Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Ne ekersen onu biçersin

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Yıllar önce bir mesai arkadaşım, aslında izahı çok basit ve cevabı çeşitli Atasözlerimizden de çok kolay anlaşılabilecek bir konu olmasına rağmen, (Hâşâ) “Kader-i İlahîyi tenkit ve Allah’ın adaletiyle ilgili şüpheye de açık bir şekilde” zihninde yer almış bir düşünceyi, sanki ona cevap arar gibi bana da nakletmişti. Belki,  Müslüman ve dinini yaşamaya çalışan ailelerin çoğunun çocuklarının da kendi aile büyükleri gibi, Müslüman; diğer ailelerin çocuklarının çoğunun da kendi aile büyükleri gibi, İslâm diniyle uyumlu olmayan halleri onda bu düşünceyi uyandırıyordu.

İnsanın ne zaman, nerede, hangi inançtaki aile içinde, hangi ana-babadan dünyaya gelebileceği kendi iradesi dahilinde değildir; böyle bir durumda, “İslâm diniyle uyumlu yaşamayan bir aile içinde doğup büyüdükleri için, aileleri efradının o hallerinin benzeri şekilde dünyada yaşayarak ölenlerin ahiretteki durumları nasıl olacaktı?”

Onun bu düşüncesi, Allah’ın adaletinden şüphe etmesine asla kapı açmamalıydı.  O düşüncesinin cevabı hem dinî kaynaklarımızdan başka, kısmen de bu yazı başlığındaki Atasözümüz ve onun benzeri olan çeşitli Atasözlerimizle verilmişti.

 *  *  *

Bediüzzaman Said Nursî de Risale-i Nur Külliyâtından Emirdağ Lâhikası-1 adlı eserinde bu konuya kısaca şöyle temas etmiştir: “Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî almazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayrimüslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmesi derecesinde zor oluyor, yabanî düşer. Bilhassa peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanîlik verir.”

*  *  *

Asrımızda, iletişim teknolojilerinin çok gelişmiş özelliğiyle dünyanın âdeta “büyük bir köy” gibi olması (globalleşme); böylece dünyanın her tarafındaki iyi veya ekseriya da kötü bilgilere, sesli ve görüntülü mesajlara kolaylıkla ulaşılabilmesi, hem gözlere ve hem de kulaklara hitap ettiği için “en tesirli eğitim vasıtası” olan televizyonlarla ve çok geliştirilmiş cep telefonlarıyla çeşitli bilgilere kolayca erişilebilmesi imkânları bulunmaktadır. Fakat bunların arasında bilhassa “çocuk terbiyesi” için faydalı olanlara ulaşılabilme imkânları az; aksi özelliktekilere ulaşılabilme imkânları ise daha fazladır. 

Bu  çok geliştirilmiş teknolojik aletlerin çok yaygın hale gelmesiyle bunlardan çok kolaylıkla  zararlı tesirler alınabilmesinden başka, çocuklarının aile içi eğitimlerinde büyük aktivite göstermesi gereken annelerinin -çocuklarının iyi terbiyesinde başrolü oynaması gerekirken- şer komiteler tarafından hem hakikî zevcelikten ve hem de hakikî annelikten uzaklaştırılmaya çalışılmakta olduğunu Bediüzzaman yaklaşık bir asır önce telif edilmiş “Yirmidördüncü Lem’a İkinci Nükte”de şu sözleriyle beyan etmiştir:

”Bildim ki. İslâmiyetin hayat-ı içtimâiyesine ve din-i İslâma zarar vermek için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefâhete sevk etmek için, bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, biçare nisâ taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki, bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe o cihetten geliyor. Ben de siz hemşîrelerime ve gençleriniz olan manevî evlatlarıma kat’iyen beyan ediyorum ki:

Kadınların saadet-i uhrevîyesi gibi saadet-i dünyevîyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de, bozulmaktan kurtulmanın çare-i  yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur.

“Aile yapımızı zayıflatmaya” çalışmak suretiyle tüm toplumumuzu da zayıf düşürmeye Bediüzzaman’ın o sözlerinden şimdiye kadar geçen yaklaşık bir asırdır çalışan şer komitelerinin, “kuzu postuna bürünmüş kurtlar” gibi aldatıcı sinsi tuzaklarla evli ve çocuk sahibi kadınları ağlarına düşürerek onları  evleri dışındaki erkeklerle ilgili işlerde rekabete, “dünyevîlik” ve diğer yanlış meyillerin esaretine sokmaya; asıl görev yerleri olan aile ortamlarından uzaklaştırmaya çalışmaları, bazı çocukların aile ortamlarında iyi yetişmeyişinin de sebebi olmaktadır.

