Etiket arşivi: Rüştü TAFRALI

Abd (Kulluk) – Rüştü TAFRALI

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ABD

1-Allahın emirlerine bağlı ciddî bir âbidin tarifi ve sahib olduğu tevekkül kuvveti şöyle beyan ediliyor:

“Âbid, namazında der: اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ اَشْهَدُ اَنْ لاَ Yani: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.)” S:19

Evet, yukarıdaki ibarede geçen Allah lafzı, ism-i câmi’ olduğundan bütün esma-i İlahiyeyi tazammun eder. Şöyle ki:

 “”Lâ ilahe illallah” kelâmı, esma-i hüsnanın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delalet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. “Lâ Hâlıka illallah”, “Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume illallah” gibi… Binaenaleyh terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.” Ms:236

2- Allah’ın Rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd olan insanın muhtelif evsafını beyan eden şu veciz ifadeye dikkat gerek:

“Hiç mümkün müdür ki: Cenab-ı Hak ve Mabud-u Bilhak, insanı şu kâinat içinde rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitabat-ı Sübhaniyesine en mütefekkir bir muhatab ve mazhariyet-i esmasına en câmi’ bir âyine ve onu ism-i a’zamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu’cize-i kudret ve hazain-i rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müştak ve hayvanat içinde en nazik ve en nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvî ve en yüksek surette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dâr-ı ebedîye göndermeyip, hakikat-ı insaniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin!” S:87

3- Abd-i azizin hususiyetleri de şöyle tarif ediliyor:

“Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zamî menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.” S:132

“İşte ey insan! Eğer yalnız ona abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkaf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun. Eğer enaniyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve davaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zaîf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde; dağdan daha ağır, taundan daha muzır olursun.” S:319

“Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.” S:328

 “Evet ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-ı Rahîm’im dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı. Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır.” S:328

4-Abd tabirinin üstünlüğü:

عَبْدِنَا : Abd lafzının nebi veya Muhammed (A.S.M.) lafızlarına cihet-i tercihi; abd tabiri, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın azametine ve ibadetin ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi, اُعْبُدُوا emrini te’kiddir ve Resul-i Ekrem hakkında vârid olan vehimleri def’etmektir ki, o zât bütün insanlardan ziyade ibadet yapmış ve Kur’anı okumuştur.” İ:93

5- Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz hükmünün hakikatı:

Evet “İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَمَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا

مِنْ دُونِ اللّٰهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rab yapmayınız!… Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.” H:61

“Evet “Şeriat-ı garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni’-i Âlem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.” H:85

Muhteva:

1- Allahın emirlerine bağlı ciddî bir âbidin tarifi ve sahib olduğu tevekkül kuvveti

2- Allah’ın Rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd olan insanın muhtelif evsafı

3- Abd-i azizin hususiyetleri

4- Abd tabirinin üstünlüğü

5- Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz hükmünün hakikatı

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Abd maddesi)

Demek mezkûr kelime-i şehadeti söyleyen, pek çok esma-i İlahiyenin tevhidini söylemiş gibidir.

Demek hakiki abd, ebedi saadete namzeddir.

Bu sebebledir ki, enaniyetli ve mağrur insan abdiyet sıfatından uzak kalıyor.

Demek hakiki abdiyeti bilen insan, çok külli bir mahiyet kazanıyor.

Yani, insan insana hâkim olamaz ve hakiki insan dahi kendini insana mahkûm görmez. Hâkimiyet yalnız Allah’ındır. İnsan eğer kâmil ise, İlahî isimlere mazhar olur ve bu mazhariyetine hürmet edilmelidir. Meşru resmî makamlar ise, İlahî hâkimiyeti icra etmek vazifedarlığı olup, ona itaat, Allah’a itaat sayılır.

Derleme: Rüştü TAFRALI

Tahiri ağabey hakkında

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

TAHİRÎ AĞABEY HAKKINDA

Tahirî Ağabeyle görüşmemizin başlangıcını net bir tazda hatırlayamıyorum. Fakat İstanbul’a geldiğinde Süleymaniye dershanesindeki küçük odamda görüştüğümü, sorduğum bir sual sebebiyle çok net hatırladığım gibi, bu görüşmedeki samimilikten de, önceden görüştüğümüzü tahmin ederim. Her nedense tarihî hadiselerimin tarihlerini net olarak bilemiyorum.

Bu küçük odamda Tahirî Ağabey’den sorduğum mes’eleye gelince: Bunun mahremane bir mesele olduğunu biliyorum fakat sualin ne olduğunu hatırlayamıyorum.

Meselemi, “Üstad’dan duyduğunuz bir şey varmı?” diye sormuştum. Verdiği cevabında: “Biz böyle mes’eleleri bilmeyiz. Ancak Zübeyir Efendi bilir. Büyük zatların bir sır kâtibi olur. Zübeyir de Üstad’ın  sır kâtibi idi. Üstad Hazretleri daha çok onunla hususî sohbet ederdi.” demişti.

Merhum ve muhterem Tahirî Mutlu Ağabeyle vefatına kadar aynı medresede beraber kaldık. Hayatı daima Nur hizmetinde geçerdi. Risale-i Nur’un tashihi, neşri ve dersi, esas teşkil ediyordu. Fuzulî ve afakî konuşmaları yoktu. Hatta Tahirî Ağabey odasında yemek yerken dahi Risale okutur dinlerdi. Ve böyle yemekte geçecek zamanı dahi ihya ederdi. Gelen ziyaretçilerden bazıları, fazlaca ve maslahatsız oturup zaman işgal ettiklerinde Tahirî Ağabey sıkılırdı. Fakat bunu hissettirmezdi. Ben de bu durumu önlemek için Tahirî ağabey’e: “Sizin hizmetleriniz var, isterseniz odanıza buyurun” diyerek odasına gitmesine yol açardım. Tahirî Ağabey de mütebessimane kalkar, selâm verip odasına giderdi. Çok iktisadlı ve nizamlı bir hayatı vardı.

Hayatları ekseriyetle medrese içinde geçmiştir. Medreseyi ihya etmeyi esas almıştı.

Teheccüd namazını ve evradını bir düstur halinde ifa ettiğine yakından şahidiz. Bir kerre, teheccüd vakti bir hususu sormak için odasına girdim. Minderinde kıbleye doğru oturmuş, elindeki Hizb-ül Hakaik’ı, tarif edemiyeceğim bir hazin ve hafif sesle okuyor, gözlerinden damlalar akıyordu ve simasında bir nuraniyet vardı. Bana baktı, tebessüm etti. Ben, “peki sonra konuşuruz” mânâsında el işâretiyle konuşmayacağımı bildirip, rahatsız etmeden dışarı çıktım. Sonra bana bu zikirlerin mânevî halâvetinden bahsetti.

Tahirî Ağabey bu teheccüdden sonra sabah namazını kıldırır, tesbihattan sonra da sabah dersini başlatırdı. Sıra ile herkes okur ve böylece kuşluk zamanına girilirdi. Tahirî Ağabey biraz daha hizmete devam eder, ekseriya öğleden öncesi, bazanda öğlen sonrası bir miktar uyurdu ki, buna kaylule denir.

