Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Kıyamet ne zaman kopacak?

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Her yılın, kuzey yarımküresinde günlerin en kısa hale geldiği Aralık ayının 22. günü yaklaştıkça, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük, küllî muarrifin ilki olan “Kâinatın büyük kitabı”na dikkatimin ve düşüncelerimin yoğunlaştığını fark ederdim. Son yıllarda ise bu düşüncelerime bazen “kıyametin vakti” konusunda, bir üniversite öğrencisinin sorusuyla ilgili düşüncelerin ve yorumların refakat ettiği de oluyordu,

*  *  *

2012 yılı Aralık ayındaki bir Cumartesi gününde, bir vakfın burs verdiği üniversite öğrencileriyle yaptığı kış dönemi toplantısına davetliydim. Benden başka davetli çeşitli yaş ve meslektekiler değişik mevzulardan bahseden konuşmalar yaptıktan sonra, öğrencilere de soruları olup olmadığı sorulmuştu. Aslında, o toplantıdaki soruların konuşmalarla ilgili olması gerekirken, bir öğrenci yapılan konuşmalarda hiç bahsi geçmediği halde o toplantının sonunda;

“-21 Aralık 2012’de kıyamet kopacak mı?” sorusunu da sormuştu. O soruyu sormasının sebebi de, “Mayalar” denilen çok eski bir kavmin yapmış olduğu takvimde 21 Aralık 2012’yi “Kıyametin Vakti” olarak bildirmiş olmasının, o tarih yaklaşırken medyada bahis konusu edilmesiydi.   

Ben, o toplantıda bu sorunun sorulmasına biraz hayret etmekle beraber, cevapsız da bırakmamak gerektiğini düşünmüştüm. O toplantıda “israfsızlık” mevzuunda bir konuşma yapmıştım. Bir öğrencinin kıyametin vaktiyle ilgili o sorusuna toplantıya katılanlardan cevap veren olmayınca da ben “israf” konusunda yapmış olduğum konuşma çerçevesinde bir cevap vermeyi uygun görmüştüm. Vermiş olduğum o kısa cevap şöyleydi:

“Kıyamet; ‘Küçük Kıyamet’ ve ‘Büyük Kıyamet’ olmak üzere iki çeşittir. Küçük kıyamet; insanın ölümüdür. İnsan ölünce, onun küçük kıyameti kopmuş olur. Ecel vakti de belirsiz olduğu ve ölüm, yani insanın ‘Küçük Kıyamet’i her zaman gelebileceği, hergün yüzbinlerce insan bu dünyadan küçük kıyametleri olan ölümle ayrıldığı için, öncelikle ve bilhassa onunla ilgilenmek, ona hazırlanmak ve en kıymetli sermayesi olan ömür müddetini israf ile ebedî ve telafisi mümkün olmayan bir iflas ve zarar haline girmemek lâzımdır.

O toplantıdaki, “kıyametin vakti” konusunda sorulana vermiş olduğum yukarıdaki çok kısa cevaptan başka, bu konuda söylenebilecek başka şeyler de elbette vardı.

 

*  *  *

“Hayat dediğimiz hâlât (haller), içinde bulunduğumuz andan ibarettir.(Bediüzzaman Said Nursî)

Işıklı bir nokta hareket ettirilirse, ışıklı bir çizgi gibi görünür; ona “ışıklı bir çizgi” olarak değil; “ışıklı bir noktanın hareketinin sonucuyla ilgili bir şekil” olarak bakmak daha doğru olur. “Hayat çizgimiz”, bu misaldeki “ışıklı çizgi” gibi, içinde yaşadığımız an da, bu misaldeki “ışıklı nokta” gibidir ve “içinde yaşadığımız an”, hayatımızın asıl gerçeğidir.

O halde yaşamak, aslında içinde bulunulan anı yaşamaktır. Bunun ne derecede farkındayız ve bu farkında oluşumuzla bu gerçeğe ne derecede uygun ve doğru yaşıyoruz?

Bu konuda bir “nefis muhasebesi” yapmamızın, bize büyük lüzumu ve faydası vardır.

*  *  *

Düz bir çizgi çizelim. Bu çizgi üzerindeki bir noktayı sağa doğru hareket ettirelim. Bu hareket eden nokta, çizginin sol ucundan hangi hızla uzaklaşırsa, çizginin sağ ucuna da aynı hızla yaklaşmış olur.

Bu misale benzer şekilde, dünyada yaşarken “ömrümüz, zaman çizgisi üzerinde hareket eden bir nokta” gibidir, O nokta gibi, bir başlangıçtan bir sona doğru gitmekte olduğumuzu düşünecek olursak, dünya hayatımızın sonuna doğru yaklaşma hızımız da, bu hayatımızın başlangıcından uzaklaşma hızımız kadardır. Diğer bir ifadeyle: Geçmiş bizden ne kadar hızla uzaklaşıyorsa, gelecek bize o kadar hızla yaklaşmaktadır!.

*  *  *

İnsanların büyük çoğunluğuna dünyadaki hayatlarında, “tevehhüm-ü ebediyet” denilen bir hal refakat eder. Yani, insanlar kendilerini, “dünyada ebedî kalacakmış gibi” düşünmek isterler.

Bazıları bunun da ötesinde, dünyada ebedî yaşamanın çeşitli çarelerini araştırırlar!.

Bunun sebeplerinden biri de, Allah’ın tüm insanlara bu dünya hayatlarından sonraki âhiret hayatlarında –çeşitli şartlarda- ebedî hayat vereceği için, ebedî yaşamak isteğini de insanların içine koymasıdır. Çünkü “Vermek istemeseydi, istemek de vermezdi”..

“Ebedî yaşamak isteği”, Allah tarafından onun veriliş maksadına uygun olarak, âhiret hayatı için sarf edilmeli ve âhirette her insan için kaçınılmaz olan “ebedî hayat”ın levazımatını -başta iman ve namaz olmak üzere- bu dünyada hazırlamaya, her şeyden daha fazla önem vermelidir.

