Abdulkadir Çelebioğlu tarafından yazılmış tüm yazılar

Kur'ân ve Îmân hakikatleri üzerine mesaisini teksif etmiş olup, şahsiyet davası yerine İslâm davasının ön plana çıkarılması için şahsından bahsedilmesini istememiştir. Hayatı; yazdığı ve neşrettiği makale ve yazılardır.

Tedbir Nedir? Koronaya Karşı Nasıl Tedbir Alınmalıdır?

Tedbir kelimesi için verilen 3 tanımı ele alalım;

“TEDBİR

-Bir şeyi te’min edecek veya def’ edecek yol.

-Cenab-ı Hakk’ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet.

-Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.” (Yeni Lügat, Tedbir Maddesi)

Birinci tanımı ele alalım; “Bir şeyi te’min edecek veya def’ edecek yol.” Bunu uyarladığımız zaman karşımıza çıkan ise şudur; bu virüsün yayılmamasını sağlayarak sıhhati te’min etmek ve virüsü yayarak başkalarına bulaştırmayı da def’ etmek.

İkinci tanımı ele alalım; “Cenab-ı Hakk’ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet.” Çok mühim bir noktadır ki bizim asıl konularımızdan birisi budur. Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismine uygun hareket etmek “tedbir” kapsamına giriyor. Hikmetli yapılan her iş gibi, tedbir almak da “Hakîm” ism-i celiline bakıyor. Cenâb-ı Hak “Hakîm’dir, abes iş yapmaz.” (Sözler, s. 22) Kendisi abes iş yapmadığı gibi abes iş yapılmasını da istemez. Ve kullarının da hikmetli davranmasını ister, Cenab-ı Hakk.  Üçüncü tanımı ele alalalım; “Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.” Bunu salgın hastalıklara teşmil edersek; o hastalığın ref’ edilmesi ve insanlardan uzak tutulmasına muvaffak olmak için yapılan hazırlıkların tamamına “tedbir” denilir. Bu konuda yapılan bütün koruyucu önlemler buna girer.

Tedbir ile ilgili Cenab-ı Hakk mealen şöyle buyuruyor; “…ihtiyatı elden bırakmayın…” (Elmalılı Meali Orjinal, Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 102. Âyet-i Kerîme Meâli) bir başka deyiş ile “Bütün ihtiyat tedbirlerini alın…” denilmektedir. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

 

Tedbir ve Tevekkül Arasında Korona

İslâmi literatürde bir tabir vardır; “beyne’l-havf ve reca”. Anlam olarak “Mü’min bir kimsenin kendini asla garantide görmemesi, Allah’ın rahmetinden de ümidini kesmeden yaşaması” olarak özetlenebilir.

Bu tabirin Âyet-i Kerîmelerden aldığını görmekteyiz. Şöyle ki; “Onlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar.” (Diyanet İşleri Meali Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Secde Sûresi, 16. Âyet Meâli) ile “Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!” (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Zümer Sûresi, 53. Âyet Meâli) âyetinden “havf” (korku) ve “reca” (ümid) arasında olmamız gerektiğini anlıyoruz.

Yukarıdaki âyetler ve çeşitli hadîslerden çıkarılan sonuç şudur ki; “Kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır.” (Nevevî, Riyazü’s-Salihîn Tercümesi, I, 479)

Risale-i Nur Külliyatı’nda da “havf ve reca” konusu ile ilgili şunlar geçmektedir; “Çünkü emn ve yeisin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatçe medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” (Kastamonu Lâhikası, s. 13)

Bu tabirden ilhamla Koronavirüs için yapılacak şeyin “beyne’t-tedbir ve’t-tevekkül” olduğu kanaati hâsıl oldu. Yani tedbir ve tevekkül arasında. Bu da demek oluyor ki “Mü’min bir kimse bu virüse karşı tedbir alacak ve aynı zamanda da Allahu Teâlâ’ya tevekkül edecek.” Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Münâcât-ı Üveys El-Karanî’nin Tercümesinin Tekmiline Bir Nümune

  • Bir tane Nur Talebesi Ağabey bana dedi ki; “Üstâd’ın Mektubat’ta bir kısmını tercüme ettiği Veysel Karanî’nin münâcâtının keşke hepsi aynı tarzda tercüme edilse idi..”
  • Bende bu tercümenin tekmil edilmesi işi için çok ciddi bir iştiyak vardı.  “Münâcât-ı Üveys El-Karanî”nin Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin üslûb ve tarzında tekmilini can u gönülden talep ediyordum. Daha sonra bu tekmil işlemi için Kadıyü’l-Hacat olan Cenab-ı Hakk’a niyazda buldum ve bunun üzerine, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bir kısmını tercüme ettiği Mektubat’ta geçen kelimelere yoğunlaştım. “Tarz-ı Üstâdane”nin nasıl olduğuna hasr-ı nazar ettim. Daha sonra da Münâcât-ı Üveys El-Karanî’nin tarz-ı alîsine yoğunlaştım. Kur’ân-ı Kerîm’den ve O Kitabullah’ın tefsiri olan Risale-i Nurlar’dan kalbime gelen tuluât, sünuhât ve mânâlar ile tekmil etmeye çalıştım. “Fihriste-i Mektubat”ta Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin sözlerinden ilhamen biz de diyoruz ki;
  • “Tekmiline bir nümune olarak kaleme aldığımız bu tercüme-i Münâcât-ı Üveys El-Karanî kalbe doğan mânâların ani ve def’i bir sûrette geldiği bir zamanda olduğu için tanzimsiz, müşevveş bir sûrette kaldılar. Gelen mânâlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalmasına gayret ettik. Sonradan tashih ve tanzim etmeyi ihtiyar etmedik.

Bu tekmil-i tercüme, şairlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nevinden, bu münâcâtın tercümesi de –zülf-ü perişan tarzında– soğuk tasannu karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.”

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Münâcât eseri olan 3. Şua’nın sonunda geçen niyazında ilham alarak diyoruz ki;

“Kur’ân-ı Kerîm’den ve Risale-i Nur’dan istifade ile tekmiline bir nümune için kaleme aldığım tercüme-i münâcat-ı Üveys El-Karanî’yi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîm’imin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’ân-ı Kerîm’i, Risale-i Nur’u ve Münâcât-ı Üveys El-Karanî’yi şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum. Âmin.”

“Evet bütün mevcudat, güya lisan-ı hal ile Veysel Karanî gibi şöyle münâcat ederler, derler ki:

Yâ İlahenâ! Rabb’imiz sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin.

Hem sensin Hâlık! Çünkü biz mahlukuz, yapılıyoruz.

Hem Rezzak sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin.

Hem sensin Mâlik! Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin.

Hem sen Aziz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz.

Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünkü biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin.

Hem sen Hayy-ı Bâki’sin! Çünkü biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz.

Hem sen Bâki’sin! Çünkü biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz. 

Hem cevap veren, atiyye veren sensin! Çünkü biz umum mevcudat, kàlî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren sensin. Ve hâkeza… (*)

Bütün mevcudatın küllî ve cüz’î her birisi birer Veysel Karanî gibi bir münâcat-ı maneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla, kudret ve kemal-i İlahîyi ilan ediyorlar.”

