Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Kösem Sultan ve Kadınlar Saltanatı

Son zamanlarda Muhteşem Rezalet diyebileceğimiz ve Kösem Sultan adını taşıyan dizi sebebiyle, konuyla alakalı gelen sorulara hakikatleri ifade eden bir cevap verelim dedik.
Evvela, bu dizideki anlatılanlar tamamen, yalan ve iftiralara dayalı şeylerdir. Hedef Osmanlı devletini ve dolayısıyla İslamiyet’i karalamaktır.
İkinci olarak, konuyla alakalı özet bilgi şu şekildedir:
kosem sultanKadınlar Saltanatı, çok zayıf da olsa Kanuni devrinde Hürrem Sultân ile başlamış ve IV. Mehmed’in Köprülü’leri iş başına getirmesine kadar devam etmiştir. Bunun da sebebi, tahta geçen padişahların, eski Osmanlı Padişahları gibi ehliyetli ve dirâyetli olmamasıdır.
Bilindiği gibi, Meh-peyker Sultân veya tüysüzlüğü yahut diğer hasekilerin önüne geçmesi sebebiyle Kösem Sultân diye adlandırılan I. Ahmed’in kadın efendisi, IV. Murâd ve I. İbrahim’in de annesidir. Asıl adı Anastasia ve babası da bir Rum papazı olan bu kadın, Osmanlı sarayına câriye olarak girmiş ve Müslüman olduktan sonra Padişah’ın kadın efendiliğine kadar yükselmiştir. Bundan sonraki gelişmeleri şöylece özetlemek mümkündür:
1) IV. Murad’ın birinci saltanat devresi yani IV. Murad’ın ismen Padişah olduğu, ancak devleti annesi Kösem Sultân ile Sadrazamlarının ve Şeyhülislâm ve benzeri devlet adamlarının yönettiği devredir (1032/1623-1041/1632). Bu devre, 8 küsur sene devam etti. Oğlu Padişah olunca Topkapı Sarayı’na getirilmiş ve bir daha Eski Saray’a dönmemiştir. Vâlide Sultân ve hatta Nâibe-i Saltanat yani saltanatın vekili sıfatlarıyla devleti 8 yıl idare etti denilebilir. IV. Murad’ın gerçekten padişahlık yaptığı ikinci devrede de, Padişah İstanbul’da olmadığı zaman Nâibe-i Saltanat olarak işleri yürüttüğü gibi, Padişah tahtta olduğu vakitlerde de işlere karışmaya devam etti.
2) Diğer oğlu I. İbrahim sultân olunca, Vâlide Sultân sıfatıyla devleti idare etmeye devam etti. Fakat Sultân İbrahim’e başta en çok sevdiği Hasekisi Telli Haseki Hümaşah ve musâhibesi Şekerpâre olmak üzere, Saray’daki hanımlar daha etkili olmaya başlayınca, annesini dinlemedi, hatta Saray’dan uzaklaştırıldı ve Rodos’a sürülmek istendi. Maalesef bu hadiseler sebebiyle oğlu olan I. İbrahim’e karşı tavır aldı ve bazı tarihçilerin yorumlarına göre, onun tahttan indirilmesinde ve hatta 10 gün sonra idam edilmesinde birinci derecede rol oynadı. Ancak I. İbrahim’in hal’i ile alakalı âlimlerle yaptığı konuşma bu iddiaları reddeder mahiyettedir.
3) Kösem Sultân’ın devlet işlerini Padişah gibi yürüttüğü asıl dönem, torunu IV. Mehmed devridir. 7 yaşında Padişah olan IV. Mehmed, sadece şeklen padişah idi. Asıl işleri yürüten ise Vâlide Sultân sıfatıyla Kösem Sultândı. IV. Mehmed’in asıl vâlidesi olan Turhan Sultân başta olmak üzere, herkes bu durumdan şikâyetçiydi. Sadrazamları bile tayin edip istifalarını kabul edecek kadar devlet işleriyle iç içeydi. Naima’nın ifadesiyle, “elli yıl devlet ve saltanat sürüp bütün işlerde tasarruf sâhibesi idi”. Arkasındaki ağalarla birlikte devam ettirdiği idareye karşı halk ayaklandı. Buna karşı, dışarıdaki ağalarla ittifak ederek, IV. Mehmed’i aradan kaldırıp yerine kardeşi II. Süleyman’ı tahta geçirme planlarına başladı. Ancak plan duyuldu ve Kösem Sultân 3 Eylül 1651 gecesi Padişah ve Turhan Vâlide Sultân’ın adamları tarafından boğularak öldürüldü. Artık Vâlide-i Şehîde veya Vâlide-i Maktûle diye anılacaktı. 11 yıldan fazla Nâibe sıfatıyla bir cihan devletini idare etti.
4) Bütün bu anlatılanlardan, Kösem Sultân’ın eski dinine geri döndüğü veya iyi bir Müslüman olmadığı gibi yanlış manalar çıkarılmamalıdır. Bütün bu anlatılanlar, kadınların da saltanata karşı ne kadar alakalı olduklarının delilleridirler ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde kadın dört duvar arasındaydı şeklindeki itirazlara karşı da müşahhas bir cevaptır. Bunun yanında Kösem Sultân, iyi bir Müslüman idi. Her sene hapishaneleri dolaşır ve borçtan tutuklu olanları kurtarırdı. Fakirlere her zaman yardım ederdi. Hayır eserleri arasında medreseleri, mektepleri, Dâr’ül-Hadisleri ve sebilleri bulunmaktadır. Saltanatı müddetince biriktirdiği servet ise, tamamen hazineye devredilmiştir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Müslüman Terörist Olamaz