*  *  *

 “Büyük Kıyametin vakti” mevzuunda; bir söz okunduğu veya dinlendiği zaman, onu kimin söylediğine, kime söylediğine, ne söylediğine ve hangi makamda söylediğine dikkat etmek gerektiğine dair mühim kaideyi göz önüne alarak o söz değerlendirilmelidir.

21 Aralık 2012’de Büyük Kıyamet’in kopacağını kim söylemiş? Maya’lar.. Kimdir bu Maya’lar, onların sözlerine ne derecede itimat edilebilir ve inanılabilir; düşünülmesi gerekir. Müslüman olanların, Maya’ların veya başkalarının değil; “Allah ne diyor, onun Resulü (asm) ne diyor, Allah ve Resulünün dediklerini bize nakleden hakikî âlimler; Allah Resulünün (asm) ilmî vârisleri ne diyorlar?” onları merak etmek, onlara değer vermeleri ve onlara itibar etmeleri gerekir!.

*  *  *

Kur’an-ı Kerîm’in 54. Sûresi Kamer Sûresi’dir. Buna “İktarabet Sûresi” de denilir (“İktarabet”in lügat manâsı “yaklaştı”dır). Bu sûre, Mekke döneminde nazil olmuştur. Bu sûrenin ilk âyeti, sadece birkaç kelime ile çok vecîz olarak, çok mühim iki konudan bahsetmektedir: Peygamberimiz’in (asm) Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi olan “ayın yarılması mucizesi” ve “kıyametin vaktinin yaklaştığı”. O âyet şöyledir (mealen): “Yaklaştı saat, yarıldı ay.”

Bu âyette “saat” kelimesiyle kastedilen “Büyük Kıyametin vakti”nin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi üzerine, sahabe-i kirâm “Büyük Kıyametin vakti” hakkında Peygamberimiz’e (asm) sorular sormuşlardır.

O sorularla ilgili olarak, A’râf Suresi 187. âyetinde (mealen) şöyle denilmektedir:

“Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: ‘Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!’ O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: ‘Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.”

“Büyük Kıyametin vakti” konusundan da bahseden Lokman Sûresi’nin 34.(son) âyeti (mealen) şöyledir:

“Şüphesiz Allah ki, kıyamet (vakti) hakkındaki bilgi ancak O’nun katındadır. Ve yağmuru (O) indirir. Rahimlerde olanı da, (O) bilir. Ve hiç kimse yarın (amel cihetiyle) ne kazanacağını bilemez. Hem hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz, Allah Alîm(sizin bilmediğiniz her şeyi bilen)dir, Habîr(her şeyden haberdar olan)dır.”

Risale-i Nur Külliyâtı Lem’alar adlı eserdeki 16. Lem’ada bu âyetle ilgili olarak şöyle denilmektedir:

“… ehl-i ilhad tarafından tenkid sûretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki cenînin keyfiyetine i’tirâz edilmiş. Demişler ki: “Rasathanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuaiyle rahm-i maderdeki cenînin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla’ kabildir?’

Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzûlü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşîet-i hassa-i İlâhiyyeye ile bağlı ve hazine-i rahmetten husûsi iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakîkat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücûd ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve Meşîet-i Hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnûatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşîete hicab oluyor. Fakat vücûd, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücûdda en mühim hakikat, rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, Meşîet-i Hassa-i İlâhîyyeyi setretmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubûdiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu ma’lumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile Dergâh-ı İlâhîyyeye ilticaya mecbûr oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzûlünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir ni’met-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.

İşte bu Âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki aletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehâdete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına ıttıla sûretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte, veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kable’l-vukuun bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmeyen umûra vüsûle bir vesîle olur. Fakat daha âlem-i şehâdete ayak basmayan ve meşîet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzûlünü bilmek, ilm-i Allâmü’l-Guyûb’a mahsustur.”

Ve rahm-i mâderdeki cenînin keyfiyeti” hakkında da, “Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile  âyetinin meal-i gaybîsine münafi olamaz. Çünkü: Âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidâd-ı husûsisi ve istikbâlde kesbedeceği vaziyetine medâr olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hatta sîmasındaki gayet acib olan Sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyub’a mahsustur.” denilmektedir. (Risale-i Nur Külliyâtı, Lem’alar, 16.Lem’a)

 

*  *  *

15 Asır önce nâzil olmuş o âyetle “Büyük Kıyamet’in vakti”nin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi ise, dünyanın o zamana kadarki ömrüne nispeten geriye kalmış olan ömrü itibarıyladır. O âyetin nazil olduğu sırada bugünkü fennî bilgilere göre, dünya 3,5 milyar yıl yaşındaydı. O tarihten 15 asır sonra kıyametin kopacağı düşünülse; dünyanın 3,5 milyar yıllık geçmiş ömrüne nispeten, 15 asırlık; yani 1500 yıllık kalan ömrünün kısalığı (1500/3500000000), kıyametin yaklaştığını bildiren o âyetin hakikatini biraz daha iyi anlamayı kolaylaştırabilir.

*  *  *

 “Cibril Hadisi” olarak bahsedilen Hadis-i Şerif’te bahsedilen Cebrail(a.s.)’in insan sûretine girip Peygamberimiz’e (asm) iman, İslâm, ihsanın ne olduğuna dair sorularına Peygamberimiz’in (asm) verdiği cevaplar, ümmetinin bunları bilmesi için Allah tarafından bildirmesiyle olmuştur. “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusunun cevabını veremeyişinin ise, çeşitli hikmetlerle Allah tarafından cevabının bildirilmemesi ile ilgili olduğu düşünülebilir.

O hikmetlerden belki biriyle ilgili olarak da biz, her an “Küçük Kıyametimiz” olan ölümümüz gerçekleşecekmiş veya “Büyük Kıyamet” kopacakmış gibi, daima ona ve onun ardındakilere hazırlığımızı ihmal etmemeliyiz!.