Bediüzzaman, “Sözler, Lemaat”ta da kadının bir meta gibi sosyal alanın her köşesinde kullanılmasına şu cümleleri ile karşı çıkmıştır:

“Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli”

(1)  اِذاَ تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاۤءُ بِالْهَوَسَاتِ اِذاً تَرَجَّلَ النِّسَاۤءُ النَّاشِزاَتُ بِالْوَقَاحَاتِ

“Mim”siz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına.  Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede. Temizlik ziynetleri.

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemali ismet, hüsn-ü kemali şefkat, eğlencesi evladı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı…(ve devam ediyor)”

* * *

Bediüzzaman yukarıdaki sözlerini halen içinde yaşamakta olduğumuz “iletişim” çağından önce (1934 yılında) ve her evde beş duyumuzdan hem kulağa ve hem de göze hitap ettiği için (faydalı veya faydasız her konuda) “en tesirli eğitim vasıtası” olan televizyonların değil; sadece kulağa hitap eden radyoların bile olmadığı zaman söylemiştir.

İçinde bulunduğumuz “iletişim” çağında ise, evinde televizyon cihazı bulunmayan ve televizyon seyretmek alışkanlığı olmayan “yok” denilecek kadar az bulunmaktadır. Halen çok geliştirilmiş televizyon alıcıları ve uydu antenleri ile yüzlerce televizyon kanalının yayınlarına kolaylıkla ulaşılabilmekte; o yayınların içinde de âyet ve hadislerle “haram” olduğu bildirilmiş mâlâya’niyât (manâsız, faydasız, boş şeyler) olmayanlar “yok” denilecek kadar az bulunmaktadır.

* * *

Kadın vatandaşlarımızdan bu “iletişim” çağında gereksiz yere sokağa çıkmayan çokları da evlerinde maalesef “televizyon seyirciliği müptelalığını” yaşamaktadırlar ve bilhassa “4-6 yaş aralığındaki çocuklarının aile içi eğitimleri” ile gerekli ve yeterli şekilde meşgul olmaktan çok, ekserisi “haram mâlâya’niyât” ile dolu olan televizyon programlarını seyretmekle meşgul olmaktadırlar! Bazı evlerde ise, birden fazla televizyon cihazı bulunmakta; evin erkeği işine gitmek üzere evden çıktıktan sonra, evin kadını “hiçbir mücadele vermeden evinin içinde tam bağımsızlığını”(!) elde etmiş gibi, yapması gereken bazı zarurî ev işlerini kısa zamanda tamamlayarak, daha fazla reytingle daha fazla ilan alarak daha fazla para kazanmak yarışında olan çeşitli televizyon programlarındaki “kadın programlarından” birini veya birkaçını saatlerce seyretmektedirler!..

Kadın vatandaşlarımızın bilhassa 4-6 yaşlarındaki çocuklarına vermesi gereken “aile içi eğitim” aslında onların çok daha önemli ve vakit, emek, enerji harcamaları gereken bir konudur. Fakat -kendi televizyon seyirciliğine mani olmamaları için- ülkemizdeki ev kadınlarının küçümsenmeyecek kadar çok sayıda olanları ya evlerindeki başka bir televizyonda -veya ellerine birer “tablet” vererek- küçük çocuklarını meşgul etmeye çalışmaktadırlar. Kendi seyrettiklerinde ve 4-6 yaşlarındaki çocuklarına seyrettirdikleri çocuk filimlerinde  –mâlâya’niyâttan da ötede– hem açıkça ve hem de “sublimal” kötü mesajlar olabileceğini ise hiç düşünmemektedirler. Halbuki, her söze kulak verilmemesi ve her şeyin de seyredilmemesi ve çocuklarına seyrettirilmemesi icap eder.

*  *  *

İçinde yaşadığımız bu “iletişim” çağında çeşitli konularda kişisel olarak “dünya birincisi” vatandaşlarımız oldu. Fakat tüm nüfusumuzla sadece bir konuda “dünya birincisi” oluşumuz da birkaç yıl önce haber bültenlerinde duyuruldu: “Her gün televizyon seyirciliğiyle geçirilen ortalama zaman konusunda..” Bu “dünya birinciliğimizi” de, bilhassa evlerinde küçük çocuklarının eğitimi ile meşgul olmak için geçirilebilecek vakitlerini maalesef televizyon seyretmekle geçirmiş olan kadın vatandaşlarımıza borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz!

Acaba bu birinciliğimizle övünmeli miyiz; yoksa ona üzülmeli miyiz?