(Mektubat, s. 269-270)

(*)
(Buradan sonrası tarafımızdan tekmil edilmiştir. A. Ç.)

Hem Sen Kerîm’sin! Sahib-i şeref ve ihsansın, a’la olan sensin. Çünkü biz seyyiat ve masiyet içinde bocalıyoruz; demek şeref ve haysiyet Senden geliyor. Demek Kerîm olan Sensin, bize ikram eden Sensin.

Hem Sensin Muhsîn! Ebedî ihsan sahibisin. Biz ise seyyata düçâr olan abdleriz. Biz nedâmet edip Sana tevbe edince bize kapıları açan Sensin. Demek ihsan-ı muazzamanla bizleri affeden, ebedî hüsünler bahşeden Sensin.

Hem sen günâhları af u mağfiret eden Ğafur’sun! Biz ise hatiatı ve seyyiatı kesrette olan muznibleriz. Eğer bizleri huzuruna kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen zaten o senin şanındır. Çünkü Sen Erhamü’r-Râhimîn’sin. Eğer kabul etmezsen senin kapından başka hangi kapıya gidelim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki ona iltica edilsin! Bizi affedecek olan yalnız sensin!

Hem Sensin azamet ve kibriya sahibi olan Azîm! Sensin ki her şeye kâdir. Çünkü azamet-i İlâhiyen ile biz hakîr ve âsi olan kullarına Rahîm ismin ile tecellî edip bizleri huzuruna alan sensin.

Hem Sen Kavî’sin! Havl ve kuvvetin kainatı teşmil etmiş, bütün mahlukatı zabt ve idare altına almış olan sensin. Çünkü biz aciz ve zayıfız; fakat bu acziyet ve za’fiyetimize rağmen bizde bir kuvvet tezahür ediyor. Demek havl ve kuvvet Senden geliyor.

Hem Sensin kâinatı hediye-i rahmeti ile dolduran ve matlubları en ahsen sûrette karşılayan Mu’tî! Çünkü biz ahval ve akvalimiz ile daima Sana yalvararak Senden istiyor ve Sana dua ile iltica ediyoruz. Demek i’ta eden ve hediye veren Sensin.

Hem Sen va’dinde hulf etmeyen, kavlinde sâdık olan ve Sana güvenenlerin güvenini âtıl bırakmayan Emîn’sin! Çünkü biz havf ve adem-i emniyet içindeyiz; Sana güvenip, dayandığımızda bütün korkulardan emîn oluyoruz. Demek emn ü emanet veren Sensin. Bizi korkulardan emîn kılan hiç şüphesiz Sensin.

Hem sensin Cevvâd-ı Müteâl! Çünkü biz miskiniz, hayat levâzımatını elde etmekten aciziz. Fakat bu acziyetimizle beraber bir Ğaniyy-i Ale’l-ıtlak’ın hazinesinden gelenlerle zenginlik içerisindeyiz. Demek sehavet sahibi olan Sen bize ihsan ediyorsun.

Hem dualarımıza icabet eden Mucîb’sin! Çünkü biz ahval ve akvalimiz ile fiilî  ve kalî dua edip istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Demek dua ve matlubumuza icabet eden Sensin. 

Hem Sensin maddî ve mânevî hastalıklarımıza her daim şifa veren Şâfî! Çünkü biz maddî ve mânevî hastalıklara düçârız. Her türlü hastalığımızdan şifa bulduğumuz zaman senin Şâfî isminin tecellilerini müşahede ediyoruz. Demek her türlü hastalığımıza şifa veren yalnız Sensin.

Abdulkadir Çelebioğlu

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et!”

 

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. 

Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!” (1)

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et!” diye iki hitap ve iki ünlem cümlesiyle başlar, Bediüzzaman. Burada “Ey Türkler!” değil de, daha yumuşak ve nazik bir tabir olan “Ey Türk kardeş!” denilmesi önem arz etmektedir. Bu tabirin kullanılmasında kardeşliğin önemine dikkat çekilmesi ve daha birçok sebebleri vardır. “Mü’minler ancak kardeştirler” (2) âyetinde geçen kardeşliğe vurguyu, ele aldığımız ifadede görmekteyiz.

Aynı zamanda Risale-i Nur eserlerinde geçen Lâhika mektuplarında ve Şualar ile Mektubat eserlerindeki mektuplarının başında hitap ederken saydığı vasıfların sonunda “kardeş” ifadesi dikkat çekicidir. (3)

Bir diğer “kardeş” ifadesine, Risale-i Nur eserlerinde Üstad Bediüzzaman Hz.nin mektupların sonunda rastlıyoruz. O ifade de “Kardeşiniz Said Nursî” (4) ifadesidir. Burada geçen “kardeş” ifadesi üzerinde de düşünmemiz gerekmektedir.

“Kardeş” ifadesi; âyetin delaleti ile “Mü’minlerin kardeşliği”ne, Lâhika mektupları ve diğer eserlerinde talebelerine hitap şeklinde ise “samimiyet”e, kendisini de mektuplarının sonunda Üstad Bediüzzaman “kardeşiniz” diye vasıflandırması da “tevazu ve mahviyet”e yani alçakgönüllülüğe işaret ediyor diyebiliriz.

Milletleri ele alırken de kardeşlik bağlamını kullanarak ele almasıyla da Üstad Bediüzzaman Hz.nin fikir dünyası ve davasındaki “uhuvvet, muhabbet ve teavün”ü görebiliyoruz.

“Türk kardeş” tabirini “…Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşler…” (5) cümlesinde görmekteyiz. Buradan da anlaşılacağı üzere “kuvvetli imanı bulunan” şartı düşülmüş.

Kardeş tabiri ile ilgili bir de akla şu yerler geliyor; “…yüzer âyât ve ehadîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavün…” (6) Yani yüzlerce âyet-i kerimeler, Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem’in hadîslerinde uhuvvet, muhabbet ve teavün şiddetle emrediliyor. Bu 3 tabirin üzerinde durmak gerekir.

1- Uhuvvet: Kardeşlik.
2- Muhabbet: Sevgi, sevme, buğzetmek -nefretmek ve adâvetin -düşmanlığın zıddı.
3- Teavün: Yardımlaşmak, birbirine yardım etmek.

Bu 3 hususiyeti yani özelliği bilerek bu konuya bakınca inşaAllah bir çok mânâ açılacaktır.

“Türk” tabiri ile ilgili bir önceki paragraf üzerine yaptığımız çalışma yazımızda ele aldığımız şu ifadeleri tekrar etmekte fayda vardır.

Türklerin vasıflarını ele alan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine kulak verelim.

“Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti…” (7)

Bu cümleden Türklerin 4 özelliği ortaya çıkıyor:

Şarkın (Doğu’nun) en cesur,
Kuvvetli,
Kesretli (çok olan),
İslâmiyet’in en kahraman ordusu.

“Türk denilen bu vatan ehl-i imanı…” (8)

“Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu…” (9)

Buradan da 3 özellik daha göze çarpıyor.

Bu vatan ehl-i imanı,
Kur’ân’ın bayraktarı,
Senâ-i Kur’âniyeye mazhar.

“…asil Türk milleti…” (10)

“Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz.” (11)

Asil,
Dindar,
Cengâver,
İmanlı,
Cesur.

