Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Okullarımızda yeni ders yılı yaklaşırken

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Bu sitede şimdiye kadar 125 tane yazım neşredildi. En sonuncuları olan 19 Nisan 2021 tarihindeki “En büyük hidayet” ve 26 Haziran 2021 tarihindeki “Hayat nedir?” başlıklı çok mühim yazılarımın neşrinden sonra, başka bir yazı göndermemiştim..

Fakat bazen gündüz vakitlerinde de olmak üzere, güneşin doğması ve batması vakitlerine yaklaşık yirmi dakika kalmışken, evimin önündeki büyük ağaçlarda “çok sayıdaki küçük kuşun hep birlikte cıvıltılarıyla yaptıkları toplu tesbihâtları” ve her sabah camide farz namaza başlanmasını beklerken duyduğum “Ağustos Böceklerinden birinin tesbihâtı” (onlardan birçoğunun hep birlikte tesbihâtına da sadece bir defa, “Hafızlık Töreni” için gittiğim Akhisar Hilaliye Kur’an Kursu yöneticilerinin, erken gelen misafirlerini götürdükleri bir ormanda yemek ikramları esnasında şahit olmuştum) bunlara mukabil ve bunlarla “tezatlı” olarak ise, laik eğitim sistemimizdeki bazı yanlışların maalesef hâlâ devam etmesiyle yeni bir ders yılının bu şekilde başlamak üzere oluşu, “neşredilmesi için yazmak” konusunda kendime koyduğum yasağı kaldırıp bu yazıyı yazmaya beni mecbur etti.

*  *  *

İlk öğretimin ilk sınıflarından itibaren “Rabbimizi bize tanıtan üç büyük ve küllî muarrif”ten (tanıtıcıdan) birincisinin “Kâinatın büyük kitabı” olduğunu anlatmak, laik eğitim sistemimizde maalesef şimdiye kadar maalesef çok ihmal edilmiştir. Bunun tam aksine olarak da, maalesef La Fontaine gibi Batılı bazı gayrimüslim yazarların bâtılı neşredip gerçekleri saptıran yanlış mesajlarla dolu bazı masalları ile, çocukluk ve ilkokul çağlarından itibaren nesillerimiz, maalesef aklını en iyi şekilde kullanabilmekten mahrum yetiştirilmeye çalışılmıştır! Bu yanlış hâl de, şimdiye kadar görev yapmış bütün Millî Eğitim Bakanları dönemlerinde devam etmiştir.

 “Kâinatın büyük kitabını okumayı” bilmediğini, yazdıkları ve neşrettikleri ile göstermiş olan La Fontaine gibi Batılı gayrimüslim bazı kişiler, yazıp neşrettikleri masal kitaplarında bâtılı tasvir ile yanlış mesajlar vermişlerdir ve  onların yanlış mesajları olan bazı masal  kitaplarıyla da, maalesef ilk öğretimdeki nesillerimiz yıllarca manevî bakımdan zehirlenmişlerdir!.

 *  *  *

İlköğretimdeki çocuklarımıza, değişik yayınevleri tarafından satışa arz edilip Millî Eğitim Bakanlığımızca da tavsiye edilmiş ve şimdiye kadar okutulmuş olan “manevî zehirlerden biri olan “La Fontaine’den seçmeler” adlı bir kitabı yıllarca önce satın alarak, o kitapta La Fontaine’in bazı masallarında vermeye çalıştığı yanlış mesajlarıyla yaptığı manevî zehirlemelerine, “La Fontaine’den saçmalar” başlıklı bir yazımı neşrederek dikkat çekmiştim. O eski yazıma hâlen ulaşamıyorum; fakat La Fontaine tarafından masallar vasıtasıyla neşrettiği “manevî zehirler”den birinin de, o kitaptaki “Ağustos böceği ile karınca” masalı olduğunu iyi hatırlıyorum.

İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminde bir Ağustos Böceğinin Allah’ı “lisan-ı hâli” ile yaptığından başka, “lisan-ı kâli” ile de yaptığı tesbîhini her günün değişik vakitlerinde değişik yerlerde duymak, Türkçesi “La Fontaine’den seçmeler” adıyla neşredilmiş kitabındaki bir masalında  La Fontaine’nin vermiş olduğu bazı yanlış mesajlarını hatırlamama ve  onların yanlışlığına tekrar dikkat çekmeye beni mecbur etti.

 *  *  *

Hatırladığıma göre La Fontaine, yukarıda Türkçe adıyla bahsetmiş olduğum o kitapta nakledilen “Ağustos Böceği ile karınca” başlıklı masalında, Ağustos Böceğinin “tembel, hep saz çalar, istikbal endişesiyle hazırlığı ve mesuliyet hissi olmayan, tedbirsiz”; karıncanın ise “çalışkan ve istikbali için tedbirli” böcekler olduklarından; bu sebeble de “Ağustos Böceğinin yaz mevsimlerinde tembellikle hep saz çaldığından, karıncanın ise hep buğday toplayıp kış mevsimi için onları depo ettiğinden” bahsediyordu ve o masalını okuyanları “Ağustos Böceği gibi değil; karınca gibi olmaya” özendirmeye çalışıyordu. La Fontaine’in o masalında verdiği yanlış mesajına göre; güya bu sebeple her kış mevsimi gelince Ağustos böceği yiyecek bulamayarak, yiyecek ihtiyacı ile ilgili olarak karıncaya muhtaç olurmuş.

*  *  *

La Fontaine’nin o masalında vermeye çalıştığı yanlış mesajının aslında hakikatle hiç alâkası yoktur. Çünkü o  masalında vermeye çalıştığı yanlış mesajının tam aksine, Ağustos Böceklerinin her yıl kışa ulaşamadan hayat müddetleri biter ve onlar ölürler; dolayısıyla da karıncalara hiç muhtaç olmazlar!
La Fontaine
 tarafından o masalında takdirkâr bir ifade ile bahsedilen karıncaların bir yaz boyunca toplayıp depoladıkları buğdaylar ise, onların bütün bir kış mevsiminde beslenmek için tüketebilecekleri buğday miktarlarından çok fazladır. Buna rağmen, karıncaların yaz boyunca çok miktarda buğday toplayıp kış mevsimi için onları depo etmesi, La Fontaine’in masalında vermeye çalıştığı yanlış mesajındaki gibi, “karıncaların medhedilmeleri” gerekçesi değil; tam aksine, ancak “onların hırslarından ve istifçiliklerinden dolayı tenkit edilmeleri” gerekçesi olabilir. (Bir Ramazan akşamı, birlikte davet edilmiş olduğumuz bir TV’nin “İftara Doğru” programında ben Ağustos Böcekleri ve karıncalar hakkındaki bu basit bilgiden bahsedince, aslında “masallar” konusuyla çok ilgili olduğunu söyleyen edebiyat profesörü diğer davetli, ilk defa duyduğu bu konudaki söylediklerim karşısında hayretini gizleyememişti. “Masallar” konusuyla çok ilgili o profesör bile Ağustos Böcekleri ve karıncalar konusunda bu basit bilgiyi bilmezken, ülkemizdeki ilkokul talebeleri nasıl bilecekler ve temyîz kabiliyetlerini gösterebilecekler ki, onlara yıllardır La Fontaine’nin böyle yanlış mesajlı kitapları tavsiye ediliyor ve okutturuluyor?).

 *  *  *
Ağustos Böceklerinin yaz aylarında sabahları, geceleri ve bazen de gündüzler boyunca sürekli olarak ayni frekans ve şiddette ses neşretmeleri de, onların “haylazca saz çalmasına”(!) asla benzetilemez!. Çünkü, Kur’an-ı Kerîm’de muhtelif sûrelerde “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği” vurgulanarak tekrarlanmaktadır!

Canlı-cansız her şey -maddenin en küçük parçası olarak bilinen kuvarklardan, en büyük galaksilere kadar her şey- “hâl lisanları” ile Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının kâinattaki akislerini ilân ederlerken; onların “hâl lisanları”ndan başka, onlardan bazılarının -insanlar gibi “akıl ve irade” emaneti taşımadıkları halde- “fıtrî ibadetleri” şeklinde, insanlardan bazıları gibi “kâl lisanları” (konuşma lisanları) ile Allah’ı tesbih edenleri de vardır. Ağustos Böceği, bülbül ve diğer bazı varlıkların insanlar gibi akıl ve iradeleriyle olamasa da, “kâl lisanları” ile Allah’ı tesbîh etmelerine Risale-i Nur’da da dikkat çekilmiştir. Fakat İsrâ Sûresi 17/44. âyetinde denildiği gibi, insanların büyük ekseriyeti onların Allah’ı tesbîh etmelerini ve Allah’ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilân etmelerini anlamazlar!

Çocuklarımıza La Fontaine masallarının saçmalıklarını değil; bu mühim gerçekleri anlatmalıyız!

*  *  *

“Tesbîh” denilince, ekseriya; 33 veya 99 tane tahta, plastik veya taştan boncukların bir ipe dizili olduğu, bilhassa namazlardan sonra belli sayıda olarak zikir kelimelerini tekrarlamak için kullanılan nesneler akla gelir.