 (1)Sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaştığında; nâşize kadınlar da hayasızlıkla erkekleşir.

Allah’ı görmek

Prof. Dr. Mustafa NUTKU
  
Yıllar önce, gene bir “Kandil gecesi” öncesinde, İstanbul’da  şehir içi belediye otobüslerinin birinin arka taraflarında oturan iki gençten birinin diğerine onu imtihan etmek için değil; kendisinin bunu öğrenmesi için olduğu intibaını verir şekilde “Kandil ne demek?” sorusunu sormasını çok yadırgamıştım.
Bilgiye ulaşmanın internet vasıtasıyla çok kolaylaştığı asrımızda, onun bu soruyu cevabını öğrenmek için bir arkadaşına sorması yerine, diğer konularda da olduğu gibi cep telefonundaki internet programına niye sormayışının garabetini düşünmüştüm. Çok kaynaklarda mufassal bilgiler bulunan bu mevzuda kısa bir yazıda o sorunun mufassal cevabı vermeye çalışmak yerine onun cevabını, varsa evimizdeki veya kolaylıkla erişebileceğimiz yerlerdeki bu mevzu ile kitaplara veya internet erişimlerine havale edebiliriz.

Çok kısa olarak söylemek gerekirse, “Miraç” lügattaki kelime manâsıyla “Yükseğe çıkmak” manâsına gelen “uruç”tan alınmış isimdir; “merdiven” demektir ve Peygamberimiz’in (asm) üzerinde yaşamakta olduğumuz yeryüzünden yüksek makamlara yükselme vasıtası olarak anlaşılması gereken bir kelimedir. Ekseriya onunla birlikte kullanılan ve Kur’andaki bir sûrenin de ismi olan “İsrâ” kelimesi ise, lügatta “Gece yürüyüşü ve yolculuğu” manâsındadır; Peygamberimiz’in (asm) bir gece Mekke’den Kudüs’e, yaptığı yolculuğa denilmektedir.

Kur’an-ı Kerîm’de Her yılın Recep ayının 27. gecesi “İsrâ ve Mîraç Mûcizesi”nin yıldönümü olarak hatırlanmakta ve Müslümanların o geceyi çeşitli ibadetlerle ve aralarında karşılıklı tebrikleşmeler ile ihyaya çalışmalarına vesile olmaktadır.

“İsra ve Miraç” mucizesinden  Kur’an-ı Kerim’de İsra ve Necm surelerinde kısaca, Peygamberimiz’in (asm) hadislerinde ise çok mufassal olarak bahsedilmektedir.

 *  *  *

Peygamberimiz’in “İsra ve Miraç mucizesi” adı verilen bu çok mühim dinî ehemmiyeti haiz yolculuğu esnasında günde beş vakit namaz farz kılındı, Allah’a şirk koşmayanların Allah tarafından affedileceği müjdesi verildi ve yatsı namazlarını müteakip okunan “Amenerrasulü” diye başlayan Bakara Suresi’nin son iki ayetinin Peygamberimiz’e vahy edildikten başka; Peygamberimiz’in (asm) mazhar olduğu “Allah’ı doğrudan, vesilesiz olarak görmesi” (Rüyet-i Cemalullah) da vukubuldu ki, o zamana kadar (Peygamberler de dahil) hiç kimse bu en büyük mazhariyet ve saadete mazhar olamamış ve dünyanın kıyametine kadar da hiç kimse mazhar olamayacaktı. 

* * *

Allah insanları “kendisini tanımaları” için yarattığını bildirmektedir. Fakat mahlûk (yaratılmış olan), Hâlık’ını (yaratanını) bu dünyada zatı ile tanıyamaz; O’nu bu varlık âlemindeki icâdatıyla (yaratma eserleriyle), isimlerinin ve sıfatlarının bu varlık âlemindeki tecellîleriyle (akisleriyle) ancak tanıyabilir ve tanımalıdır. O’nun zatını doğrudan görmenin (Rü’yet-i Cemalullah’ın), Risale-i Nur’da “Dünyanın bin sene mes’udane hayatının bir saatine mukabil gelmediği Cennet  hayatının da bin senesinin bir saatine mukabil gelmediği âhiret hayatında bazen vukubulacağı” bildirilmektedir. 
            