Tahirî Ağabey bir ara Nurtaşın’da ve Bayezid’de kaldı ise de, bunun mahiyeti hakkında durmayacağım. Bayezid’den asıl medresesi olan Tevruz dershanesine beni ağlatan gelişinden de bahsetmeyeceğim.

Tahirî ağabey, Nur’un fedakârlarına karşı çok mütevazi idi. Bir defasında Haseki dershanesi devresinde ben abdest alıp odama dogru giderken baktım Tahirî ağabey havluyu iki elinin üzerine alarak, ayakta bana havlu tutuyor. Birden şaşırıverdim. Hz. Üstad’ın vârisi, saff-ı evvel faziletine sahip ve benden 35 yaş büyük olmasına rağmen bu hareketi, bizi eritip yumuşatıyordu.

Şahsî münasebetlerde böylesine tam tevâzu ve tefanî sırrına göre hareketleriyle beraber, hizmet düsturlarına uymayan bazı hallerde, gayret-i diniyesinin neticesi olarak gayetle üzüldüğü ve hatta hiddet ettiği de görülürdü.

Has dairenin hizmet ehlini dünyaya, makama ve geniş dairenin şa’şaalı faaliyetlerine teşvik ettiklerini hiç görmedim.

Risale-i Nur ve Üstad Hazretlerinden aldıkları ders ve terbiye neticesi olarak hizmet hayatları ciddî bir nizam içinde cereyan ederdi. Bugünkü hizmeti sonraya bırakmak gevşekliğini hiç sevmezler, o hizmeti anında ifa ederler ve ettirirlerdi. Bu hususta bir hâtıram:

İkindi namazı ve dersinden sonra Tahirî Ağabey’in isteği üzere bazan beraber oturup hizmet ve Risale-i Nur’a ait bazı mes’eleleri tezekküren sohbet ederdik. Bir kere de lâhika mektublarının mânâ ve ehemmiyetine dair konuştuk. Emirdağ Lahikasının başındaki takdim yazısının 7. parağrafından sonraki parağraflarda da temas edildiği gibi, cemiyette zamanla ortaya çıkan bazı hâdiseler karşısında istikametli hâreketi ta’yin edip neşretmekle Nur cemaatının hizmet birliğini korumak, münâfıkların planlarına karşı gerekli ikazları yapmak ve hizmet-i imaniyenin ve o yoldaki fedakârlığın ve keyfiyet hususiyetlerinin ehemmiyetini beyanla teşvik etmek ve böylece haslar dairesinden Nur cemaatı içinde mânevî disiplin ve istinad noktasını göstermek gibi çok ciddi hikmetleri bulunan lâhikaların neşrinin Risale-i Nur’da bir esas olduğu mânâsında hayli konuştuk. Bunun üzerine Tahirî Ağabey: “Ahî, parası benden, hemen git teksir makinası al” dedi. Ben: “Bu saatte büyük mağazalar kapanır, yarın bakarız” dedim. Ağabey ise: “Hayır şimdi gideceksin” dedi. Ben de hemen harekete geçtim.

Tahirî Ağabey, medrese hayatı beraberliğinde de nizam ve disiplinli idi. Namazlar tam vaktinde ve cemaatle kılınır. Namaza yakın, yani namazı biraz geciktirecek şekilde sofra kurulamaz. Bir hizmet olmadıkça medrese ehli, keyfine göre dışarılarda gezemez. Sabah ve ikindi dersleri, tam bir nizam altında icra edilir, abdest alan ıslak ayaklarla halılara basamazdı. Dersanede gıybet yasağını ilân eden levhası, odasında asılı dururdu. Sabah namazına yakın dershane ehlinin namaza hazır olmalarını nizam altına almıştı. Yemekler muayyen vakitlerde cemaatle yenirdi. Namazlarda sarıkcübbe ve tâdil-i erkân icra olunur, takva ve azimete riayet edilirdi. Cerrahpaşa semtinde iken altımızdaki daireden bir kiracı, bizim dairenin balkon direğine televizyon antenini bağlamıştı. Tahirî Ağabey, ev sahibine şikâyet edip anteni derhal kaldırttı. Bu Ağabey, medresede fuzulî ve mâlâyani sohbetler, lâübaliyâne şakalar ve gülmeleri sevmezdi. Medresede bu nizam ve disiplini, iyi yetişmek için elzem görüyorum.

Bu Ağabeyin en ehemmiyetli mes’elesinin birisi de, Risale-i Nur’da gösterilen prensip ve düsturlara, yani Emirdağ Lâhikası 73’de ifade edildiği gibi “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” hareket etmeye cehd gösterirler, sadakatı esas alırlardı.

Tahirî Ağabeyin takvaazimet ve ahkâm-ı Kur’aniyeye ve Risale-i Nur ve Üstad’a olan teslimiyetindeki hassasiyeti ileri derecede idi. Zübeyir Ağabey ise, bu sıfatlara sahib olmakla beraber, daha çok nifak cereyanına karşı tayakkuzu ve müdebbirliği ve bu cihetteki hassasiyeti ve Hz. Üstad’dan aldığı anlaşılan feraseti çok üstün derecede idi.

Rüştü Tafralı

İslam prensipleri ansiklopedisi

İSLÂM PRENSİPLERİ ANSİKLOPEDİSİ

 

3033- RIZK  رزق : Yiyip içecek şey. Maddi, manevi ihtiyaca lâzım olan nimet. Allah’ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet. (Bak: HırsNi’metŞükr)

3033/1- Bediüzzaman Hazretleri rızk ve maişetin istihsali için helâlinden çalışıp kazanmanın meşru yollarını hülasaten şöyle ifade eder:

“Maişet için tarik-i tabiî ve meşru ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticarettir.” (Mün. 32)

Şeriatın beyan ettiği mezkûr üç nevi maişet yolu, Büyük İslâm İlmihali’nde şöyle izah edilir:

“Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların efdali, evvela cihad yoludur. Sonra ticarettir, sonra ziraattır. Bazı zevata göre, ziraat ticaretten efdaldir. Daha sonra da san’attır…”

Bu zikrolunan meşru kazanç, dört sınıf olarak beyan ediliyor:

3033/2- Birincisi: “Herhangi bir müslim için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri iaşeye ve (eğer borcu varsa) borçlarını ödemeye yetişecek miktar helâlinden kesbde bulunmak bir farzdır. Nitekim bir Hadis-i Şerif’de: “Her Müslim üzerine helâli aramak vacibdir” buyurulmuştur.1

3033/3- İkincisi: “Fakirlere yardım, gariblere (Garibler için bak: 1289,1750.p.lar) iyilik yapmak için kifâyet miktarından fazla kesb, memduhtur, müstahsendir.2 Böyle bir kazanç nafile ibadetten efdaldir. Çünki bunun faidesi başkalarına şâmildir.3

3033/4- Üçüncüsü: “Geniş bir dirliğe ermek, fazla mütena’im olmak için daha ziyade miktarda kesb, mübahtır.”4