Bu nesnelere “tesbîh” denilmiş olmasının sebebi de, günde beş vakit namazlardan sonra, “o namazların hülâsası ve o namazların manâsının tamamlayıcısı” olarak tam 33 defa söylenmesi gereken üç mühim zikirden ilki olan “Sübhanallah” demenin, Allah’ı tesbîh” (Allah’ı bütün kusur ve noksan sıfatlardan uzak tutmak. O’nu şanına lâyık ifadelerle anmak. O’na söz, iş, davranış ve kalple içten ibadet etmek) manâsında oluşundandır.

Tesbîh”in lügattaki bu “asıl manâsı” bile, onun ehemmiyetine çok kısa olarak dikkati çeker. “Tesbîh” kelimesinin bu asıl manâsının ehemmiyetinin büyüklüğüne, Kur’an-ı Kerîmin İsrâ Sûresinin 17/44. âyetinde mealen şöyle dikkat çekilmektedir:

Yedi gökle yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbîh eder. Ve O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbîhlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki, O Halîm (azapta hiç acele etmeyen)dir, Gafûr (çok bağışlayan)dır.”

“Tesbîh” kelimesinin bu “asıl manâsı”nın ehemmiyetini anlamaya, anlatmaya ve o anlayışla yaşamaya çalışılmalıdır.

 *  *  *

Risale-i Nur Külliyâtının telifinin başladığı Barla’ya ilk gittiğimde, Bediüzzaman’ı hayatta ve Barla’da iken tanıyanlardan bir Barla’lı, Bediüzzaman’ın, ikamet ettiği evin önündeki çınar ağacının önünde bana; Bediüzzaman’ın o çınarın dalları arasına koydurttuğu tahta platforma her gece çıkarak seccadesini serip sabaha kadar yüksek ve çok dokunaklı bir sesle zikrettiğini, yüzlerce küçük kuşun da o ağaca konup kendi sesleriyle onun zikrine iştirak ettiğini söylemiş ve “Biz, hocaefendinin kıymetini o zaman bilemedik..” sözlerini de, o günleri hatırlarken hüzünle ilave etmekten kendini alamamıştı.

Bediüzzaman, Barla’daki evinde, Çamdağı’nda ve hayatını geçirdiği diğer yerlerde her gece sabahlara kadar zikrederken, Allah’ın bütün mahlûkatının tesbîhlerini de Allah’a arz eden hakikî bir “halife-i arz” hüviyetini de ortaya koyuyordu. O, İsrâ Sûresinin bütün mahlûkat âleminin Allah’ı tesbih ettiğine dair bahsedilen 17/44.  âyetinin, Risale-i Nur eserlerinin telifinde kendisine büyük ışık tuttuğunu ve ilham kaynağı olduğunu söylemiş; Besmele’den sonra ekseriya bu âyeti de zikretmiştir. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserlerinde Besmele’den sonra en fazla zikrettiği bu âyettir ve yeni bir konuya başlarken Besmele’den sonra, Risale-i Nur eserlerinin değişik yerlerinde, tam 139 defa da bu âyeti tekrarladığı görülmektedir.

*  *  *

“-Konuşmak kabiliyeti, bütün mahlûkat içerisinde yalnız insana verilmiş olduğuna göre, canlı-cansız her şeyin Allah’ı zikretmesi nasıl olabilir? sorusu bazılarının akıllarına gelebilir. Bu soruya verilebilecek cevapta iki türlü lisanın olduğundan bahsedilir. Yalnız insanda bulunan “konuşmak” (lisan-ı kâl) kabiliyetinden başka, hem insanın cüzî iradesi dışındaki varlığının ve hayatî faaliyetlerinin, hem de İsrâ Sûresinin yukarıda bahsedilen 17/44. âyetinde belirtilen “Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan her şey”in, cüz’î iradeleri ve akılları olmadan da “lisan-ı hâllerinin” olduğudur.

Günlük konuşma dilinde çok kullanılan, insanın “beden dili” de insanın lisan-ı hâlinin bir kısmıdır. Ancak, insanın lisan-ı hâli, sadece onun bedeninin dış görünüşü, tavırları ve davranışlarıyla sınırlanamaz; onun maddî-manevî varlığının bütün unsurları, aklı, hafızası, tahayyülü, çeşitli kabiliyetleri, hisleri, dış ve iç organları, bütün hücreleri, molekülleri, atomları, kuvarkları ve bunlardaki hal değişmelerinin tümü, “insanın lisan-ı hâlini” meydana getirir.

Lisân-ı kâl olmasa da veya varken sussa da, lisan-ı hâl susmaz!.

Bütün varlık âlemi lisân-ı halleriyle:

“-Biz, kendi kendimize olmadık; biz tesadüflerin, tabiatın, evrimin, çevrimin eseri değiliz! Biz, noksan sıfatlardan münezzeh, bizimle beraber bütün varlık âlemini de yaratmış olan Allah’ın eserleri ve O’nun vazifeli memurlarıyız! Kendimizde bir şey yok! Sadece, O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini gösteren aynalar gibiyiz!..” diyerek, Allah’ı tesbîh etmektedirler.

Ancak, ayni âyetin devamında da denildiği gibi, insanların büyük ekseriyeti bütün varlık âleminin lisan-ı hâlleriyle yaptıkları bu tesbîhlerini anlamazlar!

*  *  *

Ne kadar yaşayacağına dair elinde en küçük bir garantisi bile bulunmayan insanlar, büyük ekseriyetle bu fanî (gelip geçici) dünya hayatlarına “sanki dünyada ebedî kalacaklarmış gibi” sımsıkı sarılırlar(!) ve bunun için de, bazıları anadillerinden başka, dünyevî mesleklerinde kendilerine “dünyevî ilerleme” sağlayabileceği ve “dünyevî istikballerinde” daha fazla “dünya menfaati” imkânlarını açabileceği hesaplarıyla, “yabancı dil” de öğrenirler. Halbuki, “onların asıl istikballeri; ebedî âhiret hayatı için kazanılacak olan istikballeridir!

İnsanlar o “âhiret istikballeri” için, Kur’an-ı Kerîm’de İsrâ Sûresindeki 17/44. âyette dikkat çekilen “yedi (kat) gökler, yer ve onların içindekiler”in hâl lisanlarıyla Allah’ı tesbihlerini imkânları nisbetinde anlayabilmeye de çalışsalar, sadece “dünyevî istikballeri” için “yeni  lisan” öğrenmekle kalmayıp “bu lisanı da” öğrenmekle, bütün ilimlerin başı olan “Marifetullah”da (Allah’ı tanımakta) ve onun üssü’l esası olan “İman-ı billah”da (Allah’a iman etmekte) çok terakki edebilecekler ve bunu yapmaktaki kazançları da, başka herhangi bir lisanı öğrenmekteki kazançlarından kat-kat ve kıyaslanamayacak derecede fazla olabilecektir!

*  * *

Bu konuda diğer bir soru da şu olabilir: Acaba, insanlardaki gibi hayvanların da kendi lisân-ı hâllerinden başka, insanların lisan-ı kâllerine benzer şekilde Allah’ı tesbîhleri hiç yok mudur?”

Bu soruyla ilgili olarak da, Risale-i Nur’daki 24.Söz, 1.Dal’da bahsedilen; göğün gürlemesi, fırtınalar, ağaçların yapraklarının rüzgarların esmesiyle çıkardıkları sesler, başta bülbül olmak üzere kuşların nağmeli sesleri vd’den başka, kedilerin insan diliyle “Ya Rahîm” ismini bariz şekilde zikrettiğine dair Bediüzzaman’ın dikkat çektiği tesbiti ve bir Bulgar profesörün de, 25.04.2008 de Bulgaristan’da TRUD gazetesinde yayınlanmış olan, sivrisineğin kanat çırparken çıkardığı sesin yavaşlatılmış ve insan kulağının algılama ve konuşma ritmine indirgemiş şeklinin, insanın lisan-ı kâliyle yaptığı tesbîhe benzediğine dair tesbitinden bahsedilebilir.

*  *  *

Bu bahsedilenler, Okullarımızda yeni ders yılı yaklaşırken” hatıra gelenlerdi.

“Okullarımızda yeni ders yılı” hepimize hayırlı olsun.  

Hayat nedir?

Meşhur bir Batılı romancı “Hem insan olmak hem de hayatı hayvanlardan daha az anlamak, ne hazin şey” demiştir.

“Hayatı hayvanlardan daha az anlamak” insanlara büyük bir hakaret gibi gelse de, insanların büyük ekseriyeti bu durumdadır. 

Hayat görüşüm”, “Bana göre hayat” “Hayat felsefem” gibi bilgiçlik taslayan (!)  iddialı girişlerle söylenenler umumiyetle “Hayat nedir?” sorusuna cevap verebilmekten çok uzak kalmaktadır.

Bu meselenin üzerinde sathî kalmaktan çıkıp derinine inmeye çalıştığımızda, insanlara ağır ve haksız olarak yapılmış bir hakaret gibi gelen o Batılı romancının sözündeki hakikat payını, insanların büyük ekseriyetinin durumu  için anlar gibi oluruz. “Hayatı yaşadığı halde, yaşadığı hayatın mahiyetinden gafil olmak”, en mükemmel canlı olarak yaratılmış insanlar için hakikaten çok hazin değil midir? 

Peki, nedir bu hayat? 

