Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ
Mızrağın ucunda bir kefen
Sözler’ini Okudum, Hayatım Değişti
Eserleri ve düşünceleriyle, milyonlarca insanın hayatına anlam katan aziz Üstad’a…
Ziyaretine beklediğiniz o bahar hediyelerinden birinin, nacizâne armağanıdır bu yazı. Binler fatihalarla…
GENÇLİĞE yeni adım attığım yıllardı. Sanırdım ki, liseyi, üniversiteyi bitirecek bir meslek sahibi olacak ve ardından sonsuz huzur ve mutluluğu yakalayacaktım. Öyle sanırdım. Çünkü hayallerim, ideâllerim buraya kadardı. Çok geçmeden bu düşünce ve bu plânda bir şeylerin eksik olduğunu fark ettim. Bir kere hayat çok kısaydı, arzu ve isteklerimin ise, sonu yoktu. Çalışıp çabalamak, sonunda bir şeyler başarmak ve kendini ispatlamak önemliydi. Ama daha da önemli şeyler olduğunu gördüm hayatta…
Hiç beklenmedik bir anda, peş peşe gelen vefatlar, kazalar, hastalıklar v.s. hayatımı alt üst etti. Uykularımı kaçırdı, ağız tadım bozuldu. İşler gönlümce yürümüyordu. Hayat istediğim gibi gitmiyordu ve gitmeyecekti de… Benim küçük plânımdan daha büyük ve ilâhi bir plân vardı. Bunu sezinleyebiliyordum. Ne olacaktı, peki ne yapacaktım? Bu işin sonu neydi? Durup, düşünmem gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bu durulma, bu kendimi yeniden tanıma dönemi ile, yeni fırsatlar doğdu. Yaratılışımız gereği, her insan gibi benim de tutkularım, arzularım ve hayattan beklentilerim vardı. Herkes bir şeylerin peşindeydi. Bir şeyler arıyordu ve ona ulaşmak istiyordu. Ama gerçek aradığımız şey ve ortak noktamız ise, sürekli bir huzur, biteviye bir mutluluktu. Bu neredeydi, buna nasıl ulaşabilecektik?
Sadece kendimize karşı değil, bütün insanlığa karşı da görevlerimiz vardı, bu da unutulmamalıydı. Kendi imkân ve ölçülerimiz içinde kazandıkça seviniyorduk, sonra bu da bir tür alışkanlığımız oluyordu işin kötüsü. Bu defa da yenilerinin peşine düşüyorduk. İşte o zaman bir kısır döngüye dönüşüyordu hayat, ardından bir tatminsizlik başlıyordu. Şikâyetler çoğalıp, şükürler azaldığında, hayat yaşanmaz ve çekilmez bir hâl alıyordu. Elimizde bulunan ve sahip olduğumuz onca nimetin farkına varmaktı aslolan. Bu kolay yolu, biri göstermeliydi bize. Gözümüze çarpmayan nice küçük ve minik ayrıntılar, binbir sevincin ve mutluluğun kaynağı niye olmasındı ki? Bu perdeyi sıyıracak bir el gerekliydi bize.
GENÇLİĞİMİN en güzel günleriydi. Günler, geceler boyu okuyor, bu sorulara bir cevap arıyordum. Kucak dolusu kitapla yatıp kalkıyordum. Ama hiçbirinde aradığım o kabuksuz öz yoktu. ‘Neden’ ve ‘nasıl’lar ile oyalıyordu beni kitaplar. ‘Kim’ ve ‘niçin’ sorularıyla uğraşılmıyor, üzerinde bile durulmuyordu. Artık iyice bunalmaya başlamıştım. Bîtap düşmüştüm. Sığınacak bir liman ve tutunacak bir dal arıyordum. Hızır gibi yetiştin, baharla geldin, rahmeti getirdin. Dalım oldun. Çiçeğim, balım oldun. Benliğimde ne varsa aldın, hayatının içine kattın. Sadece bir ben değildim bunu yaşayan. Milyonlarca insanın yaşadığı ve tattığı bir gerçekti bu.
