Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

Bediüzzaman’a göre, Vahiy Medeniyeti’nin esasları

Bediüzzaman, Batı Uygarlığının “beş menfî (olumsuz) esası”na mukabil Vahiy Medeniyeti’nin “beş müsbet (olumlu) esası”nı gösteriyor:

1. Hak (kuvvet yerine);

2. Fazilet (menfaat yerine);

3. Dinî, vatanî birlik-beraberlik (ırkçılık yerine);

4. Yardımlaşma (kavga ve savaş yerine);

5. Hüdâ [=hidayet, doğruluk]. (heva ve hevesin yerine).

Peki, “menfaat, para” ve “güç” ekseninde şimdiki hayata hükmeden Batı Uygarlığı’na rağmen, Vahiy Medeniyeti’nin tekrar inşası mümkün müdür?

Bediüzzaman’ın cevabı “evet”dir. Bunun nasıl olacağını da söylüyor:

“Medeniyet-i hâzıranın (Taklit etmekte olduğumuz Batı Uygarlığının) inkışâından(dağılmasıyla her şeyin net görünmeye başlamasından) inkişaf edecektir”… 

Müslümanın görevi, bu kaçınılmaz “oluş”u kolaylaştırıcı ve çabuklaştırıcı faaliyetlerde bulunmaktan ibarettir. 

Bugünkü olumsuz tabloya bakıp bunun ilânihaye böyle devam edeceğini zannetmek “gaflet” olur. Kaldı ki, Batı Uygarlığı’nın çatırtıları duyulmaya başlamıştır. 

Çöküş kaçınılmazdır… Ve çöküş “inşa”dan çok daha hızlı olur!

İmparatorlukların inşasına ve çöküşüne bakarsanız, “inşa”nın ne kadar zor, yavaş, çöküş”ün ne kadar kolay ve hızlı olduğunu görürsünüz.

Şimdi gelelim, Bediüzzaman perspektifinde, Vahiy Medeniyeti’nin beş müspet esaslarını açıklamaya ve Batı Uygarlığı’nın esaslarıyla kıyaslamaya…

Vahiy Medeniyeti’nde “nokta-i istinad (dayanak), kuvvete bedel haktır ki; şe›ni, (sonucu) adâlet ve tevazündür (muvazenedir)… 

“Hedef de menfaat yerine fazilettir ki; şe’ni, muhabbet ve tecâzübdür (cazibe), cihet-ül-vahdet (birlik-beraberlik yönü) de unsuriyet-i milliyet (ırkçılık) yerine; râbıta-i dinî, vatanî,sınıfidir (din, vatan, sınıf-meslek-meşrep birliği) ki, şe’ni, samimî uhuvvet (kardeşlik) ve müsalemet (barış içinde) ve hâricintecavüzüne(dış saldırılara) karşı yalnız tedafü’dür (savunma…

“Hayatta düstûru cidal (savaş) yerine düsturu teâvündür (yardımlaşma) ki; şe’ni, ittihad ve tesanüttür (sonucu birlik–beraberliktir)…

“Hevâ yerine hudâdır (doğru yol gösterme) ki; şe’ni, insaniyeten terakki(gelişme) ve rühen tekâmüldür (olgunlaşma). Hevâyı tahdid eder (nefsin arzularını sınırlandırır), nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline (kolaylaştırma) bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.” (Tarihçe-i Hayat, 117).

Bediüzzaman’a göre, işte bu medeniyet bütün insanlığa, hiç olmazsa ekseriyetine saadet olacak. Zemin yüzünü pisliklerden temizleyerek barışı sağlayacak…

Çünkü yardımlaşma, şefkat, fazilet ve kardeşlik düsturları barışın, kuvvet, menfaat, bencillik gibi zorbalıklar terörle savaşın temellerini örer.

Zarurî bir izah: Siyasi zemin müsait olduğunda kendilerini “Nurcu”, müsait olmadığında “Atatürkçü” ve daha envai çeşit kalıplar içinde kendilerini tanımlayan bazı gayrisamimi grupların, devleti ele geçirmek gibi, Risale-i Nur’un temel felsefesine taban tabana zıt tutumları Bediüzzaman’a mal edilemez…

Çeşitli hesaplar sebebiyle onların arkasına takılan grupçuklar da hakiki Nur Talebeleri’ni temsil etmez. Onlara bakıp Bediüzzaman ve talebeleri hakkında yanlış kanaatler beyan etmek, büyük vebaldir.