*  *  *

Bu hazırlığımızın da, Allah’a ve onun inanmamızı istediklerine hakikî iman ve salih amellerle olabileceği hakikatiyle yaşamalıyız. “Mayalar” adlı, geçmişte kendi “küçük kıyamet”lerini yaşayarak yıllarca önce bu dünyadan göçmüş olan bir kavmin “Büyük Kıyamet”in vakti ile ilgili mesnetsiz ve  nazar-ı itibara alınması gereksiz tahminleri tabii ki bizi hiç meşgul etmemeliydi ve o sözlerle ilgili merak ve meşguliyetin de en azından “israf” sayılacağı düşünülmeliydi.

En mühim soru ve en mühim sorun..

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Bu yazı başlığı altında kısaca söylenecekleri, onu okuyacak olanların belki büyük çoğunluğu çok iyi biliyor olabilirler; fakat çok önemli olduğundan, tekrar edilerek hatırlatılması çok faydalı olabilir.

*     *     *

Sana bir soru sorulsa, fakat o bir soru gibi göründüğü halde, “n” takısı almış olarak kullanılan “soru” kelimesiyle, bir sorunun içinde aslında farklı iki soru sorulmuş olsa; o soru da: “En mühim sorun nedir?” olsa, ne cevap verirdin?

*     *     *

Senin en mühim “soru”n: “Acaba, Allah benden ne istiyor?” olmalıdır.

Senin için en mühim “sorun” da: “Cehennemden kurtulmak” olmalıdır.

En mühim “soru”nun doğru cevabı ile yaşayabilirsen, en mühim “sorun”unun halli için en doğrusunu yapmaya da belki çalışabilirsin!

Çünkü aynı kelime içindeki o iki farklı soru, birbirleriyle çok sıkı bir manâ ilişkisi içindedirler.

*     *     *

Her biri Müslümanlara birer rehber olabilecek Sahabe-i Kirâm’ın da en mühim sorusu: 

“Acaba, Allah benden ne istiyor?” ve onların da en büyük sorunu: “Cehennemden kurtulmak”tı.

*     *     *

“Kur’an-ı Hakîm’in Cennet ve Cehennem hakkındaki mu’cizane izahatı ve Kur’an’ın tefsiri ve ondan gelen Risale-i Nur’un Cennet ve Cehennemin vücudlarına dair hüccetleri, daha başka beyana ihtiyaç bırakmamışlar.

gibi pek çok âyetlerin ve başta Resul-i Ekrem (asm) ve umum peygamberler ve ehl-i hakikatin, her vakit dualarında, en ziyâde:

ve vahy ve şuhûda binaen onlarca kat’iyyet kesbeden Cehennem’den ‘bizi hıfzeyle’ demeleri gösteriyor ki; nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır. Ve kâinatın pek çok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikati Cehennem’dir ki; bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhâtını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryad ederler. ‘Bizi ondan kurtar” derler.” ( Risale-i Nur Külliyâtı, Meyve Risalesi)

*     *     *

İnsanların büyük ekseriyeti, gerçekten “en mühim soru” ve “en mühim sorun”larının ne olduğundan gafil bir vaziyette, kendilerini kaptırmış oldukları dünyevî işlerde ve meşgalelerde boğulmuş; bunun dışındakilere karşı ise kör, sağır, dilsiz ve ilgisiz gibi yaşarlar!

Şimdiye kadar kendileri için en mühim “soru”nun ve en mühim “sorun”un ne olduğunu ciddî şekilde araştırarak doğru tesbit edip o­na göre yaşamamış olan insanlar, ecelleri gelip bu dünyadaki tekrarı mümkün olmayacak en mühim imtihanları sona ermeden, şimdiden sonra bunların mutlaka doğru cevaplarıyla yaşamalı ve gafletli geçmişlerini telafiye çalışmalıdırlar! 

*     *     *

Acaba, hakikî insaniyete en yakışan en doğru düşünüş ve davranış biçimi nasıldır?

Bazılarının kendilerine göre, dar görüşle, dar düşünceyle veya saptırılmış yanlış yorumlarla kullandıkları “Hayatın provası yok!” sözü de, aslında en doğru düşünüş ve davranış biçimi için bir anahtar olabilir; çünkü hayatın provasının olmadığını düşünmek, en kıymetli ve bir defalığına insanlara verilmiş olan ömür sermayelerini kârlı bir âhiret ticareti için kullanmanın gerekliliğini onların kabulüne yol açabilir.

*     *     *

Evet, insan için en mühim soru: “Allah benden ne istiyor?” denilebilir. Çünkü bu sorunun ardından cevap arayışına girilebilecek “Ben kimim?”, “Nereden geliyorum?”, “Bu dünyaya ben kendi isteğimle gelmediğime göre beni buraya kim gönderdi ve niçin gönderdi?”, “Benim bu dünyada ne yapmamı istiyor?” gibi sorulara da cevap aramakla, Allah’a imanın dünya hayatındaki yaşayışa akseden şekilleri hâsıl olabilir ve en kıymetli sermaye olan “amel-i salih”e de kapı açılabilir.

“Allah benden ne istiyor?”sorusuna doğru cevabı araştırmasıyla ve o cevaba göre yaşamasıyla insan, en mühim sorunu olarak Cehennemden kurtulmayı bilir. “Hayatın provası yok!” sözünü dar görüşten, dar düşünceden veya saptırılmış yanlış yorumlardan uzak olarak değerlendirerek ona göre gereğini yapmasıyla da, sadece bir defalığına olmak üzere gönderilmiş olduğu bu dünya hayatını, ebedî âhiret hayatındaki “fayda vermeyecek son pişmanlığını” azaltabilecek şekilde yaşayabilmeğe  muvaffak olabilir.

Bayram Ağabey ve gazozlar konusu

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Hayatın en büyük gerçeği ölümdür. Her nefis ölümü tadıcıdır. Allah vefat etmiş bütün Risale-i Nur talebelerine ve ehl-i imana rahmet etsin. Âmin. Vefat yıl dönümleri onlarla ilgili bazı hâtıraları da bize tekrar hatırlatıyor; Bayram Ağabey’in vefatı da öyle. Onunla ilgili benim de bazı hâtıralarım olmuştu.