Dünyada Allah’ı görmek ise, varlık âlemine “Rabbimizi bize tanıtan üç küllî muarriften birincisi” olarak “Kâinat Kitabı”nı doğru okuyarak, “eserden müessire doğru yol bulabilmek”le, eserlere ve hadisâta doğru yorumlarla “manâ-yı harfî” ile bakmakla, bu dünya imtihanı için konulmuş “sebebler perdesi”ne takılıp kalmayarak “müsebbeb-ül esbâb”ı görüp kabul etmekle, bu konuda Peygamberimiz’in (asm) ve onun ilmî vârislerinin “hakikat rehberliği”nden lâyıkı ile istifade edebilmekle olur ki, bunun bir misali de batılı bir ilim adamının “DNA’DA ALLAH’I GÖRDÜM” başlığı altındaki şu çok mühim beyanatında görülmektedir:

İslam imanına sahip bir doktor olmak

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

3 Ocak 2021 tarihinde vefat eden Bediüzzaman’ın doktor talebesi Dr. Mehmet Akay da, 1972 yılında birlikte aynı özel muayenehanede çalışmayı ona teklif ve onu razı ettiği babam Dr. Sadullah Nutku gibi, sadece “mütehassıs bir tıp doktoru” değil; aynı zamanda iyi bir Müslüman ve Risale-i Nur talebesiydi.

Onun bu vasfı üzerinde düşünürken, içinde bulunduğumuz iletişim çağında şahsen bu mevzuda da e-posta grubumdakilere iyi bir iletişim yapabilmek maksadıyla, Bediüzzaman’ın ilk doktor talebelerinden Ali Kemal Durakoğlu’na yazdığı ve Barla Lâhikasında bulunan EK’teki mektubundan bazı cümlelerle, aşağıdaki mesajımı yıllarca önce e-posta grubumdakilere gönderdiğimi hatırladım.

* * *

O e-posta mesajım şöyleydi:

“Birçok gencin kendileri ile ilgili ve birçoklarının ebeveynlerinin de çocuklarıyla ilgili istek ve ideallerinde doktorluk mesleği vardır. Çok küçük yaşlardan itibaren de bu ideali gerçekleştirmek için çalışılır. Yapılan anketlere göre bu idealin temelinde, doktorluk mesleğinin cemiyet içinde en itibarlı meslek oluşunun ve yüksek maddî gelir imkânının rolü olabilirse de, bu mesleğin kazanılması hem zordur ve hem de doğrudan insan hayatıyla ilgili olması sebebiyle mesuliyeti büyüktür.

Aslında sadece doktor (tabib) olmak -birçok insanın bu konudaki düşüncesinin aksine- çok önemli değildir; ‘Mü’min bir doktor olmak’ çok önemlidir. Çünkü bütün varlık âlemi içinde en kıymetli olan, hayattır. Bütün varlıkların içinde en kıymetlisi de, insandır. Doktorluk (hekimlik, tabiblik, tıp mesleği), insanların hayatlarıyla doğrudan ilgili, onların hastalıklarını önlemek, iyileştirmek veya hafifletmek maksadıyla kullanılan ilim, sanat ve teknik uygulamalar çalışmalarını ifade ettiği için, bu meslekle insanların hem dünya hayatlarına ve hem de -bununla birlikte yapılabilirse- âhiret hayatlarına hizmet etmek, çok önemlidir.

Çünkü insanların hayatları, onların sadece bu dünyadaki fanî hayatlarından ibaret değildir. İnsanların hayatlarına hizmetlerin en kıymetlisi de; bu dünyadaki fanî hayatlarının erken veya geç, mukadder ve kaçınılamaz olarak sona ermesiyle başlayacak olan ‘ebedî hayatları’ için çalışmaktır. İnsanların bu dünyadaki fanî hayatlarının bütün kıymeti ve ehemmiyeti, onların dünyadaki ölümlerinin sonrasında başlayacak olan ebedî hayatlarına çekirdek, başlangıç ve kaynak olması bakımındandır. Bir Hadis-i Şerifte “Dünya âhiretin tarlasıdır”; bir atasözümüzde de “Ne ekersen, onu biçersin” denilmektedir. İnsanların, ebedî hayatlarını zehirleyecek ve bozacak şekilde sadece dünya hayatlarını düşünmeleri, “anî bir şimşeği ebedî bir güneşe tercih etmeleri” gibi bir deliliktir!..

