Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Bediüzzaman’ın Denizli Hayatı

Beşinci Bölüm, Bedîüzzaman’ın 21/10/1943-09/08/1944 tarihleri arasındaki yaklaşık 8 ay süren Denizli Hayatına ayrılmıştır. Bedîüzzaman ve arkadaşlarını Denizli’ye sevk etme kararı, Temyiz Mahkemesinin 3. Dairesince 30 Eylül 1943 tarihinde kararlaştırılmıştır. Kastamonu Vâlîliği, Bedîüzzaman’ın Denizli Mahkemesindeki yargılamasında, Cumhuriyet Başsavcısı gibi hareket etmiştir. Bunun delillerinden bir tanesi, 15 Aralık 1943 tarihli “Risâle-i Nur Eserlerinin zararlı muhtevası hakkında” Dâhiliye Vekâletine takdim ettiği ayrıntılı rapordur. Biz bunu Isparta Cumhuriyet Savcılığının İddianâmesi ile birleştirirsek, Denizli İddianâmesi adını verebiliriz.

İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu bu dönemde, kuvvetler ayrılığı prensibi asla işlemiyordu. Kimin icrâ organı, kimin yargı gücüne sahip ve kimin savcı olduğu belli değildi. Denizli Savcısı da bu işi taahhüdüne almıştı ve davayı yürütecekti. Kara vagonlara doldurulan Nur Talebeleri, üstlerinde kapılar muhkemce kilitlendiği gibi, ayrıca da kalın demir şişleriyle dışardan kapılar iyice bağlanmıştı. Ancak onun hazırladığı iddianâmeyi Vâlîlik ve Emniyet Bakanlığa takdim ediyordu. Burada Afyon Mahkemesi sırasında Nur Talebelerinin kaleminden çıkan hülasayı aktarmak istiyoruz:

Eskişehir Hapishânesinden çıktıktan sonra, Kastamonu’ya nefy edilir. Sekiz sene sonra 1943 tarihinde din ve mukaddesât düşmanları, Risâle-i Nur Külliyâtı neşriyatının kendi zehirli ideolojilerinin genişlemesine mani gayet kuvvetli bir sed teşkil ettiğini; millet ve gençlik tarafından gittikçe fazla rağbet kazandığını müşâhede ederek, Risâle-i Nur’a suikasd için Bedîüzzaman’ı yüzden ziyade talebesiyle birlikte, Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk ederek, hapse sokarlar. Yine “Gizli cemiyet kuruyor. Halkı hükümet aleyhine çeviriyor. Medeniyetimize mimsiz medeniyet diyor. Mustafa Kemal’a din yıkıcısı Süfyan, Deccal diyor. Mustafa Kemal’in Süfyan olduğunu hadis-i şeriflerle, hâdisâtla isbat etmeğe çalışıyor” gibi bir sürü bahanelerle mahkeme cereyân ediyor.

Sonra Risâle-i Nur Külliyâtında siyasî bir faaliyet olup olmadığını tedkik için birkaç memurdan bir ehl-i vukuf teşkil edilerek toplanan eserler tetkike başlanınca, Bedîüzzaman; “Bu vukufsuz ehl-i vukuf Risâle-i Nur’u tedkik edemez. Ankara’da ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Eğer onlar bir suç görürlerse, en ağır cezaya razıyım” der. Bunun üzerine Risâle-i Nur Külliyâtı, Ankara’da profesörlerden ve ilmî şahsiyetlerden mürekkeb ehl-i vukufa satır satır tedkik ettirilir. Ehl-i Vukuf tarafından “Bedîüzzaman’da siyasî bir faaliyet ve gaye yoktur. Eserleri ilmî ve imânîdir. Kur’ân-ı hâkimin hakiki bir tefsiridir.” diye rapor veriliyor.