3033/5- Dördüncüsü: “Halka karşı tekebbür ve tefahurda bulunmak için yapılan kesb haramdır. Velev ki helâl bir yolda yapılmış olsun. Nâsa karşı serveti ile, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın âhirette Hak Tealâ Hazretlerinin gazabına uğrayacaklardır.” (B.İ.İ. shf: 417)

Bir rivayette şöyle buyruluyor: طَلبُ كَسْبِ الْحَلَالِ فَرِيضَةٌ بَعْدَ الْفَرِيضَةِ Yani: Helâl kazanç talebinde bulunmak, farzdan sonra farzdır. (.E. 312 ve K.H. 1671, 1929)

Âhirzamanda İslâm’ın maddî varlığı ve dinin muhafazası ve i’lâsı (israfa, sefahete ve şahsî menfaat hissine vesile yapmamak şartıyla) teknik imkânlar ve iktisadî kuvvet ile korunabileceği ehadiste haber verilir. (Bak: R.E. 59/15, 105/6) Fakat bu tarz rivayetlerin beyan ettikleri terakkinin (mevzumuzla alâkalı umum bahisler ve dersler müvacehesinde) müslüman ekseriyetin şahsî menfaatının terkiyle hamiyet-i diniyeye sahib olacakları devrede zuhur edeceği anlaşılıyor. Fitne zamanında ekseriyetle zenginlik, sefahete; fakirlik, derd-i maişetten gelen gafletle dünya hayatının âhirete tercih edilmesine sebebiyet verdiği görülmektedir. (Bak: 719,720.p.lar.)

Demek cemiyette iktisadî refahtan önce, dinî salâhat gerekiyor. Esasen bu refah ve salâhat da, İslâm milletlerinde ancak diyanet ile mümkündür. Bediüzzaman Hz. bu mes’ele hakkında şu ikazı yapar:

“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki; müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar. Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki baki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bakiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te’sisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.” (L.122)

Kur’an umum zaman ve mekânlara hükmettiği cihetle, Kur’anın hakikatlarını izhar ve beyan eden Bediüzzaman’ın eserlerindeki hakaik de küllîdir, gelecek zamanlara da şâmildir ve en mükemmel cemiyetlere de ders verir. Bu itibarla Külliyat-ı Nur’un bazı beyanlarına, makamlarına göre bakılmalıdır. Meselâ ekseriyetin dünyevî  ve şahsî menfaatlere sarıldığı bir cemiyette, âhirete teşvik etmek gerekiyor. Dünyasını âhiretine vesile yapabilen kâmil bir İslâm  cemiyetinde ise -şer’î müvazenesi ile olmak şartıyla- teknik terakki tavsiye edilebilir. İşte Risalelerde görülen dünyanın imarına ve terakkiye teşvik eden beyanlarla, dünyadan geri çeken ikazlara ve derslere, makamlarına göre bakılmazsa hakikat iltibas olunur. Bu iki tarz beyanlardan bazı nümuneler aşağıda dercedildi.

3033/6- Meselâ : Bediüzzaman Hazretleri, terakkiye teşvik ettiği Eski Said devresinde, yani Osmanlı Devleti’nin son devresinde sorulan bir sual ve terakki ve çalışmaya teşvik eden cevabı:

“S- Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziyye bil’âkistir. Hikmet nedir?

C- İki sebebi biliyorum:

Birincisi: لَيْسَ ِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى ( 53:39 ) olan ferman-ı Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa’y ve اَلْكَاسِبُ حَبِيبُ اللّٰهِ olan ferman-ı Nebevîden müstefad olan şevk-i kesb; bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü. Zira i’lâ-yı Kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya مِنْ حَيْثُ هِىَ مَزْرَعَةُ اْلاٰخِرَةِ cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurun-u vusta ve kurun-u uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hatta biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakiki ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki: Biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tenbelâne; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibarıyla gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minâne tevekküldür.) ikisini birbiriyle iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelanı kırdılar; o şevki de söndürdüler.” (Mün.37)

3033/7- Terakkiye ait bir başka misal:

“Madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillû, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm ni’metten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, ruy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ

(67:15) deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” (S.257)

3033/8- Bediüüzzaman Hz.nin terakkiyata dair buna benzer pek çok beyanları vardır. Fakat, insanlar salih olmazlarsa, maddî ve teknik imkanlarla zulüm ve sefahete girdikleri; fakir olunca da derd-i maişette boğuldukları, dinde haber verildiği gibi, bilmüşahede de görülmektedir. Bunun için Bediüzzaman Hz. yine dinin haber verdiği üzere, evvela insanların iman-ı kâmil ve sâlih olmalarını birinci derecede ele alarak tahkikî iman ve takvada tahşidat yapmış; dünya hayatını âhirete tercih ettiren ve sefahete iten bu asrın fitnesinden daima ikaz etmiş ve önceki parağrafta nümunesini gördüğümüz gibi İkinci Meşrutiyette terakkiyata teşvik ederken daha sonraları bu teşvikten vazgeçip inzivaya çekilmiştir. (Bak: 22842288.p.lar)

İşte Risale-i Nur Külliyatı’nda Kur’anda beyan olunduğu üzere, dünyanın imarına ve terakkiyata teşvikle beraber, daha çok ve tekrarlı bir şekilde dünyadan men edici (Bak: Dünyaderslerin bulunması, zâhiren tenakuz gibi görünürken, hakikatta tam bir belâgat olup mutabık-ı hâldir. Yani fâsık ve kâmil insan ve cemiyetlere göre bu teşvik durumu da değişir.

Mevzumuz içinde zikri gereken diğer ehemmiyetli bir husus da şudur ki: İnsanların çoğu dünyayı imar ederlerken, az bir kısmı da emr-i Kur’anî olarak münhasıran diyanete hâdim olmalı ve dünya işlerine girmemeli ve girmemeleri için de fırsat ve imkân verilmelidir. (Bak: 8958/1,2477/1.p.lar)

3033/9- Şimdi dünya hayatına dalıp gaflete düşmekten ikaz eden  birkaç dersi görelim:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ* اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

Şu âyet-i kerimenin zâhir manası, çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’anın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz..

İkinci Vecih: İnsan rızka çok mübtelâ olduğu için, rızka çalışmak baha-nesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: “Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz, netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim, sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip, ubudiyeti terketmeyiniz!” (L. 268)

“İ’lem: Ey müslümanları dünyaya davet eden gafil bil ki:  Hata ediyorsun. Evet ey gafil, zannediyor musun ki, insanın dünyaya gelmesinden maksud-u bizzat, yalnız dünyanın imareti ve sanayiin ihtiraı ve rızkı tahsil, vesaire gibi dünyaya ait şeylerdir. Halbuki kâf ve nûn mabeyninde emri cari olan Sahib-ül Mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına ve insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanıma; hem de vücud ve kevn ve vakide olan herşey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لاَتَحْمِلُ رِزْقَهَۗا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْۘ

Hem acaba zu’m ediyor musun ki; seni sun’-u hâlikanesiyle yapan ve her zaman vücudunun tazelenmesiyle daima seni ve sende değişmekte olan zerrat-ı vücudunu san’at içinde halkeden bir zât, onun nizam-ı mülkü içinde senin yaptığın tasniâtına veya kendi tasarrufatı içindeki faaliyetinde senin tavassutuna muhtaç olsun.