Burada da 5 özellik daha eklenerek toplam da 12 özellik ile Risale-i Nur’da geçen Türklerin hususiyetlerini belirttik.

Yukarıdaki yazdıklarımıza ek olarak bir de Bediüzzaman Hz.nin 1. Mecliste mebuslara yani milletvekillerine yaptığı hitabede geçen şu cümleyi göz ardı etmemeliyiz; “Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.” (12) Bu şekilde “Türk kardeş” tabirini sadece ırki olarak değil “İslâm nam ve hesabına çalışıp diğer Müslümanların da onu İslâmiyet namına sevdiği” şekilde anlamak en mutedil olanıdır.

Bir de “Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi).” (13) cümlesi ile birlikte ele aldığımız ifadeleri düşünür isek bir sorun kalmamış olur. Bu konuyu ele alan yazı için bakabilirsiniz. (14)

Cümlenin devamında da Bediüzzaman Hazretleri; “Bilhassa sen dikkat et!” der. “Bilhassa” yani hususi olarak, mahsus, özellikle “sen dikkat et” dedikten sonra neye dikkat edilmesi gerektiğini dile getirir. Şöyle ki;

“Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın!” diye neden dolayı ‘dikkat et’mesini gerektiğine değinir. Burada şöyle bir noktaya ‘dikkat’ etmek gerekir. Bir iki asır öncesine gidildiğinde, şu an Türk olarak görülenler Kürd, Kürd olarak görülenler de Türk olabilir. 623 sene boyunca aynı çatı altında yaşayan ve Osmanlı’dan önce de yine birliktelikleri bulunan özellikle Türk ve Kürdler, gerek aynı topraklarda yaşamaları, gerekse de birbirlerinden kız alıp verme, ticaret yapma, komşu ve akrabalık ilişkileri vb. sebepler neticesinde âdeta tek bir millet haline gelmişlerdir. Nesebi net olarak bilinenlerin dışında diğer kimselerin neseb (soy) noktasında fazla teferruata yani ayrıntıya girmemeleri gerekmektedir. Nitekim Bediüzzaman Hz.nin şu ifadeleri tam da konumuza bakmaktadır;
“Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülata maruz olmakla beraber; merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir.” (15)

Bizim için esas ve asıl olan İslâmiyet noktasıdır. Milliyet ise âyet-i kerîmenin ifadesi ile “kaynaşmamız ve tanışma”mız noktasından, bizim isteğimiz dışında, Rabbimizin bize bahşettiği bir özelliktir.

Eğitimci Ziya Aktan’ın, babası Komiser Hafız’dan naklettiğine göre Bediüzzaman, Diyarbakır’a geldiği zaman orada Ziya Gökalp ile görüşür. Onun ırkçı fikirlerinin ve “Kızıl Elma” idealinin hayali bir şey olduğunu bildiğinden, ona şöyle der:
“Köylüyüm diye ta’n etme beni
Ben de kibarım
Bir kelle soğanı
Bin Kızıl elmaya değişmem.” (16)

Bediüzzaman’ın “Bir kelle soğanı, bin Kızıl Elmaya değişme”mesi de bu noktaya bakıyor. Bu sözünün kısaca anlamı şöyle olması lazım gelir; Kızıl Elma tabir olarak mânâsı boş, kulağa hoş geliyor. Ama soğan görünüşü mütevazi, ama mânâsı gerçekçi ve doyurucudur. Yani Bediüzzaman, ‘böyle süslü püslü laflara karnımız tok’ demek istiyor. Gerçek bir kelle soğan karın doyurur ama hayali bin Kızıl Elma karın doyurmaz.

Burada bir yanlış anlaşılma olmaması için bir ek not düşelim. Bediüzzaman “İ’la-yı Kelimetullah” dâvâsını savunanlar ile İslam’ın yayılması gayesinde bulunanların “Kızıl Elma” demesine değil, ırkçılık yapan ve hayali bir ideal olan Kızıl Elma için bu tabiri kullanır.

Bediüzzaman, Türklüğün “İslamiyet’e imtizaç et” (17)tiğini söylerken ırkçılık yapmamıştır. Mesela en azından Risale-i Nur’u okuyan herkes bilir ki; dinsizlikten sonra en büyük tehlike “ırkçılık”tır. Müslümanlar “şuurlu birer Müslüman” olarak bu konuda dikkatli olmalıdır.

Şimdi gelelim “ırk” ve “milliyet” kelimelerinin Nur külliyatından örnekler ile izah ve şerhine.

Tarihçe-i Hayat’ın ‘Ön Söz’ünde; “Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.” (18) denilen yer bunlara bir örnektir. Burada geçen “Müslüman ırk tabirini nasıl anlamalıyız?” şeklinde akla soru takılabilir. Şöyle ki;

Müslüman kavramı ile ırk kavramı zahiren birbirine uygun ve uyumlu değildir. Çünkü ırk, kavim anlamına geliyor. Dolayısıyla buradaki “ırk” ifadesini “millet” ya da “ümmet” şeklinde anlamak gerekiyor.
Yani “ırk” kelimesi “millet” ve “ümmet” anlamlarına gelebilmektedir.

Bu konuyla ilgili, Kur’ân-ı Kerîm’deki “eni-ttebi millete ibrâhîme hanîfa(en)” (19) âyeti akla geliyor. “İbrahim’in (as) milletine uy” (19) anlamına gelen ve meallerde; “Doğruya yönelen, puta tapanlardan olmayan İbrahim’in dinine uy” (20), “Hakka yönelen İbrahim’in dinine uy.” (21), “hakperest (hanîf) olarak İbrahim milletine ittiba’ et” (22), “Hanîf (hakka yönelmiş) olan İbrâhîm’in dînine tâbi’ ol!” (23) ve benzeri şekilde geçen bu âyet üzerinde düşünmemiz gerekir. Burada “millet” kelimesi “din” kelimesi ile aynı anlamlı olarak kullanılmıştır.

Bu âyetin kısaca tefsiri sadedinde şöyle denilmiştir; “Hz. Muhammed’in, içinde yetiştiği toplumun putperest ve nankör kesiminden kendisini ayıran ve ismini ebedîleştiren temel özelliği de Allah’ın bu âyette özetlenen buyruğuna uyarak Hz. İbrâhim’in tevhid geleneğini ihya etmesi ve tebliğ ettiği dinin inanç ilkeleriyle ibadet ve ahlâk ruhunun ‘İbrâhimî gelenek’ denilen bu öğreti üzerine inşa edilmiş olmasıdır.” (24)

Millet ve din kavramlarını biraz daha dini temele oturtmuş olduk.

Konuyla ilgili Merhum Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nda geçen ifadeleri de bu bağlamda ele alınmalıdır.
“Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?” (25) Bu ifadeleri irdeleyip anlar isek yukarı ile bağlantısını daha rahat kurabilir ve konuya açıklık getirebiliriz.

Merhum Mehmed Akif’in “Kahraman ırkıma bir gül!” ifadelerini, Türkiye’de bulunan bütün milletler diye anlamak gereklidir. Çünkü İstiklal Marşı Türkiye devletinin marşıdır. Ve Türkiye’de yaşayan başta Türk, Kürd, Arab, Laz, Çerkez, Arnavut ve benzeri bütün Türkiye milletlerinin sembolü haline gelmiştir.