*  *  *

İlköğretimden itibaren okullarda ders olarak verilen “Biyoloji”, “Hayat Bilimi” manâsındadır. Okul eğitimi sistemlerinde ilk öğretim, ortaöğretim, lise, yüksek okul, üniversite ve üniversite üstü (lisansüstü) seviyesinde yazılmış biyoloji kitapları incelenirse, ismi “Hayat Bilimi” manâsına gelen “Biyoloji” adlı bu bilim alanının en evvel yapması icabettiği halde, hayatın mahiyetini açıklamak” işini yapmadığı görülür! Bugün dünyanın her tarafında bulunan binlerce biyoloji profesörüne “Hayat nedir?” sorusunu sorsak, hiçbirinden bu sorumuzun tatminkâr bir cevabını alamayız; bize hayatın ne olduğunu açıklamak yerine ancak, “hayat sahibi” yani “canlı” olmanın emarelerinden, tezahürlerinden bahsederler!

Bir bilim alanında en yüksek akademik unvanları taşıdığı halde, o bilim alanının adının tatminkâr bir açıklamasının yapılamayışı, hayret edilecek bir husustur. Diğer bilim alanlarında (fizik, kimya, jeoloji…vd) bu hâl görülmez; o bilim alanlarının adının manâsı ve mahiyeti, daha ilköğretim seviyesindeki kitaplarında bile açıklanabilir. 

*  *  * 

Biyoloji, “hayat bilimi” manâsına geldiği halde, bu bilimle meşgul olanların en başta yapmaları icabeden hayatın mahiyetini açıklayamayışları, hattâ bilimsel bir açıklamanın yapılamayışından başka, bu konuda bir felsefi görüşün bile şimdiye kadar ortaya konulamayışı, “Hayat nedir?” sorusunu fevkalade alâka çekici hale getirmektedir.

Hayat, en alt mertebesi kabul edilen bitki hayatından itibaren hayvanların hayatı ve insanların hayatı şeklindeki daha yüksek mertebeleriyle binlerce yıldır var olduğu halde, bunun mahiyeti hakkında şimdiye kadar insanların fenlerinin ve felsefelerinin onun hakkında bir açıklamada bulunamamış olması, hayatın hakikatinin açıklamasını fenlerin ve felsefenin dışında aramaya bizi mecbur bırakmaktadır. Fenlerin ve felsefenin yapamadığı hayatın açıklamasını sorabileceğimiz, sadece din vardır. Din, nakle dayanır. Semavi dinler, Allah’ın peygamberleri, suhuf (sayfalar) ve kitapları ile bize bildirdikleridir. Bunların arasında en son, tahrif edilmemiş, en mükemmel ve kıyamete kadar baki kalacak din olan İslamiyet, Kur’an âyetlerinde hayatın mahiyetine de açıklama getirmiştir. 

*  *  * 

Allah; “Yuhyî”(hayatı yaratan)dir. Hayat; hakikatlerin en şereflisi, en temizi, en büyük nimet; kudret-i ezelîyenin en büyük ve en ince ve en acîb bir mucizesi, dışı da içi de, iki yüzü de lâtif olduğundan ve insanlara hoş gelmeyen hiçbir çirkin tarafı bulunmadığından, Allah “Yuhyî” sıfatıyla hayatları yaratırken, insanların akıllarının nazarında, kudret elinin perdecisi olarak Sâni’i gizleyecek sebebleri, vasıtaları araya koymamıştır. Bunun neticesi olarak, başta “biyoloji” (hayat bilimi) olmak üzere, nakle dayanmayan fenler ve felsefeler, hayatın mahiyetini açıklayabilmek için bu açıklamalarını dayandırabilecekleri sebepler ve vasıtalar bulamamakta; bu sebeble de hayatın mahiyetini açıklamaya muvaffak olamamaktadırlar!. 

*  *  * 

Allah’ın diğer bir sıfatı “Yumît”(ölümü yaratan)dir. Ölümün ekseriya zahirî yüzü insanlara hoş gelmediği için, Allah hakikatte ölümü yaratan kendisi olduğu halde, insanların akılarının nazarında kudret elinin perdecisi olacak   ölüm sebeplerini ve bu sebeblerin de üstünde dört büyük melekten biri olan Azrail’i (a.s.) “ölüm meleği” olarak vasıta kılmıştır. İnsanlar bir akraba veya dostlarının ölümü halinde, büyük ekseriyetle bu sebeplere ve vasıtalara takılırlar ve Allah’ın izzetine, azametine karşı bir söz söyleyene pek rastlanmaz. Çünkü ölüm için binbir sebep ve vasıta vardır: Çeşitli hastalıklar, yaşlılık, çeşitli kazalar, harpler, darbler ve Allah’ın ölümü yaratmak fiiline perde olan Azrail (a.s.).

Hayatı yaratan da ölümü yaratan da Allah olduğu halde, hayatı yaratırken insanların akıllarının nazarında perde olacak hiçbir sebep koymaması, ölümü yaratırken ise çeşitli sebebleri insanların akıllarının nazarında perde yapması, Allah’ın hikmetlerinden biridir.

Hayatı yaratan da ölümü yaratan da Allah olduğu halde, “Ölüm meleği” olarak Hz. Azrail’in (a.s) vazifeli olmasına mukabil, “Hayat meleği” olarak bir melek isminin hiç duyulmamış olması, hayat ile kudret-i ilahiye arasında zahirî bir sebep bulunmadığının bir delilidir. 

 *  *  * 

“Ol mâhiler ki, derya içredürler; deryayı bilmezler.” (O balıklar ki, denizin içindedirler; ama denizi bilmezler) demiştir, meşhur bir şairimiz. İnsanlar da hayat denizinin içindedirler; fakat onların çok büyük ekseriyeti hayatı bilmezler! Halbuki, “Kaînatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası: hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlik’ı da O’dur. Hayatı veren, elbette O’dur, Hayy- u Kayyûm’dur”.

Hayat, Allah’ın bize en büyük nimetidir. Dünya hayatı,  ebedî âhiret hayatının saadetini kazanabilmek için bize verilmiş bir imtihan fırsatıdır. Ebedî âhiret hayatının saadeti Allah’a ve O’nun inanmamızı istediklerine imanla kazanılır; fakat insanın dünya hayatı olmadan,  o iman da olamaz; çünkü imtihana girilmeden imtihanda muvaffak olunamaz! 

 *  *  *

İnsanlar çok büyük ekseriyetle  gaflettedirler; yaşadıkları hayatın kendilerine kimin tarafından niçin ve ne maksatla verildiğini, bu hayatı nasıl yaşamaları icab ettiğini, bu hayattan sonra kendilerini neyin beklediğini araştırıp öğrenmeden ve o öğrendiklerinin gereğini yapmadan bu dünyada yaşarlar; kendilerine verilmiş hayat müddetlerinin sonunda ölümleri gelir ve bu dünyadan ayrılıp âhirete giderler. İnsanların bu hâlleri, denizin içinde olduğu halde denizin mahiyetini  bilmeyen balıkların haline göre, çok daha fazla garip karşılanacak bir haldir! Çünkü balıklarda akıl yoktur ki, içinde yaşadıkları denizin mahiyetini bilebilsinler! İnsanlara ise akıl nimeti verilmiştir ve bu akıl nimetiyle birlikte onu iyi kullanabilmek mesuliyeti de ona yüklenmiştir. Verilen her hakkın ve nimetin, insana bu hak ve nimeti iyi kullanabilmek mesuliyetini de yüklemesinin en mühim misali; insanlara hayatla birlikte aklın da verilişiyle ona yüklenen mesuliyettir, denilebilir. 

*  *  *

Dünyanın sonu olan kıyamet ile bütün insanların dünya imtihanları da tamamlamış olacak; insanlar yeniden diriltilip Haşir meydanında toplanacaklar, Mahkeme-i Kübrâ’da onların dünyadaki imtihanlarının neticesi görülecek ve bu en büyük imtihanı kazananlar ile kaybedenler tefrik edilecek, ayrılacaktır.

Bütünlemesi ve telâfisi olmayan bu dünya imtihanında “akıllı geçinenler” değil de, “hakikaten akıllıca yaşayanlar”ın  yapmaları gereken; dünya hayatlarının sonunda kendilerine kazanç getirecek şekilde yaşamaları, ebedî zararlarını celb edecek halllerden ise uzak kalmaya çalışmalarıdır. Yaratan’ını, O’nun gönderdiği Resul’ünü, Kitabı’nı tanımaları; kim olduklarını, nereden geldiklerini, nasıl hayat sahibi olduklarını, bu dünya hayatının sonunda nereye gittiklerini, bu dünya hayatının en büyük gerçeği olan ölümün mahiyetinin ne olduğunu anlamaları ve bu anlayışlarla yaşamayı, en başta gelen vazifeleri bilmeleridir.