Evet beşerin eliyle yapılan bütün masnuat, bir tek ağacın yahut tek bir arının hilkatına veyahut bir tek gözün veya bir lisanın san’atına müsavi gelmediğini görmüyor musun?” (M.Nu 329)

“Rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat, rızk ikidir:

Biri Yaşamak için hakiki ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hatta o kadar muntazamadır ki; bedende yağ vesaire suretinde iddihar olunan fıtrî rızk, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır. Hayatını idame eder. Demek yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler, rızıksızlıktan değil, belki su-i i’tiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.

İkinci kısım rızık: İ’tiyad, israf ve su-i istimalât ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sün’î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbanî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.” (Ş. 173)

3033/10- “وَمَا هذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye sarfediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarfetmek gerektir.” (M.N. 223)

“Madem iş böyledir. Vazife-i asliyeni yaptıktan sonra, seni istimâl ettiği vakit, O’nun hesabıyla çalış, O’nun namıyla başla. İzin verdiği dairede amel et. Eğer vazife-i asliyen olan ubudiyetle vazife-i ârıziye muaraza etseler, sen vazifene bak. Ötekini, sahib-i hakiki olan Cenab-ı Hakk’a tefviz et.” (N.İ.K. 51)

3033/11- Bediüzzaman Hazretleri, âhirzaman fitnesinin manevi tahribatını tamire çalışan manevî cihad ehlini, dünyevî mes’elelerle meşgul etmenin çok yanlış bir hareket olacağını bir hâdise münasebetiyle şöyle beyan eder:

“Bugünlerde benim yanıma müteaddid ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesad ve muvaffakiyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakiyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.

Ben, bunlara ne edeyim ve ne diyeyim? diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünki: Yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.” Evet hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fani kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.” (K.L. 124)

3033/12- Müdde-i Umuminin bir iddiası:

“Hiçbir iş ile meşgul olmayan…

Cevap: Risale-i Nur’un te’lifi ve tashihi ile olan büyük meşgaleyi görmemesi, bu yanlışını herkese gösteriyor.” (Ş.406)

“Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şâhidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem manevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin ceb feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.” (L.173)

“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmağa çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mes’ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara mâlâyani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddi alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!” (Ş.340)

3033/13- Dünyanın imarına ait olan teknik vasıtalar ve hârika keşfiyatların lisan-ı hal ile ileri sürdükleri ehemmiyet derecelerine karşı, hakiki vazife-i insaniye olan ubudiyetin verdiği cevab şöyle dile getiriliyor:

“Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki, programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibarıyla şu fani dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise; hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zatlara şu remz ve işarât-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.” (S.266) (Bak: Terakki)

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun? Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.” (S.271)

3034- “Nasılki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahim’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahim, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o latifelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ: Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü, ötekiler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarı olur; iman ile istifade eder…

3035- Bu kâinatı yaratan Zat-ı Kadir-i Hakîm, nasılki kâinattan hayatı bir hülasa-i camia olarak halkedip, umum maksadlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak… iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zihayatta halkederek… hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnetdarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

3036- Meselâ: Çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhaniler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddi âlemi dahi,hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını ziruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tenbellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan ta’yinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hacetlerini koşturacaktı.” (Ş.174)

3037- Hem “ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında Kaza ve Kader-i Ezelî’nin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zihayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez. Ve her ziruhun rızkı tayin ve tahsis edilip Kaza ve Kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.

Meselâ: Koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîz’in hikmetli kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan safi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kat’i bir surette red ve bir Rezzak-ı Alîm-i Rahim’in şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kat’i gösteriyor. Bu iki cüz’î misale bütün zihayat, ziruh kıyas edilsin.

Demek hakikatta hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese göre bir taayyün içinde mukadderat defterinde kaydedilmiştir. Fakat gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve mübhem ve gayr-ı muayyen ve zahiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor.

Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsa idi; yarı ömür gaflet-i mutlakada ve âhirete çalışmamakla zayi olup, yarı ömürden sonra hergün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hatta dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış.

Rızık ise; hayattan sonra ni’metlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem’iyetli bir madeni olmasından, suret-i zahirede mübhem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Ta her vakit Rezzak-ı Kerim’in dergahına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın. Yoksa muayyen olsa idi, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirane, minnetdarane ricalar, dualar, belki mütezellilane ubudiyet kapıları kapanırdı.” (Ş.649)

3038- Hem (29:60) (51:58)“وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ ٭ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ âyetlerinin sırrınca: Rızık, doğrudan doğruya Kadir-i Zülcelal’in elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Herbir zihayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbanîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek, olmamak lâzım gelir. Halbuki zahiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor. Şu hakikatın ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbanî hakikattır. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünki o Hakîm-i Zülcelal, zihayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. Hatta bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder. İstikbalde hariçten rızık gelmediği zaman, sarfedilmek üzere bir ihtiyat  zahîresi hükmünde bulundurur.

3039- İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek, rızıksızlıktan değildir. Belki su-i ihtiyardan tevellüd eden bir âdet ve o su-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyorlar. Evet zihayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızık-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hatta bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhani neticesinde iki kırkı geçer. Hatta bir adam, şedid bir inad yüzünden Londra mahpushanesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle, hiçbirşey yemeden hayatı devam ettiğini, onüç-şimdi otuzdokuz-sene evvel gazeteler yazmışlar. Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor ve madem Rezzak ismi gayet geniş bir surette ruy-i zeminde cilvesi görünüyor ve madem hiç ümid edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pürşer beşer su-i istiyariyle müdahale edip karışmazsa, her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel,  o zihayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyle ise açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyyen rızıksızlıktan değildir. Belki “Terk-ül âdât min-el mühlikât” sırrıyla, su-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyle ise: Açlıktan ölmek olmaz, denilebilir. Evet bilmüşahede görünüyor ki: Rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Meselâ: Daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-i maderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor. Sonra dünyaya geldiği vakit iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir derece istidadı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddi ve hazmı en kolay ve en latif bir surette ve en acib bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor. Sonra iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peyda ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nazlanmağa başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı, rızkı takib etmiye müsaid olmadığı için, Rezzak-ı Kerim, peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor. Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül eder, o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur. Der: “Gel beni ara bul ve al!” Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Hatta çok risalelerde beyan etmişiz ki: En ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar, daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.” (L.62-64)

3040- Hem “(11:6) اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ sırrıyla, وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا sarahatıyla; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd ediyor. Evet, rızık ikidir:

Biri hakiki rızıktır, onunla yaşıyacak. Bu âyetin hükmü ile o rızık, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.

