Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Başkanlık Sisteminin İslamiyet ve Tarihimiz Açısından Tahlili

1. KUVVETLER AYRILIĞI VE BAŞKANLIK SİSTEMİ
Günümüzde başkanlık sistemi deyince, başkan olacak şahsın, devletin üç erkini yani yürütmek, yasama ve yargı erklerini tek başına üstleneceği manası verilmektedir. Bu anlayış tamamen yanlıştır. Devletin üç temel fonksiyonu olan yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini hangi organlarla ve nasıl yürüteceği, kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, bütün demokratik sistemler açısından açık ve net bir hadisedir. Başkanlık sisteminin asıl odaklandığı erk, yürüme organıdır. Demokratik sistemlerde, Amerika ve Fransa dâhil, başkanın yasama yahut yargı sistemi bulunmamaktadır.
İslam’da devlet nizamının üç prensibi bulunmaktadır:
Hukukî, siyasî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukundaki önemli özelliklerine kısaca temas edelim.
1) Devlet nizâmında hâkimiyet Allah’a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah’ın irâdesidir. Bu sebeple Müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama organı yoktur. Sadece Allah ve peygamberinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir. Konuya bütün ayrıntılarıyla ilerde değineceğiz.
2) Kur’an, Peygamber’e ve O’nu takip edenlere eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. Kur’an’da “Allah katında en hayırlınız, O’ndan en çok korkanınızdır” denmekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır esasını kabul etmektedir.
3) Devlet nizâmının önemli bir özelliği de, itaat ve teslimiyettir. Merkezî bir otoriteye itaat edilmeden devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm hukukunda devlete itaat, dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Kur’an, açıkça ülül-emre itaati emretmektedir.
4) İslam hukukunun kabul ettiği önemli bir anayasa hukuku prensibi “şûrâ” esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli kabul edilen şûrâ prensibi, devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması manasını ifade eder. Yetkili meclisi teşkil eden fertlere “ehl-i hall ve’l-akd” denir. Bu konuya ileride tekrar döneceğiz. Bu zikredilen dört temel özellik dışında, İslâm hukukunda devlet nizâmının başka özellikleri de vardır. “Dinde zorlama yoktur” esasıyla getirilen hoşgörü prensibi; insanlar arasında ırk ve renk, farkını reddeden evrensellik esası ve “iyiyi emret, kötüyü önle” şeklinde özetlenen sosyal reformculuk özelliği bu arada zikredilebilir.
Acaba özel manada başkanlık sistemi, İslamiyet ve tarihimiz açısından nasıl yürümüştür? Bu soruyu cevaplandırdıktan sonra, günümüzdeki başkanlık sistemlerini de özetleyerek kanaatimizi açıklayacağız.

2. HZ. PEYGAMBER VE DÖRT HALİFE DÖNEMİNDEKİ HİLÂFET VE BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE MUKAYESESSİ
2.1 Hz. Peygamber’in Statüsü
Hz. Peygamber, Allah’ın elçisi ve vahyin tebliğcisi olması hasebiyle, diğer halifeler yahut devlet başkanı sultanlarla kıyaslanmayacak geniş yetikleri bulunmaktadır. Bu dönem istisnâi bir dönemdir. Zira Hz. Peygamber, sınırlı yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini üstlenmiştir. Osmanlı hukukunun kaynakları hakkındaki incelemelerimize geçmeden önce, kendi tabiriyle Flemenk gavuru olan Hollanda’lı bir gayr-i müslim hukukçunun Osmanlı hukukunun mahiyeti ve kaynakları hakkındaki mütâlaasını ibret olsun diye, II. Abdülhamid’e arz ettiği lâyihasından özetleyerek buraya almak istiyorum:
“Müslümanlara göre hukuk, ilâhî emirlerden ibârettir ve bunlar da dinî ve dünyevî emirler olarak ikiye ayrılır (ibâdât-muâmelât). Bunlar birbirinden ayrılmaz. Kur’ân, Müslümanlara göre şüpheden uzak ve ilâhi emirleri muhtevi mukaddes bir kitapdır. Kur’an’da mevcut olan hukukî hükümler, ayrıntılı hükümler veya genel esaslar tarzında hukukun bütün alanlarını kapsar. Kaynağı ilhâm değil vahiy olan Kur’ân, Hz. Muhammed’e indirilmiş ve o da tebliğ etmiştir. Kur’ân öyle bir kitabdır ki, her harfi ve her hükmü, bütün zemin ve zamanlarda geçerlidir. Hristiyanların Kitab-ı Mukaddes’i gibi sadece hukuk nizâmının esaslarını değil, hem esaslarını ve hem de değişmeyen bir kısım tafsilî hükümlerini de câmi’dir. Sünnet ise, Hz. Peygamber’in fill, söz ve hareketleridir. Bunların Kur’an’dan farkı, vahiy yoluyla değil, ilhâm yoluyla Allah tarafından kalbine ilkâ edilmiş olmasıdır. Müslümanlara göre, Hz. Muhammed bir beşerdir; ancak doğru sözlü ve vazifeli bir nebî ve resûldür. Bütün güzel ahlâkı ve gelmiş geçmiş ilimleri Allah’ın ihsânıyla zatında cem’ ettiğinden mümtaz bir insândır. Kur’ân’ın tebliğcisidir. Dinin tamamlayıcısıdır.”
“Ehl-i İslâm indinde hukuk, evâmir-i ilâhiyeden ibâret olup bunlar da umûr-ı diniye ve dünyeviyeden mürekkeptir. Bu iki sınıf evâmir, yekdiğerinden ayrılmaz ve birbirine merbut ve gayr-i münfek bir haldedir.”
Bütün bu izahlara göre, Hz. Peygamber, yürütme, yasama ve yargının başıdır. Bu özellik, diğer Halifelere tam olarak intikal etmemiştir.

2.2 Dört Halife ve Diğer Halifelerin Statüleri ve Başkanlık Sistemiyle Kıyaslanması
Hz. Peygamber’den sonra gelen devlet başkanlarına halife denmektedir. Devletin üç erkinden sadece yürütme gücüne sahiptirler. Sadece İslamiyet, müçtehid olmak şartıyla, devlet başkanlarına belli davalarda yargı yetkisi de vermiştir. Dört halife bu yetkilere sahiptirler. Ancak yasama yetkileri asla bulunmamaktadır.
İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.
“Şûrâ meclisi”nin üyeleri (ehl-i hall ve’l akd) nasıl teşkil edilecektir?
Bu konu zamana ve zemine terkedilmiştir. İlk dönemlerde “ahlak, fazilet, ilim ve tecrübe” gibi vasıflarla temâyüz etmiş bulunan şahıslar, şûrâ meclisinin tabiî üyesi kabul edilmiştir. Sahabe ve tabiîler devrinde hep bu esasa uyulmuştur. Abbasiler’de, Selçuklular’da devletin üst yöneticilerinden teşekkül eden Divân’lar bu görevi ifa etmiştirler. Osmanlı devletinin Tanzimat’a kadarki döneminde ise, Divân-ı Hümâyûn bir şûrâ meclisi olarak devletin önemli işlerini yürütmüştür. Şûrâ meclisi üyelerinin en azından şu vasıfları taşıması gerektiği belirtilmektedir: Tam ehliyetli olmak, hür olmak, ilim sahibi bulunmak, dindar, güvenilir ve dürüst olmak (âdil olmak) devletin vatandaşı bulunmak.
Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır. Konuya yasama organı bahsinde tekrar döneceğiz.
Şûrâ meclisinin kararları nasıl bir hukukî mahiyet arz etmektedir?
Kitap ve Sünnetin açıkça hüküm vaz ‘ettiği konularda, şûrâ, mevcut hükümleri icra için kararlar alabilir. Hakkında açık bir hüküm bulunmayan meselelerde ise, şûrâ meclisi, birinci derecede rol sahibidir; meseleler müzâkere edilir ve ortak içtihad karara bağlanır. Kararda ittifak şart değildir, çoğunluk yeterlidir. İlk devir uygulamaları ve konuyla ilgili dinî emirler, cemaate yani çoğunluğa uyulmasını emretmektedir. Kesin nass (dinî metin) bulunmayan meselelerde, içtihadî kaynakların ürünü olan örfî hukuk esas alınacaktır. Ancak burada bir problem daha vardır: Devlet başkanı (halife, sultan veya padişah) ile şûrâ üyeleri farklı görüşleri ileri sürerlerse, devlet başkanına ait görüşün ağırlık kazanıp kazanmayacağı meselesi tartışmalıdır. Türk hukuk tarihinde, Türklerin kendilerine mahsus devlet anlayışının da tesiriyle, devlet başkanının (sultanın) görüşüne ağırlık verileceği esası benimsenmiş ve uygulanmıştır. Divân-ı Hümâyûn veya Meclis-i Mebusan’ın kararlarına rağmen Padişah’ın görüşünün tercih edildiği hadiseler arşivimizde numuneleri çok olan durumlardır. Hz. Peygamber, Uhud savaşından önceki şûrâda kendi fikrini değil şûrâ meclisinin fikrini tercih etmiştir.
İslâm hukukunda ve eski Türk devletlerinde “şûrâ” meclisinin vasfı yani devletin şekli nedir? Cumhuriyet var mıydı?
Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslam’ın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini göstermektedir. İslam’da ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır. Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının hal’ında mutlaka fetvaya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslam’da halkın İrâdesinin üstünde ilahî İrâde bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın İrâdesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhur reisi idiler.
İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece râşid halifeler zamanında görülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hükümdardadır ve hükümdar ise mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki başta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şer’î şerif denilen hukuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allah’a ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur. Son dönemdeki Osmanlı idaresi dindar bir meşrûtî rejim olarak vasıflandırılmaktadır.
Bediüzzaman’ın şu tesbiti manidardır:
“Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
Şu tesbitleri de unutmamalıyız.
“İslamiyet, Dîn’i devletten ayırmadıktan başka, ayrılmasını bile yasaklamış olduğundan, hem akâid-i diniyye ve ibâdât ve taâta müte‘âllik ve hem de a‘mâl ve harekât ve kisb ve vasiyet mısillü umûr-ı dünyevîye âit ahkâmı cami‘dir.
Padişah olan zât, devletin hem hâkim-i mutlakı, hem kuvve-i askeriyesinin emîr ve kumandan-ı a’zamı, hem de birinci imamıdır. Hükûmet, hudûd-ı şer‘iyeyi icra ve vergi tarh ve tahsiline nasıl me’mur ise, ahâlinin ibâdât ve taâtını ve aldıkları abdestin usûl ve erkânı üzere almalarını teftiş ve tetkik etmeye mecbur ve me’mûrdur. Bir de kâfirlere hürriyet ve müsaâdât verir. Lâkin hûkûmet kâfirleri ehl-i İslâm üzerine emir ve hüküm ve tasallutlarını mûcip olacak me’muriyetlere nasb edemez ise de kendi dindaşları üzerine tahakküm etmelerini mûcip me’muriyetlere tayin (9) edebilir. Bundan başka mecâlis-i mülkiye ve hatta menâsıb-ı devletin en yükseklerine ve hıristiyan devletleri nezdinde sefâret-i seniyye silkine dahil olabilir. Lâkin hiçbir vakit vâli yahut kâdı veya kaymakam olamaz. Zira mâdem ki, devletin maksâd-ı aslî, ihâk-ı hâk ve evâmir-i ilâhiyeyi tenfiz ve icrâ etmektir. Ve bu evâmiri celîle ise, ya Kur’an-ı Azimüşşan yahut sünnet-i seniyyenin ahkâm-ı kâtıasından ibârettir. Ve mâdem ki, küffâr, işbu ahkâm-ı celîlenin mefrûziyetini münkirdir, bu sebepden padişah-ı İslâmın tebe’a ve ra’iyyesi bulunan küffar umûr-ı şer‘iyeye müte’allık işlere karıştırılmaz.”
O halde dört halife, hem ordunun komutanı, hem icrâ gücünün başı ve hem de kısmen de olsa bazı yargı yetkileri bulunan şahsiyetlerdir. Yasama yetkileri yoktur. İçtihad hakları vardır.