Dünyayı sarsan ve sadece Fransa halkının değil bütün dünyanın üzüntüsü haline gelen terör hadisesini şiddetle kınıyor ve lanetliyoruz.
İslam hoşgörü dinidir; insanı en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma’sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur’an ayeti bunu haykırmaktadır: ‘Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir.’ (5: 32).
Gerçek şu ki, müslüman ölüme değil, sadece hayata hizmet eder. Bu hadise sebebiyle İslamın koyduğu iki temel hukuk prensibini asla unutmamalıyız:
Birincisi: Kur’an’ın ‘Bir suçlu bir başka suçlunun yükünü yüklenemez’(6: 164). Yani bir cani yüzünden bir başka insan asla cezalandırılamaz. Hukukta cezalar ve suçlar şahsîdir.
İkincisi ise, berâat-i zimmat esastır. Yani suçluluğu isbat edilinceye kadar kimse suçlanamaz. Delil olmadan kimseyi cezalandırmak adalet değildir. Aksi isbat edilmedikçe insanlar masum kabul edilirler. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: ‘Bir mü’min, ma’sum bir insanı gayr-i meşru bir yolla öldürmediği müddetçe din dairesi içinde kendini koruyabilir.’
İslam selm ve müsâlemet yani barış demektir. Bu da göstermektedir ki, beden ve aklın gerçek barışı, ancak Allah’a itaat ve teslimiyetle mümkün olur. Bir müslüman da ancak toplum içinde uyum ve barış içinde yaşarsa mükemmel bir müslüman olur. Allah’a itaat ve kulluk içindeki bir hayat, kalb huzurunu doğurur ve toplum hayatında gerçek barışı temin eder (Kur’an, 13:28-29).

Allah’ın bütün peygamberleri, insanlığı doğru yola davet ederken bu hakikatı tebliğ etmişlerdir. Hz. Peygamber’in şu hadisini burada hatırlatmalıyız:

‘Şu üç şey vardır ki, iman dahil temel unsurlardır:

– Ekonomik sıkıntıda olsalar dahi insanlara yardım etmek;

– Bütün şevkıyle insanlığın barışı için dua etmek;