3041- İkincisi: Rızık-ı mecazidir ki, su-i istimalat ile hacat-ı gayr-ı zaruriye hacat-ı zaruriye hükmüne geçip görenek belasiyle tiryaki olup, terkedemiyor. İşte bu rızık, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip, zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır. Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acib bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

Çünki اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmiyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.” (L.142)

3042- Hem “şimdi malda ve rızıkta hileler ile, su’-i istimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahib olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı; ya zulüm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.” (E.L.I33)

3043- “Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Haktır; O hem Rahim, hem Kerimdir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir.

Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs ile, gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.

Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zaif damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar; geçen hakikatı düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle te’min ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı te’min eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil binkat fazla fiat istiyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” (M.418) (Bak: 990.p.)

3044- Hem “rızık-ı helal, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’i; iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekavetsiz balıkların semizliği ve zekavetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zaifliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.”  (S. 64)

3045- Kur’anda rızıkla alâkalı çok âyetler vardır. Ezcümle aşağıdaki (51:56-58) âyetlerindeki mana inceliği hakkında Bediüzzaman Hazretleri bazı mühim vecihlerini şöyle beyan ediyor:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ* اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

“Şu âyet-i kerimenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’anın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz.

Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendisine isnad eder. İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez” manasında, “Ben sizi ibadet için halketmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a ait it’am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gayet bedihi bir malumu i’lam kabilinden olur; i’caz-ı Kur’anın belagatına uygun gelmez.

3046- İkinci Vecih: insan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki:

“Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, adeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz!” Eğer bu mana olmazsa, Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihi ve malum olduğundan, i’lam-ı malum kabilinden olur. İlm-i belagatta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malum ve bedihi ise, o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Meselâ, sen birisine desen: “Sen hâfızsın.” O malumunu i’lam kabilinden olur. Demek maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte bu kaideye binaen âyet, Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am etmeyi nefyetmekten kinaye  olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”

3047- Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasılki (112:3) لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ zahir manası malum ve bedihi olduğundan, o mananın bir lâzımı muraddır. Yani: “Valide ve veledi bulunanlar İlah olamazlar” manasında ve Hazret-i İsa (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın, لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ  gayet bedihi ve malum hükmettiği gibi, aynen onun gibi; bu misalimizde de “rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, İlah ve Mabud olamazlar” manasında Mabudunuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller demektir.” (L. 268)

3048- Elhasıl: Herbir canlının varlığı ve hayatiyetinin devamı ve mukadder kemalatına vasıl olması için muhtaç olduğu -maddi ve manevi- her türlü ihtiyaçları demek olan rızkı, Allah’dan başka hiçbir kimsenin vermeğe iktidarı olmaz. Ancak şu cihet var ki:

Allah’ın halkettiği sayısız ni’metlerin kıymetlerinin bilinmesi ve hamd ve şükür etmek vazifesinin unutulmaması gibi pekçok hikmetler için, rızkın elde edilmesini Cenab-ı Hak zahiren sebeblere bağlamış ve o sebeblere göre lâzım gelen çalışmaya insanları mükellef kılmış ve onları, çalışmadan fıtrî bir tarzda rızıklandırdığı ana karnındaki yavrular veya ağaçlar gibi rızıklandırmamıştır. Eğer hayat için gerekli bir nimet olan güneşin, belli vakitlerde doğup batması gibi, insanların diğer rızıkları dahi öylesine muayyen olarak verilse idi veya her an muhtaç olduğumuz hava gibi gayet bol olsa idi, şimdi nasıl ki büyük bir ni’met olan güneşin doğması için Cenab-ı Hakk’a dua ve iltica etmek ve doğduğu  zaman şükretmek çok defa yapılmadığı gibi, bu ni’metlere karşı dahi vazife-i asliye olan hamd ve şükrü ve Cenab-ı Hakk’a ilticayı ekser halk çok kere unutmuş, gaflet ve isyana dalmış olurlardı.

Evet وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا فِى اْلاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَايَشَٓاءُۜ ( 42:27 ) gibi âyetlerden anlaşılıyor ki; eğer rızık -havanın her yeri kapladığı gibi bol verilseydi-, insanlar şükrü unutup isyana dalacaklardı. Kur’an müteaddid âyetlerde de bu hakikatleri mükerreren bildirir.

Bir atıf notu:

-Lüks ve konforlu hayatın gaflet verdiğine dair bir âyetin işareti, bak: 2289.p.

3049- Rızkın insalar arasında müsavi olmaması ve zengin fakir sınıflarının bulunması da hikmetlidir. Zira iyilik eden ve edilenler arasındaki beşerî hayat ve iş münasebetlerinde adalet, şefkat, muhabbet, hürmet ve itaat gibi seciyeler, bu iki sınıfın bulunması ile tezahür edebilir. Eğer zengin fakir sınıfları bulunmasaydı, beşerin mezkûr  yüksek seciyeleri tahakkuk etmezdi. Meselâ acınacak kimseler olmazsa, acıyan da olamaz. O halde şefkat hissinin ortaya çıkıp bilinmesi elbette mümkün olmazdı ve hakeza… Âlemde büyük ölçüde hakaik-i nisbiye hükümrandır.

Nitekim, bu hakikat Kur’anda (43: 32) âyetinde pek derin ve küllî manasıyla ifade ediliyor.

Ancak şu cihet var ki; sebebler arasında hükmünü icra eden hikmet-i İlahiyenin mezkûr tecellisini idrak etmek, ancak iman şuuru ile olur. Yoksa maddi sebebler içinde boğulan insan aklı, bu hakikatları idraktan âcizdir. 34. Surenin 36. âyeti ve 39. Surenin 52. âyeti derin ve küllî manasıyla bu hakikatı da ders veriyor.

3050- Evet yerlerde ve göklerdeki bütün fıtrat kanunlarına sahib olmayan ve küreleri döndürüp mevsimleri getiremeyen, Güneş’i halkedip Arz’a bakan vazifelerinde tavzif edemeyen; rızık olarak bir elmayı dahi yapamaz. Çünki her şey gibi bir tek elma dahi bahar tezgahında yapılır. Öyle ise, her bir canlının rızkını vermek sadece kâinatın sahibine hastır. Yağmur duası hakkında sorulan bir suale verdiği cevabın bir kısmında bu hakikatı gayet güzel ifade eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir, fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun ta’yinini veren, babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayinini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da -daima aç olduğu vakit validesine yalvarmağa alışmışken- o yağmur duasında küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir zat; hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faidesi olmaz. Öyle ise ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.” (E.L.I 32) (Bak: 2842, 28432844.p.lar)

1  طَلَبُ الْحَلَالِ وَاجِبٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ

2Yani ihtiyacat-ı zaruriyeden fazla olan kazanç, hayr u hasenat için olması halinde müstahsen olunca, bu çalışma, dinî hizmete takdim hakkını kazanmaz. Zira cihad-ı manevî olan dinî hizmetler, bu zamanda farz-ı ayndır ki, çok şeylerden önce tercihi gerekiyor. Bediüzzaman Hz. bu mevzuda şöyle diyor:

“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur, belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.” (H.Ş.143)

Bediüzzaman Hz. diğer bir beyanında ise: Tahrib kolay olduğundan bu zamanda yüzbinler tamiratçının ve millet ve hükümetin kendine yardım etmesinin zarureti ve ehl-i imanın da dine hizmeti dünya işlerine tercih etmelerinin vâcib, yani terkedilemeyen bir farz ve mükellefiyet olduğunu beyan eder. İfade aynen şöyledir:

“Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyede, bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zaruri iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacib iken…” (E.L. 51)

“Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.” (K.L.105) diyerek, bu fitne asrında umum müslümanlar için dinî hizmetin elzemiyeti sarahaten ilân edilmektedir. Demek maişette ihtiyacât-ı hakikiyeden fazla olan kazancın tercihi, 3033/3.p.da beyan olunduğu üzere ve kazanç da meşru olmak şartiyle hem vesile-i hizmet-i diniye cihetiyle ve bir nevi taksim-ül a’mal kaidesi manasında olabilir. Bu tercih hususu, mü’minin kendi ihtiyar ve diyanetine bağlıdır. Ondan maddî yardım taleb olunmaz.