2.3 Hilâfetin Manası ve Halifelerin Yetki ve Sorumlulukları
İslâma göre, devletin ve onun başı olan organın en önemli fonksiyonu icra edilen yürütme erkinde kendini gösterir. Bir başka ifadeyle, devlet ve onun yüksek otoriteyi temsil eden yürütme organı, Allah’ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde, şer’î hükümleri icraya memurdurlar. Günümüzde devlet başkanlığı, hükümet veya benzeri tabirlerle ifade edilen ve yüksek otoriteyi temsil eden organ veya organlara eski hukukumuzda ülül-emr denmektedir. Eski hukukumuzda yürütme organı demek olan ülül-emrin, günümüzdekinden farklı bazı önemli özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, yasama organı bahsinde de gördüğümüz gibi, ülül-emrin, bütün tasarruflarında (sınırlı yasama tasarrufu da dâhil) Kur’an ve sünnetten kaynaklanan kesin şer’î hükümlere aykırı davranamayacak. 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî’de bile bu hüküm açıkça yer almıştır. İkincisi, devleti temsil eden ve icranın başı olan makam (sultan, halife veya benzeri), bütün tasarruflarında şûrâ (ilgili ve yetkili şahıslara danışma) esasına riâyet etmelidir. Bu danışma organının şekli ise mühim değildir. Müslüman Türk devletlerinde bu prensibe, Divân usulüyle riâyet edilmiştir. Divân-ı Hümâyûn devletin en yüksek danışma organıdır. Üçüncüsü ise, eski hukukumuzda devletin ve onun başının halife özelliğine sahip oluşudur. Aslında bütün insanlar, Allah’ın emirlerini yaşama ve yaşatma yetkisine sahiptir ve bu cihette Allah’ın halifesidirler (umumî hilâfet). Ancak bu umumî hilâfetin kamu idaresi ve devletle ilgili alanda Müslümanları temsil etmek üzere seçilen şahısta kendini göstermesi demek olan hususî hilâfet, şer’î hükümlerin icrasından sorumlu almayı ifade eder.
O halde Râşid Halifeler dışındaki bütün halifeler, sadece yürütmek erkinin başıdırlar. Yasama ve yargıda yetkileri bulunmamaktadır.

İcrâ Organının Başı: Halife Veya Sultan (Hilâfet Veya Saltanat)
İslâm hukukunda icranın başı olan şahıs için üç unvan zikredilmektedir; Halife, emîr’ül-mü’minin ve İmam. Hilâfet, aslında bir kimseye halef olmak, onu temsil etmek demektir. Müslümanların lideri olan şahıs da şer’î hükümlerin icrasında Hz. Peygamber’e halef olduğu için kendisine halife denmiştir. Bu ünvanlı taşıyan âmme müessesesi yani hilâfet ise, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Bunlardan ikisini zikredelim: “Hz. Peygamberin halefi olarak dinî ve dünyevî meselelerde bütün Müslümanları temsil etmek’; “Müslümanlar üzerinde umumî tasarruf hakkına sahip olmak yetkisi.” Yani kısaca Müslümanların devlet reisliği demektir. Hilâfete imâmet de denir ve namazdaki İmamlık görevinden ayırmak için buna “imâmet-i kübrâ” adı verilir. İmamet, aslında öne geçmek ve lider olmak demektir. Halifeye “İmam” veya “İmam-ül-Müslimin” denmesi de bundan kaynaklanmaktadır. Emir’ül-mü’minin ünvanlını ise ilk kullanan Hz. Ömer olmuş ve daha sonraki devlet reisleri bu ünvanlı “insanların emîri” manasında halifenin eş anlamlısı olarak kullanmışlardır.
İslâm dini, hem diyaneti hem de siyâseti kendinde birleştiren bir dindir. Hz. Peygamber, sadece bir hukuk sistemi (şeriatı) vaz ‘etmekle yetinmemiştir. Bir taraftan şer’î kanunları vaz ’ederken, diğer taraftan da o şer’î kanunların tenfiz ve icrasını bizzat üstlenmiştir. Kamu hizmetlerinin yürütülmesini temin etti ve ülkenin çeşitli yerlerine, valiler, kadılar gönderdiği gibi, vatanın korunmasında da bizzat ve bilfiil başkumandanlık vazifesini ifa etmiştir. İşte bu manada hilâfet müessesesinin dinî açıdan lüzumlu ve sosyal bir zaruret olduğunu,
Bütün dünya Müslümanlarının bir tek devlet olmasının zarurî olmadığı, belki müstakil devlet başkanları bulunan birden fazla Müslüman devletin aynı anda yeryüzünde bulunabileceği, İslâm hukukçularının büyük ekseriyeti tarafından kabul edilmemişse de, hem vâkıanın hem de azınlıkta kalan bir kısım hukukçuların aksi görüşü te’yit ettiğini müşâhede ediyoruz.

Halifenin Görev Ve Yetkileri
Bu başkanlık sistemiyle hilâfet yahut saltanatı açıklaması açısından çok önemli bir konudur. Hilâfetten gaye, adaletin tevzii, hakların korunması, Müslüman halkın saadetinin te’mini ve şer’î hükümlerin icrasıdır. Halifenin şahıs olarak diğer Müslümanlardan farkı yoktur. Ancak kendisine yüklenen ağır görevler karşılığında sahip olduğu bazı hak ve yetkileri de vardır. Bunları kısaca görelim.
Halifenin görevleri hususunda klasik İslâm hukuku kitaplarında on görev zikredilmektedir. Bunlar:
aa) İslâm Dinini, ilk devirde tesbit edilen esaslara uygun olarak muhafaza etmek, dine yönelen şüpheleri bertaraf etmek; bunun için hakları korumak ve cezaları uygulamak.
bb) Çekişmeli taraflar arasında şer’î hükümleri uygulamak, adaleti tevzi etmek, yani yargılama hukukunu tatbik etmek.
cc) Emniyet, huzur ve âsâyişi sağlamak.
dd) Cezaları infaz etmek ve insan haklarını korumak.
ee) Ülkenin sınırlarını korumak ve dış tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak.
ff) İslâmiyet’i yaymak ve gerekirse bu uğurda cihad (savaş) yapmak.
gg) Devletin gelirlerini meşrû’ yollar ve ölçüler içinde kimseye haksızlık etmeden tahsil etmek.
hh) Devlet hazinesinden (beytülmaldan) yapılan harcamaları, başta devlet memurlarının maaşları olmak üzere, adalet ölçüleri içinde yapmak.
ii) Kamu hizmetlerinin eksiksiz yürütülmesi için, layık olanlar arasında kamu görevlilerini tayin etmek.
jj) Müslüman halkın idaresini, yapacağı tetkik ve araştırmalarla bizzat kontrol etmek; zevk ve eğlenceye dalarak idareyi yeteneksiz kişilere terk etmemek.
Bu zikredilen görevlerden aynı zamanda halifenin sadece yürütme yetkisi olduğunu anlıyoruz. Ancak günümüzdeki anlayışa uygun olarak üç kuvvet açısından halifenin yetkileri şöyle özetlenebilir.
Yasama Yetkisi: İslam hukukunda kanun koyucu Allah ve onun Peygamberi olduğu için halifenin yasama yetkisi bunların verdiği ölçüde ve sınırlıdır.
Yürütme Yetkisi: İslâm hukukunda yürütmenin başı halifedir; zaten yukarıdaki görevlerin çoğunluğu yürütmenin görev alanına girer.
Yargı Yetkisi: Adaletin tevzii halifenin önemli görevlerinden birisidir. Bu suretle yargılama işinin yürütülmesi de halifeye aittir.
Halife, hukuken sorumsuz değildir. Halifenin manevi ve uhrevî sorumluluğu yanında, maddî ve dünyevî sorumluluğu da vardır. Halife, diğer fertler gibi, fiil ve hareketlerinden hem hukuken hem de cezâen sorumludur. Sorguya çekmek için mübâşir vasıtasıyla bir gebe kadını huzura celp ettirmek isteyen Hz. Ömer’in, kadının mübâşiri görünce korkudan çocuğunu düşürmesi üzerine, durumu büyük sahabe hukukçularına sorması ve Hz. Ali’nin “diyetini=kanlığını vermeniz gerekir” görüşünü benimsemesi konuyu aydınlatır kanaatindeyiz. Bu konunun diğer ayrıntılarına ilgili hukuk dallarında değineceğiz.