Hayat nedir?” sorusunun, insanların ortaya koyduğu fenlerde ve felsefelerde bulunmayan cevabını veren Allah’ın kelamı Kur’an, ilahî cevaplarla aynı zamanda insanların kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini, ölümleri ve sonrası ile alâkalı meraklı suallerinin cevaplarını da vermiş olmaktadır.  Bu âyetlerin birinde mealen şöyle denilmektedir: 

“Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz. Halbuki, sizin hayatınız yoktu; O size hayatı verdi, sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir, sonra O’na rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 28) 

 *  *  * 

Bu dünyaya kendi isteğiyle geldiğini, bedenini, azalarını, çeşitli hislerini, kabiliyetlerini, aklını ve insan olarak diğer bütün varlık unsurlarını kendisinin meydana getirdiğini (!) iddia edebilecek hiçbir normal insana rastlanmaz; böyle bir iddiada bulunana “deli” nazarıyla bakılır. İnsan, mevcut varlığını kendisi meydana getirmiş olamayacağı gibi, onu anası, babası, tabiat, tesadüf, evren bilinci, vs. de yapmış olamaz. İnsanın dünyaya gelişi fiilinin sahibi ancak tek (Vahid) bir Allah olabilir.  “Dünyadaki imtihan sırrı” icabı Allah tarafından insanlara verilen “akıl ve irade ile bu dünyadaki bir derecede hürriyeti ve serbestiyeti”, onların çok büyük ekseriyeti gaflet ve dalâlete sapmak yolunda kötüye kullanmaktadırlar! Halbuki insanlar, kendilerini Yaratan’ın onları bu dünyaya göndermekteki maksadını ve bu dünya hayatında kendilerinden neler yapmalarını istediğini  merak edip onları öğrenmeye ve yapmaya çalışmalıdırlar, Bunlar, insanların bu dünya hayatlarında akıllarını ve iradelerini  kullanarak yapacakları en doğru işleri olabilir.

Dikkat edelim: “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’an, kâinatı okuyor! O’nu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden o dur.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Sözler)
*  *  * 

1984 yılında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim dalında doçent (şimdi profesör) olan bir arkadaşımı ziyaret gitmiştim. Bana, Üniversite kütüphanesinden aldığı İngilizce bir embriyoloji (doğumdan önceki devrede gelişmeyi öğreten bilim) kitabının bazı sayfalarını gösterdi. Kitap, Kanada’nın Toronto Üniversitesi Anatomi Bölüm Başkanı ve çeşitli ilim kuruşlarının üyesi olan Prof. Dr. Keith L. Moore’a ait, ismi “Gelişen İnsan”olarak tercüme edilebilecek büyük boy ilmî bir eserdi. Embriyoloji ilmine göre, insanın tek bir hücreden itibaren gelişimini teferruatıyla anlatan bu kıymetli eserin, insan embriyolojisinin tarihçesinden bahseden sekizinci ve dokuzuncu sayfalarında, Ortaçağ’da insanların fen ilimlerinde terakkilerinin yavaş olduğundan ve ancak Müslümanların mukaddes kitabı Kur’an’da insanın tek bir hücreden itibaren gelişimi hakkında mühim bilgiler verildiğinden geniş bir şekilde bahseden kısmı, bilhassa dikkati çekmekteydi (Kitabın tam ismi: Moore, K. L; The Developing Human-Clinically Oriented Embriology, 3.rd Ed. Philadelphia, W.B Saunders Co, 1982).

Bu anabilim dalının dışında olmama rağmen, benden bu konuyu işlememi isteyen arkadaşımın isteği üzerine, bir derginin Eylül 1984 sayısında neşredilen “Gelişen İnsan başlıklı çok kısa bir yazı göndermiştim. O yazımda; “Çeşitli fen ilimlerinin tarihî gelişimleri incelendiğinde, araştırma metot ve vasıtalarının bugünküne nispeten çok daha kifayetsiz olduğu Ortaçağ’da, insanların umumiyetle daha önceki bilgilerin tahliline dayalı yeni tahmin ve yakıştırmalarla, sonradan yanlışlığı ispatlanan teoriler ortaya atmaktan fazla ileri gidemedikleri görülmektedir. İnsanın ilk 40 günlük nutfe, ikinci 40 günlük alaka ve üçüncü 40 günlük mudga safhalarından geçerek tek hücreden itibaren gelişimine dair 14 asır önce “Ortaçağ” denilen zaman aralığı içinde insanlara nazil olan Kur’an’da verilen bilgiler, bugünkü modern embriyoloji ilmiyle de teyid ve tasdik edilmektedir.” demiştim.

O yazımı okuyan, Kanada’nın Toronto şehrindeki o derginin okuyucusu olan Türkler, kendi şehirlerindeki bu profesörü ziyaret ederek bu konuyu geniş bir şekilde konuşmuşlar. Bir Kanada radyosunda kendisiyle uzun bir program da yaptıktan sonra Prof. Moore, “The Gazette” ve “The Globe and Mail” adlı günlük iki gazetenin 22-23 Kasım 1984 tarihlerinde neşredilen sayılarında bu konuda geniş beyanatta bulunmuş; ayrıca ilmî bir makalesinde de bu konuyu işlemişti.

Türkçesi “Embriyoloji Mevzuunda Mucizeler” olan bir başlıkla neşredilen o ilmî makalesinde Prof. Moore, Kur’an âyetlerinin ve hadislerin hem orijinal yazılışlarıyla hem de İngilizce mealleriyle klişeler halinde hazırladığı posterleri basın toplantısında gazetecilere göstererek resimler çektirmiş; bunları sayfa ebadına göre küçültülmüş halde ilmî makalesine de koymuştu.

Prof. Dr. Keith L. Mooreneşrettiği o ilmî makalesinde, Kur’an ve hadisten embriyoloji mevzuunda tespit ettiği mucizelere şöyle işaret ediyordu. “Embriyoloji mevzuundaki ilk çalışmalar, bildiğimiz kadarıyla M.Ö: 4. asırda yapılmış ve gelişen civciv embriyonları incelenerek mukayeseli bir neticeye varılmak istenmişti. Bu çalışmanın üzerinden geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca embriyolojide dikkate değer bir gelişme görülmedi. Ve mikroskobun 17. yüzyılda keşfedilmesiyle insan hücresindeki embriyolojik safhalar belirlenmeye başladı. Birkaç yıl boyunca Kur’an ve hadisler üzerinde çalışma yaparak insanın embriyolojik gelişmesini inceledim ve 7. yüzyılda insanlığa gönderilen bu ilâhî kitaptaki ilmî hakikatlerle tam uyum gösteren bilgiler karşısında şaşırıp kaldım.

Şimdi Kur’an’dan seçtiğim âyetleri, embriyolojideki son gelişmelerin ışığındaki bilgilere dayanarak ele alacağım. ‘İnsanoğlunun ana rahminde devreler halinde geliştiği’, bir fikir olarak 1942 yılında ortaya atılmış; ancak, bugün de geçerli olan son bilgiler 1974 yılında herkes tarafından kabul edilmiştir. Halbuki Kur’an, Zümer Sûresi 6. âyette (mealen): ‘(Allah) sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan eşini meydana getirdi. Size (deve, inek, koyun, keçi olarak) hayvanlardan sekiz çift yarattı. Sizi annelerinizin karınlarında ‘üç karanlık’ içinde (nutfeden başlayarak) bir yaratıştan öbür yaratışa (geçerek) yaratıyor. İşte bu(nları yapan) Allah, ancak Rabb’inizdir (başkası değildir). Mülk O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Böyleyken nasıl da (O’na iman ve itaatten) çevriliyor, başka rabler ediniyor (onlara kulluk ediyorsunuz?’ demek suretiyle, insanın gelişmesinin üç karanlık bölgede cereyan ettiğini açıkça belirtmektedir. Embriyoloji biliminin son tespitlerine tam olarak uygunluk gösteren bu bölgelerden birincisi rahim duvarı, ikincisi annenin karın zarı, üçüncüsü ise, birleşik embriyo ve kroyonların meydana getirdiği amniyokoriyonik membran’dırBu üç anatomik bölge, embriyonu dış tesirlerden ve zararlardan korur. Mü’minûn Sûresi 12-14. âyetleri ise, ilk haftalardaki gelişmeleri dile getirirken insan embriyosunun da eksiksiz bir tarifini yapıyor ve onun ‘tırmanan sülük’ gibi bir şekilden, bir çiğnemlik ete döndüğünü ifade ediyordu. (Mealen) ‘Biz insanı çamurdan, bir sülâle’den yarattık. Sonra onun neslini sağlam bir karargâh olan dölyatağında dökülmüş su yaptık. Sonra o dökülmüş suyu kan pıhtısı, bu kanı da bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem etten kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık. Allah; bilgide, güçte ve kuvvette pek yücedir, yaratanların en güzelidir.’

Bu âyetleri ilk önce anlamamış olmamıza rağmen, insan embriyosunun 24. gün sonunda aldığı şekli Arap sülükleriyle karşılaştırdığımızda, hayret içinde kaldık. Embriyonun bu hali, sülüklere son derecede benziyordu. Ve bu dönem alakanın lügat manalarından biri olan ‘tırmanan sülük’ ifadesine uygun olarak, embriyonun rahim duvarına tırmandığı dönemdi.

Asırlar boyunca, insanın ufak bir modelinin erkeğe ait spermler içinde bulunduğuna ve bunun ana rahminde hiç değişmeden büyüdüğüne inanıldı. Benzer şekilde diğer bir grup da, anne yumurtasında bir insan modelinin bulunduğunu ileri sürüyordu. Yani asırlar boyunca, sperm ve yumurta hücreleri birbirinden ayrı olarak ele alındı. Embriyolojide insanın zigot denilen tek bir hücreden yaratıldığını, bunun da yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana geldiğini, ancak 18. yüzyılda Spallanazani tarafından yapılan deneyler neticesinde öğrendik. Halbuki Kıyame Suresi’nin 37. ve Secde Suresi’nin 8. âyetleri bu keşiften tam on bir asır önce, Kur’an’da ‘nutfe’ olarak bahsedilen ‘zigot’un nasıl meydana geldiğini belirtiyor, Abese Suresi’nin 19.  âyeti ise, ‘zigot’un gelişmekte olan insanoğlunun özelliklerini ve onun hayat programını taşıdığını açıkça anlatıyordu. 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu durum, Kur’an tarafından asırlar öncesinden belirtilmişti ve işin enteresan tarafı, bu âyetlerin o asrın insanları için bile rahatlıkla anlaşılabilecek şeklide olmasıydı!.