Zarurî bir ikaz: Bediüzzaman ve öğretisini tanımanın tek yolu, eserlerini anlayarak okumaktan geçer.  

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Bediüzzaman’a göre, Batı uygarlığının esasları

 Biz “Batı uygarlığı”nın demokrasi ve insan hakları üzerine müesses olduğunu sanıyoruz. Oysa böyle bir şey yoktur. Batı uygarlığının özü “sömürgecilik”tir. Tarih boyunca, “demokrasi”, “hümanizm” ve “insan hakları” gibi süslü argümanları, hedef milletleri daha rahat sömürebilmek için kullanmıştır.

Bediüzzaman, “Batı uygarlığı”nı beş esas üzerine oturtuyor ve bir bir sayıyor:

Birincisi: Kuvvet,

İkincisi: Menfaat,

Üçüncüsü: Savaş,

Dördüncüsü: Irkçılık,

Beşincisi: Heva ve heves (eğlence).

Bu yüzden Batı zorbadır, gaddardır, zalimdir, ahlâksızdır, ilkesizdir. Açıkçası, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” havasındadır. Meselâ Suriye’de Esed’in attığı sarin gazı ile boğularak ölen çocuklar, göç esnasında batan teknelerden sahile vuran çocuk cesetleri, bir diktatörün bekası için yüzbinlerce insanın ölmesi, milyonlarcasının yerinden-yurdundan ayrılmak zorunda kalması yüreklerinde zerre kadar iz bırakmaz.

Biz de hayret eder durur, “Bunlar nasıl insan?” diye diye ömrümüzü bitiririz. Çünkü Haçlı seferleri sırasında yaptıkları iğrençlikler bize unutturuldu. 

“Büyük” dedikleri İskender’in cinayetleri unutturuldu…

Bırakınız eski dönemi, yeni dönemde sivillerin üstüne attıkları atom bombasının etkileri unutturuldu…

Dresden katliamı (İkinci Dünya Savaşı), Ruanda katliamı, Cezayir katliamı unutturuldu…

Afrikalılara yaptıkları zulüm unutturuldu…

“Batılı değerler” diye (politikacılarımız bu sözü pek severler) köksüz ve mazisiz bir safsata icat edip hepimize yutturdular. Sandık ki, Batı’da vicdan var, acıma hissi var, demokrasi var, merhamet var, insanlık var, yardımseverlik var, insan hakları var…

Oysa Batı’da bunların hiçbiri yoktur. Bunların yerine kuvvet, menfaat, savaş, ırkçılık, heva ve heves var. Bir kuruş çıkarları uğruna dünyayı ateşe vermekten çekinmezler. Nitekim aynı hırsla iki büyük savaşı başlattılar, petrol yataklarına el koydular.

Bediüzzaman’ın bu konuda tespitleri gerçekten muhteşemdir. Şöyle diyor: 

“Sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi şu medeniyet-i habise” (lütfen bu kelimeleri öğrenmeye çalışın, böylece kelime dağarcığınıza yeni bir şeyler eklenirken, bir yandan da dedelerinizin lisanına âşina olunsunuz), insanlığın mutluluğunu temin hülyasına, insanlığı kurban etmiş; çevreyi bozmuş, kâinatın dengesiyle oynayıp ozon tabakasını dahi delmiştir, ama “beşeriyetin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış”tır… Üstelik maddî refahın yanısıra mânevî tatmin, huzur ve saâdeti sağlayamamıştır. 

Bugün içki, uyuşturucu, savaş, terör, intihar, boşanma gibi mutsuzluk göstergesi sayılan hadiselerin en yoğun biçimde yaşandığı ülkeler, maddî refahın zirvesinde bulunan ülkelerdir. Bunu göre göre, geri bırakılmış Müslüman ülkelerin gelişmiş Avrupa ülkelerine özenmeleri ve “medeniyet-i hazıranın” (Batı uygarlığı) seyyiatlarına (günahlarına) da talip olmaları ne büyük gaflettir.