Bu güzelim dünyada, görmem gereken işaretler vardı. Elimden tuttun, görmem gerekenleri gösterdin. Unutulmuş eski, antik bir şehirdi ruhum. İçimde sonsuz güzellikler vardı keşfedilecek. En değerlisi, en derinde, kalpteydi. İçimdeki sevgiydi o. Şefkatli ellerin oraya da erişti. O günleri hatırlıyorum şimdi. Ashab-ı Kehf misâli uykuda olduğum o günleri. Ve o geceyi hatırlıyorum. Bir hastane odasında, bir başına acılar, sancılar içinde kıvrandığım o geceyi. Son nefesimi verir gibi inleyip, o mübarek kelimeyi şehadeti söyleyip de, gözlerimi bir daha hiç açmamak üzere kapadığımı hatırladığım o geceyi hiç unutmadım. Unutamadım. Saatler sonra uyandığımda ağır bir ameliyat geçirmiş gibi hissediyordum kendimi. Ruhumda bir rahatlık vardı. Gözlerimi açtığımda her şey yerli yerindeydi. Dünya aynı dünyaydı. Çevrem de öyle. Ama ben artık aynı ben değildim. Eşyaya ve olaylara bakışım tamamen değişmişti. Sanki üzerimde, esrarlı bir el gezinmişti. Nasıl olmuştu bütün bunlar? Rabbimden başka bilen yok. Ben bile hayretteyimdir hâlâ…
VE SONRA bir kitap. Bir kitap bir insanın hayatını sil baştan nasıl değiştirebilirdi? Yeniden yaşama azmi ve ümidiyle o insanı nasıl doldurabilirdi ki? Buna da hayret edecektim. Ama olmuştu işte. Yaşadıklarımın hepsi gerçekti. Madem yeniden doğmuştum, öyleyse yaşadığım günlerin hakkını vermeliydim. Fırsatları değerlendirmeliydim. Hayatımı anlamlı kılmalıydım. Çok çalışmam gerekiyordu çok. Benim durumumda olan binlerce, milyonlarca insan vardı bu dünyada. Onları da bu hazineden haberdar etmeliydim. Azimliydim, Rabbimin kudretine sonsuz güvenim vardı. Elveda aldanış, elveda boşa geçen yıllarım. Merhaba yeni gün, merhaba yeni hayatım. Yıllardır yardım edecek bir el bekliyordum, imdadıma koşacak birini arıyordum.
Rabbim nasip etmişti nihayet. Önce kendimden tıpkı senin yaptığın gibi, nefsimden başlayıp, yola koyulmam gerekiyordu. Erik ağaçlarının çiçek açtığı bahar sabahlarının birinde, iki eskimeyen dostum, ellerinde bir kitapla çıkageldiler. Kabul ederseniz hediyemiz olsun dediler. Seni anlatıyordu bu kitap. Çileli hayatını, o mukaddes davanı. Daha birkaç satır okur okumaz, içimin ürperdiğini hissettim. Her söz’ünü, kendim söylemiş, kendim yazmış gibi bildim. Kitabın sayfalarını karıştırınca, hiç unutmayacağım bir cümleye ve bir resme takıldı kaldı gözüm. O cümle şöyleydi:
‘Risale-i nuru anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim; hatta bu hususta bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu (…) Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.’