 *  *  *

İlkokuldan fazla mektep tahsili de olmamasına rağmen; belki mü’min feraseti, Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden olması gibi sebeblerle, bazı mühim dinî meseleleri o kolaylıkla çok iyi kavrar ve gereğini yapmaya çalışırdı. Kendisiyle ilgili mühim bir hâtıram da buna bir misâl teşkil ediyordu.

 *  *  *

Bakkal ve marketlerimizde en çok satılan ürün olduğundan bahsedilen gazozların imalinde tad, koku verici ve yağ cinsinden oldukları için de suda çözünerek suyla tam karışmayan “bazı esansları” suda çözünür hale getirebilmek için “ara çözücü” olarak, “hayatî bir zaruret olmadıkça bir damlasının bile vücuda ithali haram olan “sekerat (sarhoşluk) verici etil alkolü” kullanmak, gazozların imalinde –çok nadir bazı istisnaları hariç- çok yaygın bir usuldür.  

Coca-Cola ve Pepsi-Cola adlarını taşıyan, merkezleri Amerika’daki dünyanın en büyük gazoz imalatçıları, bir asırdan fazla zamandır sürekli rekabet halinde olarak, komünist ülkelere de dahil olmak üzere, çok büyük miktarlarda gazoz üretip pazarlamalarıyla tüm dünyada en başta gelmektedirler. Maalesef o gazozların, nüfuslarına nisbeten en fazla tüketicisi olan müşterileri de İslâm ülkeleri olmaktadır!

Sekerat (sarhoşluk veren, geçici olarak aklı gideren) yiyecek ve içeceklerin vücuda alınması İslâm’da Kur’an âyetiyle haram kılınmış ve Peygamberimiz’in (asm) “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır” buyurmasıyla da, sekerat verici bir içeceğin -hayatî bir zaruret olmadıkça- bir damlasının bile vücuda alınmasının haram olmasına rağmen, “etil alkol” adlı sekerat vericinin kasdî bir işlemle bileşimlerine dahil edildiği gazozların, nüfuslarına oranla en fazla tüketildiği ülkelerin İslâm ülkeleri olması “çok büyük bir tezad ve üzerinde durulması gereken bir konu” teşkil ediyordu.

 Bu konuda 28.07.2003 tarihinde, “Yeni Şafak” gazetesinin “Düşünce Günlüğü” sayfasında “Cola rekabeti” başlığıyla yazmış olduğum yazıyla halkımızı aydınlatmaya çalışmış; o yazım çok kişi tarafından okunmuş, iktibas edilmiş, istifade edilmiş  ve paylaşılmıştı. Fakat Risale-i Nur talebelerinden bir kısmının ve hattâ Risale-i Nur dershanelerinde sürekli kalanların bazılarının da, o yazımla yapmış olduğum  bilgilendirmeden  hiç haberleri yoktu.

Coca-Cola ve Pepsi-Cola gibi, dünyanın  en büyük sermayeli gazoz üreticilerinin, kendi gazozlarında (sekerat verici) etil alkolün kullanıldığı, fakat az miktarda kullanıldığı, kendi itiraflarıyla da medyaya yansımış olmasına rağmen, o açıklamalarından haberleri olmayan bazı Müslüman halkımız ve Risale-i Nur talebeleri ve Risale-i Nur dershanelerinde sürekli kalanlar, o “alkollü gazozları” içmekte devam ediyorlardı! Hattâ bir bayram ziyareti için gittiğim bir Risale-i Nur dershanesinde, “Bu kurban etleri beraberinde Coca-Cola olmadan yenmez” sözlerine bile şahit olmuş ve çok üzülmüştüm.

*  *  *   

Bir Müslümanın hayatında en fazla dikkat etmesi ve hassasiyet göstermesi gereken konulardan biri, “kendisinin ve bu mevzuda mesuliyetini taşıdığı aile efradının ve diğer kişilerin yiyeceklerinin ve içeceklerinin helal olması”dır.  

 *  *  *

Bilhassa Risale-i Nur dershanelerinde sürekli kalanlardan bazılarının bile, küresel sermaye ürünü o gazozların helal mi, haram mı olduğunu bilmemeleri karşısında, bu mevzuda ne yapmam gerektiğini düşünmüş; buna çare olarak da, Bayram Ağabey’e bir mektup yazarak, ona bu konuyu iletmiştim. O, mektubumu alınca bu konuda hemen anlayış ve hassasiyet göstererek, konuyu “Umumî Meşveret Heyeti”ne ve “Vakıflar Meşveret Heyeti”ne getirmiş ve gereğinin yapılmasını sağlamıştı.

Halbuki aynı konuda, ülkemizdeki bazı meşhur fıkıh âlimleri bile, “aklın nuru fünun-u medeniyeye” de itibar etmeleri gerekirken bunu yapmadan, bu mühim fıkhî meseleye sadece “vicdanın nûru ulûm-u dinîye” ile ve gazozların hiç mevcut olmadığı ve adlarından bile bahsedilmediği asırlar öncesinde yazılmış fıkıh kitaplarındaki bilgilerle baktıklarından; -bu konuyla ilgili fetva vermek için yeterli olmayan- “suların temizlik hükümleri” ile gazozlar meselesini kıyâslamaya çalışıyorlar, “kıyâs ma’a’l-fârık” yapıyorlar; bazılarının arasında “ekmekte ve meyvelerin bazılarında da alkol olduğundan” bahsedenlere de rastlanıyordu. Kendilerinden bu mevzuda fetva bekleyen Müslüman halkımızın bu mevzuda İslâmî bakımdan gerektiği şekilde bilgilendirilmelerini yapmıyorlar ve “helal-haram meselesiyle alâkalı” olan bu mühim konuyu sanki “hafife almağa” çalışıyor gibiydiler! 