Doktorların insan hayatına hizmetleri, onların sadece dünyadaki hayatlarına hizmetten ibaret olmamalıdır. Kuran-ı Kerîm’de, Hz.İbrahim’in (a.s.) dilinden naklen bildirilen bir hakikat olarak

وَإِذَامَرِضْتُ فَهُوَيَشْفِ

“Hastalandığım vakit de bana O şifa verir” mealindeki Şuarâ Sûresi 26:80. âyetle dikkat çekildiği gibi, hastalığı da onun şifasını da veren Allah’tır; doktorlar, aslında hastalığı veren Allah’ın o hastada Şâfî (şifa veren) ismini tecelli ettirerek şifayı vermesine ancak sebeb olurlar. Hastalığının şifa bulması için doktora müracaat etmek, Allah’ın Şâfî isminin kendisinde tecelli etmesi için ‘fiilî duada bulunmak’ manâsında olmalıdır. Ve bu fiilî duanın, sözlü duayla birlikte yapılması, hastalar ve onların yakınları tarafından ihmal edilmemelidir. Bunun aksine, doktorların kendilerinin veya hastaların ve hasta yakınlarının doktorları ‘şifa verici’ olarak görmelerinde, en büyük günah olan ‘şirk’ (Allah’a ortak koşmak) kokusu bulunur. Maalesef bu mühim gerçeğe cehaletle veya inançsızlıkla aykırı davranarak bazı doktorlar kendilerini, bazı hastalar ve hasta yakınları da doktorları ‘hakikî şifa verici’ (!) olarak görmek gaflet ve dalaleti içine girerler.

Doktorlar, Allah’ın en mükemmel olarak yarattığı varlık olan insanın anatomisini, fizyolojisini diğer meslektekilere göre çok daha iyi öğrenmeleri ve bilmeleri sebebiyle, Allah’a imanlarının diğer meslekteki insanlara nisbeten çok daha fazla olması gerekirken, bunun tam aksinin örneğini veren bazı doktorların da bulunması, ‘asıl hakikat’ karşısında herkesten çok, bu neviden ‘maddiyatçı ve gafil’ doktorların ‘hasta’ olduklarını gösterir. Böyleleri, Kur’an’ın kudsî eczanesinden İslâm imanına ait ilaçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını ve hem de insanların -maddî hastalıklarının yanında onların- manevî hastalıklarını da tedavi edebilirler.

”İnsanların asıl ihtiyacı olan doktorlar’; böyle mü’min doktorlardır. Kendisi doktor olmak isteyenler, doktorluk mesleğinde kendilerine böyle bir hedef seçmelidirler; çocuklarının doktor olmasını isteyenler de, çocuklarını doktorlukla ilgili böyle bir hedefe göre yetiştirmelidirler.”

* * *

Yukarıda naklettiğim e-posta mesajımı gönderdiklerimden bana gelen cevaplardan birinde, Almanya’nın en eski eczanesinin üstündeki, bütün eczanelerin üstüne yazılması gereken çok mühim bir yazıdan şöyle bahsediliyordu:

“-Almanca lisanımı takviye için, 1974 yılında Hamburg’a yakın; o zamana göre ‘1000 yıllık şehir’ diye anılan Luneburg’daki ‘Goethe Enstitüsü’ne gitmiştim. Hafta sonları rehber refakatinde tarihî şehri bize tanıtıyorlardı. Bize bu konuda rehberlik eden kişi, bir binanın önünde durmuştu ve bize şöyle demişti:

“- Bu binaya iyi bakın; bu bina, Almanya’nın en eski eczanesi olup, hâlen de eczanedir. En üstündeki yazıyı okuyun..’

O yazı Latinceydi. Rehberin bize dediğine göre, eczanenin üstünde, o zaman kullandıkları lisan olan Latince ile şu yazıyormuş:

“Bütün ilaçlar birer vesiledir. Hakikî şifayı Allah verir.”

* * *

Gönderdiğim o e-posta mesajıma cevaben bahsedilen bu hâtıra tıp, doktorluk, hastalıklar, tedavi, ilaçlar mevzuuyla ilgiliydi ve çok mühimdi.

Göndermiş olduğum aynı e-postaya cevap olarak, bir tıp profesörünün cep telefonuma gönderdiği geri dönüş mesajı ise şöyleydi:

“Çok güzel.. Bediüzzaman’ın ilk doktor talebesi Dr. Ali Kemal Durakoğlu’na 1926-1934 yılları arasında Barla hayatı esnasında yazdığı ve Barla Lahikası’nda bulunan mektubu hatırlatıyor. Hem hastaları, hem yakınlarını, hem de doktorları gafletten uyandırıyor. Allah razı olsun.”

Ben de aslında, Risale-i Nur Külliyâtı Barla Lâhikası’nda yer alan o mektuptan aldığım derslerle, bahsettiğim o e-posta mesajımı yazmıştım.