Alternatif mi yok? Bir yandan teknolojik gelişmeyi temin ederken, öte yandan, zemin yüzünü ahlâksızlık gibi pisliklerden temizleyip barışı sağlayacak ve insanlara insanlıktaki lezzeti tattıracak “Vahiy Medeniyeti” ne güne duruyor?

Ona da yarınki yazımızda bakalım inşallah.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Fatih’in bir vakfiyesi

Osmanlı’da ilk vakıf Orhan Gazi tarafından, İznik’te, eğitim-öğretime ilişkin olarak vücuda getirildi: Kurduğu üniversitenin bilimsel özerkliğe (hâlâ ulaşamadığımız büyük hasret) kavuşabilmesi için gereken ekonomik bağımsızlığı temin amacıyla da bir kısım gayrimenkuller vakfetti. Osmanlı’nın vakıflaşma süreci, böylece başlamış oluyordu. Bu sürecin nasıl işlediğini göstermesi açısından Fatih’in bir vakfiyesini biraz sadeleştirerek özetlemek istiyorum:

“Ben ki, İstanbul Fatihi abd-i âciz (aciz kul) Sultan Mehmed Han’ım! Bizatihi alnumun teriyle kazanmış olduğum akçelerumle (şahsi paramla) satun alduğum İstanbul’un Taşluk Mevkii’nde kain (bulunan) ve malumu’l hudut (sınırları belli) olan yüz otuz altı bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakf-ı sahih eyledum. İş bu gayr-i menkulatumdan (dükkânlarımdan) gelicek nemalardan (gelirlerden) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler. Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler (kirecin mikrop öldürücü etkisini unutmayalım) ki, yirmişer akçe alalar…

“Ayrıyeten, on cerrah (operatör), on tabip (doktor) ve üç de yara sarıcı (hemşire-sağlık memuru) tayın eyledum. Bunlar dahi, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna (ayırım yapmadan) her kapuyu vuralar ve o hanede hasta olup olmaduğun soralar, hasta var ise ve şifası mümkin ise şifayap edeler (evde tedavi etsinler); değilse kendulerunden hiç bir karşıluk beklemeksızın (ücretsiz) Darülâceze’ye (yoksullar bakımevine) kaldırarak orada salah bulduralar (iyileştirsinler)…

Maazallah (Allah korusun) İstanbul’da et buhranı çıkacak olursa vakfittuğum yüz adet tüfengi ehline (avcılara) vereler. Bunlar, hayvanat-ı vahşiyenin (av hayvanlarının) yumurtada ve yavruda olmadığı sırada balkanlara (dağlara-ormanlara)çıkub avlanalar ki, zinhar (kesinlikle) hastalarumuz gıdasuz (proteinsiz) kalmasunlar…

“Ayrıyeten, külliyemde bina ve inşa ittuğum imarethanede şehit ve şühedanın harimleri (şehit aileleri) ve İstanbul fukarası yemek yiyeler… Ancak, yemek yemeye veya almaya bizatihi kenduleri gelemeyecek vaziyette olanlarun yemekleri günün loş karanlığında kimse görmeden (bu da muhtaç insanı incitmemeye yönelik vicdani bir hassasiyet) kapalı kaplar içerusunda evlerine götürüle…”

Böyle bir inceliği gösterebilmek, insanı mânâ ve mahiyetiyle tüm olarak kavrayabilmeyle mümkündür. 

Bu da yaradılış hikmetini ayrıntılarıyla özümsemeyi gerektirir. Belli ki ceddimiz, “insan” denen mükemmelliği bütün hikmetiyle kavramıştı… 

Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “vakıf”, sevginin öteki adı olmanın yanı sıra, İnsan”ı kavrayan “hikmet”in de öteki adıdır: Zaten bu yüzden “Müslüman”dır.

“Anlattıklarınız güzeldir, ancak geçmişe aittir ve geçmişte kalmıştır” diyeniniz varsa, onlara belediyelerin iftar çadırlarını görmelerini, hattâ bir iftarlarını çadırda açmalarını öneririm.