‘Sperm’in, döllenmeyi sağlayan faktör olduğu son asırlarda keşfedilirken, Kur’an âyetleri döllenmeyi, tarif etmekle kalmamış ve ‘sperm’in özelliklerini de ortaya koymuştu. Dışarı atılan milyonlarca ‘sperm’in ancak çok küçük bir bölümünün yumurtanın beklediği rahime ulaşabildiği ve bunlardan sadece bir tanesinin yumurta hücresi ile birleştiği 18. yüzyılda keşfedilmişti. Halbuki Allah, Kıyame Suresi’nin 37. âyetinde ‘O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi?’ ve Secde Suresi’nin 8. âyetinde ‘Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.’ denilerek, 1200 sene öncesinden insanın bu yaratılış safhasını açıklamış bulunuyordu. Bununla alâkalı bir hadiste de, her meniden çocuk olmadığı açıkça ifade edilmekteydi.” 

*  *  * 

Dr. Moore, mucize olarak vasıflandırdığı diğer tespitlerini de şöyle anlatmaktadır:

“Araştırmalara göre, embriyo döllendikten on gün son rahim’e iner; sekizinci haftada insana benzer. Rahim’e gelmesinden 50-55 gün sonra, embriyo her şeyiyle insandır artık. Ancak kulak ve gözler, 4. haftada şekillenmeye başlar. 6. haftanın sonunda iyice belirgin hale gelir.

Bir hadiste:  ‘Nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra, Allah ona bir meleğini gönderir, cenine karakterini aşılar, duyularını (göz ve kulak gibi) yerleştirir, etini, kemiğini yaratır ve melek “Allah’ım” diye sorar. Bu erkek mi, dişi mi?’ buyrulur. Peygamber kelamında, ancak 1100 sene sonra ilmen ispatlanabilecek bir hadisenin günleri aynen verilerek tarif edilmesi, acaba “mucize”den başka hangi kelimeyle ifade edilebilir?

Bu hadiste bir incelik daha vardır. Melek, Rabb’ine niçin bebeğin cinsiyetini ‘nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra’ sormaktadır? Bu sorunun cevabına, bugünkü ilmî bilgilerle bakıldığında hayret vericidir: Çünkü “nutfe meydana geldikten sonra kırk ikinci güne gelinceye kadar ceninin eti, kemiği tamamlandığı, karakteri ve duyuları yerleştiği halde, cinsiyeti henüz belli değildir” ve hadiste bu durum 1200 sene önce, harika bir şekilde bildirilmiştir.

Kur’an, ayrıca insan blastosist’e ait bir işlem olan implantasyon (ekme işlemi) konusuna da açıklık getirmektedir. Bakara Sûresi’nin 223. âyeti: ‘Kadınlarınız sizin için bir tarladır…’ demek suretiyle blastosist’in rahimdeki durumunu, toprağa atılan tohuma benzetmiştir. Bu âyet de çok mânidardır. Çünkü, toprak tohumu örttüğü gibi, rahmin epidelyum’u da ona asılan blastosist’i örter. Ve blastosist, hemen ardından beslenmek maksadıyla kroyonik villi (chrionic villi) adı verilen lifçikleri meydana getirir; aynen tohumların, toprak içindeyken beslenmek için çıkardıkları kökler gibi!.” 

 *  *  * 

Dr. Moore, kendisini hayrete düşüren bir başka tespitini de şöyle anlatıyor: “Daha önce meallerini verdiğimiz Kur’an âyetleri, insan embriyosunun dört haftalık şeklinden, neden ‘bir çiğnemlik et’ (mudga) olarak bahsetmektedir? Kur’an’da ‘mudga’ kelimesiyle ifade edilen bu 4 haftalık embriyonu incelediğimizde, üzerinde ‘tesbihimsi bir yapı’ meydana geldiğini ve bu yapının görünüş olarak, diş izlerine benzediğini, hayretle gördük. Dört haftalık insan embriyosunun plastikten bir modelini yaptık ve ağzımızla çiğneyip, diş izlerimizi bıraktık. Meydana gelen şekil, hakikî embriyoya fevkalade derecede benziyor ve Kur’an’ın bu safhadaki embriyodan niçin ‘mudga’ (bir çiğnemlik et) olarak bahsettiğini çok güzel açıklıyordu. ‘Bir çiğnemlik et’ hakkında Kur’an’da verilen bilgilerle, bugünkü embriyolojik çalışmaların neticeleri arasındaki uygunluk bundan ibaret de değildir. Müminûn Sûresi’nin 14. âyetindeki

 ‘… O bir çiğnem ette kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık.’ ile ‘mudga’da meydana getirildiği bildirilen bu gelişmelerin, yapılan embriyolojik çalışmalar neticesinde de aynen o âyetin ifadesindeki gibi tesbit edilmiş olduğu; hatta beyin ve kalp gibi organların da bu safhada teşekküle başladığı görülmüştür.” 

 *  *  * 

Bugünkü embriyoloji ilminin tespitleriyle Kur’an ve hadisi karşılaştırarak Kur’an ve hadislerdeki mucizelere hem basın toplantısıyla hem de makaleleri ve kitaplarıyla dikkati çeken Kanadalı Profesör Keith L. Moore bu mevzuda son olarak şunu söylemektedir: “Kur’an âyetlerinin ve hadislerin açıklamalarının bugünkü müsbet ilimlerle de doğrulanmış hakikatlarını, bilgimin artmasıyla daha iyi değerlendirebileceğimi zannediyorum. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin, Kur’an ve hadislerin hakikatlerinin anlaşılması ve anlatılması ile kapatılabileceğine inanmaktayım.”

*  *  *

Prof. Dr. Keith L. Moore’un Müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer Kur’an ve hadislerdeki, profesörlük alanı ile alâkalı bu mucizelere sadece ilmî perspektifle bakmakla iktifa edip bunun ilerisine geçememişse ve iman edip Müslüman olamamışsa, bu onun meselesidir ve onun dünyadaki kulluk imtihanıdır. Onun bulduğu bu delillere rağmen iman etmemesi ise, bizim İslâmî imanımıza bir zaaf getirmez. Aksine, “En kat’i hakikat odur ki, düşmanları dahi onu tasdike mecbur olur” kaidesiyle o, (bağlı olduğumuz İslâmî iman hakikatlerinin hakkaniyetini İslâm düşmanı bile olsa tasdikiyle) İslâmî imanımıza kuvvet vermiş olur.

Mü’minlerin, Allah’a, İslâm’ın hak din olduğuna, Kur’an’ın  Allah’ın kelamı, Peygamberimiz’in (asm) Allah’ın Rasulü; bize gönderdiği elçisi olduğuna inanmak ve bu inancını arttırmak için aslında Kanadalı bir profesörden ders almaya da ihtiyaçları yoktur. Çünkü gerçek bir mü’min, Kur’an’ın “En hakikî mürşid” olduğuna inanır. 

*  *  *

Daha önce bahsettiğimiz, Bakara Suresi’nin 28. âyetinde, hayatın ne olduğu, nasıl meydana geldiği sorularının cevabı verilirken; aynı zamanda insanın nereden geldiği, nereye gittiğine dair en mühim soruların cevabı da verilmektedir. Bu âyet, hayatın Allah tarafından verildiğini, bu dünya hayatındaki ölümün -zamanın geçmesiyle değil- Allah tarafından husule getirildiğini, bu dünyadaki ölümden sonra âhirette yine Allah tarafından ikinci defa hayat verileceğini, Haşir ve Kıyamet’te “tasfiye ameliyatı”nı gördüğü zaman, zıtların birbirinden ayrılacağını, sebepler ve vasıtaların da ortadan kalkacağını, ortadaki perde ve örtü kalktıktan sonra, herkesin Sâni’ini göreceğini ve hakîki Mâliki’ni bileceğini de haber vermektedir. Her bir kelimesi hayatın ve insanın ne olduğuna, insanın nereden gelip nereye gittiğine, bu dünyadaki vazifesinin ne olduğuna dair çok mühim hakikatleri çok kısa ve veciz olarak insana bildiren bu âyeti (ve mealini) tekrar okuyalım: 

 “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu; O size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir; sonra ona rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 28). 

Elbette biz de, tüm bunlardan sonra Kur’an’ın ayni sûredeki başka bir âyetle (ve mealiyle) şöyle demeliyiz: “Bu, (öyle bir)  kitaptır ki, onda (ve onun Allah’tan gönderilmiş olduğuna) hiç şüphe yoktur. O müttakîlere (Allah’ın emirlerine uygun yaşamak isteyenlere) doğru yolu gösteren (öğreten)dir” (Bakara, 2)

Prof. Dr. Mustafa  Nutku 

En büyük hidayet

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

“Tarihçe-i hayat”ında tafsilatından bahsedildiği gibi, Bediüzzaman TBMM’ne davet edildiğinde, ilk Cumhurbaşkanına hitaben “Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra da namazdır” demiştir.