Allah Bayram Ağabey’den, bu konuda gösterdiği feraseti, anlayışı ve çok isabetli tavrı sebebiyle de razı olsun. Âmin.

Kola ve gazlı içecekler

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

İnsanların büyük çoğunluğu “Hedonism”in kölesidirler; kendilerine lezzet veren şeye yönelirler ama, onun ötesini düşünmek istemezler. Aksine; lezzet peşindeki bu hallerini savunmaya, kendilerini bu mevzuda haklı görmeye ve göstermeye çalışırlar!

*  *  *

İsmindeki iki kelimeden biri “Cola” olan ve ondan başka da, isminde o kelime bulunmayan sade, meyveli, enerji içeceği, vd çeşitli gazozlar vardır. Ülkemizde imal edilip satılan gazozlar “Gazlı alkolsüz içecekler (gazozlar)” adlı, Türk Standartları Enstitüsü’nün Ekim 1992’de yürürlüğe giren TS4080 No.’lu standardına göre üretilirler. Bu standart 20 sayfa olup, isteyen her vatandaş onu bedeli mukabilinde “Türk Standartları Enstitüsü Merkezi”nden veya bürolarından temin edebilir.

*  *  *

Ülkemizde uygulanan “gazozlar” ile ilgili TS4080 No.’lu standardın 2. sayfasında “Gazoz Sınıfları ve Spesifik Maddeleri”, 3. sayfasında da “Gazozun Genel Özellikleri” tablo halinde verilmiştir. İkinci tablo “Kimyasal Özellikler”in 3. satırında, tüm gazoz çeşitlerinde litrede 5 gram kadar etil alkol (bütün alkollü içeceklerde sarhoşluk verici madde) bulunabileceğinin belirtilmesi dikkati çekiyor.

Daha açık ve anlaşılır olarak söylemek icap ederse, litresinde 5 gram etil alkol ihtiva edebilen herhangi bir gazoz çeşidinin (sade, meyveli, kola, tonik, vd) 330 ml’lik bir kutusunda 10ml şaraptaki kadar etil alkol vardır (şarapta %15 etil alkol bulunduğu göz önüne alınırsa). Bu durumda, kendisine küçük bir kadehte sunulan 10ml şarabı, ihtiva ettiği 1,5g etil alkol sebebiyle içmeyi reddeden birinin, aynı miktar etil alkolü 330 ml’sinde ihtiva eden kutu gazozları hiç tereddütsüz içmeleri tezat olmuyor mu?

*  *  *

İnsanların büyük çoğunluğu “Hedonism”in kölesidirler. Kendilerine lezzet veren şeylere yönelirler; ama onun ötesini düşünmek istemezler. Aksine; lezzet peşindeki bu hallerini savunmaya, kendilerini bu mevzuda haklı görmeğe ve göstermeye de çalışırlar.

Bu vesile ile, akla gelebilecek birkaç soru üzerinde durmak istiyorum:

Soru: 1- Gazozların litresinde 5g etil alkol bulunabiliyorsa, onların standardına niçin “Gazlı Alkolsüz İçecekler (Gazozlar)” standardı ismi verilmiştir? Bu Standard ismindeki “alkolsüz” kelimesi ile, sekerat (sarhoşluk) verici olduğu için bir damlasının bile vücuda ithalinin haramlığı Hadis-i Şerif’te bildirilmiş sarhoş edici alkolün  gazozların litresinde 5g bulunmasına müsaade edilmesi birbirini nakzetmiyor mu?

Cevap: Belki, Avrupa Birliği’nin o konudaki standardına uyum sağlamak ve gazozların bir oturuşta içilebilecek miktarlarının “sarhoş edebilmek” özelliği olmadığı için, o nisbetteki etil alkolü, “Gazozlar” ile ilgili standardı hazırlayanlar ve o standardı  kabul eden yetkililer “kabil-i ihmal”(!) gördükleri için, o standardın isminde “alkolsüz” kelimesini kullanmış olabilirler. Fakat o standardı hazırlayanların ve onu kabul eden yetkililerin nazarında “kabil-i ihmal” (!)  görülen gazozlardaki etil alkol nispetinin, ‘başka standart’lara (İslâmî standardlara) göre de “kabil-i’ ihmal” (!) olamayacağının ülkemizde gözden uzak tutulmaması icap ederdi. Diğer bir sebep de, “alkol” kelimesini itici bulan halkımıza gazoz üreticileri tarafından yapılacak gazoz satışlarına olumsuz tesir yapmaması için, standart ismine “alkolsüz” kelimesinin dahil edilmesi olabilir.

Soru: 2- Gazozların bileşimlerinde, niçin sekerat (sarhoşluk) verici  olan “etil alkol” bulunmaktadır?

Cevap: “Sade gazozlar” da dahil olmak üzere, bütün gazozlarda “tat veya koku verici esanslar” kullanılır. Bu esanslar, “yağ cinsinden maddeler” olup, suda çözünmezler. Bunları “suda çözünür” hale getirmek için, hem su ile ve hem de “yağ cinsinden maddeler” ile tam karışabilen “ara çözücülere” ihtiyaç olur. Bu maksatla en bol, en ucuz ve en yaygın olarak kullanılan “ara çözücü” de, “sekerat verici” olduğu için, bir damlasının bile vücuda idhali  İslâm’da haram  olan etil alkoldür. Etil alkol bunun için gazozların terkibine girer.

Kimya bilimi açısından bunun biraz daha açıklaması şöyledir: Kimyada, “benzer olanlar, birbirleriyle tam olarak karışabilirler” kaidesi vardır. En mühim ve en çok kullanılan “çözücü” de su olduğundan, suyun dışındaki bütün maddeler de “hidrofil” (suyu seven, su ile tam karışabilen) veya “hidrofob” (suyu sevmeyen, su ile tam olarak karışmayan) olarak ikiye ayrılırlar. Moleküllerinde (-OH gibi) “hidrofil grup” bulunduran maddeler, su ile “hidrofil assosiasyon” yaparak, su ile birlikte “berrak bir çözelti” verebilirler. Ayni sebeble, “hidrofob” olan “yağ cinsinden maddeler” de, moleküllerinde (-CH3 gibi) “hidrofob grup” bulunduran benzin, eter, toluen gibi çözücülerde “hidrofob assosiasyon” yaparak “berrak bir çözelti” verebilirler.