İthamlar delilsiz ve isbatsız olduğu için iftiralardan ibaret olduğu anlaşılıyor. Bilhassa Bedîüzzaman’ın “Mehdilik davası güdüyor” ithamı isbat edilemiyor. Neticede Bedîüzzaman büyük bir müdâfa’a yapıyor.[2]

Tekrar önemle hatırlatalım ki, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin iddianâmesi, Isparta Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlandığı ve zaten söz konusu iddianâmenin 15 Ekim 1943 tarihinde hazırlandığı unutulmamalıdır. Bedîüzzaman ve talebeleri hem İddianâmeye itiraz ediyorlar ve hem de Nur Davasını müdâfa’a ediyorlar. Biz bütün belgeleriyle bu mahkeme safahatını ve müdâfa’aları, arşiv belgelerine dayanarak açıklamaya çalıştık.

Bu yargılama sırasında tarihe geçecek dört önemli olay olmuştur:

Birincisi, Denizli Savcısı Ankara’dan gelen talimatlarla dosyayı uyduruk bir mahallî bilirkişi hey’etine göndermiştir. Bedîüzzaman, Denizli Savcısının Isparta Savcısından daha çok bir gayretkeşlik içerisinde olduğunu müşahede edince, ilk başta mülâyim bir iki parça hakikat‑ı hali dile getiren dilekçeleri iddia makamına gönderdi. Bir kaç gün sonra da, 8.11.1943’te birinci ehl‑i vukufa tevdi’ edilen dosya ve kitaplar hakkındaki bilirkişi raporları geldi. Bunun üzerine müddeî‑i umûmî, dosyaları davanın evvela sorgu mahkemesinde yürütülmesine bıraktı. Sorgu hâkiminin kararnâmesini de aldıktan sonra, dosyayı ağır cezaya sevk etti. Bu bir rezalettir.

İkincisi, ilim adamlarından oluşan üç kişilik Ankara bilirkişi hey’etinin verdiği rapor, bazı hatalarına rağmen olumlu bir rapordur. Ankara birinci Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Emin Böke’nin riyâsetinde yetkili ve her birisi kendi dalında feylosof kadar yüksek ilmî seviyeye mâlik ve ünlü şahsiyetlerden üç tane ilim adamı tayin edilir ve dosya bu zatlara tevdi’ edilir: Ehl-i vukuf Diyânet İşleri Müşavere Hey’eti azasından, Dersiâm Profesör Yusuf Ziya; Ehl-i vukuf Dil-Tarih Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü Müdürü Necati Ögal (Lügal); Ehl-i vukuf Türk-Tarih Kurumu Türk-İslâm Kitabları Derleme azasından Yusuf Aykub (Aykut). Bu bilirkişi hey’eti, tek tek Nur Risâlelerini ve hâdise dosyasını bir ay kadar kısa bir zaman içerisinde tetkikten geçirdikten sonra; ileride metninden bazı bölümler vereceğimiz raporlarını 22 Nisan 1944 tarihinde oy birliğiyle hazırlayıp ilgili makamına teslim etmişlerdir.

Üçüncüsü, o günlerin Polis İstihbârât Başkanlığı demek olan Önemli İşler Müdürlüğü’nün sonradan arşiv kayıtlarına girmesi için talimat verdikleri, değerlendirme notlarıdır. Bu notlar, karar verilmeden evvel, Bedîüzzaman ve talebelerinin bütün müdâfa’aları, itirazları ve taleblerinin beyanları ve ifadeleri hakkıyla değerlendirilmiş ve neticede beraatlerine karar verilmiştir. Biz bu devlet arşivlerine giren değerlendirme notlarını olduğu gibi kitabımıza aldık.

arsiv2

BCA, 13311-22-7 Afyon-Denizli

Osmanlıca olarak kaleme alınan bu değerlendirme notlarından sadece bir sayfa Mukaddimeye alacağız:

BCA, 13311-22-7 Afyon-Denizli

Dördüncüsü ise, bütün siyasî baskılara rağmen, Ali Rıza Bey başkanlığındaki Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin Risâle-i Nur hakkında verdiği beraat kararıdır. Biz 40 sayfayı geçen bu kararı ilk defa meraklı hukukçuların istifadesine sunmuş bulunuyoruz. Denizli’de yargılamaları süren Bedîüzzaman ve talebelerinin mahkûm edilmeleri için, Dâhiliye Vekâleti, Kastamonu Vâlîliği ve de CHP Genel Sekreterliği işbirliği yapıyor ve Nur davası konusunda rapor üzerine rapor hazırlıyorlar. İşte bunlardan biri şöyledir:

