şey, oralarda “akıllı” birilerinin olup olmadığıdır.

Bu demek oluyor ki, kâinatta yaratılmışların sahip olabileceği en değerli vasıf akıllı olmalarıdır.

Zaten Rabbimiz de kâinatı yaratma sebebini bize “bilinmek istemesi” olarak bildiriyor. Yani akılla muhatap olunması…

Akıl ve bilginin ne kadar değerli olduğunu bu şekilde tespit ettikten sonra asıl konumuza geçebiliriz.

Rabbimiz bu kâinatı yaratırken, sistemde geçerli olacak bir takım kuralları da birlikte yaratmıştır. Bu kurallardan bir tanesi, nadir görülen istisnalar dışında -ki bunlar da onun tasarrufundadır- bütün olayların bir sebep-sonuç ilişkisi içinde gelişiyor olmasıdır.

Bizim bilgi dediğimiz şeyin büyük çoğunluğu, bu ilişkide hangi sebeplerin, hangi sonuçların ortaya çıkmasına vesile olduğunu öğrenmemizle ortaya çıkar.

Bilim önce hangi sebeplerin hangi sonuçlarla bağlı olduğunu araştırır. Bunda sonuçtan sebebe doğru bir yol takip eder. “Bunun sebebi şudur” der. Elinde yeteri kadar bilgi toplandığı zaman ise, “şu, şu sebepleri bir araya getirirsem şu sonucu bekleyebilirim” der ve bunu deneyle doğrulamaya çalışır. Eğer başarırsa o sonuca yönelik sebepleri doğru belirlemiş demektir. Eğer başaramamışsa sebepleri değiştirir ve istediği sonucu elde etmesi için gereken doğru sebepleri bir araya getirmeyi başarıncaya kadar denemeye devam eder.

Bir sonucun ortaya çıkmasına yol açan sebepleri araştırmak bir öğrenme, bir keşif sürecidir. Öğrenilmek istenen bilgi karşımızda mevcuttur. Bize sadece bunu bulmak düşmektedir.

Bunun yanında, hedeflediğimiz bir sonucu elde etmemizi sağlayacak sebepleri bir araya getirmek çok daha fazla bilgi gerektirir. Hatta çoğu zaman bilgi de yeterli olmaz ve düşündüğümüz şeyi deneylerle doğrulamak zorunda kalırız. Bu deneylerde iddiamızı doğrulayamamışsak bilgimizde eksiklik var demektir ve yeni ve doğru bilgilerle bu eksiğimizi tamamlarız.

Kısaca, bir sonucun sebeplerini bulmak kolaydır. Çünkü gözümüzün önünde işlediğine şahit olduğumuz bir sebep sonuç sistemi vardır.

Sebepleri bir araya getirerek istenilen bir sonucu elde etmek ise çok daha zordur ve çok daha fazla bilgi gerektirir.

Yazımızın başında söylediğimiz gibi Rabbimiz bu kâinatı bir sebep-sonuç sistemi olarak yaratmış. Fakat çevremize baktığımızda bu sistemin rastgele sebeplerin rastgele sonuçlar doğurduğu bir sistem olmadığını da çok net bir şekilde görmekteyiz.

Bütün sistem sanki (en az) bir sonuç hedeflenerek tasarlanmıştır. Bu sonuç ise Rabbimize aklıyla muhatap olabilecek varlığa yani insana, en güzel şekilde yaşayabileceği bir ortam sağlamaktır.

Bu işin ne boyutta bir ilim gerektirdiğini görmek için burayı biraz açalım.

Kâinat insanın en güzel bir şekilde yaşamasını sağlayacak ortamı yani sebepler havuzunu oluşturacak şekilde yaratıldı. Bu sebeplerin yani koşulların birkaç tanesini sayarsak:

Dünya gezegeninin sahip olduğu “miktarda”; su, oksijen, hidrojen, azot, karbondioksit, magnezyum, fosfor vb. manyetik alan, Güneş etrafında bir yörünge, bu yörünge düzlemiyle belirli bir açı yapacak şekilde kendi ekseni etrafında dönme, çeşitli sebeplerle kirlenen suları temizleyecek bir su döngüsü…

Bunun yanında insana gıda olacak, aklına, ruhuna ve latifelerine hitap edecek ve bu sistemin sağlıklı şekilde devam etmesine katkı sağlayacak bitkiler, böcekler, hayvanlar, dağlar, denizler…

İnsanın girmediği yerlerin fotoğraflarına hayranlıkla baktığımızı göz önüne alırsak, estetik boyutun da ihmal edilmediğini net bir şekilde görürüz.