“Namaz” en büyük zikirdir. Günde beş vakit namaz, âkil-bâliğ her Müslümana farzdır. O namazların her rekatında “Fatiha Sûresinin” okunması gerekir; o surenin 6. âyetinde de “ihdinâ” kelimesiyle “Bize hidâyet et” duası yapılır.

* * *  

“Hidâyet”in mufassal manâsından ilgili dinî neşriyatta bahsedilmektedir. Bediüzzaman’ın “İşârâtü’l- İ’câz” adlı eserinde Fatiha Suresinin tefsirini yaparken “ihdinâ” kelimesiyle alâkalı olarak “En büyük hidâyet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir” dedikten sonra “Allah’ım! bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et; bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan sakınmayı nasip et” manâsındaki Arapça meşhur duasıyla bitirdiği çok mühim bir “İhtar” yapmıştır.

* * *  

Bediüzzaman’ın yapmış olduğu o “İhtar” çok mühimdir ve ona uyulması gerekir. Fakat maalesef, her namazlarının her rekatında okudukları Fatiha Suresinin 6. âyetindeki “ihdinâ” kelimesiyle Allah’tan istenen hidayetin en büyüğüne talip olan Müslümanların sayısı çok az gibi görünmektedir. Onun yerine, günlük konuşma dilimizde yabancı bir dilden alınmış “konjektürel” (varsayıma dayanan, farazî) davranışlar ise, maalesef çok daha fazla yaygındır.

“Konjektürel” davranışlara günlük hayatımızdan çeşitli misaller verilebilir. “Konjektürel” davranışların bilhassa Ramazan orucumuza zararı ile çok alâkalı olanı da, maalesef “Çoğu sarhoş olanın azı da haramdır” hadisine verilmeye çalışılan yanlış manâda kendini göstermektedir.

*  *  *

Onsekiz yıldır bu konuda verilen aydınlatıcı bilgilere rağmen, maalesef bakkallarımızda ve marketlerimizde “sigara ile birlikte en fazla satılan iki üründen biri” ve bazı İslâm ülkeleri ile birlikte ülkemizde çok sayıdaki iftar sofrasının da maalesef “vazgeçilmez içeceği” olmakta şimdiye kadar devam eden, “vücuda idhalinin bir damlasının bile haram” olan “sarhoşluk verici etil alkolü” –az da olsa ihtiva eden- gazozlar hakkındaki davranış yanlışlığının temelinde, başka şeylerle birlikte bilhassa konjektürel davranış” da bulunmaktadır.

*  *  *

“Konjektürel davranışlara” dair çeşitli misaller ve tafsilatlı bilgiler verilebilir; fakat çok kısa olarak, “konjektürel davranış”ın en kötü ve dinî bakımdan en tehlikeli misallerinden biri de, ilgili hadislerde bahsedilen “çoğu sarhoş eden” kelimelerine “bir insanın bir oturuşta içebileceği ve içinde sarhoşluk verici alkol bulunan gazozların çoğu” yanlış manâsının verilmeye çalışılmasında görülmektedir!

*  *  *

Peygamberimiz’in (asm) içinde bulunduğumuz modern çağda, “çoğu sarhoş edenin azının da haram olduğu, vb” hadislerine, öyle bir yanlış manâ verilebilmesi eğer doğru olsaydı, içinde “sarhoşluk verici etil alkolü” çeşitli yüzdelerde ihtiva eden her çeşit alkollü içkileri (rakı, şarap, votka, cin, kanyak, bira, kımız,  vd) Müslümanların, “bir oturuşta içebilecekleri miktarı onları sarhoş etmemesinin sınırına kadar sulandırarak içmelerinin” de dinî bakımdan caiz olması gerekirdi (!); halbuki böyle bir “dinî cevaz, dinî kaynaklarımızla asla uyumlu olamaz!

*  *  *

Meselâ, ülkemizde serbestçe satılan “rakı” adlı, “en çok alkol ihtiva içkilerden” birinin şişeleri üzerinde “% 45 etil alkol ihtiva ettiğini” bildiren bir yazı vardır. Bir oturuşta kaç ml sarhoşluk verici “etil alkol”ü vücudlarına idhal etmeleri ile sarhoş olabilecekleri, çeşitli kişilerin vücut kilolarına, metabolizmalarına vd özelliklerine göre değişir.

“Bir oturuşta içebilecek miktarı eğer sarhoş etmiyorsa, o içeceği helal saymak”(?)  kabulünün yanlışlığına şöyle bir misal verilebilir: Bir kişinin, bir oturuşta en fazla 2 litre (2000 ml) sıvı içebildiğini ve  % 45 etil alkol ihtiva eden “rakı” adlı “çok alkollü içecek”ten de, bir oturuşta en az “bir su bardağı hacmi kadar” (200 ml) içmekle sarhoş olabildiğini varsayalım.  O kişi, onu bir oturuşta içmesi halinde sarhoş edebilecek olan 200 ml miktarındaki “rakı”dan  biraz daha az (mesela 180-190 ml) “rakı”yı 2000 ml’lik bir şişeye koyup, o şişeye 2000 ml’lik hacmini tamamen doldurabilecek kadar da su ilave etse, o şişede su ile karışık halde bulunan “180-190 ml rakı” onu bir oturuşta içmesi halinde sarhoş edebilecek olan 200 ml “rakı”dan az olduğu için, onu sarhoş etmeyecektir.  Ve “bir oturuşta içilebilecek miktarının sarhoş etmemesinin”  bir içeceğin “helal” sayılması için “yanlış bir dayanak” olarak alınması halinde, hazırlanmış olan o 2000 ml içeceğin de (içinde 180-190 ml rakı bulunmasına rağmen), ona “helal” sayılması icab edecektir (!).

Gazozların, içlerinde “sarhoşluk verici ve dışarıdan ilave edilmiş” –az bile olsa- “etil alkol” ihtiva ettikleri bilindiği halde, onların “bir oturuşta içilebilecek miktarları sarhoş etmediği için, helal sayılmaları” da, verilen bu misaldeki gibi çok yanlıştır!

Bunu söylemek için, “müctehid, Şeyhülislâm, fetva emini, fıkıh profesörü, vb” olmak hiç icap etmediği de apaçık bir gerçektir! Fakat, İslâm’da Peygamberimiz’in (asm) “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır” ve onun benzeri başka hadisleriyle kesin yasaklanmış olmasına rağmen, “üretimleri esnasında bileşimlerine dışarıdan –az da olsa- sarhoşluk verici etil alkol ilave edilmiş gazozların bir oturuşta içilebilecek miktarlarının insanı sarhoş etmediği”(?)  şeklindeki çok yanlış ve bilhassa Ramazan oruçlarına da çok zararlı ve “bir konjektürel fetva” ile, ülkemizdeki çok sayıdaki Müslümanların yıllardır -Ramazan aylarında bile- yaşamaya devam etmeleri maalesef, çok üzücüdür!

*  *  *

Gazozlarla ilgili olarak o çok kötü “konjektürel fetva”nın başlıca sebebinin, bir asırdan fazla geçmişi bulunan ve İslâm toplumları içinde de çok yayılmış olan “gazoz müptelalığına karşı çıkmaya cesaret edememek” olduğu söylenebilir.

Bu ise, Bediüzzaman’ın “İşârâtü’l- İ’câz” adlı eserinde, Fatiha Suresinin tefsirini yaparken “ihdinâ” kelimesinden bahsinin sonunda, “En büyük hidâyet” ile alâkalı olarak yapmış olduğu o çok mühim  “İhtar”ına, maalesef “muhalefet etmek” olmaktadır…

Ramazan ayı yaklaşırken

12 Nisan Pazartesi günü akşam ezanı vaktinden itibaren başlayacak olan “2021 Yılı Ramazan ayı”na ulaşabilmenin ümidi ve sevincine, helal-haram hassasiyeti olan Müslümanların maalesef bir üzüntüsü de eşlik ediyor.

En az elli yıldır sağlığa zararları sebebiyle haram olduğu halde, “tütün dumanı teneffüs etmek” (sigara ve emsalini kullanmak) hakkında Diyanet İşleri Başkanlığınca ancak son bir-iki yıldır halkımıza ikazlarda bulunulmaktadır.

İmali esnasında bileşimine –az da olsa- dışarıdan haram alkol ilave edilmiş gazozları tüketmenin helal olmadığı hakkında ise, bu konuda fetvaya mesnet teşkil edilebilecek fennî malumat son 18 yıldır çeşitli yayın organlarında neşredilmesine rağmen, bu içeceklerin tüketilmesinin haram olduğunu ise, Diyanet İşleri Başkanlığı şimdiye kadar hiç duyurmamıştır.

Bunun sebebleri, Bediüzzaman’ın “Münazarât” adlı risalesindeki “Vicdânın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcı ile hakikat tecellî eder…” cümleleri ve onun niçin din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu Şark Üniversitesi kurulmasına çok önem vererek o konuda büyük gayretler sarfetmiş olduğu konularıyla birlikte geniş şekilde tahlil edilerek açıklanabilir. Fakat bu şekilde Diyanet İşleri Başkanlığını tenkit ve yıpratmaya çalışmak olmamasının çekingenliği ile, bu yapılamamaktadır.