O zaman anlayacaklar ki, ecdadın insan sevgisi kokan vakıf kültürü, günün ihtiyaçlarına uyarlanmış, bu sayede İstanbul, ramazan boyunca, milyonların iftar ve sahur yaptığı büyük bir imarethâneye (fakir fukaraya ve yolculara bedava yemek verilen yer) dönüşmüştür.

Bunu yaşadıktan sonra, insan, Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”ndeki vurguyu daha rahat anlıyor: 

“Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyanız kim, 

 “Muhammerdir serapa mâyemiz hûn-ı şehadetten; 

 “Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim, 

 “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten…” 

Yani:

Biz öyle şerefli Osmanlı soyundanız ki,

Hamurumuz şehit kanı ile mayalanmıştır;

Elbirliği içinde öyle büyük bir maharetle çalıştık ki,

Büyük bir cihan devleti çıkardık bir aşiretten.

O zaman yapabilmişsek, neden şimdi de yapamayalım ve tekrar büyüyemeyelim? 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

İnsan, Ramazan ve Hayır-Hasenat

Hem dini, hem de milli kültürümüzün temelinde “eşref-i mahlûkat” olarak “insan” var: “Her şey insan için” görüşü, medeniyet anlayışımızın bamteli ve temeli… 

Bu idrak içinde eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki etmiş, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi çerçevesinde, hayırda yarışmış, bu ulvi ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirmiştir. Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı “hayır”da yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgası oluşturduğunu gösteriyor.

Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti.

Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilendi ki, bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kılık, kıyafet, anlayış farkı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu…

Çok da iyi yaptı, çünkü hayatın merkezi insandır: “Kâinat hayata, hayat insana bakar.” Vakıf müesseseleri ise insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir. 

Hemen her konuda vakıflar vücuda getiren Vakıf Medeniyeti’nin ince çizgisine ve duyarlılığına bakar mısınız lütfen?..

* Kimsesiz çocuklara, öksüzlere, yetimlere meyve yedirme vakfı;

* Kimsesiz çocukları gezdirme vakfı;

* Düşmana esir düşenlerin fidyelerini ödeyip kurtarma vakfı;

* Fakir ve kimsesizlerin cenazelerini kaldırma vakfı;

* Sakatlanan veya çalışamayacak kadar yaşlanan işçi ve esnafa yardım vakfı;

*  Borç yüzünden hapse girenlerin borçlarını ödeme vakfı;

* Öksüz kızlara çeyiz vakfı;

* Hac yolunda parasız kalanlara yardım vakfı; 

* Ticaret ve sanatta işi bozulanlara yardım vakfı; 

* Tohumluk temin edemeyen fakir çiftçilere tohumluk verilmesi;

* Harp ve kıtlık halleri için ülkenin uygun yerlerine yiyecek depo edilmesi;

* Hizmetçilerin ve cariyelerin efendilerine verdikleri zararı tazmin vakfı…

Daha akla-hayale gelmeyen konularda bir sürü vakıf ve yardım müessesesi… Bunlar o kadar yaygındır ve çeşitlidir ki, Avrupalı gezginleri hayretler içinde bırakmıştır. Bunlardan Corneille Le Bruyn şöyle diyor: 

“Türklerin hayrat ve hasenata çok düşkün olduklarını ve hatta Hıristiyanlardan çok fazla hayrat vücuda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Türkiye’de pek az dilenciye tesadüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de işte budur.” (İsmail Hâmi Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâki, İstanbul Kitabevi, 1961).

Elisee Recus ise hayvanlara gösterilen şefkatı dillendiriyor: 

“Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır… Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz: Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir.” (1880, Küçük Asya. c. 9).

Böyle müesseseler düşünebilmek için, insanın yaradılış hikmetini kavraması gerekirdi. İnsanın yaradılış hikmetini en iyi anlatan kitap Kur’anolduğuna göre, insana hizmeti pek tabii Müslümanlar kurumlaştıracaklardı. 