“Etil alkol” ise, molekülünde hem (-OH gibi) “hidrofil grub”, hem de (-CH3 gibi)   “hidrofob grub” bulundurduğundan; hem molekülünde (-OH gibi)  “hidrofil grup” bulunduran maddelerle “hidrofil assosiasyon” ve hem de molekülünde (-CH3 gibi)  “hidrofob grubu” bulunduran maddelerle “hidrofob assosiasyon” yaparak, aslında hidrofob oldukları için suda suda çözünmeyen tad ve koku verici esansların –gazozlarda olduğu gibi- “suda çözünebilir” hale gelmesine sebeb olan bir “ara çözücü” vazifesini görür.

*  *  *

“Karmaşık” ve anlaşılması zor gibi görünen bu kimya konusunu, aslında herkes kendisi çok basit bir deneme yaparak, o deneyin sonucunu görmekle de kolayca anlayabilir.  Şöyle ki: Bir-iki damla “yağ cinsinden (hidrofob) madde” (zeytinyağı, çiçek yağı veya diğer sıvı yağ ve esanslar) bir şişe suya ilave edilse ve o şişe içinde ne kadar şiddetle ve uzun müddet çalkalansa, berrak bir çözelti vermez. O bir-iki damla “yağ cinsi (hidrofob) madde”, biraz “etil alkol” içine ilave edildiğinde ise, kolayca çözünebilir. Etil alkol bulunamazsa, tuvalet ispirtosu veya kolonya da %75-80 etil alkol ihtiva ettiklerinden, bunların az bir miktarları da, o yağ cinsinden ve hidrofob olduğu için suda çözünmeyen bir iki damla maddeyi kolayca çözerek, berrak bir çözelti verirler. Bu berrak çözelti, bir şişe suya ilave edilirse, suyla tam olarak karışabilir (çözünür) ve suyun berraklığı bozulmaz.

İşte, tad ve koku verici esansların gazozların terkibine mutlaka girmesi gerektiği halde; o esanslar “yağ cinsinden ve hidrofob” oldukları için suda çözünmediklerinden, o esansların “berrak bir çözelti” verecek şekilde “suda çözünür” hale getirilebilmeleri için “ara çözücü” olarak etil alkolün  gazoz üretiminde kullanılması ve böylece gazozların bileşimine girmesinin sebebi, herkesin kolaylıkla yapabileceği bu deneyden kolayca anlaşılabilir.

Soru: 3- Etil alkolden başka, hem “sekerat (sarhoşluk) vericiliği sebebiyle, bir damlasının bile insan vücuduna ithali haram” olmayan, hem de insan sağlığına zararı olmayan, aynı maksatla kullanılabilecek başka “ara çözücüler” yok mudur?

Cevap: Vardır. Fakat onlar –gazozların maliyetini ve satış fiyatını etkileyebilecek kadar olmasa da- etil alkolden biraz daha pahalıdır ve asıl sebeb olarak da, gazoz imalatçılarının bunları seçip kullanmakta İslâmî hassasiyetleri yoksa, onlar etil alkolden başkasını kullanmazlar!

Soru: 4-Tat ve koku verici yağ cinsinden hidrofob maddeleri suda çözünür hale getirmek için kullanılan etil alkol, gazozların içinde “kimyevî bir değişime” uğrayarak, “sekerat verici” ve haram olmaktan çıkmaz mı?

Cevap: Etil alkol, hem “hidrofil assosiasyon” ve hem de “hidrofob assosiasyon” yaparak, “hidrofob olan yağ cinsi maddelerin” suda çözünebilmesine sebeb olur. Kimyada bunun adı “solvatasyon” olup,  bu fizikî bir olaydır. Fizikî olaylara giren maddelerin “aslî mahiyetleri” ise, o olayın sonunda değişmez. Etil alkol, gazozların içindeki tat ve koku verici yağ cinsinden maddeleri kendisi de “bir kimyevi değişime uğrayarak” çözmüş olsa idi, kendisiyle birlikte suda çözünebilir hale gelmesine sebeb olduğu esansların mahiyetlerinde ve özelliklerinde de değişimler olacaktı ve gazozların tüm çeşitlerine tat ve koku vermeleri için katılan o yağ cinsinden esansların gazozlara tat ve koku verme özellikleri kalmayacaktı.

Gazozlarda istenilen tat ve koku özelliklerinin onların üretim imalat işlemleri sonucunda  kaybolmayarak devamları, hem onların bileşimine katılan tat ve koku verici esanslarda hem de onları “suda çözünebilir” hale getirebilmek için “ara çözücü” olarak kullanılan etil alkolde “karşılıklı kimyasal etkileşim” (interaction) ile aslî mahiyetlerinde bir değişikliğin olmadığının, ”sekerat verici ve bir damlasının bile insan vücuduna ithali haram olan etil alkol”ün  gazoz üretiminin tamamlanmış olduğu son halinde de mevcut olduğunun delilidir.

Soru: 5- Son yıllarda “cola rekabeti”nin artmasının sebebi nedir?

Cevap: Her birinin piyasaya çıkışının özel bir sebebi olabilir. Bu konuda bir genelleştirme yapılması doğru olmaz. Bir “süper devlet”in kapitalizmine karşı hem kendisi tepki duymak ve hem de bu tepkiyi duyanlardan “müşteri portföyü” olarak istifade etmek, Filistin davasında taraflardan birine destek verdiği söylenen kola üretici bir firmaya karşı tepki duyarak ve o firmaya tepki duyanlara satmak için imalat yaparak kola markaları piyasaya çıkarmak, kola piyasasını kapitalizmle ve emperyalizmle savaşın mühim savaş alanlarından biri görmek ve biri haline getirmeye çalışmak, etnik sebepler v.s.