İçinde az da olsa haram alkol bulunan gazozların tüketilmesinin dinî bakımdan durumuyla ilgili olarak 18 Yıldır çeşitli neşriyatla fennî bilgiler verilmesinin örneklerinden biri de, nurnet.org sitesinde yayınlanmış “Gazozlar helal mi?” başlıklı yazımdır. O yazım aşağıdaki cümlelerle başlamakta ve bu konuda çok detaylı ve kolay anlaşılır fennî bilgiler verilerek devam etmektedir:

“Bir Müslüman’ın bu dünya hayatı boyunca aklını ve cüz’î iradesini iyi kullanmakla imtihanı esnasında en fazla dikkat etmesi gereken şeylerden biri de, kendisinin ve bakmakla mükellef olduklarının gıdalarının helal olmasıdır. Bazı dar düşünceli, cahil veya İslâmî hassasiyetten uzak kişiler bu mevzuu hafife almakla büyük hata etmektedirler. Bu mevzuda bilgisi olanların ise, bildiklerini çeşitli vasıtalarla ve usulüne uygun olarak bildirmek vazifeleri büyük lüzum ve önem arz etmektedir.

Bakara Sûresi’nin 286. âyetinde (mealen) “Allah kimseye (ibadet ve itaatte) gücünün yettiğinin dışında (üstünde) teklifte bulunmaz (herkesin) kazandığı iyilik kendi yararına; yaptığı (kötülükler) da kendi zararınadır” denilmektedir. Bu âyet mealinin, mefhûm-ı muhâlifi (bu âyet mealinde bizzat kastedilen manânın tersinden anlaşılan. zıt manâsı) ile “Allah herkese, onların gücü yettiği kadar mükellefiyet de yüklemiştir” şeklinde de anlaşılması ve ona göre gereğinin yapılması Müslümanlar tarafından ihmal edilmemelidir!

Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikasında, haramı, helâli bilip haramdan çekinmenin lüzumuna şu cümlelerle de dikkat çekmektedir:

“Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

Birincisi: Merhamet
İkincisi: Hürmet
Üçüncüsü: Emniyet
Dördüncüsü: Haramı helâli bilip haramdan çekinmek
Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

Müslümanlar her konuda olduğu gibi, “helal gıda” konusunda da bilmeden işledikleri günahlardan mesul değildirler; fakat, “helal gıdaları” da araştırıp öğrenmek ve öğrendikleri doğru bilgileri kendileri ve bakmakla mükellef oldukları kişiler için uygulamak mesuliyetindedirler. Aksi halde, kendileri âhirette bu konuda da hesaba çekilecek olduktan başka, gıda ihtiyaçlarını teminle mükellef oldukları (çocukları, anaları, babaları vd) âhirette kendilerinden davacı olabileceklerdir!

İlgili bir meslekî dernek başkanının açıklamasına göre, ülkemizdeki bakkallarda ve marketlerde en çok satılanlar gazozlarmış (!) Daha önceki bir yazımda da bahsettiğim gibi, yaz aylarında ve hattâ oruç ibadetinin yapıldığı Ramazan aylarında iftar sofralarında “gazoz” türünden içeceklerin tüketimi ülkemizde daha da artmaktadır! Gazoz üreticisi küresel sermaye sahipleri, Ramazan aylarını gazoz satışlarını arttırmak için büyük bir fırsat gibi görmekte ve yoğun reklamlarla kendi imal ettikleri gazozları “İftar sofralarının vazgeçilmez içeceği” (?) gibi reklamlarla daha fazla satmaya çalışmaktadırlar. Vefat eden kişilerin ardından taziye yapılan ekserî evlerde ve bununla ilgili umumî mekanlarda Fatiha ve Kur’an’dan diğer bazı sûre ve dualar okunduktan sonra, gelenlere çay yanında ekseriya gazozlar da ikram edilmektedir.

Gazozlar Müslümanlar için helal midir? Helal değilse, onların içilmemesi gerektiğinden başka; satılmalarının da ve satın alınmasalar bile ayni alışveriş yerinden başka alışverişlerin zaruretsiz olarak yapılmasının da caiz olup olmadığı, İslâmı iyi yaşamak isteyen Müslümanlar tarafından iyi araştırılarak ona göre hareket edilmesi gerekmez mi?

Ancak, gazozlar hakkında Müslüman halkımızın büyük ekseriyetinin yeterli bilgisi olmadığından, o bilgileri bilenler başkalarına bildirmekle ilgili mükellefiyetlerini de ihmal etmemelidirler.

Yıllar önce İslâm’ı yaşamaya çalışan bir akrabamın sofrasında helal sertifikası olmayan bazı gazozları da görünce, davet sahibine “Bu gazozlar sofrada olmasa, iyi olurdu” dediğimde, yanımda oturan Hanefî Fıkhı’nın ülkemizdeki en tanınmış âlimlerinden biri olarak adı geçen zat, büyük bir hışımla bana dönerek “Ne varmış bu gazozlarda?” sözleriyle bana tepki gösterdiğinde; o sofrada davet sahibini ve diğer davetlileri rahatsız edecek bir tartışma olmaması için mecburen susmuştum; fakat o haksız tepkiye çok üzülmüştüm.

Bu mevzuyla ilgili mühim bir ikaz olarak da nazar-ı itibara alınması gereken, Kur’an- Kerîm’de Nahl Sûresi 16/116. âyette (mealen) şöyle denilmektedir: “Dillerinizin (birçok şeyi) yalan yanlış nitelendirmesiyle (kendi kafanıza göre): ‘Bu helaldir, bu haramdır’ demeyin. Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise, şüphesiz iflah olmazlar.”

Bu âyet mealine göre, ben aslında helal olana “Helal değil” dersem, o âyete muhalefet etmiş olurdum; aslında helal olmayana da başka birisi “Helal” derse, o kişi bahsettiğim âyete muhalefet etmiş olurdu düşüncesiyle ve ayrıca kendisinin bildiği ve başkalarına da bildirmesi gerekenleri bildirmemenin günahından bahseden Kur’an âyetini de düşünerek, bakkal ve marketlerimizin en çok sattığı mal olduğundan bahsedilen gazozların mahiyeti hakkında bildiklerimi şimdiye kadar çeşitli ortamlarda bildirmeye çalışmıştım.

Onlardan biri de, “Gazozlar helal mi?” başlıklı, aşağıda naklettiğim yazım olmuştu.

Gazozlar helal mi?

……….”

Ramazan ayı yaklaşırken

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

12 Nisan Pazartesi günü akşam ezanı vaktinden itibaren başlayacak olan “2021 Yılı Ramazan ayı”na ulaşabilmenin ümidi ve sevincine, helal-haram hassasiyeti olan Müslümanların maalesef bir üzüntüsü de eşlik ediyor.

En az elli yıldır sağlığa zararları sebebiyle haram olduğu halde, “tütün dumanı teneffüs etmek” (sigara ve emsalini kullanmak) hakkında Diyanet İşleri Başkanlığınca ancak son bir-iki yıldır halkımıza ikazlarda bulunulmaktadır.

İmali esnasında bileşimine –az da olsa- dışarıdan haram alkol ilave edilmiş gazozları tüketmenin helal  olmadığı hakkında ise, bu konuda fetvaya mesnet teşkil edilebilecek fennî malumat son 18 yıldır çeşitli yayın organlarında neşredilmesine rağmen, bu içeceklerin tüketilmesinin haram olduğunu ise, Diyanet İşleri Başkanlığı şimdiye kadar hiç duyurmamıştır.

Bunun sebebleri, Bediüzzaman’ın  “Münazarât” adlı risalesindeki “Vicdânın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcı ile hakikat tecellî eder….” cümleleri ve onun niçin din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu Şark Üniversitesi kurulmasına çok önem vererek o konuda büyük gayretler sarfetmiş olduğu konularıyla birlikte geniş şekilde tahlil edilerek açıklanabilir. Fakat bu şekilde Diyanet İşleri Başkanlığını tenkit ve yıpratmaya çalışmak olmamasının çekingenliği ile, bu yapılamamaktadır.

İçinde az da olsa haram alkol bulunan gazozların tüketilmesinin dinî bakımdan durumuyla ilgili olarak 18 Yıldır çeşitli neşriyatla fennî bilgiler verilmesinin örneklerinden biri de, “Gazozlar helal mi?” başlıklı yazımdır. O yazım aşağıdaki cümlelerle ve bu konuda çok detaylı ve kolay anlaşılır fennî bilgiler verilerek devam etmektedir:

“Bir Müslüman’ın bu dünya hayatı boyunca aklını ve cüz’î iradesini iyi kullanmakla imtihanı esnasında en fazla dikkat etmesi gereken şeylerden biri de, kendisinin ve bakmakla mükellef olduklarının gıdalarının helal olmasıdır. Bazı dar düşünceli, cahil veya İslâmî hassasiyetten uzak kişiler bu mevzuu hafife almakla büyük hata etmektedirler. Bu mevzuda bilgisi olanların ise, bildiklerini çeşitli vasıtalarla ve usulüne uygun olarak bildirmek vazifeleri büyük lüzum ve önem arz etmektedir.