Ramazan-ı mübarekte eski “ramazanlaşmış insan”ımızı hatırlatmak istedim…

Bir sonraki yazımda inşallah Fatih Sultan Mehmed’den bir vakıf örneği verelim…

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Hayat Mektebinden Geçer Not Almak

Hayat bir mektep olsa (ki, zaten öyledir): Karnelerinde kırık var diye çocuklarını ve torunlarını azarlayan biz yetişkinler de “Hayat Mektebi”nin ebedi talebeleri olsak (öyleyiz)…

Hayat bize arada bir karne verse…

Geçer not alabilir miydik?

Dürüstçe cevap verin lütfen: Matematikten ne durumdasınız?

Hesabınız, kitabınız yerinde mi? Aile bütçesini denk getirebiliyor musunuz? Gelirinizle giderinizi denkleştirebiliyor musunuz? Alışveriş çılgını mısınız? Kredi kartlarını kolayca kullanıp ödemede zorlanıyor, zorlandıkça, “devlet bu işe bir el atsın” diyerek, kendi hesapsızlığınızın faturasını devlete yüklemeye çalışıyor musunuz?

Anlaşılan o ki, çoğumuz matematikten kalırız!

Türk Dili ve Edebiyatı: Ezberinizde kaç doğru düzgün şiir var? Vazgeçtik Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i, Şeref Hanım’ı, Namık Kemal’i, Ziya Paşa’yı, Yahya Kemal’i, Mehmed Âkif’i anlayabiliyor musunuz?

Osmanlı Türkçesini okuyabiliyor musunuz? En az beş bin kelime ile konuşup yazabiliyor musunuz? (“Ya sen?” diye soracağınızı bildiğim için söyleyeyim: Bir araştırmaya göre 13 bin kelime ile yazıyormuşum).

Lisana hâkim misiniz? “Türkçe’nin Sırları”nı (Nihad Sami Banarlı Hoca’mın bu isimde bir kitabı var) biliyor musunuz? “Şey-mey” demeden ııı-uuu diye tıkanmadan konuşabiliyor musunuz?

Sanırım “Türk Dili ve Edebiyatı Dersi”nden de çoğumuz kalırız!

Tarih: Birkaç söylenti, yalan-yanlış iddia dışında tarih konusunda ne biliyorsunuz sahi?

Gerçeği aramaya çıktınız mı? Merak edip bir konuyu araştırdınız mı? Tarih konulu kaç doğru kitap okudunuz? Bildikleriniz kitaptan mı, yoksa kulaktan mı gelme?..

Resmi yalanları mı tekerliyorsunuz, yoksa doğrusunu öğrenmeye mi çalışıyorsunuz? Sanırım “Tarih Dersi”nden de çoğumuz kalırız!

Coğrafya: Türk coğrafyasından haberiniz var mı? Bu coğrafyanın bugün ne durumda olduğunu biliyor musunuz? 

Ata yurdumuz Doğu Türkistan’ın bugün Çin işgali altında bulunduğundan, “Türkistan” dememek için adının bile değiştirilip Şincanyapıldığından haberiniz var mı?

Sadece Afrika Kıtası’nda 29 İslâm devleti olduğunu, bu coğrafyanın Avrupalılar tarafından asırlarca sömürüldüğünü, zenginliklerinin yağmalandığını, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ise on beş yıl öncesine kadar Afrikalı kardeşlerini yok saydığını, Sayın Erdoğan sayesinde yeni yeni irtibat kurulduğunu, yatırım yapıldığını biliyor musunuz?

“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” cümlesi size ne ifade ediyor?

Galiba “Coğrafya Dersi”nden de çoğumuz kalırız!

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi: Dinimizin en azından “muamelat” kısmını öğrenmek için bir “ilmihal” bile okuma gereği duymadan, yıllar boyu ekran hocalarına, “Çiklet çiğnemek orucu bozar mı?” türünden saçma-sapan sorular sorduğumuza bakılırsa, bu dersten iyi not beklememiz için bir sebep yok.

“Ahlâk Bilgisi”ne gelince: Başörtülü kızlarımızın bile ekranlarda oynaya oynaya koca aradığını hatırlarsak, bu konuda geçer not almamızın mümkün olmadığını herhalde anlarız.

Ramazan öncesi “İman ve ibadet” notumuza da bakalım…

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com.tr