Ancak bu konuda bizim için, “cola rekabeti” yapanların bunu niçin yaptıklarından çok; “nefsimizin neyi, niçin yaptığı asıl önemli olan”dır. Yiyecek ve içeceklerden “helalini araştırıp almak”, hem kendimize ve hem de yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını karşılamakla mükellef olduklarımıza karşı temel bir vazifemizdir. Eğer “helalini araştırıp alabilmek” bize zor geliyorsa, pratik bir kolaylık olarak; helalini araştıran, seçen, yapan ve satan markaları seçmeğe çalışabiliriz.

“Allah bizleri hakkı hak bilip ona tâbi olan, bâtılı da bâtıl bilip ondan sakınanlardan eylesin. Âmin.” duasıyla insanlardaki akıllara kapı açıp, onlardaki ihtiyârı (cüz’î iradeyi) elden almayarak, bildiğim doğru bir konuyu söylemekle mükellef olduğumdan, bu konudan bahsetmiş bulunmaktayım.

Talebelik

Bir umumi vasıta ile seyahat için alınacak biletin tenzilatlı mı tenzilatsız mı olacağını belirten kelimelerle ilgili yanlış  düşünceler  var mıdır? Mesela, “tenzilatlı talebe bileti” isteyen bir yolcu “Şu mektep bitse de talebelikten kurtulsam, tenzilatı yerinde kalsın.” şeklinde; “tenzilatsız tam bileti” alan bir yolcu ise “Benim talebelikle, kitapla, dersle işim yok! Ekmeğimi elime almışım. Bana iyi para kazandıran bir işim var” şeklinde düşünür mü?

“Talebelik”, okulla ilişiğin kesilmesiyle biter mi? Alınan bir biletin “tenzilatsız” olduğunu ifade için kullanılan  “tam” sıfatını yolcunun kendine çok yönlü bir şekilde haksızca teşmil etmeye ve kendini tekamülü için çalışmaktan müstağni, kamil bir insan olarak görmeye ve göstermeye çalışmaya hakkı var mıdır?

“Kamil” ve “tam” bir insan olmanın şartı sadece bizzat ve ihtiyacı için yeterli para kazanabilmek midir? Sadece bu vasıfla yaşayana “bütün meselesini halletmiş; bu dünya hayatının gayesine erişmiş” gözüyle bakılabilir mi?

*  *  *  *

Talebelere umumiyetle “müstehlik” nazarıyla bakılır. Bazılarının, evlatlarına ilim öğrenmek fırsatını vermemelerinin sebebi, talebelik hakkındaki bu yanlış kanaatleridir. Acaba “müstehlik” olmayan insan var mıdır? Bir insanın hayatiyetinin devam edebilmesi için Kâinatın Sahibi tarafından ona verilenlerin çokluğuyla  insanın istihlâkinin yanında, insanın istihsali ne kadar azdır!

Bütün insanlar küllî manada “büyük birer müstehlik” olmak bakımından birbirlerinden pek farklılık arz etmediklerinden, istihsali nispeten az olana “müstehlik” demek icap etse, bu “müstehlik” sadece talebeler midir?

Dünya malını yerinde kullanıp ondan en iyi istifadeyi temin edebilmek için de ilme ihtiyaç vardır. Talebelerin tahsil edeceği “faydalı ilim”, aslında en büyük dünya servetlerinden daha kıymetlidir. Zira “faydalı ilim” onlara ebedî ve en büyük saadetlerin, kazançların yolunu gösteren bir “define haritası” gibidir.

 *  *  *  *

Talebe, dilimize Arapçadan gelme bir kelimedir. Bu kelimedeki “talep edilenin ne olduğu” sorusuna karşılık, umumi efkarın verdiği cevap: İlimdir.

Demek ki talebe galiben, “ilme talip olan” manasında olup aslında bu mana da mekteplilere mahsus değil, umumidir. Herhangi bir ilk, orta veya yüksek dereceli okula kayıtlı talebelikten başka bir de: “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz” Hadis-i Şerifiyle bütün insanlara ömürleri boyunca emredilen “talebelik” vardır.

Çünkü “İnsan bu âleme ilim ve dua ile tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır.” (Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)

İlimle meşguliyeti sadece “İlmiyye Sınıfı”na bırakarak faydalı ilmi öğrenmeye günlük yaşayış programında hiç yer vermeyen ve ihmal eden bir hayat seyri içinde “yuvarlanıp gitmek”ten bizi Kur’an tefsirinden nakledilen cümleler de, menediyor; insanın ömür zamanının kısımları olan günlerini çeşitli meşgalelerle doldurarak tüketirken, ilim ve dua ile tekemmüle de çalışmamasının insanlık fıtratına zıt olacağını ders veriyor.

Bu meselenin üzerinde iyice durmak, düşünmek ve muhasebesini yapmak mecburiyetindeyiz. İçimizde bizi daima hayırdan alıkoymaya ve şerre sevk etmeye çalışan, hayırdan geri durmamız ve şerre koşmamız için çeşitli gerekçeler öğreterek fikrimizi, niyetimizi, kararımızı ifsâda çalışan şeytanın varlığını da unutmamalı; bütün vakıaları ve sözleri öylece değerlendirmeliyiz.

Her insana dünyadaki imtihanları için tayin edilmiş olan ömür müddetleri, sanki iplere dizilip ellerine verilmiş tesbih taneleri gibidir. İnsanlar kendilerine verilmiş bu tesbih dizisindeki tanelerin sayısını bilmiyorlar, sonuna varmaya daha kaç tanenin kaldığını kestiremiyorlar; fakat dünya hayatları esnasında yaşadıkları her gün ister istemez o tesbih tanelerinin bir tanesini daha çekiyorlar, her gün bu dizinin sonuna biraz daha yaklaşmış oluyorlar…

Acaba biz ömrümüzün günlerine benzetilebilecek olan tesbih tanelerimizi boşa mı çekiyoruz, doluya mı? Boşa çekiyorsak, bize “Yeni baştan” denilecek ve bu tesbih tanelerinin hakkını vererek yeniden çekmek hakkı tanınacak mıdır?