–  İnsanın kendisine istediği adaleti herkese karşı icra etmek.
Hz. Peygamber yine buyurdu:
Bütün insanlar bir sürü gibidir; bu sürünün her bir ferdi diğerlerinin bekçisi ve çobanı gibi olmalı ve bütün sürünün sorumluluğunu üstlenmelidir.’
‘Birlikte yaşayın, ittifak edin; ihtilafa düşmeyin; kolaylaştırın; biribirinize engel ve zorluk çıkarmayın.’
‘Komşusu aç iken tok yatan hakiki mü’min değildir.’
‘Allah’a iman eden müslüman bir kişi, başkasının canına ve malına zarar vermeyen kişidir.’
Kısaca ifade etmek gerekirse, İslam ne fertleri ve ne de toplumu ihmal etmemiştir. Bilakis her ikisi arasında tam bir uyum ve dengeyi kurmayı hedeflemiştir. İslamın mesajı, bütün insanlık içindir. İslam’a göre Allah, bütün âlemlerin Rabbidir(Kur’an, 1:1). Hz. Peygamber de bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir.‘Ey insanlar! Ben sadece Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği bir peygamberim“ (7: 158). ‘Biz seni sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (21: 107).
İslam’da, bütün insanlar, renk, dil, ırk ve vatan farklılığı gözetilmeksizin eşit kabul edilmişlerdir. Bugün aydınlanma çağı denen çağımızda dahi, insanlar arasında zikredilen sebeplerle hala engellerin, ayırımcılığın ve farklı muamelelerin bulunduğunu inkâr edemeyiz. İslamiyet, bütün bu ayırımcılıkları ve imtiyazları ortadan kaldırmakta, herkesin Allah’ın mahluku olmak hasebiye eşit olduğunu aleme ilan etmektedir. İslamiyet gerçek manada beynelmilel bir bakışa sahiptir ve renge, kabileye, ırka, kana ve bölgeye dayalı imtiyazları şiddetle reddeder. İnsanlığa karşı yapılan her hücumu kınıyoruz. Masum insanları hedef alan bütün tecavüzlerden dolayı müteessiriz. Zalimlerin yanında mazlumların öldürüldüğü toplu katliamları, İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. İslama göre, hiç bir kimse başkasının hatası sebebiyle mes’ul tutulamaz.
İslamiyet masum ve korumasız insanların öldürülmesine asla müsaade etmez. Şayet, bu tür katliamlar, taraflı basının ve haber kaynaklarının iddia ettikleri gibi, bazı müslüman fertlerden sadır olursa, İslam namına ve din namına bu zalim insanları suçlu ve günahkâr ilan ederiz. Zulm edenlerin, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin mutlaka caydırıcı bir ceza ile cezalandırılması gerektiğini de önemle belirtmek isteriz.
Bu hadiseler karşısında, devletler ve fertler olarak şu hakikati unutmamalıyız: Siz bir gemide veya bir evde bulunsanız, sizinle beraber dokuz masum ile beraber bir cani olsa, bu gemiyi batırmaya veya o haneyi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulm ettiğini tahmin edersiniz. Onun zalimliğini semavata işittirecek derecede bağıracaksınız. Hatta, bir tek masum ve onun yanında dokuz cani de olsa, yine o gemi ve ev, hiç bir adalet kanunuyla batırılamaz ve yakılamaz. Aynı şey bu hadiseler için de geçerlidir. Biz bu kanlı ve vicdansız eylemleri kınarken, benzerlerini yapmanın da daha tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Bediüzzaman’ın Şiddetle Kürt Devletine Karşı Çıkması

Kürd Te’âlî Cemiyeti, Şerif Paşa, Paris Barış Konferansı ve Bedîüzzaman’ınŞiddetle Kürt Devletine Karşı Çıkması

Bedîüzzaman ırka dayalı bütün teşebbüslere muhâlif gidiyor; sadece İslamiyet milliyeti çerçevesinde oluşacak gelişmelere taraftar oluyordu. Bunun için de Osmanlı Devletini yeniden ihyâ edelim diyordu. Ayrılıkçı bir Kürdistan’a başından beri karşıydı.

İsviçre’de bulunan hemen bütün Türk ve Kürd aydınlar, 16 Ocak 1919 günü Cenevre’de bir kongre toplayarak, Paris Barış Konferansı’nda İtilaf Devletleri nezdinde Osmanlı Devleti’nin haklarını savunması için Şerif Paşa’yı delege seçmişlerdi. Yani Şerif Paşa Paris’e Osmanlı temsilcisi sıfatıyla gitti. Ancak Kürd Te’âlî Cemiyeti Şerif Paşa’ya Kürdleri de temsil etme yetkisi tanımıştı. 16 Nisan 1919 tarihinde ise Şerif Paşa Osmanlı temsilciliğinden çekilerek, görevini yalnızca Kürd temsilcisi sıfatıyla sürdüreceğini duyurdu.

Kürd Te’âlî Cemiyeti Şerif Paşa’ya yardımcı olmak üzere emrine girecek bir heyeti, Arif Paşa’nın başkanlığında Paris’e gönderme kararı aldı. Böylece cemiyet Şerif Paşa’nın Pariste’ki girişimlerini desteklemekle tepki topluyordu. Şerif Paşa, Kürdleri temsilen 22 Mart 1919 ve 1 Mart 1920’de Paris Barış Konferansları’na katılıp, Ermeni Bogos Nobar Paşa ile birlikte hareket ederek, iki muhtıra ve Kürdistan haritası sundu. Şerif Paşa bu çalışmayı bilinen emperyalist Ermeni isteklerine karşı karar vericileri aydınlatmak amacıyla kaleme aldığını vurguluyordu. Ona göre Kürdistan, kuzeyde Ziven (Kafkasya hududu)’den başlıyor. Batıya doğru Erzurum, Erzincan, Kemah, Arapkir, Behisni, Divrik’i de içine alacak şekilde genişliyordu. Güneyde Harran, Sincar dağları, Tel Asfar, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Akelman, Sinna çizgisini takip ederek, Doğu’da Revan- duz, Başkale, Vezirkale’den geçerek İran hududu ile birleşiyordu.

Şerif Paşa “Hamidiye Süvarileri” konusuna da girerek, Kürdler’in Osmanlı hâkimiyetinde geniş bir hoşgörü ortamında yaşadıklarını fakat asla muhtariyetlerinden taviz vermediklerini de yazıyordu. Şerif Paşa muhtırada Wilson prensipleri doğrultusunda geleceklerine kendilerinin yönvereceği siyasî haklar istiyordu. Bu hedefe yönelik gayretlerin ilk aşaması olarak Barış Konferansı’ndan Kürdistan’ın hudutlarını belirleyecek milletlerarası bir komisyonun yörede çalışmalara başlamak üzere tesbitini öneriyordu. Bu arada Ermeniler adına Aboronyan ve Bogos Nobar Paşa da kendi isteklerini İtilaf Devletleri üyelerine kabul ettirebilmek için büyük çaba gösteriyorlardı. Konferans’ta Bogos Nobar ile Şerif Paşa Doğu Vilayetlerinin Ermeni ve Kürd bölgelerine bölünmesi konusunda anlaştılar (Şerif ve Bogos Nobar Paşaların Muhtırası, Tasvîr-i Efkâr, 20 Şubat 1920,Sy. 2992)

Ermeniler üzerinde o güne kadar etkin olan Rus propagandası sebebiyle İngilizler özellikle Kürd isteklerine ilgi gösterdiler. 30 Ocak 1919 tarihinde İngiltere tarafından bu istekler doğrultusunda, Türkiye’den ayrılacak topraklar üzerinde kurulması düşünülen “Kürdistan”gündeme alındı. İngilizler Konferans metnine; “Ermenistan, Suriye, Mezopotamya ve Kürdistan, Filistin ve Arabistan Osmanlı İmparatorluğu’ndan tamamen ayrılmalıdır” maddesini koydurdular. İstanbul Hükümeti ise bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı idi. Anlaşmanın yapıldığı sırada Seyyid Abdülkadir’in bir gazetecinin sorularını cevaplarken, Şerif Paşa’nın cemiyet delegesi olduğu, Kürdleri temsil edebileceği, Altı Doğu ilinde Kürdlerin çoğunlukla bulunması nedeniyle bu iller için özerklik istendiği ve kimin çoğunlukla olduğunun bir kurul tarafından yerinde araştırılması için Ermenilerle anlaşıldığını söylemesi büyük tepkilere neden oldu.

20 Kasım 1919 tarihinde Bogos Nobar ile Şerif Paşa “Kürd-Ermeni antlaşması”nı imzaladılar. Bu andlaşmaya göre Ermenilerin istedikleri altı vilayette, Kürdlerin çoğunlukta bulundukları ileri sürülerek bu bölgeye bir heyet gönderilmesi önerisi Konferans tarafından kabul edildi. Bogos Nobar Kürdler aleyhinde propagandaya son vermeyi kabul etti. Ayrıca aynı devletin mandası altında birleşip bağımsız Ermenistan ve bağımsız Kürdistan kurulmasını, azınlık haklarına saygı gösterilmesini, iki devlet arasındaki sınırın Paris Barış Konferansı’nda çizilmesini de kabul ettiler. Böyle bir ittifakın gerçekleşmesine rağmen İngiliz ve Fransız diplomatik çevreleri Şerif Paşa’nın Kürdleri gerçekten temsilettiğine inanmıyorlardı. İngilizler Şerif Paşa’nın rolüne uygun düşmediğini ve kendi kendine “gelin- güvey olduğun”u düşünüyorlardı. Bu antlaşma beklenenin tam tersi sonuçlar doğurdu. Antlaşmaya tepkiler sadece Kürd halkı tarafından değil, onun öncüleri durumunda olan siyasî hareketleri tarafından da geldi.

Şimdiye kadar hiçbir zaman açıkça bağımsızlık taleplerinde bulunmayan Cemiyet içerisinde ciddi fikir ayrılıkları doğdu. Seyyid Abülkadir bir açıklama yaparak Şerif Paşa’nın Kürd Te’âlî Cemiyeti’nin temsilcisi olduğunu doğruladı, fakat varılan anlaşmanın önemini azaltmaya çalışarak;“Türk-Kürd ayrılığı söz konusu değildir. Özerklikten fazlası istenmemektedir.” diyordu. Bu açıklamalar dernekte kopmalara yol açtı.

13 Haziran 1919’da Siverek Kürd Kulübü’ne gelen İngiliz Binbaşı Noel bölgede İngiltere’nin desteğinde bağımsız bir Kürdistan’ın kurulacağını söylemiş; ancak bu sözleri yöre halkı üzerinde olumsuz tepki yapınca hemen bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Anadolu’daki örgütlenmenin İstanbul’da yapılan bir toplantı sonunda kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır. Gençlerin “Teşkilat için” Anadolu’ya gitmeleri bu toplantıda planlanmıştır. Dersim ve Sivas aşiretleri arasında çalışma görevi Divriği, Kangal veterinerliğine atanan Baytar Nuri Beye verilmiştir. Koçkirili Mustafa Paşa’nın iki oğlu (Haydar ve Alişan) özellikle Sivas bölgelerindeki örgütlenmeleri ve eylemleri (Koçkiri isyanı gibi)yönetmişlerdi.

İşte böyle bir dönemde Bedîüzzaman hazretleri yine hem İslâm birliği ve hem de milletin beraberliği için meydandaydı. Burada Bedîüzzaman’ın tepkilerini şu başlıkta toplayabiliriz:

Kürdler ve Ermeniler Aynı Irktan Değildir; Olsa da İslâm Kardeşliği Bize Yeter

Öncelikle Ermeni Bogos Paşa ile Kürd Şerif Paşa’nın bu manadaki ittifaklarına en önce karşı çıkanlar Kürd Aşiretleri olmuştur. Ermeniler Doğu Vilayetlerinde tamamen azınlıkta bulunduklarından dolayı, ne keyfiyet ve de kemiyet itibariyle herhangi bir iddiada bulunamayacaklarından, Kürdleri kendi maksatları uğrunda kullanmak istemişlerdir. Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşa’yı kullanmışlardır.

Kürdlerin Ermenilerle aynı ırktan olup olmaması meselesine gelince, Kürdlerin Ermenilerle aynı ırktan değil, bilakis Araplarla aynı ırktan yani Sami ırkından gelmektedirler. Aksi görüşte olanlar, Kürdler, Irak, İran, Türkiye ve Suriye’de yaşayan, Hint-Aryan kökenli olan halk olduğunu iddia etmektedirler.

Bu konuyu Bediüzzzaman’dan dinleyelim.

“KÜRDLER VE İSLÂMİYET

Bogos Nobar Paşa ile ma’hûd Şerif Paşa’nın birleşerek Kürdleri câmi’a-i İslâmiyeden ayırmak teşebbüs-i hâinânesinde bulundukları haber alınır alınmaz, gerek burada gerek Kürdistan’da bütün Kürdler kemâl-i nefretle protestolarda bulundular. Salâbet-i diniye hususunda pek yüksek bir mertebede bulunan Kürd ihvân-ı dinimizden beklenen de bu idi. Her millet arasında zuhur ettiği gibi, Kürdler arasında da türeyen birkaç hamiyetsiz iftirakçının bulunacağının hiçbir kıymeti olamayacağı şüphesizdir. Bilakis bu kabil kesânın izhâr-ı nifaketmeleri vahdet-i İslâmiyeyi daha ziyade te’yid ve teşyîd eder. Nitekim o haber üzerine umum Kürdlerin galeyân ve tezâhürât- vahdetkârânesi bunu pek güzel isbat etmişdir. Bu hususda en ziyade söz söylemek salâhiyyetine haiz bulunan ve Kürdlerin salâbet-i diniye, necabet-i ırkiye ve celâdet-i İslâmiyesini bihakkın temsil eden ve “Dar’ül-Hikmet’il İslâmiye” azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazıl-ı şehîr Bedîüzzaman Said-i Kürdî Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki:

Bogos Nobar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar olmayan beş on kişiden ibarettir.

Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beşyüzbin (500.000) kişi feda etmişler ve makam-ı Hilâfete olan sadakatlerini, îsar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir.

Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilâyat-ı Şarkiye de ekall-i- kalil derecesinde bulundukları için; asla bir ekseriyet teminine ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar. Maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşayı alet etmeyi müsaid ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davası ortada kalmayacak ve Şarkî Anadoludaki iftirak âmâli mevki-i fiile çıkmış olacaktı.

İşte, bu gaye ile o ma’hud beyânnâme müştereken imzalandı ve Konferansa takdim olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabie haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyânnâmeye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif oldukları isbat ediyorlar.

Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar. Hem de salâbet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki Müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

www.NurNet.org

Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti Kitabı Basına Tanıtıldı

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti eserinin 4 cildi tanıtımı Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayram ağabey’in katılımıyla Osmanlı Araştırmaları Vakfı binasında basın mensuplarına tanıtıldı.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz konuşmasına şöyle başladı;

“Muhterem ağabeylerim ve kardeşlerim ve değerli basın mensupları Bediüzzamanhazretlerinin hayatı ile alakalı başlamış olduğumuz büyük Tarihçe-i Hayat projesinin 4. cildini sizlere takdim etmekten şeref duyuyorum. Allah’a şükrediyorum ki bizi bu noktada muvaffak eyledi.

Bu dördüncü cildi tanıtmadan önce bir iki hususu açıklamayı zaruri görüyorum. Biliyorsunuz 2500 el yazma Risale-i Nur nüshası elimizde var. 53.000 devletin farklı arşivlerinden ve üstadın talebelerine dair özel arşivlerden topladığımız belgeler elimizde, tabi bu kadar zengin kaynak karşısında kolay bir hadise değil.

Biz şöyle planlamıştık 5 cild Bediüzzaman hazretlerinin hayatını anlatalım. 6. cilde de Bediüzzaman hazretlerinin ilmi şahsiyetini özetliyeyim diye düşünmüştüm. Ama evdeki pazar çarşıya uymadı. Ve 53.000 belge içerisinde feda edebileceğimiz belge sayısı çok azdı.Tamamını kullanmamız mümkün değil ama çok önemli konular geldi. Ve biz 6 cildide Bediüüzzaman’ın hayatına ayırdık.

Size sevindirici bir haber vereyim. Allaha şükür Allah ömür verdi sıhhat verdi. 5 ve 6. cildde matbaaya teslim edildi. Yani 2015 yılında hem 5. cildi hemde 6.cildi sizlerle paylaşacağız.

Muhterem ağabylerim ve kardeşlerim Bediüzzaman’ın ilmi şahsiyeti kaldı. İhmal mi edeceğiz Asla. Bediüüzaman 26 ilimden 90 kitap 18.000 sayfa islami temel ilimlere ait eser ezberlemiş. Yanlız zamanımızda mantık ilminde zirvede olan şahsiyetler var. Ama eserlerinde mantığın kaidelerinin uygulamaktan acizler.Ama Bediüüzaman öyle değil. Bediüzzaman tıpkı İmam-ı Gazali gibi,tıpkı Abdulkadir Geylani gibi, tıpkı İmam-ı Azam gibi bütün öğrendiği ilimlerin temel kaidelerini 6000 sayfalık Risale-i Nur külliyatında bir nevi tatbik etmmiş bir allamedir. Allah nasip ederse 2 cildi o ilmin özetleri ile hemde Bediüzzaman’ın verdiği misallerle tatbikatla anlatmaya çalışacağız 1 eylülde inşallah çalışmaya başlayacağız.

Bediüzzaman asrın müceddididir. Böyle bir allame özellikle cumhuriyeti kuranlar tarafından ber taraf edilmeye çalışılmıştır. Bu ayrıntıları belgeleri öğrenmek isteyenler bu eserimizden çok istifade edeceklerdir.”

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz özellikle Risale-i Nur hizmetine hayatlarını vakfeden vakıf kardeşlerin bu eseri satır satır okumaları ve incelemelerinin çok önemli olduğunu ifade etti. Said Nursi hazretlerinin hayatını bütün ayrıntıları ve belgeleri ile öğrenmek isteyenler için çok zengin bir kaynak olduğunu belirtti.

Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Abdullah Yeğin ağabey ve Hüsnü ağabey’in kısa bir konuşma ve dua etmesinin ardından basın toplantısı basın mensuplarına kitapların hediye edilmesinden sonra sona erdi.

Risale Ajans

İstanbul’un Fethinden Sonra Galata Zimmilerine Verilen Ahidname

Müslüman ecdadımız, günümüzdeki Avrupalılar gibi çifte standartlı davranmamıştır. Nazarî planda va’d ettiğini, uygulamadaki bazı hatalar dışında aynen tatbik etmiştir. Bunun canlı bir misalini, zimmîlere tanınan hakları yazılı bir emir ve ahidnâme haline getiren Fâtih Sultan Mehmed’in ţu fermanında görüyoruz:

“Galata Zimmîlerine Verilen Ahidnâme”

(Galata zimmîlerin ahid-nâmesidir. Ebül-Feth Sultân Muham-med Han İstanbul’u feth eyledükde vermiştir. Rumca yazılub üzerine tuğra çekilmiştir)

“Ben Ulu Padişâh ve ulu şehinşâh Sultan Muhammed Hân bin Sultân Murâd’ım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdiğar hakkı içün ve Hazret-i Resûlün -Aley’is Salâtü Ve’s-Selâm- pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dörtbin peygamberler hakkı içün, dedem ruhîçün ve babam ruhîçün, benim baţým içün ve oğlanların başîçün, kılıç hakkîçün, şimdiki hâlde Galata’nın halkı ve merdüm-zâdeleri atebe-i ulyâma dostluk içün Papaları Pravizin ve Markizoh Frenku ve tercümanları Nikoroz Baluğu ile Kalâ-i mezûrenin miftâhın gönderüb bana kul olmağa itâat ve inkıyâd göstermişler. Ben dahi;

  1. Kabul eyledim ki, kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-gelirse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Ben dahi üzerlerine varub kal’alarını yıkub harâb etmeyem.
  1. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metâ’ları ve avretleri ve oğlancıkları ve kulları ve câriyelerin kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte’ârız olmayam ve üşendirmeyem.
  1. Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi deryâdan ve kurudan sefer edeler, kimesne mâni ve müzâhim olmaa, mu’âf ve müsellem olalar.
  1. Ben dahi üzerlerine harâc vaz’ edem, sâl be-sâl edâ edeler gayrılar gibi. Ve ben dahi bunların üzerlerine nazar-ı Şerifim dirîğ buyurmayub koruyam gayrı memleketlerim gibi.
  1. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkûs çalmayalar. Ve kiliselerin alub mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar.
  1. Ve Ceneviz bâzirgânları deryadan ve kurudan rençberlik edüb geleler ve gideler. Gümrüklerin âdet üzere vereler. Anlara kimesne te’addî etmeye.
  1. Ve buyurdum ki, yeniçeriliğe oğlan almayam ve bir kâfiri rızâsı olmadan müslüman etmeyeler ve kendüleri aralarında kimi ihtiyâr ederlerse maslahatları içün kethüdâ nasbedeler.
  1. Ve buyurdım ki, evlerine doğancı ve kul konmaya ve kal’a-i mezkûre halkı ve bâzirgânları angaryadan mu’âf ve müsellem olalar.

Ţöyle bileler, alâmet i Ţerife i’timâd kýlalar.

Tahrîren fi Evâhir-i Cemâziyelûlâ sene seb’in ve hamsîn ve semâne-mi’ete”

(857 H./1453 M.) .

(Paris, Bib. Nat. ms. fonds turc anc. n.130. fol. 78)

 Prof.Dr. Ahmet Akgündüz

www.NurNet.org