3. Türk Hukuk Tarihindeki Gelişmeler ve Başkanlık Sistemiyle Mukayese
3.1 Hilâfetin Mana Ve Fonksiyon İtibariyle İkiye Ayrılması
Her konuda Hz. Peygamber’in izinden yürüyecek ve onu temsil edecek makam demek olan hilâfet makamı, maalesef bu mana ve fonksiyonunu her zaman devam ettirememiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar hilâfeti iki kısma ayırmaktadırlar:
Birincisi; gerçek hilâfet (hilâfet-i kâmile veya hilâfet-i hakikiye)’dir ki, yukarıda zikredilen şartları haiz ve Müslümanların rızası ile yapılan seçim ve biat sonucu elde edilen hilâfettir. Büyük Türk hukukçusu Sadrüşşeria, buna hilâfet-i nübüvvet de demektedir.
İkincisi; şeklî hilâfet (hilâfet-i sûriye)’dir ki, gerekli şartları hâiz olmayan veya milletin seçim ve biatıyla değil de, cebir ve istilâ suretiyle elde edilen imâmettir. Bunda saltanat ve hükümdarlık manası ağır basmaktadır. Hz. Peygamber’in “Benden sonra hilâfet otuz senedir; ondan sonra saltanata inkılab eder” hadisinin işareti ve bütün İslâm hukukçularının ittifakıyla gerçek manada halife hülefâ-i râşidin’dir. Halife Ömer bin Abdülaziz bir tarafa bırakılırsa, Emevi ve Abbasi halifeleri hep ikinci grupta kalmışlar, bir başka ifadeyle şeklen ve hükmü halifeler olarak kabul edilmişlerdir. Hz. Peygamber’in bahsettiği 30 sene, Hz. Ebubekir’den itibaren Hz. Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan hilâfet süresiyle sona ermektedir.
Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı gibi şeklî hilâfet de iki kısımdır:
Birincisi; hilâfet makamını işgal eden şahsın gerekli vasıfları hâiz olmaması ve tayin usulünün İslam’ın tavsiye ettiği şekilde bulunmaması manasında şeklîliktir. Bu manada halife, daha önceki bahislerde zikredilen halifenin hak ve yetkilerine (velâyet-i âmmeye) fazlasıyla sahiptir.
İkincisi ise, gerekli vasıflar mevcut olmasına ve tayin usulünün meşrû bulunmasına rağmen, halifeye tanınan hak ve yetkileri kullanamayan hilâfet makamıdır. Bu kısımda halife ünvanlı sadece manevî reislikten ve maddî alanda ise bir formaliteden ibarettir. Emevî halifeleri ve ilk Abbasi halifeleri birinciye, Fatımîler ve Memlûklüler zamanına rastlayan son Abbasi halifeleri ise ikinciye misal teşkil eder. Osmanlı Padişahları, birinciye misaldirler.
Bilindiği gibi Osmanlı Padişahları, 923/1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in Ayasofya Camiinde son Abbasî halifesi tarafından halife ilan edilmesiyle, sultan ünvanının yanında halife ve halife-i Resûlüllah ünvanlarını da kullanmışlardır.
Osmanlı padişahlarının saltanat usulü hakkında şunları söyleyebiliriz:
Fâtih devrine kadar ehl-i hall ve’l akd denen beyler tarafından sultan tayin edildiğinden veliahdlık söz konusu değildir. Sadece Çelebi Mehmed’in saltanatı, oğlu Murad’a vasiyet etmesi bunun istisnasını teşkil eder. Fâtih Sultan Mehmed ise, doğruluğu tartışmalı olan şu kanun maddesi ile saltanatın evladına intikalini, ancak bunun için yaşa itibar edilmemesini prensip haline getirmiş; fakat saltanata geçen hükümdarların kamu düzeni (nizâm-ı âlem) için kardeşlerini bile öldürmelerine müsaade etmiştir; “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerin nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir ekser ulemâ dahi tecvîz etmiştir; onunla âmil olalar”. Kamu düzeni için bağy (isyan) cezası olarak idam verileceğini Hanefi hukukçularının çoğunluğunun câiz gördüğü doğrudur; ancak Osmanlı uygulamasındaki gelişmelerin hepsinin bu hukuki görüşe uygun olarak cereyan ettiğini söylemek de mümkün değildir.

Osmanlı Padişahlarının Hak ve Yetkileri
Osmanlı Devlet şeklini tam anlamıyla Batıdaki monarşik devlet şekillerine benzetmek mümkün olmadığı gibi, Osmanlı padişahlarını da batılı kral veya diktatör hükümdarlar gibi görmek mümkün değildir. Zira Osmanlı padişahları sadece icrâ konusunda âmme maslahatı ile kayıtlı ve sınırlı geniş yetkilere sahiptirler. Yasama yetkileri yine şer’î hukukun tanıdığı ölçüde mevcuttur. Devletin, padişahdan ve padişah ailesinden ayrı hukukî bir varlığı vardır.
Osmanlı padişahları, Yavuz Selim’den itibaren hem sultan ve hem de halifedirler, yani İslâm âleminin reisidirler. Saltanat itibarıyla otuz milyonu idare ediyorsa, hilâfet itibarıyla 300 milyona başkanlık etmektedir. Saltanat kanadını sadâret, hilafet kanadını ise şeyhülislamlık temsil etmektedir. Padişahlar, halife olmaları hasebiyle, halifelere tanınan hak ve yetkilere de sahiptirler. Osmanlı padişahlarının yasama, yürütme ve yargı yetkilerini daha yakından görelim:
Yasama yetkisi açısından; Osmanlı padişahlarının sınırsız bir yasama yetkisi yoktur. Sadece mevcut şer’î hükümleri kanun haline getirebilir. Meselâ Girit Kanunnâmesi gibi… Herhangi bir meselede mevcut içtihadî görüşlerden birini tercih edebilir. Müruru zaman ve nakit para vakfının cevazı ile alakalı emirleri gibi… Yahut da İslâm hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanır. Meselâ, buna dayanarak askerî ve idarî düzenlemeler yapabilir, ta’zir cezaları koyabilir. (Osmanlı hukukunda cürm-ü cinayet cezaları denmektedir) ve toprak rejimi ile ilgili kanunlar yapabilir. Kısaca örfî hukukun sınırları, padişahın yasama yetkisinin de sınırlarıdır. Fâtih Sultan Mehmed’in devlet teşkilâtına dair kanununun başına “Bu kanun atam dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur Evlâd-ı kirâmım neslen ba’de neslin bununla âmil olalar” ifadelerini bu manada anlamak gerekir. Zaten Kanunnâmenin muhtevasını tetkik edince durum kendiliğinden ortaya çıkar.
Yürütme yetkisi açısından; Padişah yürütmenin başıdır. Her çeşit idarî karar ve tanzimî tasarruflar onun tasdikinden geçer. Fâtih devrine kadar, padişahlar devletin en önemli icra organı olan Divân’ın başkanlığını bizzat yürütmüşlerdi. Halifelerin onuncu vazifesine uygun olan bu durum, yani padişahların devlet işleri ile bizzat ilgilenmeleri usulü, Fâtih’in Kanunnâmesi ile kısmen de olsa değiştirilmiştir. Divân-ı Hümâyûn’un başkanlığını artık vezir-i a’zamlar yapacak ve Divân’ın aldığı kararlar telhis veya takrir adıyla padişaha arz edilecekti. Padişah’ın tasdikinden geçen Divân kararlarına hüküm denmekteydi. Padişahdan sâdır olan yazılı emirlere ise muhtevalarına göre, ilk dönemlerde, biti, menşûr, yarlığ, berât, fermân veya hükm-i şerif adı verilirdi. Osmanlı padişahları, 1248/1832 (II. Mahmut zamanı) yılın ortalarına kadar, Divân kararlarında tasdik ettiklerinin üstüne “manzûrum olmuştur” şeklinde kendi elleriyle not düştüklerinden bu çeşit yazılı emirlere Hatt-ı hümâyûn adı verilmiştir. 1832 yılında ise, Divân’ın veya heyet-i vükelânın aldığı kararlar, sadrazam tarafından padişaha arz edilir ve Padişah kendi tasdikini özel kâtibinin kaleme aldığı ve İrâde-i seniyye denilen bir yazılı emirle sadrazama iade ederdi. Başta sadrazam ve vezirler olmak üzere, biraz sonra göreceğimiz idarî teşkilâtta yer alan yüksek devlet memurlarının tayin yetkisi de padişaha aitti.
Yargı gücüne gelince; Halife yahut Padişahın yargı yetkisi yoktur. İcrâ gücü açısından, Halifenin yetkilerinden birinin de yargı gücünü kullanmak veya kullandırmak olduğunu görmüştük. Osmanlı padişahları içinde aynı şey geçerlidir. Padişah yargının başıdır ve bütün kadılara yargılama yetkisini padişah tevzi eder. Ayrıca bir çeşit yüksek mahkeme gibi çalışan Divân-ı Hümâyûn’da da, Fâtih devrine kadar Padişah bizzat bu mahkemenin başkanıdır; ondan sonra ise Divânın verdiği kararları şeyhülislama danışarak infaz eder ve ilgililere hüküm gönderir. Siyaseten katl denilen ve padişahların istedikleri şahsı diledikleri şekilde idam ettirmeleri şeklinde -bazı yazarlarca- açıklanan durumlarda da padişahın şeyhülislamdan fetva almadan böyle bir şeye girişemediğini, giriştiği takdirde sorumlu tutulduğunu tarihçiler ifade etmektedir. Fâtih’in haksız yere elini kestirdiği gayr-i Müslim usta ile yargılanıp elinin kesilmesine hükmedildiğini ve Yavuz’un sorumsuz bazı Davranışlarından dolayı Zembilli Ali Efendi tarafından uyarıldığını tarih kaydetmektedir.