Özetle kâinatın meyvesi olan insana yaşayabileceği bir ortam hazırlamak sayısız sebebin bir araya gelmesini gerektiriyor.

İşte konunun can alıcı noktasına geldik.

Şimdi bu sebeplerin her birini ayrı ayrı düşünelim.

Meselâ atmosferdeki oksijen miktarının insanın yaşamasına elverişli hale gelmesi ve bu oranda sabit kalması için kaç tane sebebin bir araya gelmesi gerekir? Ve tabi ki bunları bir araya getirmek için ne kadar bilgi gerekir?

Sonra o sebeplerin her birinin ortaya çıkması için de kaç sebebin bir araya gelmesi gerektiğini düşünelim. Sonra o sebepleri oluşturan sebeplerin her birini…

Sadece bildiğimiz sebeplerle bile bir şema yapmaya kalksak her halde sebepler zincirinde en fazla iki üç halka ilerleyebiliriz. Kaldı ki biz, mevcut sonuçtan sebepleri bulmaya çalışıyoruz.

Şimdi bir de ortada hiç bir şey yokken belli bir hedefe odaklı olarak sebepleri, bir sonraki aşamanın sebeplerinden birini sonuç verecek şekilde bir araya getirmek ve bunu nihai hedefe ulaşacak şekilde sistemli bir süreç olarak tasarlamak için gereken ilmin miktarını tahayyül etmeye çalışalım.

Biz buna sonsuz ilim diyoruz. Sahibine de el-Alîm…

Muhiddin YENİGÜN

Kaynak: yenigun.name.tr

DİNLER İNSAN İCADI MI?

İnanan ile inanmayan sınıfları Hz. Âdem’in ilk kuşak çocuklarından beri mevcuttu. Bir kısım Rabbini bildi, tanıdı, kabul etti, diğer kısım şeytanın ve nefsinin gazına geldi ve isyan etti. Vicdanını rahatlatmak ve suçluluk duygusundan kurtulmak için de “Ben isyan etmedim ki! Zaten isyan edebileceğim biri yok!” şeklinde kendini avuttu.

Bir yaratıcı olmadığını iddia edenler, bu iddialarına çeşitli deliller(!) de icat ettiler.

İddialarına göre din diye bir şey yoktu. Bizim din dediğimiz şey insanın icadıydı. Bunlara göre ilkel insanlar, gök gürültüsü, yıldırım, deprem, yangın, vahşi hayvanlar gibi yüreklerine korku salan çeşitli düşmanlarına karşı, kendilerine sanal bir dayanak, psikolojik bir destek noktası icat etmiş ve buna da tanrı demişti. Ya da bu ismi doğrudan doğruya korktuklarına vermişlerdi.

Sonra bu şeye kutsiyet atfetmişler, sonunda da bu saygı işini iyice ileri götürüp çeşitli ritüeller uydurarak ilk dinleri icat etmişlerdi.

Bunu iddia eden insanların getirdiği delil ise din denen olgunun temel taşlarının ta en başından beri hep aynı olduğu, bilmem hangi medeniyetin inancında olan, meselâ tek tanrı, ahiret, melek gibi kavramların İslâm’a kadar sirayet ettiğidir.

Buradan da şu sonucu çıkarırlar:

İnsanlar ihtiyaç üzerine, bir din uydurmuş ve döndüre döndüre hep aynı şeye inanmıştır.

Farkında değillerdir ama bunu söylerken, aslında İslâm’ın söylediğine oldukça benzer şeyler söylemektedirler.

Şu farkla ki, asıl ilk kaynak, korku değil, Hz. Âdem’e indirilen ayetler ve o ilk peygamberin bildirdikleridir. Ve saygı ifade etme gayretiyle geliştirilen(!) ritüeller ise aklı, kalbi, ruhu ve vicdanı besleyecek, Allah’ın yapmamızı emrettiği ibadetlerdir.

Yukarıda bahsettiğimiz görüşe sahip olanların temelde yanıldığı nokta ise tüm dinlerin birbirinden bağımsız, her dinin tanrısının da başka olduğu düşüncesidir.

