Etiket arşivi: Safa Mürsel

Hüseyin-i Cisrî, Said-i Nursî, Sultan Abdülhamid-i Sani

Hüseyin-i Cisrî, Said-i Nursî, Sultan Abdülhamid-i Sani

Toplum dokusunun kalite çıtasını belirleyen en etkili kurum, şüphesiz eğitimdir. Son yüz-yüz elli yıllık geçmişimizde, başlıkta yazılı üç isim, toplumla kaliteli eğitim arasındaki ilişkinin derinden ihtiyacını duydular.

Ne var ki, kontrolsüz değişim çabalarının sonucu olan “kendi yürüyüşünü terk etti, başkasının yürüyüşünü beceremedi” teşhisinin ürünü olan savrulmalar sebebiyle, bu üç ismin, toplumu müspet yönde dönüştürücü eğitim arayışları, halen yeterli karşılığını bulabilmiş değil.

Eğitimin özü denebilecek müfredat, ideolojik önyargı blokajından kurtulamadığı için o gün çözümsüzdü, bugün de henüz çözümsüzdür. Bu üç ismin, birbiriyle eğitim odaklı ilişki ve görüşlerine bakıldığında, zamanın eskitemediği ve çözüme ışık tutacak güçlü ipuçları çıkarma imkanı fazlasıyla vardır.

Hüseyin-i Cisri, (1845-1909) İslam dünyasının 19. asırda yetiştirdiği oldukça gayretli ve velut bir fikir adamıdır. İsmini öne çıkaran görüşlerinden birisi, tıp ilmi başta olmak üzere fen bilimlerinin dini ilimlerle birlikte okutulmasının gereğine inanmasıdır.

Bu fikrini uygulayabileceği eğitim kurumunu, yakın çevresinin, maddi-manevi desteği ile Trablusşam’da açma imkanını bulmuş, fakat yürütememiştir. Daha sonra, Lübnan’daki “Medresetü’s Sultaniye” müdürlüğüne getirilir. Bir yıl sonra sağlık sebebiyle görevinden ayrılarak serbest çalışmayı seçer. Din-ilim ilişkileri, Batı’nın İslam’a yönelik iddialarına cevapları ile Tevrat ve İncil üzerine araştırmalarıyla tanınıyor. Risale-i Hamidiye, bu konuları ele alan tanınmış eseridir.

Sultan Abdülhamit Han’ın (1842-1918) Hüseyin-i Cisri ile münasebeti oldukça müspettir. Sarayın kapısını ona açmıştır. “Risale-i Hamidiye” isimli eseri sebebiyle ödüllendirmiş ve Sarayda görev vermiştir. Ne var ki, Ezher’deki eğitimini yarıda bıraktıran sağlık sorunları, İstanbul’da kalmasına da imkan vermez, memleketine döner. Bediüzzaman’ın, “hem asrım (çağdaşım) ve fikren biraderim” dediği Hüseyin-i Cisri, eğitime ilişkin teklifleriyle Padişahın yakın ilgisini görmüş değerli bir fikir adamıdır.

“Maarif” sevdası, Bediüzzaman’ın (1878-1960) hayatında hep tartışılmaz bir yer işgal etti. Doğup büyüdüğü coğrafyanın ve daha genelde İslam dünyasındaki “cehaletin izalesi” için eğitime farklı baktı. İdamla yargılandığı 31 Mart Mahkemesinde kendisinden ziyade toplumun eğitim hakkını savunuyordu: “Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak” diyordu. Bunun için medreseler ıslah edilmeliydi. Erken cumhuriyet yıllarında, eğitimle üretilecek bilginin çağa hükmedeceğini söylüyordu. Bir adım daha ileri giderek, sanayi çağının, bilgi çağına dönüşeceğinden bahisle, “nev-i beşer âhir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir” ifadeleriyle bilgi çağından haber veriyordu.

