Günümüzde “özgürlük” deyince akla Amerika ve Avrupa geliyor. Doğru, özgürlük bu ülkelerde kavram olarak var, ama acaba toplumsal sınıflar eşit olarak bunun nimetlerinden yararlanabiliyorlar mı?
Mesela sokaklarda yatmak zorunda olan çulsuz biriyle bir iş adamına ya da mevki-makam sahibi birine, demokrasi, aynı imkânları mı sunuyor?
Ya da şöyle düşünelim: Demokrasinin çulsuza verdiği hakla (tabii ki bu insana verilen değerle ölçülür) seçkine verdiği hak aynı mı?
“Hayır,” diyor, Fransız tarihçi Ch. Seignobos. “Batı’nın eşitliği nispidir. Aslında her alana müthiş bir eşitsizlik hâkimdir. Ülkemi (Fransa) ele alacak olursa evvela asiller ve rahipler sınıfını görürüz. Onların alt katında üç sınıf daha var: Burjuva (Bourgeosie), Vilen (Vilain) ve Sarf (Serf yani esir, ya da köle). Asillerle rahipler, eski dönem boyunca tüm haklardan ve nimetlerden yararlandılar. Yeni döneme gelince… Demokrasi yine bu zümrelere çalıştı, çünkü mekanizmaya hâkimdiler, geçişi diledikleri gibi ayarlayıp mekanizmayı istedikleri gibi işlettiler.”
Böylece asiller ve rahipler sınıfı hem yönetime hâkim oldular, hem de ekonomiye… Bazı istisnalar hariç tutulursa, alt tabakaların başarı şansları hiç olmadı. Hatta bazı sınıfların hayvanlar kadar bile hakları yoktu. Bütün angaryalar alt sınıfların boynundaydı. Derebeyleri topraklarını satmak istediklerinde “kelle” hesabıyla köylüleri de satışa sunarlardı.
Köylü, derebeylerine ait topraklarda bedava çalışmak zorundaydı. (Buna corvé/angarya denirdi) Kaçmak istediğinde dövülür, işkenceye tabi tutulur, hatta vurulurdu.
“Köylüler, köylerinin sahibi olan derebeyinin her arzusuna, hiçbir savunma hakkı olmaksızın boyun eğmek zorundaydılar. Çünkü isterse derebeyi onları yargılayabilirdi ve hüküm kesindi. Köylülerin ise başvurabilecekleri bir merci yoktu.” (Ch. Seignobos, Le Moyen Age, Paris 1907)
Fransız Enstitüsü üyesi Funck-Brentano’nun “La société au moyen âge” isimli eserinde köylülerin “namuslarına sahip çıkma” haklarının bile olmadığını yazar:
“Halkın derebeylerine karşı aile namuslarını koruma hakları bile yoktu. Çünkü gelinle damat, gerdeğe girmeden önce davetlileriyle birlikte derebeyinin şatosuna gitmek ve gelini derebeyine sunmak zorundaydılar. Derebeyi isterse gelinle sabahlayabilir ve hiç kimse bunun hesabını soramazdı.” (La société au moyen âge, Paris 1937, s. 51)
Kanun nazarında eşitlik
Aynı dönemde, hatta daha öncesinde Osmanlılarda “eşitlik ilkesi” tüm hayata hâkimdir. Lois Gardet’in deyişiyle, “Bütün mü’minler kanun nazarında eşittir, çünkü kardeştirler.”
Bunun kolayca sağlanmasının sebebini inanç sisteminde aramak lazım… İnancın gereği olarak Osmanlılarda “imtiyaz/ayrıcalık” yoktur. Tabiatıyla “asiller sınıfı”ndan ya da Hıristiyanlıktaki gibi “ruhban sınıfı”ndan söz edilemez.
Selçuklu ve Osmanlı tarihinin aynı döneminde, Avrupa tarihinde gördüğümüz insanlık dışı uygulamalara asla rastlanmaz. “Kanun önünde eşitlik ilkesi” hayata öylesine derinden hâkimdir ki, sıradan insanlar kimi padişahları mahkemeye verip yargılatmış, hatta mahkûm ettirmişlerdir.
Bunu yapabilmek bugünün demokratik anlayışı içinde bile zordur.
Bu anlayışın temelinde, kuşkusuz, İslam’ın “kul hakkını yememe” kuralı yatar. Allah’ın kul hakkını bağışlamayacağı inancı, yöneticileri hamiyetli, yönetilenleri emniyetli yapmıştır.
Böyle bir ortamda diktatörlüğün herhangi bir versiyonunun yeşermesi neredeyse imkânsızdır. Zaman zaman diktatoryal yansımaları olan bazı uygulamalar ise, bugünün anlayışıyla değil, dönemin zaruretleriyle birlikte düşünülmelidir.