Akif, buradaki “ırk” ifadesini Türk ırkına indirgemiyor. Anadolu’da yaşayan farklı ırktan olan bütün müslümanları tek bir millet olarak kastediyor. Bugünkü vatandaşlık kavramı gibi düşünebiliriz. Akif‘ten bir kaç bölüm alıntı yapıp, yeni konumuza geçebiliriz.

“Hani, milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şerîatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık´ta ‘anâsır’ mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel´în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm´a sokan kaltabanın!” (26)

“Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşân’ın İlâhî sözünü.” (27)

“Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez!
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez!” (28)

Malum her bir İslâm kavminin kendine özgü meziyet, özellik ve hasiyetleri vardır. Mesela Bediüzzaman Hazretleri şöyle demiştir; “Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız.” (29) Bu ifadelere bakarak; Türklerin iyi bir idareci olduğunu, Kürdlerin de cesaretli olduğunu anlamak mümkün. Âsâr-ı Bediiye kitabında geçen bu ifadelerdeki ikinci cümle önem arz etmektedir: “Hodserane yapmayacağız.” (30) Yani dik başlılık yapmayacağız, denmektedir.

Şimdi biz neden bu kadar bilgi verip, ayrı ayrı izah ettik? Nedeni; İslâmiyet’le imtizaç daha iyi anlayabilmek için. Bunu anlar isek o zaman konu açık ve anlaşılır hale gelir.

Münâzarât eserinin başındaki ifadeler tam da konumuza parmak basıyor: “Şu eserlerden herbirisi Kürd olduğu gibi; aynı halde Türk, aynı vakitte Arabdır. Güya herbir eser, Arab abâsını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külâhlı bir Kürddür.” (31)

Yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere, “Kürd”, “Türk”, “Arab”; herbirinin özelliklerini takınarak ve elbiselerini giyinerek, eserlere müteveccih olmalıyız yani buraya yönelmeli ve konuya yoğunlaşmalıyız. Ve Münâzarât eserinin başında bulunan “İfade-i Meram”ın sonunda geçen şu cümleler konumuza bakmaktadır: “Şu eserin nağamatını dinlemek için bir Kürd cesedini giymek, bir vahşî hayalini başına takmak gerektir. Yoksa ne istima’ helâl, ne sema’ tatlı olur.” (32)

Bu iki cümleden konumuza temas eden noktalar üzerinde durarak izah etmeye çalışacağız. Birinci cümlenin kısaca izahı;

Şu eserlerden yani özel olarak Risale-i Nur’lardan özellikle Münâzarât ve eski eserlerden herbirisinde muhataplar Kürdler olduğu gibi; aynı halde Türk’tür. Neden aynı halde Türk? Çünkü Türkler ile Kürdler et ile tırnak gibi olmuş, iki kardeş kavimdir. Eştir, dosttur, hısımdır, dayıdır, amcadır, yiğendir, akrabadır, komşudur… Et ile tırnak asla ayrılmadığı gibi ve ayrıldığında da hiçbir işe yaramayacağından dolayı; Kürd olmanın yanında aynı halde Türk oluyor. Çünkü bin yılı aşkın bir zamandır bir arada yaşamaktadırlar. Birbirleri ile mezcolmuş yani karışmış ve bir hale gelmiştir. Misal olarak; anne ve babasından biri Türk diğeri de Kürd olan birisini nasıl ayrıştırabiliriz? Yarısı Türk yarısı Kürd mü diyeceğiz? Bunlar akla ziyan mantık dışı şeylerdir. Biz biriz ve bizi birbirimize bağlayan bir çok bağımız vardır. Mektubat eserinde geçen Uhuvvet Risalesi‘nde geçen şu ifadeler cay-ı dikkat yani dikkat çekicidir; “…her ikinizin Hâlık’ınız bir, Mâlik’iniz bir, Mabud’unuz bir, Râzık’ınız bir, bir bir bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir bir.” (33) Bu bağ Türkler ile Kürdler arasında olduğu gibi Türkler ile Arablar, Kürdler ile Arablar, Arablar ile Arnavutlar ve diğer İslamî milletler arasında da aynıdır. Ele aldığımız cümlenin devamında, aynı vakitte de Arab olmaları gerektiğini anlıyoruz. Çünkü bu şekilde meseleyi okuyucu tam mânâsıyla anlayabilir. Güya herbir eserde muhatap olan kimse Arab’ın çoğunlukla yünden yapılmış, bol giyimli bir elbisesi olan âbâsını giymesi gerekir. Bu giysinin Arablar ile bütünleşmesi nedeniyle Bediüzzaman bu tabiri kullanmıştır. Ve Türk’ün de pantolonunu giymesi gerekir. Neden Türk’ün pantolonu? Çünkü tarihi bir gerçeklik olarak ilk defa pantolon giyen millet Türklerdir. Konuyla ilgili yapılan bir araştırmanın gazetelere yansıyan şekli şu şekildedir; “Pantolon, ceket ve gömlek gibi giyim eşyalarının tarihte ilk kez Türkler tarafından giyildiği bildirildi. Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’dan alınan bilgiye göre, Kaşgarlı Mahmud tarafından 11. yüzyılda yazılan Divanü Lügat-it-Türk adlı eser, 8. yüzyıldan kalma Göktürk yazıtları, eski Uygur duvar resimleri ve Macar L. Rasonyi’nin ‘Tarihte Türklük’ adlı eseri, pantolon, ceket ve gömlek gibi giyim eşyalarının ilk kez Türkler tarafından giyildiği ve Orta Asya’dan dünyaya yayıldığını gösteriyor.” (34) Türk’ün pantolonunu giyen hem de Külahlı bir Kürd olması gerekir ki, bu eserlerden istifade edebilsin, okuyucular.

İkinci cümlenin kısaca şu olması gerektir:

Şu eserin yani özel anlamda Münâzarât’ın genel anlamda eski eserlerin nağme, ahenklerindeki hakikatleri dinlemek için bir Kürd’ün cesedini giymek ve bir vahşinin hayalini başına takmak gerekir ki, anlayabilsin. Yoksa ne dinlemek helal olur, ne de işitmek tatlı olup kulağa hoş gelir.

 

Mesela Bediüzzaman, “Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!” (35) der. Burada hem Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya gelen ve 16 devlet kuran Türklere hitap ediyor. Hem de Asya’nın batısında Horasan ve Maveraünnehir’de yaşayan ve asıl kökenleri Fırat ve Dicle Nehirleri arasında kalan Mezopotamya olan Kürdlere seslenmektedir.

Bir başka yerde de “vatandaşlarım ve dindaşlarım” denilmektedir. Hitap şeklinde iki kelime dikkatimizi çeker. Biri “vatandaşlarım”, diğeri de “dindaşlarım”dir. “Vatandaşlarım” kelimesinden anladığımız bütün Anadolu halkıdır. “Dindaşlarımız” kelimesinden anladığımız ise bütün İslâm Âlemi’nde bulunan mü’minlerdir. Çünkü Cenabı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de Hucurat Sûresi’nin 10. Âyet’inde (meâlen); “Müminler ancak kardeştirler” (36) diye buyurur. Yani genel kapsamlı bir hitaptır. Ayrıştırıcılıktan uzaktır. Birleştirici ve bütünleştirici bir tabirdir.