Sultan Abdülhamit de, dünyanın buraya gittiğini görüyor ve bir şeyler yapmanın gereğine inanıyordu. Ülkede, bazı medreselerin kapanması pahasına teknik okulların açılmasına öncelik veriyordu. Hatta müfredat için, Darvinist ve evrimci temelde yazılmış kitapları dışarıdan getirtiyor, bu tavrıyla yabancıların takdirini kazanacak kadar hacimli kütüphaneler kuruyordu.

Padişah, eğitim alanında maddi yatırımlarla yetinmiyor, fen bilimlerinde kadrolar yetiştirmek için Avrupa’ya öğrenciler gönderiyordu. Ne var ki, “Ben bunları teknik eğitim alıp, memleketi kalkındırsınlar diye gönderdim, onlar edebiyat ve müzik öğrenerek döndüler” diyerek hayal kırıklığı yaşıyordu. “Fen bilimleri Şeriat ilimleri ile birlikte okutulmalıdır” diyen Hüseyin-i Cisri’ye sahip çıkmanın altında, şüphesiz, bu negatif sonuçlarından uzaklaşma arzusu vardı.

Abdülhamit Han’ın aradığı çözüm aslında ayağına gelmişti. Said Nursi, Doğu vilayetlerindeki tespitleriyle eğitim için neyin, nasıl yapılması gerektiğini ve yeni bir yapılanma projesini detaylarıyla belirlemişti. Konuyla ilgili tekliflerini saraya takdim için 1907’de Van valisinin takdim mektubuyla Padişahla görüşmeye gelmişti.

Eğitimde, “fünun-u cedideyi ulum-u diniye ile mezc ve derç etmek” ilke olmalıydı. İlimle dinin ayrılmazlığından hareketle, iki kavramın terkibinden oluşan, disiplinler arası bilgi ve veri geçişini esas alan bir müfredat öngörüyordu. Ona göre, din ve ilmi reddetmeden müfredat hazırlanması mümkündü ve gerekli idi. Medrese yapısı da buna göre yeniden düzenlenmeliydi. Bediüzzaman bu anlayışını, “Medreset’ü Zehra” olarak kavramlaştırmıştı.

Bediüzzaman, din-bilim terkibine dayalı bir eğitimin bölge kalkınmasının ötesinde, kültürel ve siyasi misyon ifa edeceğine inanıyordu.

“Şark vilayetlerinde”, o günkü coğrafi tanımıyla Kürdistan’da, sosyal ve siyasi düzeni sağlamak için, “Medreset’üz Zehra” adını verdiği eğitim kurumu, etnik ayrışma tohumlarının yeşermesine meydan vermeyecek, Müslümanların tearüf ve tesanüdünü sağlayan kurumsal bir kimliğe sahip olacaktı.

Bu açıdan bölgede güvenlik sağlamak için düşünülen ve aşiret reislerine “paşa”lık vererek oluşturulan, kendi ifadesiyle “Hamidi”lik dediği “Hamidiye Alayları” uygulamasının sağlıklı ve kalıcı bir çözüm olmadığı görüşünde idi. Bu uygulama, sosyal sorunları çözmekten ziyade “vücut(taki) iltihabı tezyit”ten öteye gitmeyecekti.

Osmanlı coğrafyasının belli merkezlerinde açılacak böyle bir eğitim kurumu, farklı İslam ülkelerinden gelecek gençlerin mefkure birliği içinde yetişmesini ve dayanışma duygusunun güçlenmesini sağlayacaktı.

Padişah’a teklif ettiği görüşlerin içinde, bugün bile hayal gibi görünen, ama insanlığın gerçek huzur ve barışı için mutlaka tesisi gereken bir hedef vardı. Bugün sömürgeci amaçlarla kutsanan “medeniyetler çatışması”nı gereksiz kılacak öngörüde bulunuyor, Felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin” diyordu.

Bediüzzaman, böyle şümullü bir projeyi, kağıt üzerinde bırakmıyor, bu yapılanmanın finans ihtiyacını bile gerçekçi kaynaklara dayandırıyordu. Padişahtan böyle bir teşebbüsü sahiplenmesini istiyordu.