Nur hizmetine “mel’anet tohumu” diyecek kadar alçalan Dâhiliye Vekili, 28 Ocak 1944 tarihli talimatla Kastamonu Vâlîliğine, Bedîüzzaman ve davasının takibi, haklarında rapor hazırlanması ve baskı yapılması konusunda aşağıdaki yazıyı yazıyor:

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

www.NurNet.org

İddianame Tamamen Bediüzzaman’ın Yok Edilmesi Gayesiyle Hazırlanmıştı

Dördüncü Bölüm ise, Bedîüzzaman 23/09/1943-21/10/1943 (1 ay) tarihleri arasında cebren Isparta’ya nakledilmiştir. Bedîüzzaman Kastamonu’da hizmetine devam ederken Isparta Kahramanları da aşkla ve şevkle Nurların neşri için gayret göseriyorlardı. “Hazret-i Üstâd Kastamonu’da iken, Isparta’daki talebeleriyle daima alâkadar idi. O, izn-i İlahî ile biliyordu ki; Risâle-i Nur’u dünyaya ilân ve neşredecek fedakârlardan ve naşirlerden kısm-ı a’zamı Isparta’dan çıkacak veya Isparta merkezindeki hizmet ile bu büyük vazife îfa edilecek.”[1]

1943 yılında, Denizli vilâyetinin Çivril kazasının Homa nahiyesinde ve köylerinde, Nur Risâlelerinin hakikatlarını neşretmekle meşgul Atıf Egemen isminde faal bir Nur talebesi, nurlu ve hakikatlı hizmetlerini engellemek istediler. Oynanan bir oyunla kaza merkezinin müftü ve vaiziyle el birliği ederek evvelâ cami’lerde vaazlarla Risâle‑i Nur, hatta Bedîüzzaman’ın şahsı ve Nur talebesi Atıf Egemen aleyhinde, bir sene önce İstanbul’daki ihtiyâr şeyhin taklidini yaparak konuşmalar yaptırdılar. Bu yol bir netice vermeyince, bu defa rejime dayanarak hükümetin nazar‑ı dikkatini çekmeye çalıştılar. Neticede emniyet ve jandarma Homa ve civarında aramalar yaptı. Bir kaç el yazma Nur Risâleleriyle birlikte, bir de bir nüsha elyazma Beşinci Şu’a’ Risâlesini buldular. Bunun üzerine Atıf Egemen ile bir kaç arkadaşını Çivril’de tevkif ettirdiler. Aynı tarihten bir sene kadar önce Isparta adliyesinin Beşinci Şu’a’ Risâlesi dâhil bütün bu kitaplar hakkında vermiş olduğu beraat kararına rağmen, bu masumlar tevkif edilmekle birlikte, Denizli Vâlîsi hâdiseyi çok büyüterek; Ankara, Isparta, İstanbul, Kastamonu, Muğla ve Aydın vâlîlerine de şifrelerle durumu bildirdi. Ankara hükümeti başta Reis‑i cumhur İnönü ve başbakan Şükrü Saraçoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel üçlüsü ayaklanarak hâdisenin genişçe aranma ve taranmasına dair gizli emirler verdiler.

Aşağıda Isparta Vâlîsi Rıfat Şahinbaş’ın 18 Ekim 1943 tarihinde Isparta Hapishanesinde bulunan 42 Nur talebesi ve Bedîüzzaman’ın fotoğraf ve eşkâllerinin Dâhiliye Vekâletine gönderildiğine dair resmî yazısı başta olmak üzere onlarca belgeyi esas alıp bu bir aylık hayatını inceledik. Bedîüzzaman, Kastamonu’dan Isparta’ya götürülmek üzere, Çankırı üzerinden karayoluyla Ankara’ya 21 Eylül 1943 gecesi Posta Kamyonu ile getirildi. Ankara’dan ise, 22 Eylül 1943 tarihinde ve Ankara Treniyle Isparta’ya müteveccihen hareket etmiştir. Burada Vâlî Nevzat Tandoğan ile yaşadığı olayları da belgelerle ortaya koyduk.

Bedîüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta Savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklandı. Ağır hasta olmasına rağmen aynı gün Kastamonu’dan ayrıldı ve Isparta’ya gönderildi. Askerî konvoyla, Çankırı üzerinden kara yoluyla Ankara’ya getirildi. Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına girmiş polislerle doldurulan Kastamonu Oteli’ne yerleştirildi. Bu arada Ankara Vâlîsi Nevzat Tandoğan, Said Nursî’yi vâlîliğe çağırtarak sarığını çıkarıp şapkayı giymesini istedi. Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste bulundu. Ancak Bedîüzzaman, boynunu işâret edip, “Bu sarık bu başla beraber çıkar” diyerek sarığını çıkarmayı reddetti. Bu tartışmanın yaşandığı akşam Bedîüzzaman trenle Ankara’dan Isparta’ya geldi. Sorgulamalar başladığında Risâle-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki davayla birleştirilmesi kararı alındı. Bedîüzzaman’la birlikte Isparta, Kastamonu ve Denizli’deki Nur Talebeleri daha sonra Denizli’ye sevk edildi.

Denizli Ağır Ceza Mahkemesindeki iddianâme tam olarak arşivlerde bulunmamaktadır. Ancak Isparta Vâlîsinin Anakara’daki makamlara sunduğu ithâmnâme, mülkî makamlara ait bir yazı değil, tam tersine Cumhuriyet Savcılığının hazırladığı İddianâme mahiyetindedir. Eğer bu İthâmnâmenin metni ile Bedîüzzaman ve talebelerinin mahkemedeki müdâfa’alarını kıyaslarsanız, İddianâmeden alınan iktibasları göz önünde bulundurursanız, bu dediklerimizi tasdik edebilirsiniz. Zaten bu İthâmnâmenin tarihi (15 Ekim 1943) ile yargılamanın başlama tarihleri, neredeyse günü gününe uyuşmaktadır. Bu iddianâmeyi ilk defa yayınlıyoruz. İddianâme tamamen Bedîüzzaman’ın yok edilmesi gayesiyle hazırlanmıştır.  Sadece son sayfasını buraya alalım:

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 13311-22-3; BCA\SAİD_İ NURSİ_14_2_12\13217\13217-233 Husrev 1941-1974

Bedîüzzaman’ın mantıklı savunmaları ve dilekçeleri üzerine Kemalist Hükümetin erkânları Bedîüzzaman’ı Isparta’da mahkûm edecek bir yol bulamamışlardır. Bu sefer Denizli Mahkemesine sevk için yollar aramaya başlamışlardır.

Bütün bu baskılara rağmen Bedîüzzaman Hazretleri hem teliflere ve hem de talebeleriyle muhabere devam etmiştir. Bu bölümde, Nur ve Gül Fabrikalarını, Isparta Kahramanlarını, Atabey Kahramanlarını ve benzeri mümtâz Nur Talebesi gruplarını ayrıntılarıyla anlattık.

Ağustos 1943’de Denizli‑Çivril’de tevkif edilen Atıf Egemen ve Homa’lı bir kaç arkadaşı meselesi, hazırlanmış plânlar gereğince, çok fazla büyütülerek Ankara’ya bildirildi. En önemli bir meseleymiş gibi Ankara bile meşgul ettirildi.. Bütün mes’ele de Beşinci Şu’a Risâlesi idi. Reis‑i Cumhur İsmet, Başbakan Sükrü Saraçoğlu, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel hâdise ile direkt ilgilendiler. Denizli Vâlîsi her tarafa şifreli telgraflar gönderdi. Eylül ayı içinde birçok masumlar Isparta’da tevkif edilerek hapsedildi. Bedîüzzaman’ın Kastamonu’daki menzili de bu hâdisede ilk olarak 18.9.1943 günü Denizli’deki evi şiddetli bir şekilde didik didik arandı. Fakat aradıkları Beşinci Şu’a’ Risâlesi yoktu, bulamamışlardı.