NE ATEŞÃN ifadelerdi bunlar. Bugüne kadar hiçbir yerde rastlamamıştım. Samimiydin, ihlâslıydın. Yanıyordun, yakıyordun. Yanmayan yakamaz. Göz önündeki yangını görmüş, var gücünle söndürmeye koşuyordun. Yangınlar seyredilmez diyordun. Fedakârlık dersi veriyordun. Eski Yunan ve Batı felsefesini biraz olsun okumuş olmanın da etkisiyle derinden sarsılmıştım o gün. Her şeyi anlatmaya yetiyordu bu sözler. Karşımda sıradan bir insan ve sıradan bir kitap yoktu. Karşımda bir dağ vardı. Bu dağ aşılacak değil sığınılacak bir dağdı. Uhud gibi, Hira gibi, Sevr gibi…
‘Bismillah’ dedim. Her hayrın başı olan bu mübarek sözle başladım. Önce, kendi mağaramdan çıkıp onca yılın ve köhnemiş fikirlerimin içinden sana, senin taptaze, bahar kadar güzel, cennet gibi şirin iklimine yürüdüm. Büyük müjdeler veriyordun. ‘Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.’ diyordun. Zordu ama olsun, her zorlukta bir değil iki kolaylık vardı mutlaka. Bu uğurda sabır ve sebat gösteren için Rabbimden ayet ayet müjdeler vardı. Bir de kitabın içindeki bir resme takılıp kalmıştım. Ne kadar da güzeldi, efsunluydu gözlerin. Ruhumu okuyordun sanki. Davetkâr bakıyordun. Büyük bir heyecanla hayatını ve eserlerini öğrenmeye, okumaya koyuldum. Önümde 12 ciltlik ve 6000 sayfalık bir umman vardı. Sezai Karakoç Bey’in ifadesiyle bu kitaplar; ‘Tek başına bir İslâm kültürü külliyatıydı.’ Çok şükür yıllardır aradığımı bulmuştum. Yaralarıma merhem olmuştu.
EVET, işimiz kolay değildi. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden alâydı.’ Rabbim son nefese kadar bu yoldan, bu davadan ayırmasın. Her türlü zorlukların üstesinden gelmeye yetecek bir ruh ve heyecana sahibiz. Yeter ki gerekli sabrı ve fedakârlığı gösterebilelim. İşte o zaman yarınlar çok daha güzel olacaktır. Hayatı, hayatım gibi bir söz’le değişen ve değişecek olan herkese, şimdiden merhaba. Aziz ve muhterem Üstad’a rahmet duasıyla…
Yazımızı tercümesini Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yaptığı Cevşen’in 57. bölümündeki duayla bitiriyoruz. ‘Ey göklerde ve ecrâm-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl, Ey zeminde ve zeminin her bir mevcudunda vahdâniyetin delilleri, âyetleri müşâhede edilen Zât-ı Zülkemâl, Ey her bir şeyde ve mahlukta vücub-u vücuduna delâlet eden burhanlar bulunan Zât-ı Celil-i Zülkemâl, Ey mahlukatı bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde ve ihyâ eden Zât-ı Kadîr-i Zülcelâl, Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihâr edilen hazineleri halk eden Hallâk-ı Kerîm, Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, güzel tedbirini gören ve ona levâzımâtını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zü’l-İkrâm, Ey her şey her bir hâcetinde ve her bir emrinde Ona müracaat eden ve her bir mevcut her bir keyfiyetinde Ona dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet Ona râci olan Zât-ı Kadîr ve Rabb-i Külli Şey, Ey her şeyde zâhir bir surette lutfunun eserleri ve inâyetinin cilveleri ve güzel san’atının lâtif nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşâhede edilen Zât-ı Lâtîf-i Habîr, Ey zîşuur mahlukatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acâib yapan ve umum masnuâtını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlâtını teşhir etmek için bir dellâl, bir ilânnâme hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm, Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.!
Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi
Bir zaman sohbeti
Popstarlar ve Çocuklar
Hayranı olduğum pop şarkıcı, son yolculuğuna çıkmadan önce, günlüğünün son satırına şöyle yazmış:
“Bir reklâm tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor!”
Ömrünün son dakikalarında bile olsa, kalınca bir sahtelik perdesini bu kadar çarpıcı biçimde yırtması, itiraf etmeliyim ki beni kendisine çok daha hayran bıraktı. Belki bizim yıllar boyunca kendisi için hiçbir şey ifade etmeyişimize içerlemeliyim. Ama sonuçta onun hayranı olmak, ondan daha çok, bizim tercihimizdi. Burada uyuyan biri varsa, bunlardan birinin biz olduğumuzu inkâr edemezdik. Düşünüyorum da, niçin ona hayran olmuştum? Neden kendisine hayran olmamızın yalnızlığında hiçbir azalmaya sebep olmadığı birisine bu kadar hayranlık duyguları beslemiştim?