Hüseyin-i Cisri’ye kolayca açılan Saray kapısı, nedense Bediüzzaman’a açılmadı. Aksine, “ihsan-ı Şahane” adıyla bahşiş verilerek Saray’dan uzaklaştırılmak istendi. Ne var ki, eğitim talebinin kabulünden başka hiçbir teklife açık değildi. Padişahın “ihsan” yani bahşişini kabul ettirmek için ısrar eden Zaptiye Nazırına, “ben maaş dilencisi değilim, kendim için gelmedim, memleketimin neşr-i maarifi (eğitim ihtiyaçları için geldim) ona çalışıyorum” diyordu.

Bediüzzaman Saray’da yaşadığı bu olayı, “Onun (Padişahın) Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul  etmedim, reddettim… Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim” ifadeleriyle anlatır. Bediüzzaman, “ihsan-ı Şahaneyi” reddetmekle aklını feda ettiğinin, yani delilikle itham edileceğinin farkındadır. Öyle de olur. “İhsan-ı Şahane”yle iş tutmaya alışmış bürokrasi, Bediüzzaman’ın “İhsan-ı Şahane”yi reddetmesini deliliğine verir ve tedavisi için tımarhaneye gönderir.

İşkilli ve vehimli Saray bürokrasisini aşıp, Padişaha ulaşamayan Bediüzzaman, tımarhaneden sağlam raporuyla çıkınca, bu defa meramını gazete yoluyla duyurmaya çalışır: Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun…. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et” ikazında bulunur. Abdülhamit Han için, “veli Padişah”, “mazlum Sultan”, “şefkatli Sultan” diyen Bediüzzaman’da, Abdülhamit düşmanlığı arayanlar onun bu ifadelerini, ilim adamı haysiyetine yakışır bir objektiflikle okuma ihtiyacı duymalıdır. Abdülhamit methiyesinden itibar devşirmeye soyunmuş üniversite kadrolusu bazı resmi görevliler, bugün Doğu’dan Batı’ya seksen dünya üniversitesinde adına doktora yapılan Bediüzzaman’a karşı ilim adamı kimliğini takınmalı ve saygı duymalıdır.

Yaklaşık yüz on–yüz yirmi yıl evvel, birisi Padişah, ikisi ilim adamının eğitim alanındaki fikir ve yaşanmışlıklarını, Bediüzzaman’ın 58. Vefat yılında hatırlamanın bir sebebi olmalıdır. Bir asır önce eğitimle çözülmesi gerektiği halde sonuçlanamamış ve topluma maddi-manevi bedel ödetmeye devam eden şartları ortadan kaldırmak için Bediüzzaman’ın yazdıkları halen ve ziyadesiyle geçerlidir. Eğitime nitelik ve değer kazandırmak amacıyla söylenenleri, hiçbir komplekse ve önyargıya kapılmadan dikkate almakta sayısız faydalar var. Çünkü sorunlar, başta nüfustan kaynaklanan cesameti kadar, nitelik yönünden de olumsuz derinlik kazanma istidadıyla devam ediyor.

Kaynak:  RisaleHaber Hüseyin-i Cisrî, Said-i Nursî, Sultan Abdülhamid-i Sani… – Safa MÜRSEL

 

www.NurNet.Org

Rüzgar Ekenler, Fırtına mı Biçiyor?

Batı dünyası teröre karşı duruyor.

Ama sadece kendi coğrafyasındaki teröre karşı duruyor.

Dünyanın başka yerlerinde toplu katliamlar yaşansa bile Batı bunları, ya görmüyor veya görse de çok dert edinmiyor.

Ne yazık ki, fiili durum budur.

-Siz Irak’ta, yıllardan beri hangi ellerin attırdığı bir türlü öğrenilemeyen, sözde mezhep husumeti yüklü bombalarla ölen binlerce insanın kıyımını, insanlık adına dert edinmiş bir Batı gördünüz mü?