Bediüzzaman’ın Dr.Yusuf Kemal Durakoğlu’na yazmış olduğu ve Barla Lâhikası’ında bulunan o mektubu, başta tıp doktorları ve tüm sağlık personeli olmak üzere, tüm insanlara mühim bir ders niteliği taşıyordu. Hattâ vefat eden bir kişinin yakınlarının evine taziye için gittiğimizde, o eve davet edilmiş olan yakındaki bir caminin imamı Kur’an okuduktan sonra, cebinden küçük boy bir “Hastalar Risalesi” kitabı çıkartmış ve o risalenin son sayfalarında bulunan o mektubu da okumuştu. Bu sebeble ben, onun çerçeve içine alınarak evlerde, bilhassa özel muayenehane ve sağlık sektörü ile ilgili yerlerde duvara da asılması için hediye etmek maksadıyla, EK’te görüldüğü gibi tamamını bir sayfa içine yerleştirip A3 ebadlı halde çoğaltarak, uygun gördüğüm kişilere hediye etmeyi de düşünmüştüm.

Allah bundan da ders alabilmeyi nasip etsin. Âmin.

EK:

    

Bir yılbaşının ardından

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

“Bir yılbaşı daha geçti, neş’e ve sevinç ile.”(!)

Her sene yılbaşının ardından bazı malum neşir organlarında, “akşamdan kalma” bir kafa ile yazıldığı intibaını veren ve yukarıdakine benzer bir cümle ile başlayan bol resimli “Yılbaşının ardından” haber ve röportajları ile ilgili başlıklar olurdu.

Allah’a isyan, insanî sorumlulukları yerine getirmemek, bazı gayrimüslim ülkelerin sefâhetinin taklitçiliği ve günah azgınlığı kokan o “Yılbaşının ardından” haber ve röportajlarından tiksinti duyardım.

Her yılbaşı sonrasında aynı tiksinti ve üzüntüleri duymamak için, o malum gazetelere hiç bakmamayı daha uygun görüyordum. Çünkü insan bazen “ibret alayım” derken günah da alır..

O gazeteler, aslında yılbaşı gecelerinde bazı yerlerde olanlardan bahsediyorlardı. Onlara niçin böyle haberler ve röportajlar neşrettikleri sorulsa belki de, “yaptıklarının sadece gazetecilik olduğunu” söylerlerdi. Bir haberin veya röportajın vukua gelmiş olana uygunluğu, sanki onlar için bir gazetede on binlerce kişiye hitap ederken uyulması gereken ahlâk prensibi olarak kâfiymiş gibi yanlış bir hâli savunmaya çalışabilirlerdi.

İnsanlığın ceddi ve ilk peygamber Hz. Âdem Aleyhisselam zamanından şimdiye kadar, inançları bakımından iyi veya kötü yaşamış insanlar olmuştur. İnsanların yapabilecekleri iyi işlerden az, kötü işlerden ise çok bahsetmenin; daha ziyade bâtılı ve kötülükleri tasvirle uğraşmanın fertler ve cemiyet için faydası yoktur. O cins neşriyata ibret nazarıyla bakıp zarar görmeyecek az nispetteki okuyucuların haricindeki büyük okuyucu kitlesinin temyiz kabiliyeti inkişaf etmemiş olduğundan, farkında olmadan manevî yaralar alırlar.

* * *

İnsanı en mükemmel canlı varlık olarak yaratan, onu bu dünyaya muvakkat bir ömür müddetinde yaşaması için gönderen, onun vücudunu her türlü azaları, hücreleri, molekülleri ve atomları ile çalıştıran kim ise, insanın bu dünyadaki hayatının asıl gayesi ve maksadı da O’na aittir ve ancak “O” tesbit etmek salahiyetindedir!.

İnsanın bu dünyada bulunmasını ve yaşamasını netice veren müessir fiilin etken mi, edilgen mi olduğu çok mühim bir manâ inceliğidir: İnsan bu dünyaya kendi isteği, iradesi ve iktidarı ile “gelmemiş”; onu yaratan Allah tarafından “gönderilmiş”tir.
Allah,
Kur’an-ı Kerîm’de Zâriyat Sûresi, 56. âyette bunu açıkça bildirmektedir:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ 

﴿٥٦﴾

Mealen: “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”

Risale-i Nur Külliyâtı’nda Şualar adlı eserde Yedinci Şua bu âyet ile başlamakta ve bu “âyet-i uzmâ (manâca çok büyük âyet) hakkında ilk cümleler olarak şöyle denilmektedir

“…insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”

Bu ve benzeri Kur’an âyetlerinin ve hadislerin bildirdiklerine aykırı olarak, hadlerini aşmak suretiyle bilhassa yılbaşı gecelerinde hadlerini daha da aşarak:

“İnsan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir. İmkânları nispetinde ve kendini hiç bir kayda bağlı hissetmeden bu hayatı yaşamasını bilmelidir…” “Benim hayat görüşüm şöyledir…”, “Benim hayat felsefeme göre..” şeklindeki yanlış sözleri de sarfederek yılbaşı gecelerinde çeşitli günahları işleyenler bu dünyada yaşamalarının gayesini, maksadını kendilerinin tesbit etmesi selâhiyetlerini nereden alıyorlardı; hakikatte böyle bir selahiyetlerinin hiç olamayacağını, bilmiyorlar mıydı?