Yüzyıllar boyu Osmanlı ülkesine gelip tetkiklerde bulunan Avrupalı gezginler, Avrupa ile mukayese kabul etmez insan hakları uygulamaları karşısında şaşkınlıklarını dile getirmekten kendilerini alamamışlar, kendi toplumları için de böylesine “hakça” ve “insanca” bir yönetim temenni etmişlerdir.
Bunların arasında özellikle Comte de Marsigli’nin tespitleri dikkate değer. Çünkü Marsigli bir İslâm-Türk düşmanıdır. Buna rağmen Osmanlı Devleti yönetiminin insanlara verdiği değerle riayet ettiği insan hak ve hürriyetlerinden bahsetmiştir.
Kendisi diplomat olan bu kişi, 1732’de La Haye’de yayınladığı hatıratının birinci cildinin 28-29. sayfalarında Osmanlı idaresini övmekten geri duramaz:
“Tarihçilerimizin hepsi Osmanlı padişahlarının diktatör olduklarını dünyaya ilan ediyorlar. Halbuki Osmanlı devlet sistemiyle diktatörlük arasında en ufak bir bağ yok. Nasıl olsun ki, padişahın maiyetinde bulunan ve adına ‘Kapıkulu’ denen askerî teşkilatın (yeniçeri ve sipahileri kastediyor) gerek eski padişahlardan kalma kanunlar mucibince, gerekse kendi gelenekleri gereği padişahı tahttan indirebiliyor, zindana bile atabiliyorlar.”
Padişah “mutlak” değildi
Avrupalı diplomat Comte de Marsigli, padişahların “mutlak” olmadıklarını belirtme açısından, şöyle bir olaydan söz ediyor:
Sultan IV. Mehmed’in (Avcı Mehmed) taht yılları…
Ava fazla meraklı olduğundan devlet işleriyle ilgilenmemesi, sınır kalelerden feryatlar yükselmesine sebep olur. Osmanlı’nın kılıcından boynunu uzak hisseden Macaristan imparatoru Leopold sınır kaleleri bir bir vurmaya, Osmanlı köy ve şehirlerini yağmalamaya başlar.
Bunun vahim sonuçlarını padişaha anlatmakta zorlukları bulunan sadrazam, ulema ile istişare ettikten sonra savaş kararı alır. Ve padişaha bunu “karar” olarak tebliğ eder:
“Hünkârım, tez vakitte Macaristan’a seferimiz vardır, dualarınızı eksik etmeyesüz.”
Savaş kararı ciddi iştir ve o güne kadar padişahlar tarafından alınmıştır. Sultan Mehmed öfkeyle bunu hatırlatınca şu cevabı alır:
“Hâdisatın vehametini arz edecek merci bulamazız!”
Padişah öfkelenmekle birlikte sadrazamına hak vermekten de kendini alamaz. Haklıdır, zira padişahın günleri Davutpaşa’daki av köşkünde geçmektedir. Ama bu zaafını sadrazamına belli etmek istemez.
Kükrer gibi sorar:
“Şimdi bu kararı tasdik etmemi beklemektesin öyle mi?”
“Beli, tasdik buyurasuz hünkârum.”
“Evvelemirde şeyhülislam hazretlerine arz edile, fetva alına…”
Sadrazam işin böyle gelişeceğini çoktan düşünmüş, şeyhülislamdan gerekli izni çoktan almıştı.
Fetvayı uzattı:
“Ol mesele hallolmuştur, sıra hünkârımın tasdikine gelmiştur.”
Kararın hukukilik kazanması padişahın onayına bağlıdır. Ancak padişah “şu sıralar” böyle bir savaşı uygun bulmamaktadır.
“Bir vakit talik edelim (erteleyelim).”
“Hadisatin buna tahammülü yoktur. Serhad şehirlerumuzden feryad ü figânlar gelir, Müslüman ırzı ve namusu pâymal olurken, bekleyemezuk. Beklemek azim vebal olur. Mühürleyunuz hünkârım!”
Padişah direnmeyi tekrar denedi. Zira hem Macaristan’la girişilecek bir savaşın iyi sonuçlar vermeyeceğine inanıyor, hem de “av günleri”nden uzaklaşmayı kabullenemiyordu.
“Daha münasipçe bir vakitte olsaydı mühürlerdim, velakin şimdiki zaman cenge elverişli bir zaman değil, yaza kalsun.”
Sadrazam temenna ederek huzurdan ayrıldı.
Doğruca şeyhülislâma gitti.
Durumu açık açık anlattı.
Ve şeyhülislâm, İslam-Türk düşmanı Comte de Marsigli’nin 1732’de La Haye’de yayınladığı hatıratında belirttiği üzere yeni bir fetva çıkardı. Özetle dedi ki:
“…Bu durumda padişahın savaş ilanını erteleme yetkisi yoktur. Tasdike mecburdur vesselam!”