-Siz, Filistin’de, İsrail uçakları hastaneleri bombalandığında tepki veren bir Batı dünyası gördünüz mü? Aksine, hastanede bombayla ölmüş masumun kanını donduracak kadar duyarsızca, “İsrail’in savunma hakkı” mazeret ve meşruiyeti üretildi.

İsrail bombalarının yerle bir ettiği okullarda ders gören çocuklar vahşice katledildiğinde, kılını kıpırdatan bir Batı gördünüz mü? Aksine, Birleşmiş Milletler’de bu cinayetlerin kınanması gündeme geldiğinde veto hakkı kullanılarak üstü örtülen cinayetlere adeta ortak olundu.

Bir ağaç kesildiğinde çevrecilik diye ayağa kalktığı halde, Ortadoğu’nun binlerce yıllık, insanlığın ortak medeniyet eserleri bombalanıp yıkılırken, “ne oluyor” diyen bir Batı gördünüz mü?

-Seçilmiş yönetime karşı canlı yayın eşliğinde gerçekleşmiş bir darbeye, tepki koyan bir Batı dünyası gördünüz mü?

Sabah namazı için sessiz sedasız bir mabede sığınmış binlerce insanın üstüne, nizami ordu güçleriyle katliam yaparak ölüm kusan bir darbe yönetimine, “sen ne yapıyorsun” diyebilen  “demokrat” bir Batı dünyası gördünüz mü?

Görmediniz ve göremiyorsunuz.

Çünkü terör eliyle işlenen bu cinayetler, kıta Avrupa’sında işlenmiyor. Batı dünyası, kendi topraklarında işlenmediği sürece, terörist cinayetlere, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gözüyle baktı ve bakıyor.

Halbuki Batı dünyası, o “yılan”nın kendilerine dokunabileceğini, 11 Eylül 2001’de binlerce insanın hayatına mal olan İkiz Kuleler eylemi ile gördü ve yaşadı. “Nasıl olsa, benim ülkem uzak, terör bana uzanamaz” şeklindeki rehavetin hiçbir gerçekliği olmadığı bu örnekle görülmüştü. “Mesafe” kavramının, terörün yeteneklerini sınırlamadığı, 11 Eylül’de kanıtlandı.

Terörün sadece kan dökme eyleminden ibaret olmadığı, arkasında daha büyük ve derin amaçlar bulunduğu genellikle iddia edilir. Bu açıdan bakıldığında, 11 Eylül terörünün gerçek sebebinin ne olduğu, sadece fail ile mağdur tarafın bildiği bir sır özelliğini hala koruyor. Bu “sır”, bir noktadan sonra taşınamaz hale gelmiş olmalı ki, ABD Başkanının gözetimi altında gerçekleştirilen bir operasyonla örgüt liderinin cesedi okyanusa atılarak kapatılma yolu seçildi.

Batı dünyası, şimdi, adeta Paris matinesinde gösterime girmiş Ortadoğu yapımı, yeni bir terörün şokunu yaşıyor.

Düşünce özgürlüğünü, mizah ustası Carhlie Chaplin’nin maskaralığına indirgeyerek, iki milyar insanın kutsallarına hakareti meslek edinmiş Charlei Hebdo adlı derginin on iki çalışanının hayatına mal olan ve cüretkar bir organize ile gerçekleştirilen terör eylemi, şimdi nasıl açıklanacak? Herkes öfkeli, fakat bir o kadar çaresiz görünüyor.

– Profesyonelce icra edilmiş bu eylem, acaba Avrupa’da ayağa kalkmış İslamafobi kampanyasının husumet değirmenine tahrik suyu taşımak için mi yapıldı?

-Yoksa karşımızda, İslam’ın etkinliğinden kaygılanan  güçler tarafından, “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar Birliği” (PEDİGA) adıyla kurulduğu söylenen ve Avrupa’daki Müslüman göçmenleri, geldikleri yerlere geri gönderme amaçlı oluşuma direnmek için kurulmuş alternatif bir örgüt mü var?