Mevzumuzla alâkalı bir atıf notu: Dünya işleri cihada mani olmamalı: Bak, 573,574. p.lar.

Mezkûr ikinci kazanç şekline bir örnek mânasında olarak, Bediüzzaman Hazretleri’nin Dar-ül Hikmet’te aldığı maaşın fazlasını, millete iade etmesi. Bak: Emirdağ Lâhikası-1 shf: 24 ve A. Badıllı Tarihçe shf: 458 (Hazırlayanlar)

3Bir hadis-i şerif: “Salih insan için salih mal ne güzeldir.” mealindedir. K.H. 2823 Kesb ve iktisabın farkı için: Bak, 23402342.p.lar. (Hazırlayanlar)

4Yani sefahet ve asrîliği terk ile meşru dairede yaşayanlar için, bu kazancın günahı ve sevabı olmuyor demektir. Fakat 3033/3.p.da anlatılan şekilde olsa, bir nevi ibadet olur. (Bak: 2793.p.) (Hazırlayanlar)

5K.H: hadis: 1640

 

Rüştü TAFRALI

www.NurNet.org

Dünyevi kazanç ve hizmet-i diniye

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

 

KAZANÇ VE HİZMET1

DÜNYEVÎ KAZANÇ VE HİZMET-İ DİNİYE

Bediüzzaman Hazretleri rızk ve maişetin istihsali için helâlinden çalışıp kazanmanın meşru yollarını hülâsaten şöyle ifade eder:

“Maişet için tarîk-ı tabiî ve meşru ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticarettir.” (Mün:32)

Şeriatın beyan ettiği mezkûr üç nevi maişet yolu, Büyük İslâm İlmihali’nde şöyle izah edilir:

“Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların efdali, evvelâ cihad yoludur. Sonra ticarettir, sonra ziraattır.

Bazı zevata göre, ziraat ticaretten efdaldir. Daha sonra da san’attır…”

Bu zikrolunan meşru kazanç, dört sınıf olarak beyan ediliyor:

Birincisi: “Herhangi bir müslim için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri iaşeye ve (eğer borcu varsa) borçlarını ödemeye yetecek miktar helâlinden kesbde bulunmak bir farzdır. Nitekim bir Hadis-i Şerif’de: “Her Müslim üzerine helâli aramak vâcibdir.” buyurulmuştur.”1

İkincisi: “Fakirlere yardım, gariblere (Garibler için bak: 12891750. P.lar) iyilik yapmak için kifâyet miktarından fazla kesb, memduhtur, müstahsendir.Böyle bir kazanç nafile ibadetten efdaldir. Çünki bunun faidesi başkalarına şâmildir.3

Üçüncüsü: “Geniş bir dirliğe ermek, fazla mütena’im olmak için daha ziyade miktarda kesb, mübahtır.”4

Dördüncüsü: “Halka karşı tekebbür ve tefahurda bulunmak için yapılan kesb haramdır. Velev ki helâl bir yolda yapılmış olsun. Nâsa karşı serveti ile, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın âhirette Hak Tealâ Hazretlerinin gazabına uğrayacaklardır.” (Büyük İslam İlmihali sh.417)

Bir rivayette şöyle buyruluyor :طَلبُ كَسْبِ الْحَلَالِ فَرِيضَةٌ بَعْدَ الْفَرِيضَةِ

Yani: Helâl kazanç talebinde bulunmak, farzdan sonra farzdır. (Râmuz-ul Ehadîs 312 ve Keşfül Hâfa 1671, 1929)

Ahirzamanda İslâm’ın maddî varlığı ve dinin muhafazası ve i’lâsı (israfa, sefahete ve şahsî menfaat hissine vesile yapmamak şartıyla) teknik imkânlar ne iktisadî kuvvet ile korunabileceği ehadiste haber verilir. (Bak:Râmuz-ul Ehadîs 59/15, 105/6) Fakat bu tarz rivayetlerin beyan ettikleri terakkinin (mevzumuzla alâkalı umum bahisler ve dersler müvacehesinde) müslüman ekseriyetin şahsî menfaatının terkiyle hamiyet-i diniyeye sahip olacakları devrede zuhur edeceği anlaşılıyor. Fitne zamanında ekseriyetle zenginlik, sefahete; fakirlik, derd-i maişetten gelen gafletle dünya hayatının âhirete tercih edilmesine sebebiyet verdiği görülmektedir. (Bak: 719720. p.lar.)

Demek cemiyette iktisadî refahtan önce, dinî salâhat gerekiyor. Esasen bu refah ve salâhat da, İslâm milletlerinde ancak diyanet ile mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri bu mes’ele hakkında şu ikazı yapar:

“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, “Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.” Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.  اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.

İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te’sisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.” (L:122)

Kur’an umum zaman ve mekânlara hükmettiği cihetle, Kur’an’ın hakikatlarını izhar ve beyan eden Bediüzzaman’ın eserlerindeki hakaik de küllîdir, gelecek zamanlara da şâmildir ve en mükemmel cemiyetlere de ders verir. Bu ittibarla Külliyat-ı Nur’un bazı beyanlarına, makamlarına göre bakılmalıdır. Mesela ekseriyetin dünyevî ve şahsî menfaatlere sarıldığı bir cemiyette, âhirete teşvik etmek gerekiyor. Dünyasını âhiretine vesile yapabilen kâmil bir İslâm cemiyetinde ise -şer’î müvazenesi ile olmak şartıyla- teknik terakki tavsiye edilebilir. İşte Risalelerde görülen dünyanın imarına ve terakkiye teşvik eden beyanlarla, dünyadan geri çeken ikazlara ve derslere, makamlarına göre bakılmazsa hakikat iltibas olunur. Bu iki tarz beyanlardan bazı nümuneler aşağıda dercedildi.

Mesela: Bediüzzaman Hazretlerinin terakkiye teşvik ettiği Eski Said devresinde yani, Osmanlı Devletinin son devresinde sorulan bir sual ve terakki ve çalışmaya teşvik eden cevabı:

S- Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bilakistir. Hikmeti nedir?