Ne zaman ki İttihad-ı İslâm yani İslam Birliği kurulur; bütün İslamî ülkeler bir ve birlik olursa, işte o zaman o devlet bizim hakikî devletimizdir. O devlet Kürd’ün de, Türk’ün de, Arab’ın da, Laz’ın da, Çerkez’in de ve bütün Müslümanların hakikî devletidir.

Nasıl ki menfi milliyet fikri ile adı meşhur olan Ziya Gökalp;

“Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” diyor ise, biz de diyoruz ki;

“Vatan ne Türkiye’dir Müslümanlara, ne Arabistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: İttihad-ı İslâm”

Evet bu birlik için Bediüzzaman şöyle der; “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihâd-ı İslâm’dır.” (37) Ve unutulmaması gereken bir şey vardır ki, bu birlik siyasi değil dini ve zaruri bir birliktir.

Bu kadar izah kâfidir diyemeyiz. Bu izah için ancak denizden bir damla diyebiliriz. “اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ
sırrıyla kısa kestik.” (39) Yani bir damla su, denize delâlet (işaret) eder.

Şimdi bir noktaya daha değinelim. Şöyle ki:

Türk olmak ile Türkçü olmak farklı şeylerdir. Birisi Türk’üm ama Türkçü değilim diyebilir. Bunda herhangi bir sorun yoktur. Aynı şekilde Kürd olan birisinin de; Kürd’üm ama Kürdçü değilim demesinde bir sakınca olmadığı gibi. Çünkü Allah insanları kavim kavim yaratmıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin Hucurat Sûresi 13. Âyeti tefsir ettiği 26. Mektub’un 3. Mebhas’ın başında bu âyet-i kerîmeye şu şekilde anlam vermiştir; “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir!” (39) İnsan kendi milliyet ve kavmini başka bir kavmi yermeden, hakaret etmeden sevebilir. Bunda bir mahsur yoktur. Nitekim bir vakıa şu şekilde olur; “Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m)’e ‘Kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye sordum. ‘Hayır, asabiyet/ ırkçılık, kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.’ diye buyurdu.” (40) Milletler; “birbirini tanıma”k ve “muavenet” etmek içindir. Yoksa düşmanlık etmek için değildir. Lakin burada çok dikkatli olmalıyız. Çünkü ırkçılık günümüzde çok tehlikeli ve hassasiyet kazanmış bir duruma gelmiştir. Ayrıca hayatını ırkçılık ile geçiren birisinin (tövbe etmek kaydıyla) imanla kabre girmesi çok zordur. Konu ile ilgili 3 hadîsi de paylaşalım. Şöyle ki;

“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir:
1. Kaderiye (‘kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır’ cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı).
2. Unsuruyet (ırkçılık) dâvâsı gütmek.
3. Dinî meselelerin rivayetinde titiz davranmamak.” (41)

“Asabiyet dâvâsına kalkışan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir.” (42)

“Kim hevasına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere ölür.” (43)

Merhum Mehmed Kırkıncı Hoca’nın dediği gibi; “İslâm kavmi değil, kavmiyetçiliği reddeder.” (44)

Son olarak da “Müslüman Türk” kelimesine bir tarif daha getirelim.

“Müslüman Türk” kimdir? 50 bin kişilik orduyla 200 bin kişilik orduyu yok eden Alparslan’dır. 2 bin kişi ile 500 bin kişilik Haçlı Ordusu’nu, Hatay’a kadar kovalayan Kılıç Arslan’dır. Gemileri karadan yürütüp, çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmed’dir. İttihad-ı İslâm yani İslâm Birliği için seferler yapan Yavuz Sultan Selim’dir. Viyana kapılarına kadar dayanan Kanuni Sultan Süleyman’dır. Ve İsrail’e bir karış toprak vermem diyen 2. Abdülhamid Han’dır. İşte Müslüman Türk’ün bir tanımı da budur.

Bu nedenle Türklük, İslamiyet’ten ayrılamayan bir bütündür.

Bu konumuz ile ilgili en güzel tarifi elbette Asrın vekili ve Asrın müceddidi olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri yapmıştır. Şöyle ki; “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve îmandır.” (45) Yani bizim milliyetimiz Türklük, Kürdlük, Arablık, Lazlık, Çerkezlik, Arnavutluk olabilir ama bizim ruhumuz tektir, o da İslâmiyet’tir. Ve aklımızda ortak akıldır. O akıl da Kur’ân ve îmandır.

Bu konu hakkında bir örnek daha verip diğer cümleye geçebiliriz;

Merhum Cemil Meriç, “Bu Ülke” kitabının “İnananlar Kardeştir” başlığı adı altında şöyle demektedir; “Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. İster siyah derili, ister sarı… İnananlar kardeştir.” (46)

Aynı sayfanın devamında şu dikkat çekici tesbitler yer alır; “Türk’ü, Arab’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya yani irşada altı yüz yıl beraber ağlayıp, beraber gülmek.” (47)

Diğer cümle ile devam edebiliriz.

“Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!”

diye hem uyarır hem de tavsiyede bulunur; Bediüzzaman.

Burada Bediüzzaman’ın “senin mazideki mefahir”in dediği olaylara gelelim. Burada “senin” dediği, bir önceki yerde geçen “Türk kardeş”tir. “Mazi” dediği ise “geçmiş”te yapılan hizmetlerdir. Türkler’in “mefahir”i ise iftihar edinilecek, övünülecek şeyleridir. Buradan anlaşılan Türk’ün İslâm dînine yaptığı hizmetler ile iftihar edilmesidir.

Devamında da bu “mefahir”lerin, “İslâmiyet defterine geç”tiğinden söz edilir. “Bu mefahir”in, yani iftihar edilip, övünülecek şeylerin “zemin yüzündeki hiçbir kuvvette silinmediği”ni belirtir. Ve en sonda da bir uyarı ve tavsiyede bulunur: “…sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!” Burada mühim bir nokta var. O da cümlenin sonunda emir kipi kullanılmasıdır. Ehemmiyetine dikkat çekilmiştir.

Böylece son cümlemizin kısaca izahını söyledikten sonra, şimdi de örnekler ile açmaya geçelim.

Gazneliler’in en önemli hükümdarı olan Gazneli Sultan Mahmut Hindistan’a İslâmiyet’i yayabilmek için bir 1001 – 1027 yılları arasında toplam 17 sefer düzenlemiştir. Gazneli Sultan Mahmud vesilesiyle, bölge İslâmlaştı ve Pakistan Devleti’nin temelleri atıldı. Günümüzdeki Hindistan Müslümanlarının ecdadlarının Müslüman olması da bu döneme denk gelmektedir. Yöneticileri Türk ve halkı Afgan olan Gaznelilerin bu İslamî hizmetleri, “İslâmiyet defterine geç”miştir.

Selahaddin-i Eyyubî komutasındaki Müslüman Türk ve Kürd askerleri, Haçlılara karşı çetin mücadeleler verdi. Meşhur Hıttin Savaşı ile Haçlıları Kudüs’ten çıkardı ve İslâm dünyasında hayırla yâd edilen bir komutan haline geldi. Bu “İslâmiyet defterine geç”en övünülesi başarıları unutma, İslâm nam ve hesabına yapıldığını unutup, “o mefahiri kalbinden silme!..”