1293/1876 Kanun-ı Esâsîsine Göre Padişah’ın Yetkileri ve Sorumluluğu
1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî, Osmanlı Devletindeki saltanat usulü ve padişahların yetki ve hakları konusunda mevcut hükümleri sadece yazılı hale getirmiştir. Buna göre:
Osmanlı Saltanatı, İslâm halifeliği ünvanını hâiz olup, Osmanlı hânedanından eski usul üzere en büyük erkek evlada aittir (md. 3). Padişah İslâm Dininin hâmisi ve Osmanlı teb’asının hükümdarıdır (md. 4).
Padişahın yetkilerine gelince; Vekillerin (bakanların) azli ve tayini, devlet memurlarının tayini, nişan verilmesi, adına hutbe okunması ve para basılması, yabancı devletlerle antlaşma akdi, harp ve sulh ilanı, silahlı küvetler kumandanlığı, askerî nizamlar, şer’î hükümler ve kanunî kaidelerin icrası, idarî düzenlemeler yapılması, kanunî cezaların tahfifi ve afvı ve meclisin feshi, tatili ve benzeri yetkiler padişaha aittir (md. 7) Bu yetkiler, halifenin yetkileriyle karşılaştırılırsa, fazla bir fark olmadığı görülecektir.
Padişaha verilen yürütme yetkilerinde en önemlisi, Başbakan demek olan Sadrazamları ve bakanlar demek olan vezirleri atama yetkisidir.

3.4 Vezir’i A’zam (Sadrazam) ve Yetkileri
Osmanlı Devletinde sonradan halife ünvanını da alan sultanların vekili, tam yetkili temsilcisi ve icranın ikinci reisi vezir-i a’zam’dır. Sultan Orhan zamanından beri var olan bu makamı işgal eden şahsa, diğer vezirliklere olan üstünlüğünü belirtmek ve devlet teşkilâtında hiyerarşiyi sağlamak için önceleri vezir-i evvel ve vezir-i a’zam denilirken, Kanuni’den itibaren Sadr-ı A’zam ünvanı kullanılmaya başlanmıştır. Sadr-ı âli, sahib-i devlet, zat-ı âsafî ve vekil-i mutlak tabirleri de bu makamı ifade etmek için kullanılır. Sadâret mühründe bu makamın ilga edilişine kadar vezir-i a’zam klişesi muhafaza edilmiştir. İslâm anayasa hukukunda görülen vezâret-i tefvîzin karşılığıdır.
Padişahın mutlak vekili olan vezir-i a’zam, padişahın fermanıyla atanır ve diğer vezirlerden farklı olarak kendisine mühr-i hümâyûn, yani padişahın mührü verilir. Fâtih kanunnâmesindeki ifadesiyle “vezir-i a’zam vezirlerin ve beylerin başıdır; cümlenin ulusudur; cümle devlet işlerinin mutlak vekilidir; devlet mallarının vekili defterdar, nâzırı ise vezir i a’zamdır. Oturmada, durmada mallarının vekili defterdar nâz ve mertebede vezir-i a’zam hepsine takdim edilir”. Osmanlı Teşkilât Kanunnâmelerine göre, vezir-i a’zam’ın idarî yetkilerini şöylece özetleyebiliriz:
aa); Din, devlet ve saltanata dair bütün hizmetlerin ifasını temin;
bb) Had, kısas, hapis, sürgün, bütün çeşitleriyle ta’zir ve siyaset cezalarını infaz;
cc) İcap ettiği takdirde hususî davaları dinleme, Şerî’atın hükümlerini icra ve yapılan haksızlıkları önleme;
dd) Memleketin idarî yapısını tanzim, tımar, zeamet ve ulûfeleri tesbit;
ee) Başta beylerbeylik, sancak beyliği, mütevellilik, İmamlık, kadılık ve benzeri memuriyetler olmak üzere bütün askerî ve ilmiye sınıfına mensup memurları tayin ve azl;
ff) Kısaca bütün şer’î ve örfî meselelerin halli ve icrası için padişahın mutlak vekili ve Osmanlı tebeası üzerinde sözü ve yazısı, padişahın İrâdesi ve fermanı gibidir. Sadrazamın yazılı emrine buyruldu denir.
Sadrazam kendisine tanınan bu yetkileri kullanırken iki kayıtla bağlıdır. Birincisi; önemli tayin işlemlerini ve devlet meselelerini padişaha telhis suretiyle arz etmekle görevlidir. Diğer devlet memurları ise, meselelerini ve kararlarını sadrazama arz edeceklerdir. Padişah bulunmadığı zamanlarda, telhis ve arz bulunmasa da yetkilerini onun vekili olarak kullanabilir. Eğer vezirlerden ve diğer yüksek memurlardan padişaha arzda bulunmak isteyenler olursa, bu arz hususu sadrazamın aracılığıyla olacaktır. İkincisi; bütün bu yetkilerini kullanırken şer’î hükümlere ve örfî kanunlara uymak zorundadır. Sadrazamın arzına rağmen, Şeyhülislamın câizdir diye fetva vermemesinden dolayı reddedilen meseleler, Osmanlı Arşivinde önemli bir yekûn teşkil etmektedir.
4. İSLAMİYET VE HUKUK TARİHİMİZ AÇISINDAN BAŞKANLIK SİSTEMİ MAKUL VE MEŞRU’DUR
Eğer, yukarıdaki verilen bilgiler incelenirse, zikredilen sınırları aşmamak şartıyla, başkanlık sistemi, hem İslam’ın yüce prensiplerine ve hem de tarihimiz boyunca uygulanan devlet başkanlığı sistemine uygundur. Özellikle belirtelim ki, Hz. Peygamber ve dört halife hariç, tarihimiz boyunca, hiçbir devlet başkanı, yasama, yargı ve yürütmeyi üstlenmeyi ne kastetmiş ve ne de İslamiyet’te ve hukuk tarihimizde buna müsaade edilmiştir. İster halifenin on temel görevi ve isterse Osmanlı ve Selçuklu devlet başkanlarının yetkileri ile alakalı açıklamalar, dediklerimizi tasdik eylemektedir.
Şu anda dünyada uygulanan devlet başkanlığı sistemleri de benzer özellikler arz etmektedirler. Fransa’da Cumhurbaşkanı konseylerin aldığı kararları durdurma, yasaları kabul etme, anlaşmaları imzalama kendisine sunulan önerileri kabul etme ya da reddetme hakkına sahiptir. Fransa anayasasına göre cumhurbaşkanı başbakanı atama yetkisine sahipken, onu azletme yetkisine sahip değildir. Cumhurbaşkanı yalnızca başbakanın kendisine istifasını sunması halinde onu görevden alabilmektedir. Bakanların durumu ise daha farklıdır. Bakanlar, cumhurbaşkanı tarafından görevden alınabilir, ancak bunun için başbakanın cumhurbaşkanına öneride bulunması gerekmektedir. Fransız Anayasasının 12. maddesine göre ise cumhurbaşkanı Millet Meclisi’ni feshetme yetkisine tek başına sahiptir. Ancak bu yetki olağanüstü hal durumlarında kullanılamaz. Öte yandan cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesini ve Anayasa Mahkemesi başkanını atayabilir. Kriz zamanlarında bağımsızlık ve bütünlüğe yönelik tehditlere karşı tüm yetkileri kendinde toplayabilir. Bu durum İslam tarihindeki halifelerin ve nihayet Selçuklu’dan itibaren devlet başkanlarının yetkilerinde, bazı istisnalar dışında, farklı değildir.
Amerika’da ise, Anayasanın, başkanın yetkilerini tanımlayan 2. maddesinde, “İcra yetkisi, ABD başkanına emanet edilir” yazıyor. Başkan, aynı zamanda silahlı kuvvetlerin başkomutanı; af ve tecil yetkilerine sahip olan başkan, Senatonun fikrini sormak ve mevcut senatörlerin üçte ikisinin onayını almak kaydıyla anlaşmalar imzalayabilir. Büyükelçileri ve yüksek mahkeme hâkimlerini atayan başkan, bunu yaparken de Senatonun çoğunluğunun onayını almak zorundadır.
ABD Anayasaya göre, “birliğin durumu hakkında Kongreye bilgi vermek zorunda olan başkan, gerekli ve uygun gördüğü, önem arz eden her türlü önlemi Kongrenin bilgisine sunmak durumundadır. Başkan, ayrıca Kongre tarafından kabul edilen kanun metinlerini veto hakkına da sahiptir. Başkan, ihanet, yolsuzluk ya da herhangi başka bir suç yüzünden azledilebilir.”
Sonuç olarak, eğer başkanlık sistemi İslamiyet’e ve tarihteki devlet başkanlığı sistemlerimize uygun ise; benzerleri ABD ve Fransa gibi ülkelerde de uygulanıyorsa, Türkiye Cumhuriyetinin bunu uygulaması yerindedir ve daha da istikrar getirecektir. Tarih böyle konuşurken ve Dünya devletleri bunu uygularken, hala başkanlık sistemini despotluk yahut başka vasıflarla kötüleyenler, tarihimizi ve dinimizin esaslarını da inkâr ettiklerinin farkında değildirler.
Daha fazla ayrıntı kardeşim Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun yüzlerce sayfalık eserinde bulunabilir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Eli Kalem Tutanlara ve Devlet Adamlarına Açık Mektup

Bir Nur Talebesinden Eli Kalem Tutanlara Ve Devlet Adamlarına Açık Mektup

OSMANLI DEVLETİNİN ÜÇ SACAYAĞI VARDI: CAMİ, TEKYE VE MEDRESE

Şunu ifade etmekte zaruret vardır ki, 600 sene Osmanlı devletini bütün hücumlara ve haçlı seferlerine karşı ayakta tutan, üç sacayağı bulunmaktaydı: Cami, Tekye ve Medrese. Ne zaman bu üçü arasında ve özellikle de medrese ile tekye arasında ihtilâf olmuşsa, Osmanlı Devleti gerilemeye ve zayıflamaya başlamış; ne zaman elele vermişler ise, Osmanlı Devleti yükselmiş ve güçlenmiştir. Bunun müşahhas misallerini okumak isteyenler, Kâtip Çelebi’nin Izhâr’ul-Hakk adlı eserini okuyabilirler. Biz Nur talebeleri şu kanaatteyiz:

Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.

İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz? (Mektubat, 445-446)

CUMHURİYET KURULDUKTAN SONRA KUR’ANIN ÇEVRESİNDEKİ BU ÜÇ KALE YIKILMAYA ÇALIŞILDI

Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Tekye ve Zaviyelerin kapatılması hakkındaki kanun, Medreselerin lağvedilmesi ve nihâyet camilerin önemli ölçüde kapatılması yahut yıkılmasıyla, Kur’an’ın çevresindeki kaleler yıkılmaya çalışıldı.

Bütün  bu hücumlara rağmen, bütün tarikat ve maneviyât reisleri yer altına çekildiler. Medrese ehli büyük bir darbeye ma’ruz kaldı. Elmalı Hamdi Yazır, 20 küsür sene sarığını çıkarmamak için evinden çıkamadı. Süleyman Hilmi Tunahan büyük cihadıyla hem Nakşibendiliği ve hem de Medreseleri ihyaya zorluklar içinde devam edebildi. İşte Risâle-i Nur böyle bir dönemde ortaya çıktı.

Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir; o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.” Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’anı beyan et.” Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur’ana hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım. (Mektubat, 368).

6000 sayfayı bulan Risâle-i Nur Külliyâtı, Kur’anın hakikatlerini ve İslamiyeti aklî delil ve burhanlarla isbatı gaye edindi.

BEDİÜZZAMAN VE NUR TALEBELERİ, ASLA TARİKATIN KARŞISINDA OLMADI

Bediüzzaman hazretleri ve Nur Talebeleri asla tarikatın aleyhinde olmadı ve karşı da durmadı. Ancak “Zaman tarikat zamanı değil imanı kurtarmak zamanıdır” diye haykırdı. Aslında gençliğinde Bediüzzaman da Kadirî Tarikatına intisab etmiş ve İstanbul’da Esad Erbilî Hazretlerinin halkalarına katılmıştı. Ayrıca Nakşibendi tarikatına müntesib olduğunu ve sonradan bu intisabları terk ettiğini 1935 Temmuz’undaki Isparta’da verdiği polis ifadelerinde açıkça söylüyordu. Şu sözleri söyleyen tarikat muhâlifi asla olamazdı:

Hem bin seneden beri bu milletin ekser ecdadı bağlandığı bir meslek, sebeb-i mes’uliyet olamaz. Hem gizli münafıklar hakikat-ı İslâmiyete tarîkat namını takıp, bu milletin dinine taarruz ettiklerine karşı galibane mukabele edenler, tarîkatla ittiham edilmezler. Cem’iyet ise, uhuvvet-i İslâmiye cihetinde bir uhrevî kardeşliktir. Yoksa siyasî cem’iyet olmadığına, üç mahkeme hüküm vermişler, o cihette beraet ettirmişler. (Şualar, 372)

Bediüzzaman Hazretleri, bu asırda yani küfrün ilimden ve fenden geldiği bir dönemde, eğer Abüdlkadir-i Geylânîler de olsa, Nurların yolunu tercih edeceklerini haykırmıştı:

Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. (Mektubat, 23)

Bediüzzaman’ın tarikat ile alakalı fikirlerini merak edenler, Telvîhât-ı Tis’ayı (29. Mektup) mutlaka okumalıdırlar.

EHL-İ TARİKAT İLE NUR TALEBEELRİNİN ARASINI İLK AÇAN MUSTAFA KEMAL VE İSMET İNÖNÜ’DÜR

Mustafa Kemal ve arkadaşları, küfre karşı mücadele veren Bediüzzaman’ı susturmak için öncelikle Kürt Te’âlî Cemiyeti reisi Seyyid Abdülkadir ve Kürt İstihlâs Cemiyeti Başkanı Şeyh Said ile beraber, devlete isyan ithamıyla muhâkeme ederek onu idam etmek istediler. Ancak bir türlü nezârete almaya bile delil bulamadılar. Bunun üzerine 1925 yılında, Van’da ikamet eden Bediüzzaman’ı Burdur ve nihayet Isparta’ya sürgün eylediler. Bütün baskılara rağmen Bediüzzaman durmadı ve dinlenmedi. Küfrün kalelerini teker teker yıkmaya başladı. Bunun neticesinde 1935 Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılayıp bitirmek istediler ve ancak muvaffak olamadılar.

İşte bu noktada Kafkasya’dan gelen ve seyyid olduğu bilinen Şeyh Şerâfeddin’i devreye soktular. İlk defa bir tarikat şeyhini Nur talebelerine kaşı kullanmaya başladılar. Bu zat, Mustafa Kemal’in Yalova’daki sofralarına misafir edilerek bu hale getirilmişti. Hatta göstermelik olarak onu ve altı talebesini Nakşîleri ünvanı altında Nur Talebeleriyle birlikte Eskişehir’de tevkif ettiler. 120 maznun arasında onlar da vardı. Ancak oyunları tutmadı ve hemen serbest bırakıldılar.

Cenab-ı Hakk’a yüzbinler şükürler olsun ki; Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirdlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle o zayi’ olan bir buçuk adam yerine onbin ilâve oldu. İnşâallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek. (Şualar, 319)

Sıra İsmet İnönü’deydi. 11 Kasım’da Cumhurbaşkanı seçilen İnönü, 6 Aralık’da Bediüzzaman’ı yok etme planlarıyla Kastamonu’ya ilk ziyaretini yapıyordu. Onun kullanmak istediği tarikat şeyhi ise, maalesef hem seyyid ve hem de âlim ve kutup olan Seyyid Abdülhakim Arvasî idi. Mustafa Kemal ve İnönü, Seyyid Abdülhakim Arvasî’yi Şark’tan İzmir’e sürgün edilenler arasında bulunmasına rağmen, kısa bir süre sonra, Ankara’da CHP milletvekili olan damadının yanına getirdiler. Ailesinden çok kimseler, önemli makamlara tayin olundu. Bu zatı yanlarına çekmekde muvaffak olan Mustafa Kemal ve özellikle de İnönü, onu ve müridlerini Bediüzzaman ve Nur talebelerine karşı kullanmaya başladı. Bu zat, Eskişehir Hapishanesinde 1936 yılında telif edilen ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nın aslını teşkil eden Birinci Şu’a’yı inanılmaz şekilde tenkit eyledi ve Bediüzzaman’a karşı konuşmaya başladı.

İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir. (Kastamonu Lahikası, 196)

Ne acıdır ki, 1980’li yılların ortasına kadar onun bu aleyhteki tavrı, bazı tarikat mensuplarını ve özellikle de Türkiye Cemaatini menfi olarak tahrik eyledi.

1950’Lİ YILLARDA ARVÂSÎ’NİN MÜRİDLERİ VE NECİP FAZIL, NUR TALEBELERİNE HÜCUMU DEVAM ETTİRDİLER

1950’li yıllarda ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasında ciddi bir kopukluk yoktur. Nakşibendi tarikatını ihyaya devam eden başta Musa Topbaş olmak üzere Sâmî Efendiler, Zahid Kotku Hazretleri ve Süleyman Tunahan hazretleri, Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkında müsbet hareketi tercih etmişlerdir. Sadece MİT demek olan MAH, Süleyman Efendi’nin Bediüzzaman ve mesleği hakkında Bektaşi olduğu yolundaki sahte raporu hazırlamış; ancak Süleyman Efendi, kendi söz ve fiilleriyle onları tekzib eylemiştir.

Bunun tek istisnası şu olaydır:

Arvasî’lerin müridi olan Necip Fazıl ve Büyük Doğuculardan bazıları, Bediüzzaman’ı Abdülhamid’e karşı olmak ile suçlamışlardır. Bediüzzaman ise, talebelerine kaleme aldırdığı Abdülhamid lehindeki lahika mektubu ile bunlara kat’î cevap vermiştir. Bu arada Necip Fâzıl, gayr-ı Müslimlerin çocukları ile alakalı Kastamonu Lahikasındaki mektup sebebiyle Nur talebelerine hücum eylemişse de, başta Mehmed Kırkıncı Hoca olmak üzere, Nur Talebeleri onun bu iddialarını çürütmüşlerdir.

1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:

1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez. 2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.” 3) Hürriyet, İslâmi terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur. 4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir. 5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”.

Bu arada Necip Fazıl’ın sadeleştirme noktasındaki hareketleri, Zübeyr Gündüzalp Ağabey’in sert mektuplarıyla durdurulmuştur.

1970’Lİ YILLARDA NUR TALEBELERİ İLE EHL-İ TARİKAT ARASINDA SİYASET RÜZGÂRLARI ESMİŞTİR

1970’li yıllar Nur Talebeleri ile Ehl-i Tarikat arasındaki acı hatıraların yaşandığı yıllar olmuş ve bu iki ehl-i hakkın arasındaki köprüler kopmuştur. Başını Muhammed Zahid Kotku Hazretlerinin çektiği ve Necmettin Erbakan’ın fiilen icra ettiği siyasi hareket (Milli Nizam, Milli Selâmet vs.), siyaset sebebiyle Nur talebelerine muhâlefet etmeye başlamışlardır.

Evvela Nur talebeleri bazı düsturlar sebebiyle bu siyaseti desteklemezken, bazı Nur talebeleri de bunlara katılmışlardır. Bunların başında Seyyid Salih Özcan ve Hüsamettin Akmumcu gibi zatlar gelmektedir.

