Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

“Sevgi dini”nin neresindeyiz?

 Dinimiz “sevgi dini”, Peygamberimiz “Rahmet Peygamberi”…

Peki biz “sevgi dini”ne mensup Müslümanlar olaraktan “sevgi insanı” mıyız? İnsanları gerçekten seviyor muyuz? Dindaşlarımızı “kardeş”, diğerlerini “türdeş”olarak görüyor muyuz? 

Biz de tıpkı Peygamber-i Âlişân Efendimiz gibi, merhametli miyiz, hamiyetli miyiz, şefkatli miyiz? 

Böyle isek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?

Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, insan yok, izan yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok…

Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmiş, sırf kendimiz için yaşıyoruz.

Bu da terörü besliyor. Çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.

Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.”

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım. 

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir. 

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.

***

Çağını aşan devletler kurmuş bir milletin çocuklarıyız. 

“Çağını aşma” tabirini kuru övünme olsun diye kullanmadım. Bunu peşinen söylüyorum ki, tespitlerim tarihle övünme meylimizin dürtüsü olarak görülmesin. Benim derdim tarihle övünmek, ya da dövünmek değil, sadece doğru dürüst tespitler yapmak, bir bakıma geleceğe tarihin ışığını tutmaktır.

Bugünlerde, uyulmasa bile, çok revaçta olan şu “önce insan” sloganı var ya, gerek ceddimizin dünya görüşüne, gerekse Osmanlı Devleti’nin temel felsefesine tamı tamına oturuyor. Bu söz zaten, Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’nin maneviyat önderi ve kayınpederi Şeyh Edebali’ye aittir. Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi aynen şöyledir: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!”

Osman Gazi bu öğüdü tuttuğu, arkadaşlarına değer verdiği için çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde civarındaki Bizans kalelerini fethedip Selçuklu’nun “Uçbeyi” oldu.

Sadece Osman Gazi değil, ondan sonra gelenler de Şeyh’in öğüdünü tutmuş, devleti insan merkezli bir temele oturmuşlar. Ve devleti bir “Şefkat Devleti”ne, “İnfak (yardım) Devleti”ne, açıkçası tümüyle büyük, devasa bir hayır kurumuna dönüştürmüşler.

Osmanlı Devleti, askerî zaferlerinin yanı sıra, siyasal, ekonomik ve medenî başarılarını da bu anlayışına borçludur.

Bugün de insan hakları eksenli devletler çağın önder devletleridir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Osmanlı’nın güzel alışkanlığı: Günde iki öğün yemek

Osmanlı bir arşiv devletidir. Kayıtlar öylesine ayrıntılı tutulmuştur ki, mutfağa giren bir baş soğan bile kayıt altına alınmıştır.

Bu kayıtlardan (Fatih Sultan Mehmed’in mutfağı ile ilgili en eski belge, hicri 873 Zilhiccesini (11 Haziran-09 Temmuz 1469) öğrendiğimize göre, Fatih, ülkesinde yaşayan diğer insanlar gibi, günde sadece iki öğün yemek yerdi. 

Bunlardan ilki kuşluk vakitlerinde yediği sabah yemeği (Osmanlı’da kahvaltı geleneği yoktur, Batı’dan gelmiştir), ikincisi ise, akşam namazından sonra yediği akşam yemeğidir. 

Üstelik akşam yemeği “perhiz yemeği” sayılabilecek kadar az ve hafiftir: Çorba, etli bir yemek, yoğurt ve salata cinsinde otlar… 

Daha da ilginç olanı, aynı yemeği günlerce yemesidir. “Osmanlı Padişahı”unvanının yanına, fetihten sonra, “Doğu Roma İmparatoru” unvanını da ekleyen koskoca Padişah, mutfak kayıtlarına göre, ayın ilk 15 gününde her gün muntazaman şalgamlı ve yumurtalı kuzu, kalan günlerde ise sarı erikli çorbadan sonra soğanlı tavuk kebabı yemiştir…

Ancak bazı günlerde Fatih’in çorbasına ince kıyılmış salatalık ya da maydanoz katılırdı. Salata malzemesi ise mevsimine göre değişirdi.

26 Haziran 1469 akşam yemeğinde, Fatih, salata yerine salatalık (kayıtlarda “hıyar” olarak geçer) turşusu, 19’unda ise limon turşusu tercih etmiştir. Ayın 13’ü ile 15’inde meyve olarak kiraz vardır… 19 ve 27’sinde de boza içmiştir. 