C- İki sebebi biliyorum:

Birincisi: لَيْسَ لْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى olan ferman-ı Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa’y ve اَلْكَاسِبُ حَبِيبُ اللّٰهِ  olan ferman-ı Nebevîden müstefad olan şevk-i kesb, bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü. Zira i’lâ-yı kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya

  مِنْ حَيْثُ هِىَ مَزْرَعَةُ اْلاٰخِرَةِ cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurûn-u vustâ ve kurûn-u uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hattâ biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakikî ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tenbelane; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibariyle gerdendade-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minane tevekküldür) ikisini birbiriyle iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen veخَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelanı kırdılar; o şevki de söndürdüler.” (Mün:37)

Terakkiye ait bir başka misal:

“Madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” (S:257)

Bediüzzaman Hazretlerinin terakkiyata dair buna benzer pek çok beyanları vardır. Fakat, insanlar salih olmazlarsa, maddî ve teknik imkânlarla zulüm ve sefahete girdikleri; fakir olunca da derd-i maişette boğuldukları, dinde haber verdiği gibi, bilmüşahede de görülmektedir. Bunun için Bediüzzaman Hazretleri yine dinin haber verdiği üzere, evvela insanların iman-ı kâmil ve sâlih olmalarını birinci derecede ele alarak tahkikî iman ve takvada tahşidat yapmış, dünya hayatını âhirete tercih ettiren ve sefahete iten bu asrın fitnesinden daima ikaz etmiş ve önceki parağrafda nümunesini gördüğünüz gibi İkinci Meşrutiyette terakkiyata teşvik ederken daha sonraları bu teşvikten vazgeçip inzivaya çekilmiştir. (Bak:22842288. P.lar)

İşte Risale-i Nur Külliyatında Kur’an’da beyan olduğu üzere, dünyanın imarına ve terakkiyata teşvikle bereber, daha çok ve tekrarlı bir şekilde dünyadan men edici (Bak: Dünya) derslerin bulunması, zahîren tenakuz gibi görünürken, hakikatta tam bir belâgat olup mutabık-ı hâldir. Yani fâsık ve kâmil insan ve cemiyetlere göre bu teşvik durumu da değişir.

Mevzumuz içinde zikri gereken diğer ehemmiyetli bir husus da şudur ki: İnsanların çoğu dünyayı imar ederlerken, az bir kısmı da emr-i Kur’anî olarak münhasıran diyanete hâdim olmalı ve dünya işlerine girmemeli ve girmemeleri için de fırsat ve imkân verilmelidir. (Bak:958/12477/1. P.lar)

Şimdi dünya hayatına dalıp gaflete düşmekten ikaz eden birkaç dersi görelim:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

Şu âyet-i kerimenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’anın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz.

İkinci Vecih: İnsan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: “Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz!” (L:268)

اِعْلَمْ  Ey müslümanları dünyaya davet eden gafil! Bil ki; hata ediyorsun!.. Evet ey gafil, zannediyor musun ki, insandan bizzat istenen şey, yalnız dünyanın imareti; ve sanayiin ihtiraı; ve rızkı tahsil; ve saire gibi dünyaya ait şeylerdir. Halbuki, emr-i “kaf ve nun” mabeyninde olan sahib-ül mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına; ve insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanına; hem de vücud ve kevn ve vaki’de olan herşey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu ayetlerine bak: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ Yahut acaba zu’m ediyor musun ki; seni sun’-u Halıkanesiyle yapan ve her zaman vücudunun tazelenmesiyle daima seni ve sende değişmekte olan zerrat-ı vücudunu san’at içinde halkeden bir zat, onun nizam-ı mülkü içinde senin yaptığın tasniatına veya kendi tasarrufatı içindeki faaliyetinde senin tavassutuna muhtaç olsun?!.
Evet, beşerin eliyle yapılan bütün masnuat, bir tek ağacın, yahut tek bir arının hilkatına veyahut bir tek gözün veya bir lisanın san’atına müsavi gelmediğini görmüyor musun? (Mesnevî-i Nuriye A.Badıllı sh:329)

“Rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat, rızk ikidir:

Biri: Yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki; bedende yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zahiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû’-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.

İkinci kısım rızk: İtiyad, israf ve sû’-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbanî altında değil, belki ihsana tabidir. Kâh verir, kâh vermez.” (Ş:173)

وَمَا هذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir.” (Ms:223)

“Madem iş böyledir. Vazife-i asliyeni yaptıktan sonra, seni istimal ettiği vakit, onun hesabıyla çalış, onun namıyla başla. İzin verdiği dairede amel et. Eğer vazife-i asliyen olan ubudiyetle vazife-i ârıziye muaraza etseler, sen vazifene bak. Ötekini, sahib-i hakikî olan Cenab-ı Hakk’a tefviz et.” (N.i.K:51)

Bediüzzaman Hazretleri âhirzaman fitnesinin mânevi tahribatını tamire çalışan manevî cihad ehlini, dünyevî mes’elelerle meşgul etmenin çok yanlış bir hareket olacağını bir hadise münasebetiyle şöyle beyan eder:

“Bugünlerde benim yanıma müteaddid ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesad ve muvaffakıyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakıyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.

Ben bunlara ne edeyim ve ne diyeyim? diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünki yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.” Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.” (K:124)

Müddeiumumînin bir iddiası:

“Hiç bir iş ile meşgul olmayan.

Cevap: Risale-i Nur’un te’lifi ve tashihi ile olan büyük meşgaleyi görmemesi, bu yanlışını herkese gösteriyor.” (Ş:406)

“Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.

Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.” (L:173)

“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün i’dam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmağa çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mes’ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara malayani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddî alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!” (Ş:340)

Dünyanın imarına ait olan teknik vasıtalar ve harika keşfiyatların lisan-ı hal ile ileri sürdükleri ehemmiyet derecelerine karşı, hakiki vazife-i insaniye olan ubudiyetin verdiği cevab şöyle dile getiriliyor:

“Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi’-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”” (S:266) (Bak: Terakki)

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.” (S:271)

Rüştü TAFRALI

____________________________________________________

(Mevzuunun tafsilatı için alınması gereken parçalar, 2. Baskı İslam prensipleri Ansiklopedisinde bulunduğundan o parağraflara atıflar yapılarak bu derleme kısaltılmıştır. Tatsilatı isteyenler, mezkûr parağraflara bakmalıdırlar.)