Nitekim bir Arap şâiri olan İbn-i Sena Selahaddin-i Eyyübî’ye sunduğu kasideye şöyle başlamaktadır: “Arap milleti, Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i salib (Haçlılar) dâvâsı Eyyub’un oğlu tarafından perişan edildi.” (48)

Selahaddin-i Eyyubî’nin danışmanlarından Üsame ibn-i Münkız ondan bahsederken “İmân ilkelerinin birleştiricisi, ehl-i salibi kahreden, adalet ve rahmet bayrağını yücelten, Emirü’l – Mü’minin sultasını ihya eden” ifadelerini kullanır. (49)

Memlük Hükümdarı Sultan Baybars, İlhanlıların Moğol Ordusu’nu 1260 Ayn-ı Calut Savaşı ile bozguna uğratmıştır. Bu “mefahiri kalbinden silme”ye kalkma! “Şeytanların vesvese” ve “desiseleri”ne asla kapılma!

Ve meşhur 1071 Malazgirt Zaferi… Sultan Alparslan komutasındaki 50 bin kişilik ordu ile 200 bin kişilik Bizans ordusuna galebe edildi. “Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silme”z!..

Bir diğer zaferimiz ise Miryokefalon’dur. Sultan 2. Kılıç Arslan, Manuel 1. Komnenos komutasındaki Bizans Ordusu’nu 1176 yılında tarumar etmiştir, hezeyana uğratmıştır. “Bu mefahir”, “İslâmiyet” nam ve hesabınadır. Bunu unutma!

Osmanlı kuvvetlerinin Bizans ile yaptığı ilk savaş: Koyunhisar. 1302 yılında ilk Osmanlı hükümdarı Osman Gazi’nin katıldığı ve komuta ettiği savaş…

Ve 1. Murad Han’ın Sırplara karşı 1371’de kazandığı bir diğer zafer: Çirmen Zaferi…

Yine 1. Murad komutasında 60 bin kişilik ordu… “Allah Allah” nidalarıyla Kosova’da… Ve meşhur 1. Kosova Zaferi…

Yıl 1448’e geliyoruz. Her karanlığın ardından bir aydınlık geldiği gibi; her zaferin ardından da Yüce Allah bir “Murad” gönderiyor. Ve 2. Murad komutasında bir ordu… Yine Kosova meydanlarında… Ve bu sefer de yine 2. Kosova Zaferi ile neticelenir.

Ve tarihi bir dönüm noktası: 1453… Peygamber övgüsüne mazhar bir Sultan… (50) Adı Mehmed ama o “Fatih”liği tanınır. İstanbul’u fetheden “şanlı kumandan!” Zulümat ordularına karşı, surlarını yıkan… Gemileri karadan yürüten… Çağ açıp, çağ kapatan… İcraatları ile övünülmesi asırlar süren… Adını bile hürmetimiz olan “şanlı” ecdad: Fatih Sultan Mehmed Han…

Mısır’ın Fatihi’ne gelelim. Osmanlı’ya hilafeti geçiren ve Osmanlı’daki ilk İslâm Halifemiz: Yavuz Sultan Selim Han… Takvada ileri, şâir bir hükümdar… 80 yıllık işi 8 yıla sığdıran, Bediüzzaman’ın “Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim.” (51) dediği ve “bu meselede” yani İttihad-ı İslâm‘daki “selefleri”nden saydığı, İttihad-ı İslâm’ın mimarı: Yavuz Sultan Selim Han…

Avrupa’yı titreten, Mohaç’ta tarihe altın harflerle yazılan, adı bile korku verir kâfire… Viyana kapılarını zorlayan… Seferde iken, at üstünde vefat eden: Kanuni Sultan Süleyman…

Kurtlar Sofrasında bir “yiğit” var orada. Hayatını dâvâsına veren “şefkatli sultan” (52)… Bediüzzaman’ın “Sultan Abdülhamid velidir. Ben O’nu hususi dualarım almışım” (53) dediği “veli” padişah; Sultan 2. Abdülhamid Han…

Bu kadar örnek ancak okyanustan bir kap sudur.

Unutmamamız gereken bir şey vardır ki, o da; (sadede) ne Türkiye Türklerindir, ne Arabistan Araplarındır, ne de İran Farslılarındır. Mülk sahibi ancak Allahu Tealadır. Ama Cenâb-ı Hakk devlet kurmaya karşı mıdır dersek, karşı değildir. Devletler kurulabilir. Müslümanlar devlet kurabilirler ama ırkçılık yapıp ülkeyi yalnızca tek bir ırka mahsus gösterip diğer ırkları tahkir etmemek şartıyla…

Ele aldığımız cümlede Müslüman Türk milletinin “mefahir”lerinin, “İslâmiyet defter”ine geçtiğinden bahis vardı. Yani Müslüman Türk’ün yaptığı hizmetler İslâmiyet nam ve hesabına olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle “Âlem-i İslâm’ın kapısının kilidi Türkiye’dir.” (54) Tarihçe-i Hayat eserinde de konuyla ilgili geçtiği üzere “Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiyesiz İttihad-ı İslâm mümkün değildir.” (55)

Ele aldığımız cümleleri Kur’ân-ı Kerîm, yer yer konuyla ilgili Hadîs-i Şerîfler, Kur’ân ve İman hakikatleri olan Risale-i Nur eserlerinden pasajlar, ilmî anekdot ve tarihî gerçekler ile izah ve açıklanmasına çalıştık. Cenâb-ı Hak Dergah-ı izzetinde kabule karîn eylesin. Cenâb-ı Hak, Kur’ân ve Îmân hakikatleri olan Risale-i Nur Külliyatı’ndan istifadelerimizi ziyade eylesin. Amin. Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar

1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364 – 365
2- Hayrat Neşriyat Meâli, Hucurat Sûresi, 10. Âyet Meâli
3- Bkz.Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 50 – 60 – 115 – 118; Kastamonu Lâhikası, s. 10 – 11 – 13 – 15 – 17 – 18 – 20 – 21; Emirdağ Lâhikası – 1, s. 14 – 24 – 26 – 27 – 34 – 37; Emirdağ Lâhikası – 2, s. 5 – 6 – 7 – 12 – 15 – 17 – 20 – 21; Şualar, s. 244 – 301 – 303 – 304 – 307 – 309 – 310 – 311; Mektubat, s. 21 – 30 – 43 – 46 – 50 – 51 ve daha yüzlerce yerde geçmektedir.
4- Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 123 – 139 – 248 – 252 – 261; Kastamonu Lâhikası, s. 15 – 32 – 54 – 75 – 83; Emirdağ Lâhikası – 1, s. 36 – 51 – 60 – 63 – 65; Emirdağ Lâhikası – 2, s. 16 – 34 – 40 – 43 – 44 ve daha onlarca yerde geçmektedir.
5- Emirdağ Lâhikası – 1, s. 281
6- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 188
7- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 488
8- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 477
9- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 1, s. 281
10- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 2, s. 206
11- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 438
12- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 98
13- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
14- http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/
15- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 366
16- Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 134
17- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 17
19- Kur’ân-ı Kerîm, Nahl Sûresi, 123. Âyet
20- Diyanet İşleri Meâli (Eski), Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
21- Diyanet İşleri Meâli (Yeni), Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
22- Elmalılı Meâli (Orijinal), Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
23- Hayrat Neşriyat Meâli, Nahl Sûresi, 123. Âyet Meâli
24- Kur’ân Yolu Tefsiri, c. 4, s. 452
25- Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı
26- Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı
27- Mehmed Akif Ersoy, Safahat
28- Mehmed Akif Ersoy, Safahat
29- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 468
30- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 468
31- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 301
32- Bediüzzaman Said Nursî, Asâr-ı Bediîye, s. 303
33- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 295
34- Yeni Şafak Gazetesi, 23 Ağustos 2001
35- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 154
36- Hayrat Neşriyat Meâli, Hucurat Sûresi, 10. Âyet Meâli
37- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 93
38- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 608
39- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 360
40- Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-Zevaid, 6/244
41- Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, 1/158
42- Ebu Davud, Edeb, 121
43- İbn-i Mâce, Fiten, 7
44- Mehmed Kırkıncı, Bütün Eserler – 2, s. 188
45- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 57
46- Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 181
47- Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 181
48- İbrahim Halil Ulaş, Selahaddin Eyyubî: Hayatı, Kişiliği ve Din Anlayışı Yazısından
49- İbrahim Halil Ulaş, Selahaddin Eyyubî: Hayatı, Kişiliği ve Din Anlayışı Yazısından
50- Buhârî, Tarihu’l-Kebîr, c. 1, kısım 2, s. 81
51- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 65
52- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 68
53- Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat – 1, s. 226
54- Necmettin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor, c. 4, s. 121
55- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 684

RİSALE-İ NUR NİÇİN SADELEŞTİRİLEMEZ? SADELEŞTİRME TEŞEBBÜSLERİ VE NURLARI NASIL ANLAMALIYIZ?

 

Bu yazımızda başlıktan da anlaşılacağı üzere 3 konuyu ele alacağız ve bu başlıkları birbirleri ile harmanlayarak ortaya koymaya çalışacağız.

Öncelikle Risale-i Nur eserlerinin kendine has bir üslubu vardır. Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiri ile “…bedi’, garip demektir. Benim ahlakım, suretim gibi; üslûb-u beyanım, elbisem gibi garipdir, muhaliftir.” (1) Buradan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hz.nin “üslûb-u beyanı” yani “açıklama tarzı” gariptir. Ve bunu bizzat kendisi dile getirmektedir. Bu ifadelerine bir örnek ise şudur; “Hatta ‘evet, işte, şimdi, hemde, zîra, olan, şu, bu’ tekerrürleri sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine de kat’iyyen razı olamıyorum. Zîra külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor.” (2) Burada da Bediüzzaman Hz.nin cümlelerini değiştirenlerin sözlerine “razı olmadığı” ve “külahına püskül takmak” kabilinden olduğu anlaşılmaktadır.

Mesnevi-i Nuriye eserinin sonundaki “Nokta” Risalesi’nin başında ise “Sözlerin iyi anlaşılmıyor” diyenlere şöyle demektedir; “Bilirim ki kâh minare başında kâh kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim zuhurat öyle.” (3) Yani Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin üslubu konusunda nasıl bir tarz izlediğini biliyor ve bunu bilinçli olarak kullanıyor. Yoksa her gelen bir düzetme yapayım, bir kelime oynayayım derse 20 30 sene sonraya elimizde “Risale-i Nur Külliyatı” diye bir külliyat kalmamış olacaktır. Çünkü 20 30 yıl olmadan bile dilimiz bozulmaya devam etmektedir. Ve sadeleştirmeyi savunanların mantığına göre bir sadeleştirme bir sonraki sadeleştirmeyi doğuracak ve 50 yıl gibi bir süre bile olmadan ana metin buhar olup uçacaktır.

Mektubat eserinin Fihristinde geçen şu cümle ile de Bediüzzaman Hz. eserleri üzerinde tasarruf yapanlara gereken cevabı vermektedir; “Onlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz!” (4) Cümle yapısını değiştirip, kelimenin yerine başka kelime koyup veya başka türlü bir “tanzim ve tashih”e müellif yani yazar razı olmadığı gibi “mezun değiliz!” diyerek kendisi de dahil iznimizin olmadığını belirtmektedir.

Bu konu ile ilgili üzerinde durup onlarca makale yazılabilir. Risale-i Nur eserleri üzerinde sadeleştirme yapmak isteyenler veyahut taraftar olanların unuttuğu husus; Risale-i Nur’un mânâ bakımından olduğu gibi üslûb bakımında da yüksek bir eser olduğunu göz ardı etmeleridir.

Son bir pasajı aktarıp, ardından geçmiş yıllar içerisinde Nurlardan sadeleştirme yapıp yayınlayan kişilerden alıntılar ile konuya bakış açısı kazandırmaya çalışacağız. Emirdağ Lâhikası’nda geçen bir lâhika mektubunda da; “Risale-i Nur, Türkçede lisan üzerinde de imam olacağı…” (5) ifade ediliyor. Evet, Risale-i Nur eserlerinin lafız ve üslûbunda da letafet (güzellik, yumuşaklık, latiflik, hoşluk), belağat (sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi), cezalet (Rekâketsiz ifade. Güzellik. Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıldırma ifâde etmeğe uygun kelimeler olarak ayrılır. Celâdet, sadme, kazanfer, çekâçek, dırahşân gibi.. Bu çeşit kelimelerle, söylenen ve yazılan ifâdelerde cezâlet var, denir.) ve bir çok hususiyet yani özellik bulunmaktadır. Kullandığım cümledeki 3 kelimenin parantez içinde sadece kısa anlamlarını verdim ve görülüyor ki bir kelime ne kadar anlam ifade ediyor.

Bu girişime katılan bir çok kişi olmuştur. Ama biz hepsini değil 4 tanesini ele alıp, yaptığı sadeleştirme örneği ile orijinal Risale-i Nur metnini kıyaslayarak “müsbet ve garazsız bir nazar ile konuyu tahlil” edeceğiz.

Konuyu tahlil edip, misalleri verdikten sonra en sonda da bu eserleri nasıl anlayabileceğimize dair Risale-i Nur eserlerinden bazı anektodlar düşeceğiz. Ve bu şekilde tesiri halk etmesini yani yaratmasını Allahu Teâlâ’dan bekleriz.

Konuya ilk önce Necip Fazıl Kısakürek’in, Büyük Doğu Dergisi’nde yayınlamak üzere yaptığı sadeleştirmeleri tahlil ile başlayalım.