Nur talebelerinin bu siyasî hareketten uzak kalışlarının sebeplerinden ikisi şöyledir:

Birincisi:

İşte ben de nur-u Kur’anı elde tutmak için “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envâr-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola…

Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor. (Mektubat, 49)

İkincisi:

Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti’yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben:

“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.

“Milletçilere gelince:

Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, {(Haşiye): İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.} Demokrat Parti’ye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyetin başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkler’i ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan; Kur’an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Parti’nin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum.” dedi. (Emirdağ Lahikası-2, 206-207)

Bediüzzaman, Erbakan’ın Partisine benzeyen İslam Demokrat Partisinin ise ancak milletin % 60’ı mütedeyyin olmak şartıyla başarılı olabileceğini anlatmıştır.

Bu arada hem ehl-i tarikatın başını çektiği siyasi hareket ve hem de Nur talebelerinden bazıları ifrat ve tefritlere düşmüşler ve iki ehl-i iman birbirine girmişlerdir. Adapazarı Akademisinde Abdullah Gül ve Sami Güçlü’nin de katıldığı kavgalar acı günlerin sevimsiz hatıralarıdır. Necip Fazıl ekibi daha da menfi davranmıştır. Diğer taraftan 1977 seçimleri öncesi, Yeni Asya Gazetesinin yayınladığı aleydeki kitapçığın kapağına ayran içen ve müttaki bir mümin olan Korkut Özal’ın resminin rakı içer gibi basılması, ne Nurların ve ne de İslam’ın düsturlarına uygun değildir. Her iki taraf da hatalar yapmışlardır.

1980’Lİ YILLARDA EHL-İ TARİKAT İLE NUR TALEBELERİ ARASINDAKİ KÖPRÜYÜ RAHMETLİ ÖZAL YENİDEN KURMUŞTUR

Merhum Özal, ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasındaki köprüyü kuran ilk devlet adamımızdır. Onun siyaseti bütün ehl-i imanı hakikat çevresinde birleştirmiştir. Bu arada bazı cılız sesler çıkmaya devam eylemiştir. Bediüzzaman’ın Sultân Reşad’dan aldığı (!) 20.000 Osmanlı altınını ne yaptığını tarihi ve devlet idaresini bilmeden sorgulayan Kadir Mısıroğlu; Bediüzzaman’ın eserlerini incelemeden ve hayatını okumadan onun Abdülhamid aleyhinde olduğunu iddia eden Prof. İhsan Süreyya Sırma ve Süleymanlı ekipten Ömer Faruk Yılmaz gibi şahsiyetler, bu köprüyü yıkmaya çalışmışlar ise de muvaffak olamamışlardır.

Bu arada Türkiye Cemaati ile Nur Talebeleri arasındaki yıkılan köprüyü tamire çalışanlardan biri de Merhum Enver Ören’dir. Ancak tam muvaffak olamamıştır. Yanlış makaleleriyle Ünlü olan bir zat, maalesef yalanlarına ve bu köprüyü yıkmaya devam etmektedir.

Özellikle Yeni Asya ekibinin körü körüne Demirel hayranlığını sürdürmesi, bu köprüyü yıkma faaliyetlerinin başında gelmiştir.

2002’DE SENDELENEN KARDEŞLİK KÖPRÜSÜNÜ RECEP TAYYİB ERDOĞAN YENİDEN TAMİR ETMİŞTİR

2002’den itibaren Recep Tayyib Erdoğan, 1990’lı yıllarda ârızalanan ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasındaki köprüyü yeniden kurmaya muvaffak olmuştur. Biz Nur Cemaati olarak biliyoruz ki, siz, Bediüzzaman’ın arzusu olan iki vasiyetinden birini yani Nurların Diyanet eliyle basılmasını tahakkuk ettirmiştir ve diğerini yani Ayasofya müjdesini de gerçekleştirmek inşallah ona nasip olur:

Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.” (Emirdağ Lahikası-2, 164 )

Ancak kurulan bu köprü son zamanlarda sendelenmektedir ve yıkılmaya doğru gitmektedir.

2013’DE FETHULLAH GÜLEN BU KÖPRÜYÜ YIKMIŞTIR

Nur talebelerinin devlet adamlarıyla her konuda hemfikir olması elbette düşünülemez. Ancak Bedîüzzaman’a göre muhâlefet iki kısımdır:

Birincisi, ilmen ve fikren muhâlefetdir ki, Bedîüzzaman bu muhâlefeti yapmaktan asla geri durmamıştır. Biz de eksik gördüğümüz noktaları açıklamaya devam edeceğiz.

İkincisi ise, siyâseten ve kuvvetle yani devlete isyan ederek yapılan muhâlefettir ki, bunun yolları siyasî parti kurmak yahut isyan etmektir ki, Bedîüzzaman bütün hayatı boyunca müsbet hareketi tercih ederek bu yolun caiz olmadığını her zaman haykırmıştır.

Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır… Ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler her hükümette bulunur. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risâle-i Nur’un bir kısım şakirdleri idareye dokunmamak şartıyla, rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif âmel etse, hatta rejimin sahibine adavet de etse, onlara kanunen ilişilmez.[1]

Bedîüzzaman’ın siyâsetle olan münasebetlerini ve muhâlefet anlayışını şu ifadeleri en güzel şekilde ortaya koymaktadır:

Hem siyâsete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb’us değilim, o halde siyâsetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım.

Eğer muhalif siyâsete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhâlefet etsem, husulü meşkûk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor. [2]

Bediüzzaman, Kur’an ve iman hakikatlarını anlatmakla görevli Nur talebelerinin siyasî muhâlefet yapmaları ve siyâsî bir parti kurmalarını yasaklamıştır. Şeyh Said Hadisesi ve Menemen Hadisesi gibi devlete isyan manasındaki muhâlefetten ise, ‘‘Kur’an bizi men‘ ediyor“ diyerek fikrini netleştirmiştir.

Fethullah Gülen, maalesef her iki muhâlefeti ve hem de uluslararası düşmanlarımızla ittifak ederek yapmış ve ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasındaki köprüyü yıkmıştır. Allah ıslah eylesin.

2014’DEN İTİBAREN MEVCUT HÜKÜMET SAPLA SAMANI BİRBİRİNE KARIŞTIRARAK BU YIKILIŞA HIZ KAZANDIRMAKTADIR

Maalesef mevcut hükümet, 2014’den itibaren sapla samanı birbirine karıştırarak bu yıkılışı hızlandıracak adımlar atmaya başlamıştır. 7 Haziran Seçimleri ile alakalı oturup düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Başta PKK olarak maddî ve manevî musibetler arka arkaya gelmektedir. Bunu manevî açıdan sorgulamalıyız. Düsturumuz şu olmalı ve kendimize sormalıyız:

“Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”(Sünuhat-Tuluat-İşarat, 50 )

Bu sebeple başa gelen bu musibetin bazı maddî ve manevî sebepleri bulunmaktadır. Bunların önemli olanlarını saymak istiyorum.

  1. Hükümet içindeki Nurlara eskiden beri muhalif duygular taşıyan MHP kökenli insanlar paralelle mücadeleyi bahane ederek Nur talebelerini tasfiyeye girişmişlerdir. Kendileri mazbut bir Müslüman olmalarına ve Paralel ile mücadelede gayretleri inkâr edilmemesine rağmen, militan gibi davranmaktadırlar. Hükümet içindeki eskiden beri Nur talebelerine muhâlif olan Necip Fazılcılar, bazı ehl-i tarikat bu ateşi körüklemişlerdir. Bununla bütün dinî cemaatlere ve özellikle de Nur Cemaatine muhalif olduğu herkesçe malum olan şahısları kasdediyorum.
  2. Hükümet içindeki bazı şahsiyetler, Doğu ve Güneydoğu’da Med-Zehrâcılara destek olmuş ve onlar da tamamen HDP’ye çalışmışlardır. Delilleri elimizdedir. Daha kötüsü Selahaddin Demirtaş gibi bir hainin gösterdiği basireti onlar gösterememiştir; zira bu hain, CNN’deki canlı yayında Med-Zehracılara açıkça teşekkür etmiştir. Kaldı ki, RTÜK’de meydana gelen hükümet aleyhindeki oylamalar da bunun delilidir.
  3. Maalesef hükümeti destekleyen bazı gazetelerdeki bir kısım marjinal yazarlar da bu tahribe sebep olmaktadırlar. Mesela Star Gazetesindeki bazı kendini bilmez yazarlar, Nur talebeleri ile Gülen grubunu aynı kefeye koyan yazılar yazmakta ve bahsettiğim tarihî ihtilâfı körükleyerek köprünün yıkılmasına sebep olmaktadırlar. Aynı şekilde çok sevdiğim Mustafa Karahasanoğlu’na açıklamama rağmen, kendini bilmez bir hanım yazar Nur talebeleri aleyhinde makaleler yazmakta ve hakaretler yağdırmaktadır. Kadir Mısıroğlu ve benzerleri, haddini aşarak Bediüzzaman’ı lüzumsuz vesilelerle dillerine dolamaktadırlar.
  4. Partideki ehl-i sünnete muhâlif adaylar ve idareciler bu hezimetin en önemli sebepleri arasındadır. Siirt’ten bir molla beni arayarak size ulaştırmak üzere şu mesajı göndermiştir: “Hocam, Siirt, şeyhlerin ve icazetli molların en çok olduğu ilimizdir. Siz buraya birinci sıradan MEALCİ diye bilinen ve sapık bir mensubu olduğu söylenen Prof’u aday gösterdiniz. Ben kendim sandığa gittim, talebelerim mollaları ikna edemedim. Buna vermektense, HDP’ye veririz dediler.”
  5. Hükümetin sapla samanı birbirine karıştırdığı bir nokta daha vardır. Paralel yapı üç grup idi: Birinci Grup, asıl tahribatçı olan ve devlete isyan eden % 15-20’lik kısmıdır. Hocaefendi de dahil olmak üzere bunların vatan hâinliği yaptığına biz de vâkıfız. İkinci Grup, % 50’lik kısımdır ve bunlar ya menfaat için ya da kalabalık gördükleri için onlara intisab edenlerdir. Bunların çoğu paralelden kopmuşlardır. Üçüncü Grup, % 30 civarında olan iman kahramanlarıdır ve çoğu Üniversite birincisi olup 150 dolara Çin gibi yerlerde vazife görmektedirler. Keşke bunlar kazanılabilseydi diyoruz.
  6. Hükümet ve bürokrasi tarafından bu üçlü taksime riayet edilmediği gibi, bütün Nur talebeleri önemli bir kesim tarafından zulme ve hücuma maruz kalmıştır. Nur talebelerinde Siyasette ve Bürokraside tasfiye olduğu kanaati hâkimdir. Bunun iki önemli müşahhas misali şudur:
  • Sâbık Aile Bakanlığı Müsteşarı, neden herkes asalete geçirildiği halde kendisinin asalete geçirilmediğini soran ve Abdullah Yeğin Ağabeyin cemaatinden olan bir daire başkan vekiline: “Nurcularla Paralelciler arasında fark yoktur; ikisi de aynı kitabı okuyorlar; aynı kabdan su içiyorlar” cevabını vermiştir. Neyse ki bu müsteşar görevden alınmıştır.
  • Çapa Anadolu Lisesinde Bediüzzaman’a ve Nur Talebelerine açıktan hakaret eden bir öğretmen, İstanbul Milli Eğitim Müdürüne hatırlatmama rağmen, görevden alınmamış; tam tersine başka bir okula tayin edilmiştir. Aynı şey, Aksaray Polis Okulu Müdürü için de geçerlidir. Buna dair bana gelen yüzlerce misal elimde bulunmaktadır. 2008’de Fatih Üniversitesinden mezun oldu diye, o zamandan beri bizim medreselerde vakıflık yapan bir kardeşimize, bütün üniversiteler kapıları kapatıyor.