Padişah’ın sabah yemekleri, akşam yemeklerinden daha çeşitlidir…

Mesela, 12 Haziran sabah mönüsünde yumurtalı lapa, mantı ve yoğurtlu erişte (örke denirdi) vardır. Ertesi gün yeniden mantı, kestaneli bulgur ve muhallebi… 

Mutfak defterleri bu kadar ayrıntılıdır. Ama hiçbir defterde, herhangi bir tarihte saraya içki alındığına (Sultan II. Abdülhamid’in kendisini ziyarete gelen Alman İmparatoru II. Wilhelm’e ikram edilmek üzere aldırdığı birkaç şişe içki hariç) dair bir kayda rastlanmamıştır (Alman İmparatoru II. Wilhelm, ilki 21 Ekim 1889’da, ikincisi 5 Ekim 1898’de iki kez İstanbul’a gelmiş, her iki gelişinde de Osmanlı Padişahı Abdülhamit II tarafından büyük törenlerle karşılanmış, sarayda şerefine yemek verilmiştir).

Buna rağmen, bazı Osmanlı padişahlarının içki içtiği, bazılarının zilzurna olup sarayda yalpalayarak dolaştığı ısrarla tekrarlanmaktadır. 

Fatih Sultan Mehmed’in sefer yemekleri de oldukça sadedir. Meselâ, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı hizaya getirmek üzere çıktığı seferde, Otlukbeli Savaşı’na girene kadar geçen dokuz gün zarfında yedikleri koruklu ekşili çorba, baş, paça, peynirli tarhana ve börekten ibarettir.

Kurban Bayramına rastlayan 20 Haziran günü bile mönüsü değişmemiştir…

Eti fakirlere ikram edilmek üzere yirmi sığır kurban edilmesine, Yeniçerilere 1000 kâse, Divân’a 50 okka zülbiye (Gullurudya, çörçöludya gibi isimlerle de anılan zülbiye tatlısı hamurdan yapılır. Makarna gibi ince uzun bir hale getirilen hamura sele, küpe, yıldız gibi şekiller verilir ve açılmasın diye ortası bastırılır. Ardından, kaynamakta olan pekmez içerisine atılarak pişinceye kadar bekletilir. Sıcak olarak yenir) dağıtılmasına karşın, Fatih’inin yemek listesi değişmemiştir.

Fatih sade bir insandı ve sade bir hayat yaşadı. Onun döneminde mutfak masraflarının hatırı sayılır seviyede azaldığını yerli-yabancı birçok araştırmacı kaydetmektedir.

Buna rağmen Fatih Sultan Mehmed’in mutfağından fakirlere her hafta, pazartesi ve perşembe günleri 250 akçe dağıtılır, kendisi de bazen gizli, bazen açıktan şehir varoşlarına yaptığı ziyaretlerde fakir fukaraya bol bol sadaka verirdi. 

Bu yaklaşımlarını annesinden ve babasından kazandığını söylemekte sanırım bir mahzur yoktur…

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Osmanlı Medeniyetinde hayvanlar

Eğer “Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevme” kuralına inanıyorsanız, yalnız insanları değil, hayvanları ve bitkileri de sevgiyle kucaklayacaksınız.

Onların da “yaşama hakkı”na saygı gösterecek, “insanî zekâ”nızı “hayvanî” bir öldürme güdüsüne kurban etmeyeceksiniz.

Hatırlayalım ki biz, “Nil kıyısında kuzuyu kurt kapsa, hesabı Ömer’den sorulur”şeklinde bir “yönetim ahlâki”nin de mirasçılarıyız.

İşte bu sebeple geçmişimizde hayvanlara “eziyet” yoktur. Tam tersine “ilgi” ve “şefkat” vardır. O kadar ki, 18. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız hukukçu Guer, kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir… 

“Osmanlı Devleti’nde kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler… Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs).

Şam’daki hayvan vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Sibai ise şu bilgileri veriyor: 

“Eski Vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri vardır… Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanır. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de bulunurdu.”

Şimdi de Elisee Recus’un, 1880’lerde yayınladığı “Küçük Asya” isimli eserinden bir paragraf okuyalım: 

“Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır… Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.”  (Küçük Asya. c. 9).

Ünlü Fransız şair Lamartine’den de bir tespit aktaralım:

“Türkler canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler… Bütün sokaklarda sokak köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır.”