Yani ihtiyac-ı zaruriyeden fazla olan kazanç, hayr u hasenat için olması halinde mühtahsen olunca, bu çalışma dinî hizmete takdim hakkını kazanmaz. Zira cihad-ı manevî olan dinî hizmetler, bu zamanda farz-ı ayndır ki, çok şeylerden önce tercihi gerekiyor. Bediüzzaman Hazretleri bu mevzuda şöyle diyor:

“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur, belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.” (H.Ş.:143)

Bediüzzaman Hazretleri diğer bir beyanında ise: “Tahrib kolay olduğundan bu zamanda yüzbinler tamiratçının ve millet ve hükümetin kendine yardım etmesinin zarureti ve ehl-i imanın da dine hizmeti dünya hizmetine tercih etmelerinin vâcvib, yani tekedilemeyen bir farz ve mükellefiyet olduğunu beyan eder. İfade aynen şöyledir:

“Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzımgelirken, hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken…” (E:51)

“Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.” (K:105) diyerek, bu fitne asrında umum müslümanlar için dinî hizmetin elzemiyeti sarahaten ilân edilmektedir. Demek maişette ihtiyacât-ı hakikiyeden fazla olan kazancın tercihi, 3033/3. Parağrafda beyan olduğu üzere ve kazanç da meşru olmak şartiyle hem vesile-i hizmet-i diniye cihetiyle ve bir nevi taksim-ül a’mal kaidesi mânasında olabilir. Bu tercih hususu, mü’minin kendi ihtiyar ve diyanetine bağlıdır. Ondan maddî yardım taleb olunmaz.

Mevzumuzla alâkalı bir atıf notu: Dünya işleri cihada mani olmamalı: Bak 573574. p.lar.

Mezkûr ikinci kazanç şekline bir örnek mânasında olarak, Bediüzzaman Hazretleri Dar-ül Hikmet’te aldığı maaşın fazlasını millete iade etmesi, bak: (E:24) ve (A. Badıllı Mufassal T:458) (Hazırlayanlar)

Bir Hadis-i Şerif: “Salih insan için salih mal ne güzeldir.” mealindedir. (K.H. 2823) Kesb ve iktisabın farkı için bak: 2340 – 2342. p.lar (Hazırlayanlar)

Yani sefahet ve asrîliği terk ile meşru dairede yaşayanlar için, bu kazancın günahı ve sevabı olmuyor demektir. Fakat 3033/3. p.da anlatılan şekilde olsa, bir nevi ibadet olur. (Bak:2793. p.) (Hazırlayanlar)

Derd-i Maişet

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

DERD-İ MAİŞET

Dersimiz olan bu geçim derdi meselesinin Risale-i Nur’da tekraren bahsedilmesinden anlaşılıyor ki, bu asırda bu mesele üzerinde durulmalıdır. Bu sebeble Risale-i Nur’dan alınan az bir kısmı mevzu edilecek. Beşinci Sözde geçen bir temsilde şöyle deniliyor:

“İşte ey tenbel nefsim! O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise, cem’iyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın cemaat-ı İslâmiyesidir. O iki nefer ise, biri feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebairi terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki müslümandırDiğeri: Rezzak-ı Hakikî’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıpferaizi terk ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdirVe o talim ve talimat ise, (başta namaz) ibadettir.Ve o harb ise; nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise; birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri, hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktırOna tevekkül edip emniyet etmektir.” S:23

İbadete bakan bu tarif, insanın anlayış ve hissiyatında bulunması gereken ibadetin asliyeti ve mahiyetidir.

“Evet vasıta-ı rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki, acz ve za’f ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileriyavrular ile canavarlarıağaçlar ile hayvanları müvazene etmek kâfidir. Demek derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp, çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzât gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.2 Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat hayat-ı maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru’ ve ibadet cihetinde hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.” S:23

“Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” Çünki ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.” S:170

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdırAcaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir. Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.” S:271

Hakikaten ekser müslümanlar füzuli konuşmalarının zekât mikdarını dini öğrenmeye sarfetseler, ihya olurlar.

“Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir.” Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: “Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona: “Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terketsen, bütün sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:

Birinci maden: Bütün bağındaki yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatındangüzel bir niyet ilebir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese –hayvan olsuninsan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsunhırsız olsun– sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan… 

İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa’ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lâzım” der. “Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?” diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.” S:272

“İşte eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir. Ve davacı olacaklardır.Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.

Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler. Evet insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir.

Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer. Çünki her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil. Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.” S:323

“Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a çalışamadığının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi. Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i maişet sana şiddetlendi. Çünki bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki: Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalbde ferahlık ve maişette sühulet görüyoruz.” K:135

“Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor.” K:140

Evet, dinî yaşayışta hissiyat-ı diniye ve hassasiyet-i kalbiye esasdır. Yani dindarlık, manevî mesuliyet duygusu ve ahkâm-ı şer’iyeye gösterilen teslimiyet gibi esaslara dayanır. Kalbe ve vicdana yerleşmeyen ilim, kemalat kazandırmaz diye islam büyükleri beyan etmişlerdir.

Evet, “Derd-i maişet sersemliğiyleekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri kanaat ve iktisad düsturlarıyla bu manevî hastalığa da mukabele ederler, inşâallah.” K:154

Bu sebeb iledir ki, Hz. Üstad bu zamanda a’zamî iktisadı esas alır ve Nurculara da çokça tenbih eder. Şualar eserinde şöyle diyor:

“Rivayette var ki: “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”

Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filan adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.

İşte, Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak insanların o zaîf damarlarını tutup kendine müsahhar eder diye bu hadîs ihtar ediyor. İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer diye haber verir.” Ş:583

“Evet her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir, “Zarurettir, ne yapalım?” der. Demek ki, Risale-i Nur şakirdleri bu açlık ve zaruret musibetine karşı, yine Nur’la mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftirO da hizmete ciddî devam ile olur.” K:201

“Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.” E:43

Rüştü Tafralı

__________________________________________

İbadetin esası şöyle tarif edilebilir: Müctehidler tarafından Kur’andan alınıp şeriatın temel kitablarında yazılı bulunan İlahî emir ve yasakların tamamına samimi inanıp, amel etme gayretinde bulunmaktır. Amelî hayattaki eksiklerine de kalben üzülmektir.

İbadetin bir tarifi de şöyledir: Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, nasıl ki bir asker bütün ihtiyaclarını devletin verdiğini hiç şübhesiz bildiği için geçimini hiç endişe etmez; hakiki mütevekkil bir müslüman da rızkını Allah’ın verdiğini bilip endişe etmemeli.

(Bu cümle, az yukarda geçen “güzel bir niyet” şartının tarifi olabilir.) 

Hz. Enes radiyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:

“Bir müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bunların mahsülatından bir kuş veya insan veya hayvan yiyecek olsa, bu onun için bir sadaka olur.”

Buhari, Hars 1, Edeb 27; Müslim, Müsakat 12, (1553); Tirmizi, Ahkâm 40 (1382))

Yukarıda geçen “güzel bir niyet” ifadesinin diğer bir tarifi de bu altı çizili kısım olabilir.

Evet, insanın cihazat ve hissiyatları, asıl gayelerine çalıştırıldığı zaman hakiki kıymetleri tahakkuk edip anlaşılır. Ve ebedi ve canlı filmleri alınarak ahirete gönderilir. Aksi halde bu cihazlar, kıymetsiz ve abes olup bu menfi filmler, sahiblerini şikâyet ederler. Bu hakikat müteaddid ayetlerle haber verilir. Mesela:

اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Bugün (yani mahşerde) biz onların ağızlarını mühürleriz de, neler kazandıklarını (yaptıklarını) bize elleri söylerayakları da şahitlik eder.” (36:65)

Yani canlı ve ebedi kamera filmleri konuşur.

 

www.NurNet.org