Bakara Sûresi’nin 286. âyetinde (mealen) “Allah kimseye (ibadet ve itaatte) gücünün yettiğinin dışında (üstünde) teklifte bulunmaz (herkesin) kazandığı iyilik kendi yararına; yaptığı (kötülükler) da kendi zararınadır” denilmektedir. Bu âyet mealinin, mefhûm-ı muhâlifi (bu âyet mealinde bizzat kastedilen manânın tersinden anlaşılan. zıt manâsı) ile “Allah herkese, onların gücü yettiği kadar mükellefiyet de yüklemiştir” şeklinde de anlaşılması ve ona göre gereğinin yapılması Müslümanlar tarafından ihmal edilmemelidir!

Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikasında, haramı, helâli bilip haramdan çekinmenin lüzumuna şu cümlelerle de dikkat çekmektedir:

“Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:
Birincisi: Merhamet
İkincisi: Hürmet
Üçüncüsü: Emniyet
Dördüncüsü: Haramı helâli bilip haramdan çekinmek
Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

Müslümanlar her konuda olduğu gibi, “helal gıda” konusunda da bilmeden işledikleri günahlardan mesul değildirler; fakat, “helal gıdaları” da araştırıp öğrenmek ve öğrendikleri doğru bilgileri kendileri ve bakmakla mükellef oldukları kişiler için uygulamak mesuliyetindedirler. Aksi halde, kendileri âhirette bu konuda da hesaba çekilecek olduktan başka, gıda ihtiyaçlarını teminle mükellef oldukları (çocukları, anaları, babaları vd) âhirette kendilerinden davacı olabileceklerdir!

İlgili bir meslekî dernek başkanının açıklamasına göre, ülkemizdeki bakkallarda ve marketlerde en çok satılanlar gazozlarmış (!) Daha önceki bir yazımda da bahsettiğim gibi, yaz aylarında ve hattâ oruç ibadetinin yapıldığı Ramazan aylarında iftar ifralarında “gazoz” türünden içeceklerin tüketimi ülkemizde daha da artmaktadır! Gazoz üreticisi küresel sermaye sahipleri, Ramazan aylarını gazoz satışlarını arttırmak için büyük bir fırsat gibi görmekte ve yoğun reklamlarla kendi imal ettikleri gazozları “İftar sofralarının vazgeçilmez içeceği” (?) gibi reklamlarla daha fazla satmaya çalışmaktadırlar. Vefat eden kişilerin ardından taziye yapılan ekserî evlerde ve bununla ilgili umumî mekanlarda Fatiha ve Kur’an’dan diğer bazı sûre ve dualar okunduktan sonra, gelenlere çay yanında ekseriya gazozlar da ikram edilmektedir.

Gazozlar Müslümanlar için helal midir? Helal değilse, onların içilmemesi gerektiğinden başka; satılmalarının da ve satın alınmasalar bile ayni alışveriş yerinden başka alışverişlerin zaruretsiz olarak yapılmasının da caiz olup olmadığı, İslâmı iyi yaşamak isteyen Müslümanlar tarafından iyi araştırılarak ona göre hareket edilmesi gerekmez mi?

Ancak, gazozlar hakkında Müslüman halkımızın büyük ekseriyetinin yeterli bilgisi olmadığından, o bilgileri bilenler başkalarına bildirmekle ilgili mükellefiyetlerini de ihmal etmemelidirler.

Yıllar önce İslâm’ı yaşamaya çalışan bir akrabamın sofrasında helal sertifikası olmayan bazı gazozları da görünce, davet sahibine “Bu gazozlar sofrada olmasa, iyi olurdu” dediğimde, yanımda oturan Hanefî Fıkhı’nın ülkemizdeki en tanınmış âlimlerinden biri olarak adı geçen zat, büyük bir hışımla bana dönerek “Ne varmış bu gazozlarda?” sözleriyle bana tepki gösterdiğinde; o sofrada davet sahibini ve diğer davetlileri rahatsız edecek bir tartışma olmaması için mecburen susmuştum; fakat o haksız tepkiye çok üzülmüştüm.

Bu mevzuyla ilgili mühim bir ikaz olarak da nazar-ı itibara alınması gereken, Kur’an- Kerîm’de Nahl Sûresi 16/116. âyette (mealen) şöyle denilmektedir: “Dillerinizin (birçok şeyi) yalan yanlış nitelendirmesiyle (kendi kafanıza göre): ‘Bu helaldir, bu haramdır’ demeyin. Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise, şüphesiz iflah olmazlar.”

Bu âyet mealine göre, ben aslında helal olana “Helal değil” dersem, o âyete muhalefet etmiş olurdum; aslında helal olmayana da başka birisi “Helal” derse, o kişi bahsettiğim âyete muhalefet etmiş olurdu düşüncesiyle ve ayrıca kendisinin bildiği ve başkalarına da bildirmesi gerekenleri bildirmemenin günahından bahseden Kur’an âyetini de düşünerek, bakkal ve marketlerimizin en çok sattığı mal olduğundan bahsedilen gazozların mahiyeti hakkında bildiklerimi şimdiye kadar çeşitli ortamlarda bildirmeye çalışmıştım.

Mehmet Feyzi Efendi’nin vefat yıl dönümü vesilesiyle

Prof. Dr. Mustafa NUTKU
           
Annem Kastomonu ilinin Risale-i Nur hizmetleri ve İstiklal Harbimiz hizmetleriyle meşhur İnebolu ilçesindendi. Orada, ailesinin birkaç nesil öncesinden kalmış evine, bazı yaz tatillerinde misafir olurduk. Vârisler silsilesinde bulunanlar yıllar boyunca ard arda âhirete gidince, “vâris” olarak o evin mülkiyetini almak sırası bana geldi; fakat tapu kayıtlarında bir isim düzeltmesi de yapılması icap etti. Bunun için, bizzat takibe çalıştığım bir dava açtım ve birkaç ayda bir Trabzon’dan o davanın duruşmasına ard arda Trabzon-Ankara, Ankara-Kastamonu- Kastamonu-İnebolu otobüs aktarmaları  ile giderken, Kastamonu durağımda Mehmet Feyzi Efendi’yi ziyareti de düşündüm. Fakat onun evini bilmiyordum. Sungur A. ile bir karşılaşmam esnasında ona bunu sordum. Bir müddet düşündü, sonra “Ben sana tarif edemem; orada ‘Kuka tesbihi’ imal eden Ahmet Efendiyi bul, o sana tarif etsin” dedi.
* * * 
Kastamonu iline sonraki bir gidişimde, İnebolu otobüs saati gelinceye kadar o ziyaretimi yapabilmek maksadıyla, o tespihçi Ahmet Efendi’yi buldum ve isteğimi ona söyledim. O da biraz düşündü ve “Bizi polis takip ediyor, seninle birlikte gidip o adrese gidemem; ben sana tarif edeyim, sen kendin git” dedi. Ben, onun tarif ettiği adrese kendim gitmeye çalıştım; fakat sokaklarda çok dolaşmama rağmen, o adresi bulamadım.
 
* * * 
İnebolu otobüsü kalkış vakti de yaklaştığı için, “herhalde o ziyaret nasip değilmiş” diye üzülerek düşünürken, birkaç yolun birleştiği bir yerde son olarak gözüme ilişen bir yola daha sapmak aklıma geldi; o yola sapınca da adresi buldum. Bahçe kapısında, polislere karşı bir tedbir mahiyetinde üzerinde ”Ziyaretçi kabul edemiyorum; mazur görünüz” şeklinde yazının olduğu bir tabela vardı; fakat bahçe kapısından girince, hiç bir güçlüğe maruz kalmadan, onun bulunduğu eve alındım. Kendisi yatağında gayet vakur bir şekilde oturuyor ve ziyaretine gelmiş, yerde oturan bazı kişilere ilmî bir konuyu anlatıyordu. Ben de diğer ziyaretçiler arasına oturdum; çay ikram edildi. Konuşması esnasında burnuna bir defa enfiye çekmesi de dikkatimi çekti.
* * * 
2006 baskısı TDV İLMİHAL II s.68’de hem sigaranın bugün bilinen sağlığa zararı sebebiyle kesinlikle “haram” olduğu söylenmeyip, ”harama yakın mekruh” ve ancak “zorunlu harcamalardan ve aslî ihtiyaçlarından bile fedakarlık yapmaya zorluyorsa, o takdirde sigara içmenin dinen de ‘haram’ olduğu söylenebilir” denilmekle birlikte, son satırda da “Nargile ve enfiye gibi alışkanlıklar  da bu çerçevede değerlendirilebilir” cümleleri yer almaktadır. Bu cümleler maalesef yanlıştır. Nargile, sigaradan daha zararlıdır; enfiye ise zararlı değil faydalıdır ve bu sebeple de dinî bakımdan yasak değildir! 
Bu cümlelerin TDV İLMİHAL II’de düzeltilmesi gerekmektedir. Bendeki 2006 baskısı ve 150000 adet basıldığı bildirilenden sonra, başka baskıları yapılıp bu yanlışlar onlarda düzeltildi mi bilmiyorum.
 
* * *
Daha sonra, Mehmet Feyzi Efendi’nin vefat haberini alınca, gene Trabzon’dan Ankara’ya ve Ankara’dan Kastamonu’ya iki defa otobüs aktarması ile, Mehmet Feyzi Efendi’nin cenaze namazına iştirake gittim.
* * *
Allah kabul etsin ve ona Rahmet eylesin. Âmin.