Pere Jehannot: “Türkler, evlerine sokmadıkları sokak köpeklerinin açlıktan sıkıntı çekmelerine veyahut telef olmalarına (ölmelerine) meydan vermemek üzere, her gün bu hayvanlara bir miktar et dağıtılması için vasiyetnamelerinde kasaplara bir miktar para tahsis ederler. Çünkü köpeklere et dağıttırarak sevap işlediklerine inanırlar.”

Şimdi de Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen ve anılarını “Les voyages du sieur Du Loir” isimli bir seyahatnamede toplayan meşhur Batılı seyyah Du Loir’dan birkaç tespit aktaralım:

“Türkiye’nin bazı şehirlerinde kediler için özel binalar yapılmış, onların hizmetine bakıcılar verilmiş, hattâ tedavileri ve beslenmeleri için vakıflar vücuda getirilmiştir.”

“Atları ağır yüklerden kurtarmak suretiyle gösterdikleri insaniyeti ve Türk adliyesinin hayvanlara taşıyabildiklerinden fazla yük taşıtanlara karşı o yükleri kendi sırtlarında taşımak cezasını tayin eden kararlarını yerecek değilim, ama birçok kibar adamın büyük meydanlarda kediler için ciğer vesaire satan kebapçı dükkânlarından kebap alıp dağıtmalarını tamamen gülünç sayarım.”

Gelin şimdi Sultan Üçüncü Murad’ın hayvan hakları fermanına bir bakalım:

“İstanbul kadısına hüküm ki: Hamalların taşımacılıkta kullandıkları at ve katırlara taşıyamayacakları miktarda yük yükleniyormuş. Hamallar kethüdasına buyurdum ki: Bundan sonra hiçbir at ve katıra taşıyabileceğinden fazla yük yükletmeyesin. At ve katırların beslenmelerine, nallarına ve semerlerine dikkat edilmesi için gerekli önlemleri aldırasın. Hiçbir hamala semtlere göre belirlenen ücretten fazla bir şey talep ettirmeyesin. Yakın semtlere ücreti az diye taşıma yapmak istemeyenleri ve belirlenen ücretten fazla bir şey isteyenlerin isimlerini diğerlerine ibret olması için yazıp bildiresin ki, gerekli ceza verilsin. Bu emrime uygun hareket eden hamallara da hiç kimse dokunmasın.”

Görüldüğü gibi, hayatın “sevap”la çerçevelendiği asırlarda, yalnız insanlar değil, hayvanlar da mutluymuş.

Şu soğuk kış günlerinde, sokak hayvanlarnı hatırlayarak, “Sünnet Medeniyetinden kopuşumuzun faturasını sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkiler de ödüyor” diyebiliriz!

Comte de Marsigli: “Şunu da itiraf etmeliyim ki, Müslüman Türkler, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler (yayarlar).”

Bu konuda Türk düşmanı Guer çok enteresan bir örnek veriyor: 

“Hayvanları beslemek için, Osmanlıların vakıfları ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar… Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür…”

Türk düşmanı Avrupalılardan Guer, Türkiye gezisi sırasında şahit olduğu bazı olayları dosdoğru aktarmaktan kendini alamıyor:

“Kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler. Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs).

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Öğretmende “hikmet” varsa öğrencide “basiret” olur

Hazret-i Peygamber’in müjdelediği “Mutlu Asker”, “Mutlu Emir”in serdarlığında Bizans kördüğümünü kesip yüzyıllar süren hasreti dindirmişti.

Bu öyle bir büyük hâdisedir ki, yalnız dünya coğrafyasını değiştirmekle kalmamış, Avrupa’ya Rönesans’ı ilham etmek suretiyle Ortaçağ’ı da delmiş, dünyaya ilmin ve adâletin ışığını saçmıştır.

Bu başarıyı yalnızca Fatih Sultan Mehmed’e mal etmek nasıl haksızlık olursa, Fatih’siz bir fethi düşünmek de öyle haksızlık olur. Doğrusu fetih mefkûresinin etrafında kenetlenen şuurun, yüzyıllar boyu İstanbul’u “Mukaddes Hedef” olarak tespit ettiğini, Müslüman fatihlerin bilhassa Osmanlı padişahlarının hamle üzerine hamleye kalktığını, ama son kesin darbeyi Sultan II. Mehmed’in indirdiğini kabul etmektir. 

