Etiket arşivi: Senai Dermirci

Af dilemek, “insan” olmanın ayrıcalığıdır.

Günahlarımızın bizi O’nun dergahına götürmesi, günahsızlık sandığımız şımarıklık hallerinden daha hayırlı olabilir. Rabbimizin hatalarımızı affetmesi, O’na ibadet yollarımızı açık tutmak içindir.

Bana yazarak, kendini çok günahkâr görüp, artık varlığından utandığını, Rabbinin karşısına çıkmayı da iki yüzlülük gibi gördüğünü söyleyen kardeşlerim var. Bu kardeşlerimi ümide davet ediyorum; Allah’ın rahmetinden umut kesmemeleri gerektiğini hatırlatıyorum. Unutmayın ki, bu konuda kimse kimseden daha aşağıda ya da yukarıda değildir. Defterlerimiz açılmadan ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olduğumuza karar veremeyiz. Çünkü kimse kimsenin gerçekte işlediği günahı bilmiyor; herkes hataları konusunda kendisine sırdaştır. Öyleyse, kendimizi çok günahkâr bilme halini umutsuzluk sebebi değil, Rabbin af dergâhına daha çok yakınlık kazanma fırsatı olarak görelim.

Senden başka kime gideyim ki..’ çaresizliğini ancak o utanç ve pişmanlık halinde yaşarız. Çarenin yalnız O’nda olduğunu içten içe bilme halini samimi tazarrularımız için, gözü yaşlı yakarışlarımız için başlangıç eyleyebiliriz.

Böylesi günahların ağırlığının bizi O’nun dergahına götürmesi, hiç günahsızlık sandığımız şımarıklık hallerinden daha hayırlı olabilir. Sonunda kibir ve kendini beğenmişlik üreten bir hatasızlık değil de, bizi mahcup eden, kusurumuzu itiraf ettiren bir hata Rabbimize daha doğrudan bir yakınlık vesilesi olabilir.

Tövbe etmek özür dilemektir. Rabbimizin ancak biz insanlara takdir ettiği bir nasiptir özür dilemek. Belki de meleklerden üstün olabileceğimizin sırrı burada saklıdır. Çünkü, melekler hiç hata etmedikleri/edemedikleri için özür dilemeleri gerekmez. Şeytan ise hatasını hata olarak kabullenmediği için özür dilemez. Ancak insan, hata eder, hata ettiğini kabul eder, özür diler.

Özür dilememizin Rabbimizce hoş görülmesi, çokça hata edelim de çokça özür dileyelim şımarıklığını da beslememeli. Artık olmuş bitmiş günahlardan, omuzumuzda pişmanlığını ağır bir taş gibi taşıdığımız hatalarımızdan söz ettiğimizde, hoşnut olunan özürden söz edebiliriz. Yani, geçmişe doğru özür dileriz. Geleceğe doğru özürler saklayarak, günahlar planlayamayız. Ki gelecekte yapmamaya azmetmek, karar kılmak, geçmişe dönük özrümüzün de içtenlik göstergesidir. Yoksa, rahmete güvenip de günah işlemiş oluruz. Geçmiş günahlarımız için rahmete sığınmalıyız ama rahmete sığınıp gelecek günahlara niyetlenmemeliyiz.

Rabbimizin hatalarımızı ve kusurlarımızı affetmesi, günah ve isyanlarımızı bağışlaması O’na ibadet yollarımızı açık tutmak içindir. Yüzümüzü rahmetine ve bağışlayıcılığına dönük tutmak içindir. Üstelik Rabbimiz bizi affetmekle kalmıyor, bize hatalarımıza rağmen yine şefkat ediyor, merhametini gösteriyor; sanki hiçbir şey olmamış gibi bizi sevmeye devam ediyor. Bize darılmıyor, bizi gözden çıkarmıyor, bizi kendisinden uzaklaştırmıyor. Yoksa, O’na ibadet etmeye yüzümüz tutmaz, O’nun rahmetinden ümidimizi keser, huzuruna varmaya utanırdık. Tövbenin varlığı ve Rabbimiz katında hoşnutlukla karşılanması, bize eşsiz bir nezâketle şunu hatırlatıyor: Rabbinize pişmanlığınızı arz ettiğiniz sürece, Rabbinizden rahmet umduğunuz sürece, O’na giden yolları açık tutarsınız. O tövbe etmenizi sever, size çok merhamet eder. Rabbiniz sizden günahsızlık beklemiyor, ancak içten özürler bekliyor. Sizi O’ndan uzaklaştıran günahınızın çokluğu değil, özrünüzün yokluğudur.