Bu düşüncelerini de “Dünya’da 5000 tane tanrı var. Siz 4999 tanesini yalanlıyorsunuz biz 5000 tanesini…” şeklinde dile getiriyorlar.

Hâlbuki Hz. Âdem’den bu yana cari olan tek bir din mevcut. Ve elbette bu tek din de aynı, tek bir Allah’ı bildiriyor. Diğer dinler ya insanların bu öğretiden sapması, öğretinin temellerine müdahale edip yapısını bozması ile ortaya çıkmış ya da insanların çeşitli sebeplerle bu yapıyı taklit etmeye çalışmalarının neticesinde…

Bu arada şu 4999-5000 meselesinde bahsi geçenlerin hepsinin bizim Allah inancımıza karşılık gelecek bir tanrı olmadığının da altını çizmek gerekir. Bunların çoğu çeşitli sebeplerle abartılı saygı gösterilen kişi ya da “varlıklardır”. Mesela Buda, Güneş, Ra, Zeus, inek vb. gibi…

Bunları tanrı olarak kabul ettiğini söyleyen hiç kimse, bunların kâinatı yoktan var ettiğini, bir ve tek olduğunu, her an kâinatı idare ettiğini, kendisini ve bütün canlıları rızıklandırdığını, sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olduğunu, ezeli ve ebedi olduğunu, doğmamış ve ürememiş olduğunu iddia etmez.

Yani hiç bir Budist, kâinatı Buda’nın yarattığını iddia etmez ya da bir ineğin… Sadece ineğe aşırı saygı gösterir.

Burada temel soru aslında bir tanrıya inanıp inanmamak değil, kâinatı yaratan bir yaratıcıya inanıp inanmamaktır.

Bu sorunun da seçimlik sadece iki tane cevabı vardır. 4999 veya 5000 değil.

Bir yaratıcıya ya inanılır ya da inanılmaz.

İnanmayanların “dinler ve tanrılar insan icadıdır” demeleri normaldir. Bizzat kendi varlığının, kendi kendine oluştuğuna inanan adamın, inanç sisteminin üst bir akıl ve irade tarafından kurulduğuna inanması söz konusu olamaz. Onun öncelikle aşması gereken daha büyük problemleri vardır.

(O arkadaşlar için şurası bir başlangıç olabilir 🙂 )

Diğer grup ise kâinata baktığında, böyle bir sistemin var olabilmesi için bilgi, güç, kasıt, estetik, sonuç odaklı süreçler ve bilinçli tercih gibi tesadüfle açıklanamayacak gereklilikleri görür ve “Bu kâinatı bir yaratan var!” der.

Bu noktada da iki durum söz konusudur. Bu kâinatı yaratan ya bir amaç için yaratmıştır ya da hiç bir amacı olmadan yaratmıştır. Bu yaratıcının kurduğu sisteme baktığımızda hiç bir şeyi sebepsiz yaratmadığını görüyor olmamız, bizi bu yaratma işleminin bütününü de sebepsiz yere yapmadığı düşüncesine götürür.

Sebebi sorguladığımızda ise ahiret, peygamberler, melekler, kulluk, emirler, yasaklar vs. ortaya çıkar ki buna din diyoruz.
Yaratılışı inkâr edemeyen bir takım insanlar ise bu işin bir amaca yönelik olmadığını, yönelikse bile bu amacın bilinemeyeceğini iddia eder.

Hayal gücü(!) ya da cüreti daha büyük olanlar arasında, kâinatın kendi kendinin yaratıcısı olduğunu, dolayısıyla, kendisi de bu kâinatın bir parçası olarak yaratıcının da bir parçası olduğunu iddia eden bile mevcuttur. (Herhalde bunlara soft firavun demek lâzım)

İşte bu grubun en sevdiği sözlerdendir “Abi, aslında din diye bi şey yok! Hepsi insanların uydurması!” Böylece dinin getirdiği yasaklar, görevler ve sorumlulukların hepsinden birden kurtulduğunu düşünür.

Fakat şu unutulmamalıdır.

Kâinatın yaratılış sebebi yaratıcının kendini bize tanıtmak istemesidir.

Onu tanıdığımızı ise bize öğrettirdiği emir ve yasaklara riayetle gösteririz.

DİKKAT! Bu kulluk sorumluluğundan kurtulma çabasının sonu inkâr ve sonsuz cehennem olmasın.

Muhiddin Yenigün