Her muhasaranın, her tazyikin, hattâ bazı münferit ve cezbevî teşebbüslerin Bizans’ı en azından yıprattığını, en azından fethe hazırladığını kimse inkâr edemez. Hadis-i Şerif söylendiği andan başlanarak, fethe kadar geçen zaman içinde İslâm askerinin en büyük gayesi fethi gerekleştirmekti. 

Bu yolda atılmış her adımı minnetle yâd etmek ve fethi hazırlayıcı unsurların başında saymak hakperestlik gereğidir.

Ancak mutlaka Fatih’in hakkı Fatih’e verilmeli, bunun bir nasip meselesi, bir mazhariyet olduğu da düşünülmelidir.

Nasip ve mazhariyet, evet. Çünkü öylesine mükemmel bir vasat meydana gelmiş ki, beşer takatinin ve kudretinin çok üstündedir. İşin içinde ister istemez İlâhi takdiri aratmaktadır.

İnsan, Ak Şemseddin’siz bir fetih düşünemiyor. Uzayan kuşatmanın ümitsizlik demlerinde, genç Padişah, Ak Hoca’dan (Molla Ak Şemsüddin) destek görmeseydi, her bıkkınlığı, “Bugüm, şol kal’anın (kalenin) Fatih’i sen olasun deyü âlem-i şehzadelikte sana tebşir ettük=İstanbul’u feth edeceğini sana şehzadeliğinde söylemiştim” şeklinde yaptığı hatırlatmayla gayrete dönmeseydi, nihayet en huzursuz gününde, Hocasından, “Yarın sabah şol kapudan(Topkapı’yı göstermiştir) hisara yörüyüş ola; izn-i Hûdâ ile bâb-ı zafer feth olub ezan sadâsı ile sûrun içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazın hisar içre kıla.” (Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Osman Turan, I. II., s.373) müjdesini almasaydı, acaba fetih mümkün olabilir miydi?

Ak Veli yalnız fetih müddetince değil, fetih sonrası imar ve inşa demlerinde de talebesini yalnız bırakmamış, uzlet (yalnızlaşma) maksadıyla köşesine çekileceği sıralarda genç Padişaha hayat boyu istikamet verecek unsurları ihtiva eden bir mektupla—doğrusu talimatnameyle—İstanbul’un âdeta yeniden inşasında da hisse sahibi olmuştur.

Meşhur kıssadır, Padişah, fetih aşkına Arap yarımadasından kopup gelen Hazret-i Muhammed’in (s.a.v) bayraktarı Ebû Eyyûb el-Ensari’nin (r.a.) kabrinin bulunmasını Ak Şemseddin’den ister. Fatih’in isteğini kabul eden Hoca, riyazete çekilir. Geceler boyu süren ibadet ve duadan sonra, Hazret-i Ebû Eyyûb’un kabri rüyasına girer. Padişaha durumu anlatır. Onu rüyada gördüğü yere götürür. Âsâsını yere diker: “Kazınız” der, “Aradığınız buradadır. Önce üstü yazılı mermer bir levha çıkacaktır. Levhanın altında Ebû Eyyûb el-Ensari hazretlerinin aziz nâşı vardır.”

Toprak kazılınca üstü yazılı mermer levha ortaya çıkar. Büyük sahabinin kabri bulunmuştur. Padişah çok güzel bir türbe ile yanına bir cami inşa ettirir ve bölge o günden sonra “Eyüb Sultan” adıyla anılır (hazin ki, “Sultan”ını unuttuk, geriye “Eyüp” kaldı)…

Fetih tümüyle kaderin tecellisidir. Yalnız “hoca cephesi” değil, tüm cepheler “ikram-ı İlâhî”lerle doludur. Ak Şemseddin ne kadar “ikram-ı İlâhî” ise Ulubatlı Hasan, hattâ top dökümcüsü Macar asıllı Urban Usta o kadar “ikram-ı İlâhî”dir.

Bu yeni terkipte Fatih devleti, Ak Şemseddin hikmeti, Molla Gürani ile Molla Hüsrev milleti, Ulubatlı Hasan izzeti, Urban Usta ise himmetitemsil etmiştir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Ailelerde yabancılaşma

Eski evlerde, mahallelerde, mescidlerde “sohbet-muhabbet” vardı. Radyo ile birlikte sohbet geleneğimizde bir duraksama oldu…

Televizyon, internet ve telefon hayatımıza hâkim unsur haline gelince, sohbet ve muhabbeti bütünüyle unuttuk…

Artık aileler konuşmuyor, televizyonu kesmemek için, neredeyse işaret dili ile anlaşmaya çalışıyoruz.