Okul sıralarından geçmiş olanlar bilirler, bazı imtihanlar için birden fazla giriş hakkı vardır. Bazı imtihanlar için ise, sadece tek giriş hakkı vardır.

Misaller âlemi olan “bu dünyanın insanlar için bir imtihan yeri”, ömrün de “imtihan müddeti” olduğu anlaşılıp kabul edildikten sonra, “bu dünya imtihanına tek giriş hakkımızın olduğunu”, bize verilen ömür müddetince bu “tek giriş hakkımızı” kullandığımızı, bu imtihanın da “bir soru bir cevap” şeklinde cereyan ettiğini düşünmeliyiz.

Bu dünyadaki tüm hayat süremizde bize verilmiş akıl emanetiyle bu dünya imtihanının bir hususiyeti de, dünya hayatımız içindeki diğer imtihanların aksine olarak, “defter ve kitabın açılmasının yasak olmaması, istenen cevabın araştırılıp verilebilmesine yardımcı olabilecek her bilgi kaynağına müracaat izninin ve –onun daha da ötesinde- ısrarlı tavsiyesinin bile bize yapılmış olmasıdır.”

Ayrıca, suallerin cevabını bulmak için “imtihan yerindeki diğerleriyle konuşmak, cevabı bilenleri araştırıp onlara sormak, hattâ toplu müzakerelerde bulunmak bile serbesttir ve tavsiye edilmiştir!

Kazananlara mükafatının, kaybedenlere ise cezasının çok büyük olması, bu dünya imtihanının diğer bir hususiyetidir.

Görüldüğü gibi aslında usulleri, kaideleri hiç de ağır olmayan; mükafatı da cezası da çok büyük bir imtihanın içerisindeyiz…

Bu hayat imtihanımız esnasında bizden istenilen “ilim ve dua ile meşguliyeti” ihmâl eder ve bu en mühim imtihanımızı kazanmak için niyet, azim ve gayret göstermezsek, “imtihan olunan yerde yapılması gerekenleri yapmayarak ve yapılmaması gerekenleri yaparak imtihan vakitlerini tüketenlere” benzemez miyiz? Bizim başka herhangi bir imtihan yerinde böyle halleri göstermemiz o imtihan yerinde bulunuş gerekçemize nasıl zıt düşerse, “âkil-bâliğ birer insan olarak bir ömür boyu imtihan yerimiz olan bu dünyada bulunurken ilim ve dua ile tekemmüle çalışmayışımız” da “fıtratımıza ve hakikî insaniyet sıfatımıza” öylesine zıt ve garip bir durum arz eder.

Bu dünya hayatımız esnasında bir okulda kayıtlı olmasak bile, madem ki bize verilmiş akıl emanetiyle bu dünyada yaşadığımız müddetçe devam eden en büyük imtihanın içindeyiz; en mühim mahiyetteki bu talebeliğimizi de mutlaka bilmeli ve bu imtihanda yapmamız gerekenleri mutlaka yapmalıyız. .

“Umumî manâdaki bu talebelik”, gündüz maişetini kazanmak gibi işlerle meşgul olup gece okullarına devam edenlerin talebelikleriyle de kolay kıyas edilip anlaşılabilir. Onlar nasıl ki, muayyen bazı işleri kendilerinin ve bakmakla mükellef olduklarının maişetleri için her gün yapmakla kalmayarak bu işlerden artan zamanlarında kendilerine daha fazla bilgi ve yükselme imkanı verecek bir talebelik programına riayet ederler; bizler de -işçi, memur, esnaf, sanatkâr, tüccar ve hangi meslekten olursak olalım- günlük işlerimizden artan zamanımızı “faydalı ilimlerle meşgul olan bir talebeliğe” tahsis edebiliriz. Böylece ilimle ve bunun yanında  devam edeceğimiz dua ile, her gün bir önceki güne nazaran daha fazla tekemmüle çalışabiliriz.

Atalarımız, “Azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz.” sözünü mübalağalı olarak söylemiş ve Allah istemedikçe sadece bizim istememiz yeterli olmamasına rağmen,  insan niyet ve azim ile her gün ilimle meşguliyete de azmetmeye ve buna da zaman ayırmaya çalışmalıdır. “Vaktim yok”, “Akşamları yorgun oluyorum, dikkatimi teksif edemiyorum”, “Televizyonda haberleri ve bir diziyi seyrediyorum”.. vb. sözler bu mevzuda geçersiz bahanelerdir. Çünkü “ilimle ve dua ile meşguliyete” nisbeten çok daha önemsiz işlere günlük yaşayışında yer veren insan istese, ilimle ve dua ile meşguliyete de her gün zaman ayırabilir.

Bu dünya hayatımızda her gün birini daha geride bıraktığımız günlerimizi geçirirken, kendimizin ve bakmakla mükellef olduklarımızın maişetini, sözlü ve fiilî dualarımızla talep etmekten elbette geri kalmamalıyız. Fakat bunun yanında, “bize faydalı olan ilmi” her gün talep etmekle talebeliğimizi de  ihmal etmemeliyiz. Bu “talebeliğimizin icabı” olarak, bize ve aile efradımıza faydalı kitapları bulup günlük hayatımızın münasip zamanlarında okumalı, mevzuları üzerinde düşünmeye ve düşündürmeye çalışmalı; en yakınlarımıza öncelik vererek, onları başkaları ile de paylaşmalıyız. Bizzat -veya o mümkün olamazsa, internet vasıtasıyla- ilim meclislerine iştirak etmeli; faydasız veya günahlı konuşmalarla geçebilecek sohbetleri de “ilim meclisi” haline getirmeye ve bu şekildeki talebeliğimizi, iki cihetle “hayrı tahsille” yapmaya çalışmalıyız.
Prof. Dr. Mustafa Nutku