Onu ilk gördüğümde televizyon önünde vakit öldüren bir çocuktum. “Bak oğlum!” demişti babam, “Büyüyünce sen de böyle olmalısın.” Babam, kendi gibi değil de neden onun gibi olmamı istemişti ki benden? Şimdi anlıyorum ki, bunu o zaman anlayacak yaşta değilmişim. Babam başına bir iş gelse kimsenin ruhu duymayacak köhne odasının köşesindeki televizyonun önündeydi. Oysa o, televizyonun bizzat içinde, herkesin gözü önündeydi. Göz önünde olmak ve babaların parmakla işaret ettiği bir yerde durmak fikri, yüreğimi hoplatmaya başladığında gençliğe ilk adımlarımı atıyordum.
Bir başkasının hayalleri ile büyümenin ne demek olduğunu ilk o zamanlar öğrenmiştim. İlk o zamanlar tüm gerçeklerime inat, kendimi elinde mikrofon sahnelerde düşlemiştim. Ve yine ilk o zamanlar babamın köhne odasında oturmakla hayallerimin gerçekleşmeyeceği gerçeği ile yüzleşmiştim. Kaçmalı, gitmeliydim; starların yetiştiği sokaklarda ben de adım adım yürümeliydim. Kasetçiler çarşısına varıp dükkan dükkan sesimi dinletmeliydim. Beni keşfedecek biri olmalıydı. Birileri bunu başarabiliyorsa ben de yapabilirdim; hem sesim de fena değildi.
Ne var kiİ, köyden kaçıp İstanbul’a varınca daha ilk günden anyayı konyayı görmüştüm. Cebinde beş paran yoksa adam diye yüzüne bile bakmıyorlarmış meğer. Meğer paran yoksa kasetçi dükkanına adımını bile atamazmışsın. Sesinin güzelliğini göstermeye fırsat bile bulamazmışsın. Döndüm geriye hayallerimi İstanbul sokaklarında sabahlara dek yıldızları seyreden sokak çocuklarına bırakarak. Zira, avuçlarımda kala kala birkaç zavallı gerçek kalmıştı. Meğer hayalleri ile yaşayanlar gerçekleri ile gömülürlermiş. O dönüş baba ocağına değil de kendimeydi sanki. Kendime, yani gerçeklerime…
Artık adımlarımı daha sağlam atacaktım, daha fazla çalışacak üniversite sınavını kazanacaktım. Yeni hayalim daha mantıklı gelmişti; büyüyordum galiba… İstanbul bir kez daha kapılarını açıyordu bana. Bu kez anlı şanlı bir üniversite öğrencisi olarak geçiyordum boğazdan. Kulaklarımda o meşhur şarkıcının haraketli müzikleri çınlıyordu. O an şarkıcının beni eğlendirdiğini düşündüm. O beni neşelendirmek için vardı sanki. Bir gün onun konserine de gidecektim. Televizyondan gördüğüm o insana çok yakındım artık; ama sanki yine de aramızda dağlar vardı. Fakat şimdi okumakta olduğum gazete kağıdını tutarken ellerim titriyor. O dağların zirvesinde mesken kurmuş adamın ölüm haberine bakarken, hayretle irileşen gözlerime bakın ne takılıyor: “Bir reklam tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor.” Bu onun günlüğündeki son cümleymiş. Garip bir şekilde intihar etmiş. Meğer o karlı dağın zirvesindeki göz alıcı buzul, etrafındaki milyonlarca kar tanesine rağmen yalnızmış. Bir süredir de uyuşturucu alıyormuş. Ve birden telefonum çalıyor. ”Oğlum nasılsın?” diyor heyecanla. Cevap veriyorum: ”Babacığım ben iyiyim de… Senin hayallerin nasıl?”
İsa Yılmaz/Zafer Dergisi