İnsanlar bu dünyaya Allah’a kulluk imtihanından geçmeleri için Allah tarafından “gönderilmektedirler”. İnsanların bu dünya hayatlarındaki “Allah’a kulluk imtihanlarındaki başarılarının” akıllarını iyi kullanarak, bu dünyaya başıboş ve manâsız bir hayat sürmek için gelmiş olamayacaklarına inanmaları, kendilerini ve bütün kâinatı yaratanı isim ve sıfatları vasıtası ile tanımaları, O’nun kâinatı ve insanları niçin yaratıp dünyada geçici olarak yaşattığını, göndermiş olduğu tahrif edilmemiş kitaplar, peygamberler ve peygamberlerin ilmî vârisleri vasıtasıyla öğrenmeleri, o bildirilenlere uymak hususunda akıllarının ve iradelerinin işbirliğini sağlamaları suretiyle olacağı söylenebilir.

* * *

Evet, ehl-i gafletin de dediği gibi, “insan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir.” Fakat bu sebepten de -ikinci bir defa daha gelip, ilk gelişindeki hatalarını tamir ve telafi etmek imkânı olmadığı için- bu hayatı yaşamasını ve iyi değerlendirmesini bilmelidir!. “Hakikaten yaşamak” ise, “hakikatle yaşamaktır”; bu dünyada insan olarak yaşamanın gayesini ve hakikatini öğrenip onu yaşamaktır. Aksi halde, son pişmanlık fayda vermeyecektir!.

Şimdiye kadar bu ve emsali hakikatleri kabul ile ona göre yaşamamış âkil-baliğ insanların büyük ekseriyetine acaba normal bir mikroskopla görülebilmesi mümkün olmayan ve “koronavirüs” adı verilen çok küçük bir canlının musibet olarak gönderilmesi ile Allah tarafından ikazda mı bulunulmaktadır ve bu musibet dünya imtihanının icabı olduğu için mi masumları ayırt etmeden, umumî olarak gelmektedir?

Kur’an’da ve onun imanla ilgili âyetlerinin tefsir edildiği Risale-i Nur’da “musibetin umumî olarak gelebileceğinden” bahsedilmektedir:

“Âyette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” Çünkü, musibet-i âmmeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selamette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebû Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede mâsumlar da belâ çekerler.”(Emirdağ Lâhikası)

“Sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihaken taraftar olmasıyla, manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.”(Sözler)

“Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve Sünnet-i Seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.”(Emirdağ Lâhikası)

“Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüp eder. Musibet, cinayetin neticesi, mükafatın mukaddimesidir.”(Mektubat)

Allah bizi “koronavirüs” umumî musibeti ile imtihanımızda da muvaffak eylesin. Âmin.

Yılbaşı gelirken..

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Bir yılbaşı daha geliyor.. Niyet, fikir ve hareketleri yaradılışlarının ve bu dünyada bulunuşlarının hikmetine ve gayesine uymayanların, bir senedeki 365 günün son gününün son gecesinde ifrata varan günah işleme azgınlığı ve Allah’a isyan hallerinin tezahür ettiği bir zaman merhalesi olarak da diğer zamanlardan tefrik edilir, Miladî Yılbaşı…

 *  *  * 

Bediüzzaman, “Bâtıl şeyleri ziyade tasvir, safî zihinleri idlaldir” demiştir. Fakat tahrif edilmiş Hristiyanlığın ülkemizde de maalesef bazıları tarafından yıllardır taklitçilik hallerinden biri ve oradan yapılan en zararlı ithalatın nevilerinden bir misali teşkil ettiği için, “yılbaşı eğlenceleri” adı altında ülkemizde de bazıları tarafından işlenen rezaletler üzerinde, onları “ziyade tasvir” ile “safî zihinleri idlal” etmemeye çalışarak bu mevzuda, bir Müslüman ülke olmamıza rağmen maalesef ülkemizde de gaflet halini sergileyen “nüfus kağıdı müslümanları”nın çokluğu karşısında, ibret için kısaca durmakta belki fayda olabilir.