İnsan kendi günahını başka herkesten iyi bilir. Başkalarının günahlarına kendi günahımız kadar aşina değilizdir. Öyleyse en çok günahkâr bildiğimiz kişi kendimiz olmalıyız. Şüphesiz Allah kendi günahlarımızı kendi bildiğimizden daha iyi bilir; O’ndan bir şey saklayamayız. Allah ki rahmet sahibidir; rahmeti gereği kusur işleyip yine kendisine dönmemizi ister. Kendimizi hiç günahsız sanmamızdansa, hatamızı bilip pişmanlık ve gözyaşıyla O’na dönmemiz O’nu daha çok hoşnut eder. Şu halde, günahlarımızı en iyi bilen, günahlarımızı bilmemizden hikmetiyle hoşnut olan Rabbimize dönüp O’ndan af dilemeliyiz. Ne kendimizi masum zannedip O’nun affına muhtaç olmadığımızı sanalım, ne de kendimizi çok günahkâr bilip O’nun affından ümidimizi keselim.

Dr. Senai DEMİRCİ

Komutan da Olsa Bir Gün Secde Edecek

“Secde” ve “komutan” kelimeleri, şu cümlede bile zoraki yan yana duruyor. Secdeyi komutana uzak, komutanı secdeye uzak görmek kimin haddine düşmüş! Secde herkesin hakkı. Komutan da olsa bir gün secde edecek. İstemese de secdeye varacak. Varlığını toprağa indirecek. Hem zaten Yaratan’ın dilediğince yaşıyor olmak bir secde değil midir? Ağzıyla konuşmak, “ağzınla konuş!” diyen Yaratan’a itaattir. Gözleriyle görmek, “gözlerinle gör!” diyen Yaratıcı’ya itirazsız secde etmektir. Secdeyi yasaklayan komutanlar, secde edenlerle yan yana durmayanlar bu gerçeği biliyor. Her gün secdeye doğru eğildiklerini, eridiklerini biliyorlar ama unutuyorlar sadece. Günübirlik avunmalara sarılıyorlar.

Yıllar önce okuduğum o YAŞ gerekçesini hiç unutmuyorum: “Namaz kılmayı alışkanlık haline getirmek…” Ordudan atılan bir subayın suçu olarak kaydedilmiş bu madde. Ana suçu. Asıl cürümü. Belli ki, “namaz kılma”yı suç olarak tanımlamaktan çekinmiş MGK. Namaz kılmayı suç kabul etmek, rezil bir suçtur: gayet iyi biliyorlar. TSK bu rezilliği kendine yakıştırmıyor. Ama namaz kılmadan edememeyi, bir tür takıntı diye tarif etmekle yırttığını düşünüyor. Namaz kılınır, kılınır da; ara sıra kılınır. Folklorik bir öğe olarak hatırı sayılır. Her gün namaz kılmak, günün beş köşesini namaza kilitlemek… Bakın işte bu “alışkanlık!” Bir tür obsesyon…

Bu yüzden “alnı secde gören komutan” görmeleri özlemeleri anlayışla karşılamak gerek. Ne güzel olurdu! Hoş olurdu. Hep böyle olmuştu aslında. Hep böyle olmalıydı. Hep böyle de olmalı. Ama… Alnı secde gören komutan hayalini yanlış anla(t)mamak gerek. Ben secdenin komutana lazım olduğunu düşünüyorum, secde komutana muhtaç değil. Secde ederse komutanın başı göğe erecek; secdenin değil. Secdeye komutan gelirse, secde terfi edecek değil; bu bir.

İkincisi, dindar komutan olmasını arzu etmem, dini komutanlara yaslamak için değil. Komutanın dindarlığı kendini bağlar, kendi faziletidir. Ben komutanın, adil, insaflı, demokrat, özgürlükçü ve ırkçılık-karşıtı olanını isterim. Her iktidar sahibinden din bunu ister; daha fazlasını değil.

Alnı secde görenlerin zaten adil, insaflı, demokrat, özgürlükçü ve ırkçılıktan fersah fersah uzak olması gerekirdi değil mi? Maalesef öyle değil. Secdedeki duruşunu hayata taşı(r)mayanlar o kadar çok ki… Namazı seccadede bırakıp hayatın namazını bozanlar hiç az değil. Namazdaki kıblesini selam verince unutanlar sürüyle… Keşke, alnı secde görenlerin kalbi de secde görebilse. Secdeye varmanın hayatı Allah’ın dilediğince incelikle yaşamak olduğunu bilseler. Yoksa bizim de dindar ama darbeci, hatta dindar olduğu için darbeci paşalarımız olur. Diktatörlüğünü dindarlığı yüzünden halkın gözünde dokunulmaz kılan kutsal “paşa”larımız olur; bu da üç.