Biliyorsunuz, اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ

EHL-İ TARİKAT İLE NUR TALEBELERİ ARASINDAKİ BU MANEVÎ KÖPRÜYÜ HİÇBİR GÜÇ YIKAMAYACAKTIR

Elhamdülillah müsbet hareket eden ehl-i tasavvufun da sayıları gittikçe çoğalmaktadır. Başta Osman Topbaş Hocamızın müsbet ve yapıcı hizmetleri, Süleymanlı kardeşlerimizin kahir ekseriyetle hep müsbet hareket etmeleri, Adıyaman’dam maneviyat reisinin hep Bediüzzaman ve eserlerine olan teşvikleri ve daha sayamadığım ehl-i tasavvuf, köprünün devam etmesi için gayret göstermektedirler.

1 – Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.

2 – Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek…

3 – Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: “Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.

4 – Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle… (Lem’alar, 151)

SON SÖZÜM ŞUDUR:

İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..

Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!. (Mektubat, 269-270)

Rotterdam, 13 Ekim 2015

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

[1]   Şu’alar, sh. 348 vd.; Denizli Dosyası, Abdülkadir Badıllı Arşivi; bkz. Mufassal Tarihçe, II, sh. 1218 vd.

[2]   Mektubat, sh. 61-62

Müslümanların Ve Gayr-i Müslimlerin Avrupa’da Barış İçinde Birlikte Yaşamasının Olmazsa Olmaz Şartları

  • Biz, Bediüzzaman’dan Kur’an yoluyla müsbet hareketi ders almışız; menfi hareket etmeyiz.
  • İslam’dan taviz vererek İslam’a hizmet olmadığı gibi, uyum da sağlanamaz.
  • Doğru İslam’a göre yaşamak, zaten uyum ve huzur demektir.

 

2015 – 2016 Akademik Yılı Açılış Konuşması
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz
14 Eylül 2015

Değerli Misafirlerimiz,

Yüce Rabbimizden başarılı bir akademik sene geçirmemizi niyaz ediyorum. Bu güzel günün anlamına binaen konuşmama başlamadan önce konuşmamı katılan misafirlerimizden dolayı İngilizce yapacağımı belirtmek isterim.

Konuşmamın başında sizlerle paylaşmak isterim ki, bu senede yeni projeler üzerine çalışıp, stratejik hareketlilik bağlamında üniversiteler ile İttifakiyeler imzalamaya devam edeceğiz. Erasmus+ için ilk çalışmamızın meyvesi olarak bu sene bir miktar talebemizi Fas’a yollayacağız. Arkadaşlarımız diğer ülkeler için de çalışmalarını hızla sürdürmekteler. Hareketlilik üniversitemizin çok önemli bir stratejik vizyonunun bir parçasıdır.

JRISS bu sene altıncısını çıkartacağımız akademik dergimizdir. Dünyaca meşhur Index Islamicus’a kayd edilmiş ve Thosmon Reuters’un yetkili komisyonu şu an sosyal bilimler index’ine kayıt için gereken işlemleri yapmaktadırlar.

Kurumumuz bu sene yeni talebelerle 300 talebeyi bulmuş ve Master programımız altı sene daha uzatılmıştır. Bachelor programımız ise değerlendirmelerden büyük başarılar elde etmiştir.

Her şeyden önce Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Allah’ın menettiği hududu koruyan ile korumayan kimsenin misali, bir gemide kur’a ile yerlerini belirleyen kimselerin misali gibidir. Buna göre, bazıları geminin üst katına, bazıları ise, geminin alt katına yerleşirler. Geminin alt katında olanlar, susadıkları zaman üst kattakilere uğrayarak, “Kendi bulunduğumuz kattan bir delik açsak ve üst kattakilere zarar vermesek” derler. Bu durumda, eğer üst kattakiler, onları bu istekleriyle baş başa bırakırlarsa, hepsi birlikte batmaya mahkûmdur. Eğer onlara engel olurlarsa, hem onlar hem de kendileri kurtulur.” (Buhari, Şerike, 6)

Afrika’dan ve Asya’dan akın akın gelmekte olan göçmenleri nazarımıza alalım. Avrupa, tarihinin en büyük imtihanlarından biri yaşamaktadır ve bu meselede duyarsız kalmamalı. Macaristan ve benzeri ülkelerde olduğu gibi duyarsızlığı giderecek müşahhas örneklerle Avrupalıların bizzat atalarının yaşadığı dini ayrımcılık, açlık ve istibdatları hatırlayarak başlarını başka bir yöne çevirmemelerini hatırlatmak isterim. Tarihleri bunu gerektirmektedir.

İkinci olarak özellikle vurgulamak isterim ki toplumlar insan hakları meselesinde kapsayıcı bir fikir birliğine varmış değillerdir. Bu konu ile alakalı fikren ayrılıklar vardır. Buna bir örnek verecek olursak Batı dünyasının temel insan hakları olarak kabul ettiği fakat İslam dünyasının kabul edemeyeceği meseleler vardır: eşcinsel evlilik bu konulardan bir tanesidir.

Bazı Batılı bilim adamları bu tür konuları değerlendirirken İnsan hakları ve İslam hukuku arasında büyük çatışmalar olarak nitelendirmektedirler. Bu sorumsuz bir değerlendirmedir. Bu konu ile alakalı Pakistan’da Ahmediye’nın vatandaşlık haklarını yasaklayan hükmü örnek olarak vermekte ve oldukça istisnâi ve aşırı örnekler zikredilerek İslam’ın aleyhinde konuşmaktadırlar.

Bizler, Müslüman ilim adamları olarak dinimizden en ufak dahi bir taviz verilmesini kabul edemeyiz: fakat bununla beraber Avrupa hukuku veya değerlerini çiğnemek de şer’-i şerife uyun değildir.

Üçüncü bir nokta ise, İslamiyet hakkında yine yanlış bir düşüncedir: İslam hukuku var olan hukuki sistemler ile birebir bağdaşır diyemeyiz. Buna bir örnek verecek olursak, alkol tüketimi en güzel misaldir. Bu durum, ilim adamlarının İslam ceza hukukunu veya alkolü yasaklayan kanunları inceleyemeyeceği manasına gelmez. İki noktayı birbirinden ayırmak gerekiyor: akademik olarak İslam hukuku hakkında araştırma yapılabilmelidir ve bunun engellenmesi de ilme ve bilime karşı bir yaklaşımdır. Alkolü veya eşcinsel ilişkinin yasaklarını anlatan şer’î hükümlerin yer aldığı ilmi bir eserin yasaklanması saçma bir yaklaşımdır. Bunun ötesinde şahısların şeri’atı uygulama noktasında yerel hukuku yok etme pahasına yetkisi de yoktur. İslam hukukunu uygulama yetkisi sadece devlete aittir..

Akademik özgürlük İslam ve Batı medeniyetlerinde var olan bir ortak bir haktır. Akademik özgürlüğü sosyal tahrik olarak nitelemek de Avrupa değerlerine uygun değildir.

Dördüncü nokta. Toplumda yaşayan her insanın, toplumun tüm kurallarını kabul etmek mecburiyetinde değildir. Fakat bu kuralları çiğnemeye de hakkı yoktur. Eğer kişinin dini vecibelerine aykırı ise bir takım kanun ve kurallara dahi muhalefet edebilir. Burada iki nokta nazara alınmalıdır. Muhâlefet iki kısımdır:

Birincisi, Akademik yani ilmi ve fikri muhalefettir ki, hiç kimse tarafından göz ardı edilemez. Bu bilakis kişilere ait olan evrensel bir hak ve ifade hürriyetinin gereğidir.

İkincisi ise, siyasî muhâlefet veya isyan yoluyla şiddet kullanılarak yapılan muhalefettir. Siyasî muhalefet, siyasi partilerin işi olup onlar tarafından hayata geçirilir. Bizler ilim adamları olarak bu tür süreçler ile ilgilenmeyiz. Diğer muhalefet şekilleri olan isyan, ayaklanma, ya da sosyal tahrik şekillerine gelince, İslamiyet bu tür şekillerin hepsini kıyamet gününe kadar yasaklamıştır. Bu yollara başvuran insanlar ile mücadele edilebilir; çünkü bu tür eylemler radikalleşmenin önünü açar. Bizler Bedîüzzaman’ın ve Risale’i Nurlardan devlete ve millete karşı isyan ve ayaklanmanın yasak olduğunu öğreniyoruz.