Can yakıcı olayların yaşanmaya başladığı böyle bir dönemde, daha ağırlarını yaşamamak için, güvenlik içinde bir arada yaşamayı sağlayacak ortak insanlık dili ve tavrı oluşturmak kaçınılmazdır. Sadece kendimizi değil, dünyada refah ve güvenliğe muhtaç yüz milyonlarca insanın bulunduğunu düşünmenin vaktidir. Aksi takdirde, ekilmiş rüzgarların fırtınasını biçmekten kimse yakasını kurtaramayacaktır.Bencilliğin sırça köşkü, artık kimse için güven vaadetmiyor. Hebdo terörü, acil bir uyarı sinyali kabul edilmelidir.

Hep “iki  vechi” yani yüzü olduğunu, Bediüzzaman Said Nursi’den öğrendiğimiz Avrupa’nın pozitif yüzünde, halen insani damarı sahiplenen sessiz bir potansiyel, her şeye rağmen var. Hatta bu kesim, ayrımcılık ve ırkçılığa karşı yapılan gösterilerde Müslümanların yanında yer alacak kadar, insaf ve inisyatif gösteriyor. Bu durum, barış dili kullanarak, insanlık ailesinde medeniyetler arası dayanışmayı gerçekleştirmede paha biçilmez bir imkandır. Bu vesileyle şu husus özellikle ifade edilmelidir: Bediüzzaman’ın “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir” şeklindeki, şiddeti dışlayan asırlık sözü, günümüzde İslam’ın imajını lekelemeye yönelik terör hareketleri bakımından olduğu kadar, nefret ve ayrımcılık soluyan çevreler bakımından da, çok daha anlamlı hale gelmiştir.

Ne var ki, Avrupa’nın “diğer yüzü”nde yer alan PEGİDA’nın ayrımcı nefret dili var. “Göçmenlerin sosyal refahımızdan yararlanmasını durdurun” diye yönetimlere çağrıda bulunan bu dil, hem adil değil, hem gerçekçi değil. Zira, 1960’lı yıllarda iş gücü ihtiyacı sebebiyle başta Türkiye olmak üzere,  büyük çoğunluğu İslam ülkelerinden gelen insanlar, Avrupa’yı işgale gelmediler. Davet üzerine gidip, emeklerini ve en değerli gençlik yıllarını Avrupa’ya harcadılar. Çalışma hayatındaki dürüstlükleri kadar, inanç ve kimliklerini korumadaki hassasiyetleri en büyük özellikleri oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden yapılanan Avrupa’nın sanayi ve refahının temelinde, bu insanların büyük katkısı ve alın teri var. Şimdi dördüncü nesil, özellikle Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde kurdukları on binlerce işletme ile yüzbinlerce insanı istihdam ediyor. Alman Başbakanı, “İslam Almanya’ya aittir, göçmenler bu ülkenin şansıdır” sözünü boşuna söylemiyor.

Terörün sıradanlaştığı ve vahşi bir araç haline getirildiği günümüzde, terörü besleyen ret, inkar ve ayrımcılık diline artık doymuş olmalıyız. İnsanlığın, maddi ve manevi kaynaklarıyla barış içinde, paylaşımcı bir şuurla birarada yaşamasını öngören, politik maslahatçılığı aşmış,  ayağı sağlam basan, muktedir bir sağduyuya ihtiyaç var. “Yeni Dünya Düzeni” başka yerde değil, bu çerçevede aranmalıdır. Yoksa, nefret ve çatışmanın terör üreten dili öne çıkarsa, kimse güvende olmayacak.

Safa Mürsel / Risalehaber

Bediüzzaman ve İslam Kardeşliği konferansı

Hamidiye Kültür ve Eğitim Vakfı, Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatının 52. yılı münasebetiyle konferans düzenliyor.

İslam Kardeşliği ve Dünyevileşme” başlıklı konferansta Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ‘İslam Kardeşliği‘ ve Safa Mürsel ‘Bediüzzaman ve Sekülerizim‘ konusunda konuşacak.

25 Mart 2012 Pazar günü düzenlenecek konferans İstanbul Başakşehir Çınar Kongre Merkezinde saat 14.30’da başlayacak.