Bu arada Denizli ve Isparta’da yapılan tevkiflere rağmen, Bedîüzzaman’a karşı, bir kaç gün bir sükûnet devresi içinde uzaktan murakabe edildi. Gizli zındık komiteleri başka bir plân hazırlamaktaydılar. Bir kaç gün sonra o şeytanca ve zındıkça plânları tatbike konulmuştu. Onu zehirlediler ama muvaffak olamadılar; Allah onu koruyordu.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

www.NurNet.org

Bediüzzaman Said Nursi Ve İlmi Şahsiyeti Üçüncü Cildin Tanıtımı

7 MART 2015 CUMARTESİ BASIN TOPLANTISI 

YER: OSMANLI ARAŞTIRMALARI VAKFI 

KONU; ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE İLMİ ŞAHSİYETİ 

ÜÇÜNCÜ CİLDİN TANITIMI

“Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti” adlı eserimizin Üçüncü Cildini tamamlamaya muvaffak eden Allah’a hamd ve O’nun şanlı Peygamberi ile ashâbına salat ü selam olsun.

Kitabın bu cildi Bedîüzzaman’ın 1934-1944 yılları arasındaki hayatını ve daha önemlisi de bu dönem Cumhuriyet tarihini doğrudan ilgilendirmektedir. Bedîüzzaman’ın 24.07.1934 günü Isparta’ya getirilişinden 09.08.1944 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile Afyon Emirdağ’a sürgün edilmesi sebebiyle, Denizli’den ayrılışına kadar geçen kadar geçen hayatı ve mücadelesi hakkında, sağlam kaynaklara ve en önemlisi de doğrudan devletin arşiv belgelerine dayalı bir çalışma olmuştur. Risâle-i Nur Külliyâtından yaptığımız iktibaslar ise, Envar Neşriyâtın yayınları esas alınarak yapılmaya çalışılmıştır.

Kitabın bölümlerine geçmeden evvel üç noktayı açıklamak bizim temel vazifemizdir:

Birinci Nokta: Bedîüzzaman’ın bu hayat dönemini ikiye ayırmak gerekmektedir:

Birinci safha, Kemalist hükümetlerin kendisine musallat olduğu dönemdir. Bu dönemde Mustafa Kemal etkilidir. 1934 yılından 1936 yılına kadar Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı olduğu Kemalist hükümet, beş önemli teklif ve tavizlerle Bedîüzzaman’ı yanına çekmek istemiştir. Bedîüzzaman, Mustafa Kemal’e aslâ taviz vermemiştir. Halbuki kuvây-ı milliye lehine Bedîüzzaman gibi çalışan Şeyh Sünusîler, Abdülhâkim Arvasîler ve de Şeyh Şerâfeddinler, Mustafa Kemal’in aldatmacalarına aldanarak onun yanında çalışmışlar ve hatta bunlardan bazıları Bedîüzzaman ve Risâle-i Nur’u çürütmek için Mustafa Kemal’in siyâsetine âlet olmuşlardır.

İkinci safha ise Milli Şef hükümetleri dönemidir. 1936 yılının başından 1944 yılının Ağustos ayına kadar da Milli Şef hükümetleri, Bedîüzzaman’ı ortadan kaldırmağa çalışmıştır.

İkinci nokta ise, Bedîüzzaman’ın bütün bu baskılara ve zulümlere karşı Kemalist hükümetlere ve Milli Şef hükümetlerine karşı takındığı tavır ve muhâlefet tarzıdır.