Beşinci olarak, Irkçılık ve sınıf ayrımını ve her türlüsünü durdurmalıyız. Beyazıyla siyahıyla, Müslümanıyla ve gayri-Müslümanıyla ve hatta terör gurupları arasında dahi ayrım yapılmamalıdır. Bazı Avrupa hükûmetleri terör guruplarını sınıflara ayırmaktadırlar: bir taraftan kendi işlerine yarayan terör gurupları mahkeme kararı olmadan yurtdışına ihraç edilemez diye düşünülürken (PKK ve ETA gibi), diğer zararlı terörist guruplar mahkeme kararı bile olmadan ihraç edilebilebilir diye kanun dahi yapmaya kalkışmaktadırlar (DAES ve El-Kaida gibi).

Sizlerle bir hikâyeyi paylaşmak isterim: bir gün bir köye bir dev insanları yemek üzere geleceği öğrenilmiş. Bu sebepten dolayı köy ahalisi canavar gelmeden gidip onunla anlaşma yoluna gitmek istemişler. Ahaliyi temsil edenler canavar ile her gün bir kız ve oğlan çocuğu vermek üzere karara varmışlar. Sonra anlaşma yapıldığını haber vermek üzere köye gelmişler. Köye döndüklerinde çok iyi bir anlaşma yaptıkları için sevinen temsilciler, olayı sevinç ile anlatıp artık güvende olduklarını söyleyince: köyün yaşlıları ağlamaya başlamışlar.

Bu belki yapılabilecek en kötü anlaşmadır demişler. Ne yazık ki bir gün sıra köyde yasayan herkese gelecek. Bir de teslim vakti belli olmayınca ölümü beklemek mecburiyetinde kalacağız: ölümü beklemek ölmekten daha kötüdür demişler.

Son olarak: şu bilinmeli ki Rotterdam İslam üniversitesi radikalizme karşı bir kalkan gibidir. Aklımıza şu sorular gelmelidir: Müslümanlar Avrupa ülkelerine bir tehdit teşkil edebilir mi? Hayır. Çünkü çoğunluk itibarıyla hem Müslümanlar hem de gayri-Müslim toplumlar birbirleri ile barış içinde yaşamayı arzu etmektedirler. Ancak gidiş iyi değildir. Bunun en temel sebebi ise Müslümanların inandıkları dinin temellerini ve inanç esaslarını tam olarak bilmemeleri ve bir de yaşamamalarıdır. Bunun neticesinde İslami topluluklara karşı yanlış bir yaklaşım oluşmaktadır. Ayrıca İslamiyet ile Batıdaki yerel kanunlar, yaşayız tarzı ve gelenekler gibi hayati meselelerde çatışıyor şeklinde nitelendirilmektedir.

Batı Avrupa devletlerinin entegrasyon politikaları genellikle Müslümanların uyumunu yorumlarken kendi kültürlerini, inanç ve dinî prensiplerini terk olarak algılamaktadırlar.

İslam dünyasının dışında yaşayan Müslümanlara bu dini kurallarını öğretmek –  ve bunun neticesinde yerel kanunları ihlalden kaçınarak saygı duyulmasını sağlamak, gerçek entegrasyon ve huzurlu ve ahenkli yaşam yönünde çok önemli bir noktadır. Batılı devletlerin kendi vatandaşlarının dini inançlarına saygı göstermesi de çok önem arz etmektedir. Sadece ilmi çalışmalar bu konulara ışık tutabilir ve bu problemleri çözebilir. İşte bu, İslam Üniversitesi’nin ana görevlerinden biridir. Arzumuz insanları bir araya getirmek ve bu barış ülkesinde barış için İslamiyet hakkında doğru bilgiyi yaymaktır.

Teşekkür ederim.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

www.NurNet.org

The Male and Female Slavery in Islamic Law “OTTOMAN HAREM”

Thirty years ago, we have published The Ottoman Harem in Turkish and I have given a copy to Şükran Vahide (Mary Weld)[1] to evaluate and to translate to English. She has translator the Risâle-i Nur Collection completely and is a native in English. When she had completed the translation, she told me “Dr. Akgunduz! I have enjoyed translating this book and I think that this book is very important in historical and religious sense.”

I have spent five years preparing this work Male and Female Slavery in Islam and the Ottoman Ḫarem. The product of those five years’ work has now been published in English. The subjects discussed in this book are as follows:

Part One; the distortions and misrepresentations of male and female slavery and the Ḫarem, together with some examples.

Part Two; male and female slavery in non-Muslim societies and in other religions.

Part Three; the institutions of male and female slavery in Islamic law.

Part Four; aspects of the practice of slavery, male and female, in the Ottoman state.

Part Five; an investigation of the question: what is the Ḫarem?

Part Six; a lady governess’s memoirs of the Ḫarem.

Part Seven; the replies to a number of important questions on these subjects.

My request of readers is that they read the sections they are interested in, and particularly that they study Parts One, Five, and Seven. I realize that Part Two is a slight digression, but I am of the opinion that the comparison is necessary in order to illuminate slavery in Islam and in the Ottoman state.

“Ahmed Cevdet Pasha says: “To own slaves in Islam is to be a slave.” What should be realized here is that Islam did not introduce slavery. So how was slavery practised in other societies and religions? How did other religions and peoples act towards slaves? Since “Everything is known through it opposites,” it is essential to know this in order to understand male and female slavery in Islamic law and the Ḫarem in Ottoman society.

The women in the Sultan’s Ḫarem lived under very strict discipline. They lived an enclosed life in their apartments, just as they paid great attention to these matters when they were out on trips or travelling. Since it was thus, does it conform to historical fact to show them to be immodest and overly free and easy, as in the films made recently? Does this reflect history as it was lived or is it make-belief? This should be pondered over fairly and reasonably.”

IUR Press, 362 pages.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

 

[1]     Şükran Vahide (Mary Weld): was born in 1948 in England’s Lancashire. She has graduated in 1980 from Durham University Faculty of Oriental Studies of the Turkish and Persian literature. After reading the English translation of the Risale-i Nur Collection, in 1981, she became a Muslim. Thanksgiving residing in Turkey in case of Vahidi, She has engaged in research in the Risale-i Nur. Many treatises, mainly English Words translated. She has married with a famous student of Bediuzzaman Mehmed Firinci.

Hollanda İslam Enstitüsü Akreditasyonu 6 Sene Daha Uzatıldı!

Hollanda’da uluslararası akrediteli İslâm ilahiyat programı sunan tek eğitim kurum olması özelliği ile birçok konuda Hollanda basın ve siyasetinin ilgi odağı olmaya devam eden Rotterdam İslam Üniversitesi (İUR), basında çıkan kapanma dedikodularına eğitim kalitesi ile adeta cevap veren NVAO (YÖK) tarafından kurulan bağımsız uzman komisyonu yapılan akreditasyona tam not verdi.

Akreditasyon raporları basında çıkan dedikoduların aksine eğitim kalitesinde büyük atılımların yapıldığını ve çok sesli toplumlar için başarılı bir örnek teşkil ettiğini ifade ediyor. 15’den fazla etnik kökeni bünyesinde barındıran talebe ve eğitim kadrosu ile zengin bir akademik ortamda tam donanımlı eğitim yapıldığını kayıt eden uzmanlar IUR’nin eğitime ve topluma kattığı değerden bir hayli memnunlar. Özellikle de son zamanlarda olağanüstü bir baskıya duçar kalan IUR, akreditasyonunun çekileceği dedikoduları ile özellikle de Müslüman gençler üzerinde olumsuz etkiler yapıldığını gözlemlenmektedir.

Demokratik uygulamalarıyla adından söz ettiren, fikir ve dini özgürlük konusunda toleranslar ülkesi olarak bilinen Hollanda’da eğitim kurumları altı senede bir, NVAO tarafından kurulan bağımsız bir komisyon tarafından akredite edilmektedir. NVAO siyasî bir kurum olmayıp eğitim kanununa göre sadece eğitimin kalitesini temel almaktadır.

İlmî çalışmaları ile Ülkemizde de önemli bir kesim tarafından sevilen ve saygı duyulan bir isim olan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ise son zamanda Hollanda’da bir kesim tarafından ortaya atılan ve Türkiye’de de bazı medya organları tarafından dile getirilen iddialara yönelik ise: ‘Bu tür suni gündemlerin geçici olduğunu belirtti’. Hollanda’nın bir hukuk devleti olduğunu ve birtakım medya tarafından servis edilen dedikoduların Hollanda kontekstine taşınmasının doğru olmadığını belirtti.

Hayatı boyunca kanunlar çerçevesinde müspet hareketi anlatmış olan İslam Hukuku Profesörü Akgündüz, ifade hürriyetinin hukuk devletlerinin temelini oluşturduğunun altını çizdi.

Bu mesnetsiz haberlere aldırmayıp eğitim çalışmalarına hız kesmeden devam eden İUR, bugün iki Master (Manevi Rehberlik 2 sene) ve Bachelor (İslam İlahiyat lisans, 4 sene)  seviyesinde iki bölüme sahip olduğunu ve yakında İngilizce bir bölüm açılacağının da müjdesini veriyor. Ayrıca Erasmus+ programına iştirak eden İUR’nin ülkemizde de diplomaları YÖK tarafından tanınmaktadır. Bu başarılı akreditasyon raporlarından sonra kurumun 2015-2016 Akademik döneminde talebe sayısının 400’e ulaşması bekleniyor. Eğitim kalitesi ile kendini ispat etmiş olan IUR, devlet finansı için de Hollanda siyasetinin atacağı adımları bekliyor.

Saygıyla.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam