Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

“Hedonizm” ve “Modernizm”, bazı manevî ve maddî hastalıkların da sebebi

“Hedonizm” ve “Modernizm”, bazı manevî ve maddî hastalıkların da sebebi olmaktadır. İnsan neslinin ceddi Hz.Âdem (a.s.) zamanından beri ziraati yapılan ve insanların temel gıdası olan ekmeğin üretimi, “hedonizm” ve “modernizm” müptelalarını tatmin için, değişime uğramıştır. Buğdaya Allah tarafından konulan, insanlara gerekli ve faydalı bazı maddelerin uzaklaştırıldığı bir rafinasyon işlemi ürünü olan beyaz ekmekler, “kolon kanserlerinin sebeplerinden biri” olmaktadır. Sekerat (sarhoşluk) verici alkolün bir damlasının bile vücuda ithali İslâm’da “haram” olmasına rağmen, son bir asırda “az alkollüye yalancılıkla alkolsüz” etiketi yapıştırılarak, ülkemizde bakkalların ve marketlerin en çok satılan ürünü olan “gazozlar” da insanların hem manevî ve hem de maddî sağlığına zarar vermektedir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bu mevzu çok mühimdir ve derindir

Bazı dükkânların tabelalarında “Saat Dünyası”, “Mobilya Dünyası”, “Oyuncak Dünyası” vd gibi yazıların yer aldığı görülür. “Dünya” kelimesinin yer aldığı bir tabela, dünyanın kendisi için de hazırlanacak olsa; o tabelaya da “İmtihan Dünyası” yazılması en uygun olur.
Çünkü, bütün insanların bu dünyada okul hayatı içinde ve dışında çeşitli büyüklük ve önem derecelerinde ömür boyu imtihanları olur. Bu imtihanlar için heyecan duyulur, çalışılır, başarılı olmak arzusu ve gayreti gösterilir.
İnsanların dünya hayatlarında akıl ve iradeleriyle en büyük ve en mühim imtihanları ise, onların Marifetullah (Allah’ı tanımak) ile ilgili imtihanlarıdır. Allah; Hâlık (Yaratan), insan ise mahlûktur (yaratılmış olandır). Bir sanat eseri, herhangi bir eşya veya makinenin kendi yapımcısını zatıyla tanıması mümkün olmadığı gibi, insan da
canlı ve ayrıca başka hiçbir varlıkta olmayan akılla teçhiz edilmesine rağmen, o da Hâlık olan Allah’tan başka tüm varlıklar gibi mahlûk olduğundan, Hâlıkı olan Allah’ı zatıyla tanıyamaz; ancak isim ve sıfatlarının, yaratmış olduğu varlıklardaki akislerini, tecellîlerini görmek şeklinde Allah’ı tanıyabilir.
İşte, insanın içinde yaşadığı “İmtihan Dünyası”ndaki en büyük ve en önemli imtihanı olan “Marifetullah ile imtihanı” budur. Okullarımızda, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji vd fen ve tabiat bilimlerinde tabiattaki varlıklar ve olaylar “Tabiat Kanunları” ismi verilen bazı sebeblere bağlanarak açıklanmaya çalışılır. Halbuki (“Âdetullah Kanunları” denilmesi daha doğru olan) “Tabiat Kanunları”, sadece “Sebebler Perdesi”dir; bahsedilen varlıkları ve olayları açıklamakta aslında çok yetersizdir.
İnsanın “İmtihan Dünyası”ndaki en büyük ve en önemli olan “Marifetullah” konusundaki imtihanı, fen ve tabiat bilimlerinde bahsedilen, tabiattaki bu “Sebebler Perdesi”ni aşarak, o “perde”nin arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran”ı aklını iyi kullanıp akıl gözüyle görebilmesi ve iradesini de iyi kullanıp, O’nun istediği şekilde dünyada yaşamasıyla ilgili olan imtihanıdır. “Sebebler Perdesi”, fabrika dokuması polyester perdeler yaygınlaşmadan önce, elle örülen ve yakından bakılınca arkasını iyice gösteren iri delikleri bulunan tenteneli perdeler gibidir; ona yakından ve dikkatle bakan, o perdenin arkasını da görebilir ve o perdeyi bu şekilde gözüyle ve aklıyla aşabilir. Bu mevzu çok mühimdir ve derindir; insanın ebedî saadeti kazanabilmesi veya kaybedip tam aksi bir akıbetle “Dünya İmtihanı”nı kaybetmesiyle çok yakından ilgilidir.
“Allah hepimizi, ‘Dünya İmtihanı’nı başarabilenlerden eylesin” duasını kolayca yapabiliriz; fakat bunu başarabilmek meyli, isteği ve gayreti kişi tarafından gösterilmezse, bu duanın o kişi için kabul edilebilme ihtimali yok denilecek kadar azdır.
“Sebebler Perdesi”ni aşarak onun arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran” Allah’ı akıl gözüyle görüp tanıyabilmemiz (Marifetullah) ile ilgili olarak, dünya hayatımız boyunca varlıklar ve olaylar karşısındaki anlayış ve yorumlayış şeklimiz, her varlık ve olay için mühim birer imtihan sorusuna, neticesini âhirette göreceğimiz cevabımız olabilir.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Mevlid Kandili

Prof. Dr. Mustafa NUTKU
Miladî Takvimde bu yıl (2021) 17 Ekim 2021 Pazar gününü 18 Ekim Pazartesi gününe bağlayan gece,  Hicrî Takvimde 11 Rebiülevvel gününü 12 Rebiülevvel  gününe,  gene bir Pazartesi gününe bağlayan ve Peygamberimiz’in (asm) doğum yıldönümü” (Mevlid Kandili) olan bir gecedir. Miladî ve Hicrî takvimlerdeki bu uyum, fevkalade nadir rastlanabilecek bir hâldir.  Bu hâli de düşünerek, o geceyi ibadetlerle ihyaya daha da fazla ehemmiyet verilmesi çok iyi olur. 
*  *  *  
Peygamberimiz (asm) ayın hareketini esas alan Hicrî  Takvime göre Rebî-ül Evvel ayının 12. günü ve Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi”  olan 12. günün sabahı dünyamızı ve rahmet olarak gönderildiği âlemleri teşrif etti. O gün, Miladî takvime göre ise, 571  yılının Pazartesi gününden başka bir 20 Nisan  günüydü.
*  *  *  
Peygamberimiz (asm) Hicrî takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî: 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükselmişti.
*  *  *  
Haftanın günleri arasında “Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in (asm) hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün” olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in  (asm) doğumu ile dünyayı ve âlemleri teşrifinden başka, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep Pazartesi günlerinde olmuştur.
*  *  *  
Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için “bu çok ince sırlı tevafuk”tan alabileceğimiz bazı mühim dersleri de alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz.
*  *  *  
“Alabileceğimiz en mühim derslerden biri” de, belki şu olabilir: “Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi– sadece içinde  yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız”, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir.
*  *  *
Çünkü, insanın ömrü,  o ömrü insana veren Allah tarafından birer günlük kısımlara bölünmüştür ve insan, ömrünün birer günlük o birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, kendisine sadece bir defalığına verilmiş ve tekrar verilmeyecek olan ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.
*  *  * 

Bir saatin, zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat gafletle geçen ömür saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek ve tekrar yaşayabilmek imkânımız yoktur! Böyle bir durumda ise, “aklını iyi kullanan bir insan”, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür; onu israf ederek tüketmekten kaçınmaya; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeye çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (asm) Sünnet-i Seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

* * * 
Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün “Peygamberimiz’in (asm) doğumunun yıl dönümü” olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, aynı zamanda “onun (asm) vefatının da yıl dönümü” olduğunun, Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?
*  *  *
Bu sualin cevabının, onun (asm) “cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması” hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an âyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir: 
“Habibim, Biz seni âlemlere (başka bir şey için değil), ancak rahmet için gönderdik.”(Enbiyâ Sûresi, 21/107)
“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)
*  *  *
Peygamberimiz’in (asm) bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı,  sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar,  bütün insanlar ve bütün âlemler içindir!.
*  *  *
Yukarıda mealleri nakledilen âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın (asm), altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun (asm) o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi gecesi bedenen doğmuş ve daha sonra -bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da- “ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu” mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır!..
*  *  *
Rebi-ül Evvel ayının 12. günü aynı zamanda onun  (asm) “vefat yıldönümü” de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun (asm) doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.
*  *  *
Bu gerçeğin de ışığı altında, herhalde şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (asm) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla  (asm) ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız; bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde, onun  (asm) ruhunun bizimle alâkadarlığını ne kadar hissedebildik veya hissedebileceğiz?
*  *  *

 Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

 Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun…

Samsun Mahkemesi ve Dr. Sadullah Nutku

Bediüzzaman Said Nursî’ye zorla şapka giydirilmeye çalışılmasından, Bediüzzaman’ın buna bir dilekçe ile itirazından, o dilekçe metninin ve bazı üniversite talebelerinin aynı konudaki başka dilekçelerinin Samsun’daki bir gazetede neşri üzerine Samsun’da açılan davaya bizzat katılmasının Savcı tarafından ısrarla istenilmesinden, Bediüzzaman’ın ise Samsun’a o  dava için gitmeye sağlık durumunun müsaade etmemesinden  ve mahkemenin kabulü için bir Sıhhî Kurul raporunun alınmasından, Tarihçe-i Hayat’ta çok kısa olarak bahsedilmektedir.

Bu olayın Tarihçe-i Hayat’ta bulunmayan daha teferruatlı şeklini, yakın bir geçmişte vefat eden merhum Mehmet Nuri Güleç bana anlatmıştı ve ben de onun anlattıklarını babam Dr. Sadullah Nutku ile ilgili kitabımın 427-432. sayfalarında yazmıştım.

Mehmet Nuri Güleç’in bana anlattıkları

Bu rapor hadiselerinin bizzat içinde bulunan ve Bediüzzaman için Samsun’daki mahkeme hakimliğine göndermek maksadıyla Ceylan Ça­lışkan ile birlikte Dr. Sadullah Nutku’dan ilk raporu alan (Risale-i Nur ta­lebeleri arasında “Mehmet Fırıncı” veya “Fırıncı Ağabey” olarak adından bahsedilen) Mehmet Nuri Güleç bu olayın teferruatını bana şöyle naklet­mişti:

“1952 Yılında, Samsun’da çıkardığı ‘Büyük Cihat’ adlı gazetede Millet Partili Mustafa Bağışlayıcı, Bediüzzaman’ın mektubunu Bediüzzaman’dan habersiz olarak, Demokrat Parti’nin din­darlara baskı yaptığını iddia eden bir yorumla ve ‘En Büyük Delil’ manşeti ile neşredince gazetenin sahibi olarak kendisi, gazetenin Yazı İşleri Mü­dürü Hüseyin Yücel ve Bediüzzaman aleyhinde de ceza davası açılmıştı.

O sıralarda din düşmanları, bütün Türkiye’de dindarları hedef alan bazı operasyonlarla Türkiye’deki dinî önderleri suçlamak gayret ve tah­riklerine girişmişlerdi. Samsun’da, ‘Büyük Cihat’ gazetesinde çıkan yazı ile alâkalı dava Türkiye’nin bu ortamında devam ederken, Bediüzzaman Emirdağ’da ikamet ediyordu ve bu dava için Samsun’a gitmeyip, ken­disinin isteği üzerine istinâbe yoluyla (mahkemenin olduğu ilin dışında) ifadesi alınarak Samsun’a gönderiliyordu. Mahkemenin savcısı ise, Be­diüzzaman’ın Samsun’daki duruşmalara celb edilmesi için hakime ısrarda bulunuyordu.

Aslında Samsun’daki mahkemeye gidemeyecek kadar da hasta olan Bediüzzaman için Savcı’nın bu ısrarının, Samsun’a mahkemenin duruş­ması için gittiğinde bazı tertip ve tahriklerle hadiseler çıkartılarak bunların sorumluluğu suçlamaları ile Bediüzzaman’ın tevkif edilmesi planıyla alâ­kalı olabileceğini düşünerek, onun hizmetindeki Risale-i Nur talebeleri, bu plana fırsat vermemenin çarelerini aramışlardı. O sırada güçlükle ancak İstanbul’a kadar gelebilmiş olan Bediuzzaman için ancak, Samsun’daki duruşmalara celbini önleyebilecek rapor alabilmek bu plana karşı çare olabilirdi.”

Ceylan Çalışkan ile beraber Mehmet Nuri Güleç, “Bediüzzaman’a böyle bir raporu nasıl alabiliriz?” diye düşünürlerken, İstanbul-Sirkeci tren istasyonunun karşısındaki handa bir doktorun tabelası gözlerine ilişmiş. “Verem ve Dahilî Hastalıklar Mütehassı­sı Dr. Sadullah Nutku” yazılı bu tabelayı okuduktan sonra, daha önceden kendisini hiç tanımadıkları ve kendilerine hiç kimse onu tavsiye etmemiş olduğu hâlde; “Bu doktor belki bu mevzuda bize yardımcı olabilir” diyerek, ikisi birlikte Dr. Sadullah Nutku’nun muayenehanesine gitmişler.

Dr. Sadullah Nutku, o tarihte “Maslak Askerî Prevantoryumu” (şimdi yok) adındaki askerî hastanede tabib binbaşıyken o görevinden istifa ile sivil hayata yeni geçmiş ve İstanbul Sirkeci’deki o özel muayenehanesini yeni açmış bulunuyormuş.

Ceylan Çalışkan ve Mehmet Nuri Güleç, daha önce hiç tanımadık­ları ve tabelasını ilk defa görüp geldikleri muayenehanesinde, o tarihe kadar Bediüzzaman’ı henüz tanımamış ve bahsini de hiç duymamış olan Dr. Sa­dullah Nutku’ya niçin geldiklerini anlatmışlar. “Çok mühim bir din âliminin aleyhinde Samsun’da haksız bir dava açıldığını, bu mühim âlim zatın hem yaşlı ve hasta olduğunu, hem de Samsun’da bir provokasyon senaryo­su ile kendisi, talebeleri ve bazı masum Müslümanları mağdur edecek bir tertip hazırlığını hissettiğini, kendisinin bu davanın duruşmasına bizzat gitmemek ve İstanbul’daki bir mahkemede istinabe yoluyla ifade vermek istemesi­ne rağmen bu haklı isteğinin kabul edilmediğini, bu durumun kendisi ve Müslümanlar aleyhine Samsun’da bir tertip hazırlandığı şüphelerini arttır­dığını, avukatlarının da ancak sağlık sebepleri gösterilirse mahkemedeki duruşması için Samsun’a gitmeyebileceğini söylediğini anlatarak, Bediüz­zaman için Samsun’daki mahkemeye bizzat katılmamasını mazur göste­recek bir rapor alabilmelerinde Dr. Sadullah Nutku’dan yardımcı olmasını” istemişler.

Dr. Sadullah Nutku da, o zamana kadar hiç tanımadığı kendisine anlatılan Bediüzzaman’ı ve onunla birlikte bazı Müslümanları Samsun’da hedef alan şer planlarının bozul­masını sağlayabilmek için, hemen “Hermes Baby” marka küçük porta­tif mekanik daktilo makinesinde bir rapor yazmış. Verdiği bu ilk raporun mahkemeye sunulabilecek bir heyet raporu hâline dönüştürülebilmesi için de, bazı doktor meslektaşları ile görüşmüş. Neticede, (Tarihçe-i Hayat’ta kısaca “sıhhî kurul” olarak bahsedilen) aslında onun ilk raporuyla başlayıp daha sonraki meslekî temas ve gayretleriyle alınan ve Bediüzza­man’ın karadan, denizden veya havadan Samsun’a gitmeye vücudunun tahammül edemeyeceği yazılı heyet raporu, Samsun’daki mahkeme tara­fından kabul edilmiş ve Bediüzzaman o raporla Samsun’daki mahkemeye bizzat gitmeyerek, İstanbul’da istinabe yoluyla verdiği ifadesini o mahkeme­ye göndertmiş.

Böylece de Dr. Sadullah Nutku, o heyet raporunun alınmasındaki yardımlarıyla hem Bediüzzaman’ın, onunla birlikte bazı Risale-i Nur tale­belerinin ve Müslümanların aleyhine muhtemel bir provokasyonla zulüm teşebbüsünü önlemiş; hem de, ileride Bediüzzaman’ın Kur’an ve iman hizmetine ve Risale-i Nur talebeliğine, önce kendisinin bizzat verdiği raporunun ardından, o “sıhhî kurul” raporunun alınabilmesindeki gayretiyle de sanki namzet olmuş…

Samsun Mahkemesinin başlangıcının Samsun’daki “Büyük Cihat” gazetesinde çıkan yazıda Bediüzzaman’ın başındaki sarığın çıkartılıp onun yerine şapka giydirilmeye çalışılmasının anlatılmasıyla DP iktida­rının hedef alınmış olması dolayısıyla Bediüzzaman’a vermiş olduğu o ilk raporundan başka, ona bu zorbalıkların benzerlerinin tekrarlanmasını önlemek için iki yıl kadar sonra “Bediüzzaman’ın Dr. talebesi” olarak verdiği ikinci raporu ve daha sonraki raporları, onun ömrünün sonuna kadar Sün­net-i Seniyye olan sarığa muhabbetle ve onun yerine konulmaya çalışı­lan “frenk serpuşları”na da, bilhassa camide namaz kılınırken bile onların başa konulmasına muhalefetle hareket etmesinin belki de mühim sebeb­lerini meydana getirmiş olabilir.

* * *

Mehmet Nuri Güleç bu rapor hadiselerinden sonra bir gün, Bediüzza­man’la Eminönü-Sirkeci muhitinde bir yere birlikte giderlerken, Bediüzza­man’ın birden yolunu değiştirip Bâb-ı Âli yokuşunu çıkmaya başladığını ve bir hanın kapısı hizasına geldiklerinde o handan Dr. Sadullah Nutku çıkın­ca, kendisinin onu hemen Bediüzzaman’a işaretle göstererek, “Sizin için raporları almamızda bize yardımcı olan doktor, işte bu” dediğini; fakat o anda Bediüzzaman’la Dr. Sadullah Nutku’nun aralarında göz-göze gelmek, selamlaşmak, tanışmak-görüşmek olmadan Bediüzza­man’ın –belki onunla tanışmalarının başka zaman ve şartlarda olacağını bilmesi sebebiyle– tekrar eski yoluna devam ettiğini de bana söylemişti.

*  *  *

Bediüzzaman’ı Emirdağ’da ilk defa ziyaret edip tanışmasından iki yıl kadar önce onunla yukarıda bahsettiğim şekilde Bâb-ı Âli yokuşundaki bir han kapısı önündeki karşılaşması, muhtemelen Dr. Sadullah Nutku’nun dikkatini çekmemiş ve hafızasında yer etmemiş olduğundan, bana bun­dan hiç bahsetmemişti. Mehmet Nuri Güleç bana bu hâtırayı naklettiğinde ise, Dr. Sadullah Nutku dünya hayatını yıllarca öncesinde terk etmiş bu­lunduğundan, kendisine bunu sormak ve teyid ettirmek imkânını da bula­mamıştım.

Prof.Dr. Mustafa NUTKU

Diyanet ve gazozlar

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 sayılı Kanun’da, Diyanet İşleri Başkanlığının görevinden bahseden ilk madde şöyledir:

 “Madde 1 – İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”

Ülkemizde bakkallarda ve marketlerde en fazla satılan ürünlerin “sigaralar ve gazozlar” olduğu bilinmektedir ve bu şimdiye kadar çeşitli vesilelerle duyurulmuştur. Sigaraların ve gazozların ülkemizde bakkallarda ve marketlerde en fazla satılan ürünler olması, onların ülkemizdeki insanlar tarafından çok yaygın olarak kullanıldığının delilidir.

Tütünün sigara, nargile, pipo vb şekillerde dumanının teneffüs edilmesinin insan sağlığına zararı yaklaşık 50 yıldır bilinmesine rağmen, Diyanet İşleri Başkanlığımız birkaç yıl öncesine kadar, bunların haramlığı konusunda halkımızı irşad için gerekeni yeterli şekilde yapmamıştır;”gazozların içecek olarak tüketimi” konusunda ise, şimdiye kadar gereken doğru irşad faaliyetini hiç yapmadıktan başka, hem Din İşleri Yüksek Kurulu kararıyla ve hem de Diyanet TV’deki “Güncel Dinî Meseleler” adlı programıyla, maalesef bu konuda halkımıza gerçeğe uymayan şeyler söylenerek, ülkemizdeki çok kişinin aslında haram olan bu içeceği tüketmesine sebeb olmuştur..

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun faaliyeti olarak 13-15  Aralık 2013’de Afyon Karahisar’da yapılan “Güncel Dinî Meseleler İstişare Toplantısı-VI” adlı toplantıda sunulan tebliğlerin bulunduğu “Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1378” olarak neşredilen 444 sayfalık kitaptan bazı cümleleri burada iktibas ile,  bu konuyla ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ne yapıldığı sorulabilir:

  1. a) 2012-2016 stratejik planının önsözünde yer alan Başkan’ın “insana hizmet odaklı çalışmayı ilke edinmiş, İslam dininin doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanması için çaba göstermiştir” ifadesi geçmişi özetlemesi” (s.389)
  2. b) “Geleceğe yönelik bir projeksiyon olarak da Başkanlığın Misyonu, ‘Toplumun dinî, ahlakî i ve manevî değerlerini sürekli canlı tutmak amacıyla İslam dininin temel kaynaklarına dayalı doğru ve güncel bilgi ile toplumu din konusunda aydınlatmak’ vurgusunu yapmaktadır.” (s.389)
  3. c) Diyanet İşleri Başkanlığının vizyonu ise, ‘Toplumun dinî, ahlakî ve manevî değerlerini sürekli ayakta tutan, bütün insanlığın huzur ve barışına katkı sağlayan, din-i Mübin-i İslam ile ilgili her konuda referans alınan en etkin ve saygın kurum olmak’ şeklinde belirlenmiştir.” (s.390)
  4. d) “DİB’in varlığının meşruiyetini sürdüren hedefleri, mevcut sorunların tespit edilmesi, hem üye ve uzmanların seçiminin ve hem de kurumsal yapılaşmanın buna göre gerçekleştirilmesi ” (s.390)
  5. e) “Din İşleri Yüksek Kurulunun görevleri şunlardır: İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak.” (s.391)

İslam dinine ilişkin yorum ve oluşumlar konusunda incelemeler yapmak/yaptırmak (s.391)

1965 sonrasında ise, dinî sorulara cevap komisyonu sorulara cevap verme misyonunu üstlenmiş, gerekli görülen konular karar veya mütalaaya çevrilmiş ve kamuoyu ile paylaşılmıştır.” (s.392)

  1. f)Kurul üye ve uzmanlarının seçiminde, Kurul’un yükümlülükleri masaya yatırılmalıdır. Üye ve uzmanların her birinin ilgi alanı ve yeterlilikleri aynı yönde ve düzeyde olması düşünülmemelidir. İşe bakılarak üye ve uzman seçimine gidilmelidir. Bunun gerçekleştirilememesi durumunda, destek kuvvetler kullanılmalıdır.” (s.392)
  2. g) “geçmişte mevcut olmayan bir takım güncel problemlerin çözümünde farklı ilim dallarından ilim adamlarının bir araya gelerek ortak akılla çözüm üretmesi yönündeki çağrılar” ( s.402)
  3. h) “geçen asrın ictihad ve tecdide davet eden önemli simalarından biri olan Reşîd Rızâ, ilim ehlinin bir araya gelerek dinî meseleleri beraberce müzakere etmeleri ve görüş birliği etmelerini icmâa yakın bir hüküm olarak telakki etmiştir.” (s.403)
  4. i) “dinin hükmünün ne olduğuna dair bir zan ortaya koymak durumunda olan fakihten aynı zamanda pozitif ilimlerde de uzman olmasını beklemek çok inandırıcı değildir. Bu noktada mevcut olan açığı, fakih ile üzerinde çalıştığı ve bir zanna ulaşmak için çaba sarf ettiği konunun ilgili olduğu alanın uzmanlarını bir araya getirmek suretiyle kapatmak mümkündür.” (s.404)
  5. j) “Farklı disiplinden uzmanları bir araya getirerek, zan oluşturmak istenilen konuda sağlıklı bir tasavvur yapılmasını temin etmek.” (s.404)
  6. k) “Asrımızın getirdiği güncel pek çok meselenin çözümü, disiplinler arası kolektif bir çalışmayı gerekli kılmıştır.” (s.415)

 “Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelikten aşağıda iktibas edilmiş bazı maddelere de, Din İşleri Yüksek Kurulu gerekli ve yeterli şekilde uymakta mıdır?

“MADDE 4 –(1) Din İşleri Yüksek Kurulunun görevleri şunlardır: a) Kur’an ve Sünneti esas alarak tarihî-ilmî birikim ve tecrübeden de yararlanmak sureti ile güncel talep ve ihtiyaçlar doğrultusunda dinî  konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak,

MADDE 4- (6) Kurul toplantılarına ilgili Başkanlık mensupları ile diğer kuruluşların temsilcileri veya görüşülecek konunun uzmanları davet edilebilir. Davet edilenler toplantılarda söz alabilir, ancak oy kullanamazlar.

*  *  * 

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “Gazlı İçecekler ve Alkol” başlıklı fetvasındaki yanlışlar

Tarım Bakanlığı’nın “2007/26 tarih ve sayılı “Türk Gıda Kodeksi-Alkolsüz İçecekler Tebliği” tebliği çok yer kaplayacağından onu burada aynen nakletmiyoruz. Din İşleri Yüksek Kurulunun gazozların nasıl imal edildiğini iyi araştırmadan ondaki bazı yanlış kelimeleri de kullanarak verdiği yanlış fetvasının linki ve metni ise, şöyledir: https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/4486/gazli-icecekler-ve-alkol?enc=QisAbR4bAkZg1HImMxXRn2t8ij%2beDtMkJdRGirgyeb8%3d

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı
Anasayfa / Kurul Kararları / Gazlı İçecekler ve Alkol

 Gazlı İçecekler ve Alkol

 Dinimizde sarhoşluk veren içkilerin çoğu haram olduğu gibi azı da haramdır. Müslüman’ın alkollü içki ve uyuşturucudan uzak durması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Onlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap (içki) ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 5/90-91) buyurulmaktadır.

Hadislerde de sarhoşluk veren bütün maddelerin içilmesi/alınması yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber, “Sarhoşluk veren her içki haramdır” (Buhâri, Vudû, 71; Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 7); “Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır” (Ebû Dâvud, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3) buyurmuştur.

Ülkemizde alkolsüz içeceklerle ilgili düzenlemeler, 2007/26 tarih ve sayılı “Türk Gıda Kodeksi-Alkolsüz İçecekler Tebliği” ile yapılmaktadır. Bu Tebliğde alkolsüz içecekler; “meyveli içecek, aromalı içecek, meyveli şurup, aromalı şurup, meyveli içecek tozu, aromalı içecek tozu, meyveli doğal mineralli içecek, aromalı doğal mineralli içecek, yapay soda, kola, tonik ve aromalı suyu kapsar” şeklinde sıralanmakta ve Tebliğin 5. maddesinin (b) bendinde “Bu Tebliğ kapsamında yer alan içeceklerde üretimin doğasından kaynaklanabilecek etil alkol miktarı en çok 3,0 g/L olmalıdır” hükmü yer almaktadır.

Bu hüküm, bu tür ürünlerin kalite özelliklerinin fermantasyon yoluyla değişikliğe uğramasını kontrol etmek amacıyla düzenlenmiştir. Bu tür alkolsüz içeceklerin üretiminde çeşitli meyve/meyve sularının yanı sıra aromatik bileşikler de kullanılabilmektedir. Meyvelerin bünyesinde doğal olarak % 0,1-0,3 oranında alkol bulunabildiği gibi, aromatik bileşenlerin kullanılması durumunda ürün içinde etil alkol, keton, ester vb. bileşikler de oluşabilmektedir. Hatta ekmek de dahil birçok fermente üründe üretim sonucunda az miktarda alkol ortaya çıkabilmektedir. Ancak bu ürünlerin tüketilmesi, o gıdanın alkol olarak tüketimi anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla, bileşiminde % 0,3 gr./litre ve daha az oranda alkol bulunan gıda maddelerinin tüketimi, alkol alımı amaçlı değildir.

Diğer taraftan bu tür içeceklerde bulunan alkol miktarı ile bir insanı sarhoş edebilecek alkol oranı ve karaciğerin alkolü parçalayarak dışarı atma oranı dikkate alındığında, % 0,3 veya daha az oranda alkol içeren yiyecek ve içeceklerin tüketilebilecekleri en üst düzeylerde bile, içerdikleri alkolden dolayı, kişilerin reflekslerinde olumsuz bir gelişmeye neden olmayacakları konunun uzmanları tarafından belirtilmektedir. Bu itibarla, söz konusu gazlı içeceklerin alkollü içecekler sayılamayacağına karar verildi.”

1- Türk Standartları Enstitüsünün gazozlarla ilgili standardının isminde, halkımızın kastedilenin ne olduğunu anlayabileceği şekilde daha önce “Gazozlar” kelimesi kullanılmış olduğu halde, Tüketiciler Birliği’nin bir Ramazan ayında TÜBİTAK’ın Gebze laboratuarında piyasadaki 10 değişik markalı gazozda bileşimlerinde etil alkol varlığının araştırmasını yaptırıp, onların tümünde de değişik oranlarda etil alkol bulunduğu Türkiye’nin en çok satılan gazetelerinde duyurulunca, “gazozlarda alkol tartışması” başlamış ve o tarihten sonra da Tarım Bakanlığı başta olmak üzere “gazoz” adı tüm resmî beyanlarda hiç kullanılmamıştı. Tarım Bakanlığı başta olarak, “gazoz” kelimesi yerine “Gazlı İçecek”, “Asitli içecek”, “Aromalı su” (?) gibi, halkımız için manâsı muğlak, kastedileni halkımıza açıkça ve iyi ifade etmeyen kelimelerin kullanılması yanlış olmaktadır. “Gazoz” kelimesi yerine o kelimelerin kullanılmasıyla kastedileni açıkça ifade etmemek, maalesef “Müslüman halkımızın helal içecek hassasiyetini uyandırmamaya çalışmak gayreti” ve onların yerine kullanılması daha doğru olan “gazoz” kelimesini kullanmanın “fuzulî çekingenliği” (!) gibi gözükmektedir.

2- Bu konuya “ bilimsel olarak” bakılırsa, kaynama sıcaklığına kadar ısıtılmadıkça, su da “gazlı içecek”tir! Çünkü havadaki gaz molekülleri sürekli hareket halindedirler ve bu hareketleri esnasında, kaynama sıcaklığında bulunmayan herhangi bir su yüzeyine çarptıklarında, çarpan gaz moleküllerinin bir kısmı suda çözünür ve o su içilirse, “gazlı içecek” içilmiş olur!

3- “Asitli içeceklerden sakınmak” tavsiyesini herkese yapmak da yanlıştır!. Ekşimsi tadı olan her içecek “asitli”dir ve bu özellikteki (limon, portakal, vişne, kivi, vb’den elde edilmiş) suları içmekten sakınılmasının herkese tavsiye edilmesi, bu konuyla ilgili bilimsel gerçeklere   aykırıdır. Gazozları karakterize edecek asıl özellikleri ise, onların “asitli” oluşları değildir; basınçlı karbondioksit gazıyla şişelere veya aluminyum kutulara doldurulmaları işleminde karbondioksit gazının bir kısmının gazozların ana çözeltisinde fiziksel olarak çözünüp bir kısmının da “karbonik asit” halinde kimyasal olarak çözünmesi olayı vuku bulduğundan, gazozlar sadece biraz asitlidir. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, “Gazlı içecekler ve Alkol” başlıklı ve aslında “gazozlar” konusundaki fetvasında ve diğer yerlerde, “neyi kastettiğini halkımıza açıkça bildirmeyen (“gazlı içecek, asitli içecek, aromalı su” gibi) yanlış isimlendirmeleri” kullanmaması gerekirdi.

4- Tarım Bakanlığının ilgili tebliğindeki “alkolsüz” kelimesi, batının bu konudaki standartlarını taklit ederek, az miktardaki alkolü “kabil-i ihmal” saymak (!) yanlış kabulüne dayanmaktadır. İslâm’da “haram alkolün” (etil alkol, vd bazı alkoller) –hayatî zaruret olmadan- bir damlasının bile vücuda ithali “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır” hadisine göre, haramdır!.

5- “Bazı meyvelerde ve ekmekte az bir miktarda alkol bulunabildiği” konusuna verilebilecek doğru cevaplar vardır ve o konu “helallik özellikleri”  bakımından tefrik edilmeyip yanlış bir şekilde “emsal” gösterilerek, bu konuda “gayrimüslim batının taklitçiliği” asla yapılamaz!.

6- “Aroma” kimya biliminde “(güzel) koku” demektir. Tad ve koku verici maddeler (esanslar, vb) “su ile tam karışmayan, yağ cinsinden (hidrofob)” maddeler olduklarından, bunları “su ile tam karışabilir” hale getirebilmek için, molekülünde hem “hidrofil” (suyu seven, onunla tam karışabilmek özelliğinde olan) atom grubu ve hem de “hidrofob” (suyu sevmeyen, onunla tam karışabilmek özelliğinde olmayan) atom grubu bulunduran “ara çözücüler” kullanılır. Bu “ara çözücüler”den gıda endüstrisinde kullanılabilecek “propylen glikol” gibi, hem sarhoşluk verici olmayan hem de insan sağlığına zararı olmayan (helal) “gıda katkı maddeleri” de bulunmasına rağmen, gazozların imalinde tad ve koku verici fakat yağ cinsinden oldukları için suda çözünmeyen “aroma” maddelerini “suda çözünebilir” hale getirebilmek için -çok nadir bazı gazoz markaları hariç-  sarhoşluk verici olması sebebiyle, (hayatî zaruret olmadan) bir damlasının bile vücuda ithali haram olan etil alkolün, “dışarıdan iradî ve kasdî bir işlemle” gazozun ana çözeltisine ilave edilerek kullanılması maalesef çok yaygındır. Bu mevzudaki “helal-haram hassasiyeti” ise, Müslüman ülkelerin belki de çoğunda ve hatta farz oruç tutulan Ramazan aylarında bile maalesef gösterilmemektedir!.

7- Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, gazozları helal sayan o yanlış fetvasının son paragrafında maalesef, “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır” hadisinin manâsıyla tam uyumlu olmayan bir ifade de kullanmıştır. O fetvanın 2. paragrafında kaynaklarıyla naklettiği hadiste “az” kelimesi için “bir rakam verilerek azlığın miktarı” belirtilmemiş olmakla beraber, o hadiste kastedilen “en az içecek sıvı” miktarı “genel olarak, insanların vücuduna ithal edebileceği bir damla miktarındaki sıvıdır”. Buna rağmen, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “gazozları helal sayan” o fetvasındaki “Dolayısıyla, %0,3 gr/litre ve daha az alkol bulunan gıda maddelerinin tüketimi, alkol amaçlı değildir” cümlesinin kabul edilebilecek “İslamî bir dayanağı” bulunmamaktadır!.

8- Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun gazozlarla ilgili o fetvasında “pişmiş ekmekte de alkol bulunduğundan” bahsetmesi, gerçeğe aykırı bir benzetme ve emsal göstermedir.  Pişmiş ekmekte değil; “pişirilmemiş ekmek hamurunda” ve onun bekletilmesiyle, az bir miktarda etil alkol teşekkül edebilir. Fakat insanlar, “pişirilmemiş ekmek hamuru” yemezler!. Ekmek 250’C civarındaki bir sıcaklıkta pişirilir, etil alkolün kaynama ve buhar olup uzaklaşma sıcaklığı ise 78’C dir; ekmek hamurunun pişirildiği 250’C sıcaklıkta, kaynama ve buharlaşma sıcaklığı 78’C olan etil alkol hiç mevcut kalamaz!.

9- Allah’ın yenilmesini haram saymadığı bazı meyvelerde, “insan iradesinin dahli ve kasdi olmadan” zamanla çok az bir miktarda etil alkol teşekkül edebilmesi ile “yanlış kıyas” yapılmaya ve o meyveler emsal gösterilmeye çalışılarak, “insanların dışarıdan kasdî bir işlemle etil alkolü gazoz ana çözeltisine dışarıdan ilave etmeleriyle yaptıkları gazozların da “helal sayılabileceği yanlış fetvası” verilemez!.

10- Gazozların imalinde son aşama; gazoz ana çözeltisinin içine alkolik fermentasyonu önleyici kimyasal maddeler ilave edilmiş halde, basınçlı karbon dioksitle şişe ve aluminyum kutulara doldurulup “alkolik fermentasyon için pozitif katalizör” olan Zymas Enzimi ihtiva eden hava ile temasının da kesilmesidir. Bundan sonra “üretimin doğası” (?) olarak gazozlarda hiç etil alkol teşekkül edemez ve böyle yanlış bir ihtimale dayandırılarak, gazozlarda bir miktar alkol bulunması kabul edilemez!.

11- Üniversite Kimya tahsilim esnasındaki talebelik yıllarımdan itibaren bu konuyla ilgili edindiğim teorik bilgilerimden başka, yurt dışında ve yurt içindeki meşrubat fabrikalarındaki üretimleri de görerek edindiğim bilgiler ve tecrübelerle birlikte, “helal gıda” konusu üzerinde büyük bir hassasiyet gösterdim ve bu konuda bilhassa “Helal Yaşam” dergisinde çeşitli makalelerim neşredildi. Belki de Türkiye’de bu konuda bilimsel görüş alınabilecek isimlerin en başındakilerden sayılabilmeme; Diyanet İşleri Başkanlarımızdan birine bizzat iletişim bilgilerimi de vererek bu ve benzeri konularda bilimsel görüşlerimi bildirerek yardımcı olabileceğimi de bildirmeme rağmen, şimdiye kadar bu konuda hiçbir Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından benden doğru teknik bilgi hiç istenilmedi; başka emsalimden de bu konuda doğru bilgi istenildi mi, bilmiyorum.

12- Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, gazozların üretim şeklini iyi araştırmadan ve bu konuyu iyi bilenlerden de sormadan –çok nadir bazı gazoz markaları hariç- aslında “haram” olan gazozlara “helal” demesi, büyük bir manevî mesuliyettir. O fetvalarına dayanarak haram gazozları içenlerin bu konudaki günahlarına sebep olmanın İslâm’daki hükmünü de herkesten çok, kendileri mutlaka çok iyi bilmektedirler…

Diyanet TV’de,  “Güncel Dinî Meseleler” programında, gazozlara “helal” denilmesi

 Taşıdıkları sıfat ve yaptıkları iş sebebiyle çok iyi bildikleri/bilmeleri gereken âyetlerden ve hadislerden bahsederek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinî konularda irşadla görevli personeline “malumu i‘lam” (bilineni bildirmek) yapmayarak, çok kısa bir cümle halinde, “Herkes bildiğinin âlimidir (bilmediğinin ise, cahilidir).” sözünü nakletmeyi gerekli ve faydalı buluyorum.

Dr.Hüseyin Kayapınar’ın Diyanet TV’deki “Güncel dinî meseleler” adlı programda, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “Gazlı içecekler ve Alkol” başlığı altındaki “gazozlar” ile ilgili yanlış fetvasına da atıfta bulunarak Enerji İçecekleri, Gazlı ve Alkol İçeren İçeceklerin İçilmesi” başlığı altında, gazozların helal olduğundan”(!) bahsetmesiyle ilgili yanlış sözlerine de –bildiğim doğruyu söylemek mesuliyetimin icabı olarak- misal vermek istiyorum. Kendisinin, Diyanet TV’de “Güncel dinî meseleler” adlı programdaki  o konuşmasının youtube videosunun linki şöyledir: https://www.diyanet.tv/guncel-dini-meseleler/video/enerji-icecekleri-gazli-ve-alkol-iceren-iceceklerin-icilmesi-caiz-midir

Dr.Hüseyin Kayapınar’ın o videodaki sözlerinin yazıya dökülmüş hali de olmadan, onun bu konudaki bazı yanlış sözlerinin tahlili yapılamayacağından, burada onu da vermek gerekmiştir:

“Bu soruyu cevaplarken iki şeye dikkat etmemiz lâzım. Biraz önce ben genel anlatımda söylemiştim. Hemen şimdi veya ilerde, insan sağlığına zararlı olan şeyleri kullanmak caiz değildir. Eğer enerji içeceklerinde böyle bir durum söz konusu ise, buna “caiz” diyemeyiz. Ama tedavi amaçlı şimdi içiyorsun, ilerde sana zararı dokunabilir. Bugün kullanmak zorunluluğu var, ama böyle değil. “Daha dinç olayım, daha enerjik olayım, yola gidiyorum, bununla gideyim” çünkü duyuyoruz böyle kullananları; eğer zarar veriyorsa, bu doğru değil. Bundan uzak kalmak lâzım. Öbürüne gelince, yani bazı içeceklerin içinde etil alkol olduğu meselesi.. Tabiî bu epey zamandır,  bu alanda çalışanların ve soru-cevapla gündeminde olan bir mesele.. Din İşleri Yüksek Kurulu da buna temas etti; ona bigane kalması mümkün değil. Bazı içeceklerde, mesela o meyve özü var ya o meyve özünün sıvılaşması, eritilmesi için ona binde 3 oranında etil alkol ilave ediliyor. Yani bu da Tarım Bakanlığının yani şey, devletin izin verdiği ölçü, bundan daha fazla olmuyor. Yani ne oluyor; bir litrelik o konsantreye binde üç oranında, yani 3 gram etil alkol konuluyor ve o bir litrelik konsantre diyelim ki, 100 litrelik bir suyun içine dökülüyor ve o orada şey oluyor; içecek hale geliyor. Ha, şu şimdi bu defa bir değişime uğruyor ve bir de o içerisine binde 3 oranında etil alkol karıştırılmış olan o içecekten bir sürahi içse, kişi sarhoş olur mu, olmaz. Peki, bir sıvının içilmesinin yasak oluşu neye bağlı? Sarhoş edicilik özelliğine bağlı veya demin de söylediğim gibi,  vücuda zarar vermesine bağlı. Şimdi eğer bu sıvıda sarhoş edicilik özelliği kalmadıysa, illet yok demektir. Hükümler, illetlerin üzerine bina edilir. Burada illet ortadan kalkınca, olmayınca hüküm de ortadan kalkar; hüküm de yok demektir. Dolayısıyla, bu içecekleri içmenin bir sakıncası yoktur.”

Onun, gazozların imal şekliyle ilgili, “diyelim ki” (?) kelimesini de sözleri arasına katarak söyledikleri, bu konudaki bilimsel gerçeklere hiç uymamaktadır!. Gazozların imalinde etil alkol “meyve özlerini” değil, sadece “gazozlara tad ve koku veren yağ cinsinden esansları” suda çözünür hale getirmek için kullanılır. Hem meyve özlerinin özellikleri, meyvelerin cinslerine göre birbirlerinden farklıdır ve hem de onların her biri, “çeşitli özellikteki kimyasal maddelerin karışımı” olduklarından; değil her çeşit meyve özünü, bir çeşit meyve özünü bile etil alkol “suda erir” hale getiremez!

TV’lerde bir soruya cevap verenler, çok büyük ekseriyetle, o soruyla ilgili doğru cevabı verebilmek için önceden araştırma yaparlar. Dr.Hüseyin Karapınar ise Diyanet TV’deki “Güncel Dinî Meseleler” programında, maalesef “gazozlar” hakkında böyle bir araştırmayı yapmadığını belli eden; o konuyla ilgili bilimsel gerçeklere de aykırı ve izleyicilerini bu konuda yanıltır şekilde konuşmuştur!. Kendisi, bu konudaki sözlerine Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bu konuya temas ettiğini söylemekle başladıktan sonra “gazozların imali” konusundan gerçeğine aykırı bir şekilde de bahsederek, ona -yanlış bir şekilde- “helal” fetvası vermiştir!.

 *  *  *

Ülkemizde “Gazozlar” konusuyla ilgili “netice” olarak, maalesef şu söylenebilmektedir: 

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun, “gazozların imali işlemini” iyi araştırmadan ve iyi bilenlere sormadan verdiği anlaşılan yanlış fetvası ile ve onu kendisine dayanak yapmaya çalışmış olan Dr.Hüseyin Karapınar’ın, Diyanet TV’deki “Güncel dinî meseleler” programında ayni konudaki yanlış sözlerini onbinlerce kişiye  izletmesiyle, ülkemizdeki çok kişinin de o yanlış sözleri duyarak-uyarak ve başkalarına duyurarak , “imalat işlemleri esnasında insanlar tarafından dışarıdan iradî ve kasdî bir işlemle bileşimlerine –bir damlasının bile vücuda (hayatî zaruret haricinde) ithali haram olan- etil alkol katılmış gazozları” içmelerinin günahlarına sebeb olunması; bu yazının ilk cümleleri halinde iktibas edilmiş olan  “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş Kanunu’nun “görev”le ilgili 1. maddesindeki  “din konusunda toplumu aydınlatmak” görevine de aykırı olmaktadır.