Üçüncü nokta, Genel Bilgiler başlığı altında iki önemli konuyu özetledik. Birincisi, 1934-1944 yılları arasında başta Isparta, Kastamonu ve Denizli olmak üzere Bedîüzzaman ve davasını ilgilendiren coğrafî bölgelerin mülkî âmirlerini ve devletin önemli erkânını anlattık.

Üçüncü Cild, beş ana bölümden oluşmaktadır. Kısaca muhtevalarını anlatmak istersek şunları söylemek mümkündür:

Birinci Bölüm: Bu bölümde Bedîüzzaman’ın 24-07-1934/30-5-1935 tarihleri arasında Isparta’da geçirdiği 10 aylık İkinci Isparta hayatını kaleme aldık.

İkinci Bölüm, Bedîüzzaman’ın 09/05/1935-28/04/1936 tarihleri arasında Eskişehir Hapishanesinde geçirdiği bir senelik hayatını (28 Nisan 1935’de Isparta’da tevkif edilmiştir) belgelerle ele aldık.

Üçüncü Bölüm; Bu bölüm tamamen yeni belgelerle ortaya konan ve eski tarihçelerdeki çoğu bilgileri ve tarihleri tashîh eder mahiyette olan bir bölümdür. Bedîüzzaman’ın 28/04/1936-20/09/1943 tarihleri arasında Kastamonu’da yaklaşık sekiz yıl içinde yaşadıklarını ve bu dönemdeki Milli Şef döneminin en zâlim devresini özetleyen bir araştırma eseri mahiyetindedir.

Dördüncü Bölüm ise, Bedîüzzaman 23/09/1943-21/10/1943 (1 ay) tarihleri arasında cebren Isparta’ya nakledilmiştir. Bedîüzzaman Kastamonu’da hizmetine devam ederken Isparta Kahramanları da aşkla ve şevkle Nurların neşri için gayret göseriyorlardı. “Hazret-i Üstâd Kastamonu’da iken, Isparta’daki talebeleriyle daima alâkadar idi. O, izn-i İlahî ile biliyordu ki; Risâle-i Nur’u dünyaya ilân ve neşredecek fedakârlardan ve naşirlerden kısm-ı a’zamı Isparta’dan çıkacak veya Isparta merkezindeki hizmet ile bu büyük vazife îfa edilecek.”

Beşinci Bölüm, Bedîüzzaman’ın 21/10/1943-09/08/1944 tarihleri arasındaki yaklaşık 8 ay süren Denizli Hayatına ayrılmıştır. Bedîüzzaman ve arkadaşlarını Denizli’ye sevk etme kararı, Temyiz Mahkemesinin 3. Dairesince 30 Eylül 1943 tarihinde kararlaştırılmıştır. Kastamonu Vâlîliği, Bedîüzzaman’ın Denizli Mahkemesindeki yargılamasında, Cumhuriyet Başsavcısı gibi hareket etmiştir.

SAYGIYLA

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Risale-i Nur’u Sadeleştirmeye Kimsenin Hakkı Yoktur

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz sadeleştirme konusunda bir açıklama yaptı ve şu sözleri sarfetti.
 
“Said Nursi hazretlerinin çok açık beyanlarına rağmen birileri hala sadeleştirmeyi savunmaya ve hatta bunuSaid Nursi’nin teşviki olarak sunma gayreti içindeler.” dedi ve şu açıklamayı paylaştı.
 
Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesi Tasvip Edilebilir mi?
 
1-SADELEŞTİRME OLAYI RİSALE-İ NURA AŞIK OLANLAR ARASINDA İHTİLAFA YOL AÇMAMALI!
 
Son zamanlarda konu ile alakalı ciddi bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalaletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı.
 
Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihi bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, aynı duyguları elbetteki Bediüzzzaman Said Nursi’nin eserlerine yapılan muamele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.
 
Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risalelere yakışmadığını üstad’ın tesbitleri ve ilmi kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.
 
Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsani Hakikatlar ve Zirve-i Tevhid gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.
 