Dördüncüsü, dini insana dayatmak da insana yasaklamak da gayri insanidir. Dolayısıyla, gayri İslami’dir. Beni dindar diye ezen silahlı kuvvetlerin tavrının değişmesidir önemli olan. Tarafının değişmesi bir şey ifade etmez. Silahlı kuvvetlerin dindarlara yaptığının aynısını dindar olmayanlara yapmasını istemek dine aykırıdır. “Dindar komuta”nın böylesine, terimin son damlasına kadar karşı koymayı kulluğumun icabı bilirim.

Beşincisi, din lehine bir dikta istemem. İslami olan, devletin vatandaşı üzerindeki dayatmacı kodlarının değişmesidir. Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez yasalar din adına da olsa dayatmadır. İnsan iradesini yok sayan her türlü düzenleme insanı iradeli yaratma iradesi gösteren Yaratan’ın iradesini beğenmemektir.

Altıncısı, hakikat her zaman sivil olmuştur. Öyle olması, gerçeğin duruluğu adına vaciptir. İktidarın yanında duran hakikat sulanır. Muktedirlerin elindeki gerçek saflığını yitirebilir. Bu yüzden hakikate kuvvetin amir olmaması gerekir. Hakikat kuvvete amir olmalıdır. Hakikatin iktidara ihtiyacı yoktur; müstağni kalmalıdır.

Yedincisi, hatırlamak ve asla unutmamak gerek ki, herkes Sultan Abdulhamid’den “şeriat” isterken, Said Nursî, deli diye tımarhaneye atılma pahasına, “hürriyet” talep ediyordu. Hiç olmazsa Said Nursi takipçileri olarak bilinen ağabeylerin “dindar komuta” talebi bu inceliği atlamamalı. Sultan’ın “şeriat”e gölge etmemesini ihsan olarak yeterli gördü Said Nursî. Hakikat’i asla iktidara endekslemedi. O zaman “şeriat elden gidiyor” diye feryat edenlerin, şimdiki seslerinin de “laiklik elden gidiyor” diye yankılanacağını bal gibi kestirmişti. Kendi hakikatini iktidara kilitleyenlerin korkusu hep “…elden gidiyor” şeklinde sloganlaşır çünkü.

Sekizincisi, dayatmaların din adına olması, zorbalığın din lehine yapılması, din karşıtı dayatma ve zorlamalardan daha tehlikeli ve zararlıdır. İktidar odağından din beklemek dine aykırıdır. İktidardan dini gönüllüce yaşayabileceğimiz özgürlük olmalıdır dindarın talebi.

Dokuzuncusu, militarizmin din kılıflısından Allah korusun. Militarizm bir fenalıktır. Darbecilik bir şehvet düşkünlüğüdür; fuhuştur. Oysa, “namaz insanı her türlü fenalıktan alıkoyar.” Hakkıyla alnını secdeye değdiren bir komutan halktan aldığı silahı halka doğrultma namertliğini kendine yakıştırmaz. Yasin Aktay’ın altını çizdiği gibi, “Namaz darbecilikten alıkoyar, namaz kılan komutan darbe yapamaz, silahını kötüye kullanamaz” demeli.

Onuncusu, darbecilerden çektiklerimizin asıl nedeni, tanımı gereği, komutanların alnının secde görmemesi”dir. Yoksa fenalıklardan alıkonulmuş olurlardı. Anlaşılan o ki”Namazı zayi ettiler de şehvetlerine yenildiler.” [Meryem, 59] Şu halde, şehvet ve hırsına yenik düşünen sivillerin de namazı zayi edip etmediklerini düşünmeleri gerekmez mi? İşte bize çuvaldız: Darbeyi hak etmediğini düşünen sivil dindarlar, kendileri gibi düşünmeyen kardeşlerine, cemaat dışı etmek, kitabını yasaklamak, adının anılmasına tahammül etmemek gibi darbeli uygulamalar yapıyor mu yapmıyor mu? Yoksa namazı mı zayi ettiler? Yoksa sadece alınları mı görüyor secdeyi? Kalpleri de görecek mi?

Senai Demirci