 *  *   *

Miladî yılbaşılarında tahrif edilmiş Hristiyanlığın taklitçiliğini ve oradan bu konuda zararlı ithalatı yapanlardan birine: “Nedir bu sizin yaptığınız rezalet böyle?” diye sorsanız, belki yılbaşı eğlencelerine karşı çıkmayı da “çağdışı” olmak sebebine bağlayarak hakikatsiz ve abuk-subuk laflarla o yanlışlarını güya savunurlar: Neymiş; “insan bütün bir sene çalıştığı ve yorulduğu için, bütün bir senenin yorgunluğunu gidermek ve yeni yıla zinde bir şekilde girmek için eğlenirlermiş!.. Hem yeni bir yıla neşeli bir şekilde eğlence sarhoşluğu içinde girerlerse, ardından gelen bütün bir yıl da eğlenceli ve neşeli geçermiş (?). Hem bu gibi durumlarda çılgıncasına eğlenmesini bilmeyen, çalışmasını da bilemezmiş, vb (!).”

Bu cinsten, çocuk avutmaya bile faydası olmayacak çok yanlış sözlerin müşterek vasıflarının ne olduğu açıkça görülüyor!.

*  *  *  *  

Miladî yılbaşında bazı gayrimüslim batı ülkelerinde yapılanları aynen taklit edenler, Batının az da olsa, bazı iyi mallarının da bulunabileceğini bilmiyorlar mı? Yoksa “benzeriyle ünsiyet etmek” temayüllerine daha uygun olduğu için mi, kötü malları daha iyi mallar yerine tercih edip alıyorlar?

 *  *  *

Hikmetin asıl beşiği Şark’tır. Peygamberler de büyük hükemâ da hep Şarktan çıkmıştır. Hikmet arayan bir Şarklının nazarını Garba çevirmesi, kendi evinin eşiğini biraz kazmakla bulabileceği büyük hazineden bihaber, dünyanın öbür ucuna altın aramak için gidenin haline benzetilebilir! Fakat Batının taklitçiliğini Batılılara karşı bir aşağılık duygusunun da tesiriyle yapanlara bir nevi ilaç olarak, Batılı bazı mütefekkirlerin hakikate muvafık bazı sözlerinden iktibaslar yapmakta fayda olabileceği düşüncesiyle, Dr. Alexis Carrel‘in bazı sözlerini nakletmekte fayda olabilir.

Mesela Dr. Alexis Carrell de bir Batılıdır ve bu konuyla da ilgili sayılabilecek şu sözleri bir kitabında söylemektedir::

“Hayat disiplinsiz ve gayesiz olduğu zaman, tabiatıyla eğlence denilen bataklığa dökülür.”

“Eğlence içinde geçmiş bir hayat kadar manâsız bir şey yoktur.”

“Hayat, dans etmekten, delice otomobil sürmekten, sinemaya gitmekten yahut radyo dinlemekten ibaretse yaşamak neye yarar?”

“Eğlence aptalların saadetidir.”

 *  *  *

Şimdi de, kendi kapımızın eşiğini biraz kazalım ve oradaki defineyi keşfedelim: 20. Asır Türkiye’sinde yaşamış Bediüzzaman Said Nursî’nin, kâinattaki en mühim hakikat davasının müdafaasıyla geçen seksen yılı aşan ömrünün en mühim mahsullerinden ve her gün sadece Türkiye’de değil; dünyanın çeşitli ülkelerinde kıymeti, ehemmiyeti daha da fazla anlaşılmaya devam eden altı bin sayfayı aşan Risale-i Nur Külliyâtı’ndan aynı mevzuyla da alâkalı sayılabilecek birkaç paragraf nakledelim:

“Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi ‘İman-ı Billah’ tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en yüksek makamı, İman-ı Billah içindeki ‘Mârifetullah’ tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki ‘Muhabbetullah’tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfî sevinç, o Muhabbetullah içindeki ‘lezzet-i ruhaniye’dir. Evet, bütün hakikî saadet ve halis sürur ve şirin ni’met ve safi lezzet, elbette Mârifetullah ve Muhabbetulllahdadır. Onlar onsuz olamaz.

Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avâre nev’i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan, sahibini tanıyamazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder, O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat)

“Hayat ise, eğer îman olmazsa veyahut isyan ile o îman te’sir etmezse: hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alakadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor.

İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-i meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür.

Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar onun dalaleti noktasında mâdumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, îtikatsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar îmanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur. Zaman-ı hâzır gibi ruh ve kalbine îman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor…

“İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” (Risale-i Nur Külliyâtı, Sözler)