Sohbet ve muhabbet, insanlar arasında sevgi bağları oluşturur. Ya da var olan sevgi bağlarını güçlendirir. Bir birleriyle konuşmayan insanlar arasında ise sevgi bağları önce gevşer, sonra kopar. Zaman içinde de müthiş uçurumlar oluşur. Artık bir birlerine ulaşamazlar.

Bazı aileler şimdilerde bu süreci yaşıyor.

Günler geçer, aile fertleri ekranlardan gözlerini alıp bir birlerinin yüzlerine dahi bakmazlar. Bir birlerinin durumlarıyla ilgilenmezler. 

“Televizyon tutkunu babam o kadar uzun zamandır yüzüme bakmadı ki, sokakta karşılaşsak beni tanıyacağından kuşkum var” diye yakınıyor, SümeyyeHanım; “hatta adımı bile unuttuğunu sanıyorum. Benden bir şey isteyecek olsa, yüzüme bakmadan istiyor… Ekrandaki bir sahneyi kaçırsa sanki kıyamet kopacak… Ekran tutkusu yüzünden geç saatlere kadar oturuyor. Önceleri dükkânı geç açıyordu. Televizyon tutkusu arttıkça, hiç açmamaya başladı. Şimdi gün boyu uyuyor. Çünkü her geceyi televizyon karşısında uykusuz geçiriyor. Dükkânı satacağını söylüyor. Emekli maaşıyla geçinecekmişiz. Bu ise benim okuldan alınmam anlamına geliyor. Ne yapacağımı şaşırdım.” 

Aile içi kopukluğun bundan daha acı, daha acıtıcı ve daha incitici örneği olabilir mi? Birbirleriyle konuşmayan, bir birlerinin yüzüne bakmayan bu insanlar bizim. Aile bireyleri dut yemiş bülbül misali sus-pus. Tek irtibat noktası, televizyon ekranı ve gözler ekrana yapışık. Yemeği bile alelacele tıkınıp derhal ekran karşısına geçen babalar, televizyon izlemekten vakit bulup çocuklarının büyümelerini izleyemiyorlar. Doğrusu çok büyük kayıp… Üstelik de çok ayıp!

***

Zerrin Hanım ise anne babasına küskün:

“Asker emeklisi babam, ayda birkaç kez içer. Annemin de başı açık. Çok anlattığım ve ısrar ettiğim halde irşad edemedim. Ben de mecburen tavrımı koydum. Onlarla bir yıldır konuşmuyorum. Bir yıldır annem ve babamla konuştuklarımı toplasanız, sanırım on dakikayı geçmez. Bu süre içinde yüzlerine belki toplam bir dakika bile bakmamışımdır. İnanın artık yüzlerini bile unuttum. Ama vicdanım pek rahat değil. Ne yapmamı önerirsiniz?” 

Ne önerebilirim ki? Bu nasıl dini hassasiyet anlayamadım. Din sevdirici, barıştırıcı, müsamaha etmeyi öğretici bir kavramdır. Bu temel inşayı görmezden gelip kine, küskünlüğe alet etmek anlaşılır gibi değildir.

Öyle ya, “anne babaya öf dedirtme”yi yasaklayan bir “sevgi” ve “şefkat” dinine mensubuz. Anne ve babamızın bize ters gelen olumsuz davranışları onları ters davranmamızı gerektirmez. Bu davranışımızı inancımızın bir gereği sayacakları için asla inancımıza ısınmayacaklardır. Dolayısıyla inancımıza zarar vermiş olacağız.

Siz ne diyorsunuz? Hz. Nuh, peygamberdi ama eşini ve oğlunu ıslah edememişti. Hz. Alişan Efendimiz ise sevgili amcasının iman etmesini sağlayamamıştı. Belli ki, hidayet bizden değil, Allah’tandır.  

Müslüman öncelikle “sevgi insanı” olmak zorundadır. İnsanı “sevgi” eksenine oturtmayan Müslümanlığın kişiye yansımalarında müthiş bir terslik var demektir. Bu terslik İslam’da olamayacağına göre, Müslümandadır! 

Şunu söylemeye çalışıyorum ki, kişiyi “sevgi insanı” yapamayan dindarlığı gözden geçirmemiz lazım. Anne babasını sevmeyen, başka kimi sevecek?

Yavuz Bahadıroğlu