2-İLMİ ESERLER ÜÇ ÇEŞİT ÜSLUP İLE YAZILIR VE BUNLARDAN ÜSLUB-U ALİ KISMI SADELEŞTİRMEYE GELMEZ
 
Üslup, usul, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslubunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üsluba sahip olmaktır.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Muhakemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilaveleri ve misallerle bu tespiti aktarmaya çalışacağız:
 
Kelamın selamet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslub elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikayette olursa mütekellim kendini hikaye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir.
 
Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkarının tasvirinde ise hikaye ettiği şeye hulul etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alamet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslublarda istidadın kametine göre kesmektir. Ta her bir maksad onun münasibinde olan üslubdan cilveger olabilsin. Zira üslubun esasları üçtür:
 
Birincisi: Üslub-u mücerreddir. Buna sade üslup da denir.
 
Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusi’nin sade olan ma’rez-i kelamları gibi…Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimizin mu’cizelerini anlatırken bu üslubu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.
 
Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve alet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma),  ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selamet ve selaset ve tabiiliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslub-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.
 
İkincisi: Üslub-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üsluptur.
 
Bunun sahibi mananın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler.Fethullah Hoca Efendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde adlı eserleri; Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün nesir kitapları; Sezai Karakoç’un kitapları bu guruba girebilecek muasır eserlerdir. Abdülkahir Cürcani’nin “Delail-ülİ’caz” ve “Esrar-ül Belaga”sında, Sekkaki’nin Miftah’ul-Ulum adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelamları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.
 
Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasi konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslub-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avam perestane nümayiş etmemek gerektir.
 
Üçüncüsü: Üslub-u alidir. Yani yüksek üsluptur.
 
Sekkaki ve Zemahşeri ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelamları gibi… Benin kanaatim Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamaen üslub-u ali ile kaleme alınmıştır. özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alakalı meselelerde Elmalı üslub-u aliyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslup ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği müellifi bu üslubu kullanma mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’idir.
 
Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (ayet’ül-Kübra Risalesi, 2. Şua ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. Ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlikkurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usulüd’din yani kelam ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslub-u aliden ayrılmamak gerektir.
 
Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullandığın üslup ile BediüzzamanSaid Nursi Hazretlerinin alem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanacağın üslup bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, sh. 109-111.)
 
Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:
 
«Bizim lisenin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: üslub-u sade, üslub-u müzeyyen, üslub-u ali. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. alisine gelince: Zemin çak, asuman çakçak olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.
 
Biz üslup diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hamid de alisine meraklıydı. Sonra Meşrutiyet’te bir silah üslubu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.»
 
3-RİSALE-İ NUR’DA BEDİÜZZAMAN Mü’ELLİF DEĞİL SADECE BİR TERCÜMANDIR; BU SEBEPLE SADELEŞTİRME MANEN ENGELLENMİŞTİR.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri eserlerinin bir çok yerinde Risale-i Nur’un Kur’anın hakiki tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 ayetten süzülen bir manevi reçete olduğunu ifade etmiştir.
 
Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risale-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tespiti üstad’dan aynen dinleyelim:
 
‘’Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:
 
Bu küçük mektupları hususi bir surette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih v etanzim etmeye me’zun değiliz!
 
İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele] den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şairlerin ve ehli aşkın, zülf-i perişani sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden,bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halavet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Fihrist, sh. 38-39.)
 
Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.
 
4-NUR TALEBELERİNE DüŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR
 
Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman Said Nursi’yi gönülden sevenlere düşen vazife, yine üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.
 
Nitekim üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:
 
“Bu dürus-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulum-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulum-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.
 
Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklidcilik hükmüne geçer. çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-üla’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..”( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh. 426.)
 
‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkan-ı imaniyenin herbirisine, mesela Kur’an’ın Kelamullah olduğuna ve i’cazi nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlarcem’edilse ve hakeza..mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.
 
Zannederim ki, hakaik-i aliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.
 
Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimi, halis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevi, baki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”( Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 371-372; Kastamonu Lahikası, sh. 56-57.)
 
Bu açık beyanlar ve abilerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye üstadın söylediği ‘’Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur” hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.
 
Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla kendi üslubuyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.
RisaleAjans