Padişah savaş ilanını onayladı.
Marsigli, padişahların “mutlak” olmadıklarına dair pek çok örnek verdikten sonra, yukarıda adı geçen kitabının 31. sayfasına şu hüküm cümlesini yerleştiriyor: “Buraya kadar verdiğim örneklerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti bir aristokrasi değil, bir demokrasidir.”
M. Porter’i dinleyelim: “Kur’an hükümleri zulüm ve istibdada karşı çok kuvvetli bir engeldir. Savaş ya da barışla Osmanlı hâkimiyetine giren Hıristiyan milletlerin malları ve mülkleri güven altına girer. Padişah, Hıristiyan ahalinin haklarının da muhafızlığını yapmak zorundadır. Bu durumda keyfi bir istibdat manzarası görmeye imkân yoktur.”
Fransız gezgini ve yazarı A. L. Castellan yazıyor: “Tebaasının hayatına, namus ve haysiyetine, malıyla mülküne hâkim sayılan padişahın iradesi Kur’an hükümlerinden, şeriat ulemasının kararlarından veyahut şeyhülislamın fetvalarından üstün değildir.” (Moeurs, usages, costumes, des Othomans et abrégé de leur historie 1812, c. 3, s. 14-15)
Kitabının 28-29. sayfalarında ise bir olaydan bahseder: “Sultan I. Mahmud (gerçi yanlışlıkla III. Osman diye yazmıştır, ama verdiği tarihte Osmanlı tahtında I. Mahmud oturmaktadır) hastalığı sebebiyle bir cuma günü camiye gidemediği için halk galeyana gelmiş, taşkınlık yapmış, bundan dolayı padişahın hastalığı artmış, buna rağmen ertesi cuma Ayasofya’ya namaza giderek halkı memnun etmeye çalışmıştır.”
Yani halk denetim görevini yapıyor.
A. Ubicini’yi dinleyelim: “Osmanlı Devleti şeklen mutlak bir saltanat olmakla beraber, esasına bakıldığı zaman her şeyden önce müesseseleriyle saltanatın tabi olduğu şartlardan ve ondan sonra da dünyanın hiçbir yerinde misli görülmemiş derecede hükümet yetkililerini tadil ve hatta sınırlandıran örf ve âdetlerinden dolayı yumuşak bir idaredir.” (La Turquie actuelle, 1855 Paris, s. 12)
Eski Romanya başbakanlarından meşhur tarihçi Iorga, on beşinci asırdan on dokuzuncu asra kadar Osmanlı Devleti’ni gezen seyyahların hatıralarını değerlendirdikten sonra dürüst bir tarihçi vicdanıyla şu hükmü veriyor: “Bugün Doğu’nun son derece geniş sahalarıyla Hıristiyan Batı’nın birçok zengin eyaletlerine hâkim olan Osmanlı cemiyetine demokrasi zihniyetinin hâkimiyeti ilk günlerinden itibaren hiçbir fasılaya uğramadan devam etmiştir.” (Les voyageurs français dans l’Orient européen, Paris 1928, s. 44)
“Osmanlı ülkesinin hiçbir tarafında halktan üstün sayılabilecek beylerle asilzâdelerden oluşmuş hiçbir yüksek tabaka yahut soylular sınıfı yoktur.” (Chalcondyle, Histoire générale des Turc, Paris, 1662)
“Osmanlı memleketini gezerken, bütün insanların eşit olduğunu ilân eden İslâm kanununun dürüstçe uygulanışı karşısında derin düşüncelere daldım.” (James Baker, Turkey in Europe, Londra, 1877)
Osmanlı toplumu kendine öz güveni yüksek, moralli ve umutlu bir toplumdur. Yenilse bile umutlarını yitirmemekte, mağlubiyetin kendisinde bir aşağılık duygusu oluşturmasına izin vermemektedir.
“Harp talih işidir, kaderdir, başarı ve başarısızlık ebedi değildir” anlayışı içinde başarıdan şımarmayan, başarısızlığa ise teslim olmayan sağlam bir karaktere sahiptir.
İstanbul incelemeleriyle tanınan İngiliz yazar Georges Young, bu karakteristiği şöyle bir cümle ile özetliyor. Diyor ki: “En fakir Türk köylüsü bile kendini Ermeni bankeriyle Rum tüccarından üstün görür.” (Constantinople, Paris, 1934)
Durum “daha iyi” olsaydı, Osmanlı asırlarını anmayla kalır, kimse özlemez, hatırladıkça iç çekmezdi.
Yavuz Bahadıroğlu
Moral Dünyası Dergisi