Sadeleştirmesi şu şekilde;

“Kardeşlerim ve ve benim Kur’ân hizmetinde arkadaşlarım! Şüphesiz ki bilirsiniz, ayrıca da biliriz: Bu dünyada, hususiyetle uhrevî gayeden en mühim esas, en büyük kuvvet, en makbul şefaatçi, en sağlam dayanak noktası, en kısa hakikat yolu, en makbul dua, en kerametli vesile, en yüksek fazilet ve en saf kulluk tezahürü, ihlâstadır.” (6)

Şimdi de orijinal metne bakalım;

“Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas en büyük bir kuvvet en makbul bir şefaatçi en metin bir nokta-i istinad en kısa bir tarîk-ı hakikat en makbul bir dua-yı manevî en kerametli bir vesile-i makasıd en yüksek bir haslet en safi bir ubudiyet: İhlâstır.” (7)

En başta cümleye başlar başlanmaz “pot” kırılıyor. “Âhiret kardeşlerim” ifadesini sadece “Kardeşlerim” diye yazıyor. Halbuki “âhiret” kardeşliği ile “dünya” kardeşliği arasındaki fark pek azimdir, yani çok büyüktür. Asla birbirinin yerini tutamaz. Ve Bediüzzaman “Ey” hitabı ile başlıyor. Fakat Necip Fazıl bu hitap ifadesini de kaldırıyor.

İkinci olarak; “Kur’ân hizmetinde” diye değiştirdiği “hizmet-i Kur’âniyede” ifadesinin; “Kur’ân’a ait olan hizmet”, “Kur’ân’ın hizmeti”, “Kur’ân namına yapılan her türlü İslamî hizmetler” ve daha bir çok anlamı vardır. Necip Fazıl bu geniş anlamı “Kur’ân hizmeti” diyerek daraltmıştır.

Üçüncü olarak; Bediüzzaman “Bilirsiniz ve biliniz” der. Necip Fazıl bu ifadeyi “Şüphesiz ki bilirsiniz, ayrıca da biliriz” diyerek cümlenin tahrifine sebep olmuştur. Bediüzzaman’ın ifadelerinde özne “siz” iken; Necip Fazıl, özneyi “siz” ve “biz” yapmıştır. Bu cümlelerin birbirleri ile herhangi bir münasebeti bulunmamaktadır. Cümlelerde hitap edilen özneler bile değişmiş ve anlam tağyire, yani değişime uğramıştır.

Dördüncü olarak; Bediüzzaman “hususan uhrevî hizmetlerde” der. Burayı Necip Fazıl, “hususiyetle uhrevî gayeden” şeklinde değiştirmiştir. Soruyorum sizlere: “hizmet” ile “gaye” aynı anlama mi gelir? Bediüzzaman “hizmet” diyor, Necip Fazıl “gaye” diyerek anlamı değiştiriyor.

Beşinci olarak; “en metin bir nokta-i istinad” cümlesini, “en sağlam dayanak noktası” olarak değiştirmiştir. Bu cümle şerh ve izah edilmesi gereken çok mühim, yani önemli bir yerdir. Bu konu ile ilgili birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. Nurlardan izahlar ile ele alalım. Şöyle ki;

“…tevhid yolunda her şey Kadîr-i Zülcelal’e intisap ve istinad ettiğinden bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup ettikleri gibi; tırnak gibi bir çekirdek, dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlât ve cihazatının menşei ve mahzeni bir tezgâh olmakla beraber, her bir zerre dahi yüz bin sanatlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri, o intisap ve istinad ile görebilir.” (8)

“Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der. Sert olan taş ve toprağı deler, geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona musahhar olur.” (9)

Birinci örnekte “karınca”, “sinek”, “mikrop” ve ikinci örnekte de “nebat” yani bitkiler, “ağaç”lar ve “otlar”dan misal veriliyor. Şimdi de “Ene” bahsinden konuyla ilgili bir örnek verelim;

“…insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip onlara –kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde– birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır.” (10) Buradan da anlaşılacağı üzere firavun da “ene”sine istinad ederek Hâlık-ı Zülcelal olan Allah karşı çıkmak vaziyetine girmiştir.

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere Risale-i Nur eserlerini daha iyi anlamanın yolu şerh ve izah metodu ile daha iyi anlamaya çalışmak ile olur. Yoksa sadeleştirme ile olmaz.

Altıncı olarak; “en kısa bir tarîk-ı hakikat” diye geçen yeri, “en kısa hakikat yolu” olarak değiştirmiş. Bediüzzaman burada ihlasın hakikate, doğruya ve gerçeğe götüren bir yol olduğunu ifade ederken; değiştirilen ifade ile anlam kaybı yaşanmıştır.

Yedinci olarak; “en makbul bir dua-yı manevî” ifadesi yerine “en makbul dua” denilmiştir. “dua-yı manevî”deki anlamı sadece “dua” kelimesi tutar mı?

Sekizinci olarak; “en kerametli bir vesile-i makasıd” cümlesi yerine “en kerametli vesile” denilmiştir. “makasıd” kelimesi alınmamıştır. Anlam daralmıştır. Ve bir kelime ile anlamda müthiş bir anlam kaybı yaşanmıştır.

Dokuzuncu olarak; “en yüksek bir haslet” ifadesi “en yüksek fazilet” diye tağyir, yani değişime uğratılmış. “haslet” ile “fazilet” aynı mıdır? “haslet”; huy, ahlâk, yaradılıştan olan her şey anlamlarına gelmektedir. “fazilet” ise değer, meziyet, iyilik; irfan, ilim ve iman itibariyle olan yüksek derece gibi anlamlara geliyor.

Onuncu olarak; “en safi bir ubudiyet: İhlastır.” cümlesi, “en saf kulluk tezahürü, ihlastadır.” diye anlam yıkımına maruz kalmıştır. “en safi bir ubudiyet”i biraz açıklayalım. “safi” demek; katışıksız, temiz, duru demektir. İhlasta safi, katışıksız bir süte benziyor. Yani kısacası “safi” kelimesini “saf” kelimesi karşılayamaz. “ubudiyet” ise; Allah’a kulluk etmek, Allah’ın emir ve yasaklarına uymak anlamlarına gelir. “Kulluk tezahürü” ise kulluğun ortaya veya meydana çıkması demektir. Asla birbirinin yerini tutamamaktadır. Ve en önemlisi de sondaki kelimedir. Bediüzzaman “İhlastır” diyor. Necip Fazıl ise “ihlastadır” diyor. Araya sadece “-ta” ekinin girmesi sonucu anlam tamamıyla değişmiş oluyor. Çünkü Üstad Bediüzzaman Hz. “İhlas”ın tanımını yaparken; Necip Fazıl ise “ihlastadır” diyerek, ihlasta bulunanları saymış oluyor. Aradaki farkı sadece bir defa bakmak ile bile anlayabiliriz.

Sâdece bir paragrafta bile “10 tane” anlam kaybı yaşayan bir eser asla “sadeleştirilemez”. Risale-i Nur’un imanî mevzuları izahı nasıl kendine has ise üslûbu da kendine hastır. Bundan sonraki sadeleştirme örneklerinde sadece metinler verilip, kısaca nazarlar çekilip, takdir okuyuculara bırakılacaktır. Maksat ne okuyucu usansın, ne de yazan zihnen yorulsun. Her iki tarafta selamette kalsın.

 

“İhlası kazanmak ve korumak için, düsturlar şunlardır:
1- Her amelde Allah’ın rızası… Eğer O razı olsa da, bütün cihan küsse ne ehemmiyeti var? O razı olduktan sonra bütün halkın reddedişi tesirsizdir.” (11)

“İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri def’etmek için gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ

Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı.

Eğer o razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse bütün halk reddetse tesiri yok.” (12)

Farkı görebiliyoruz değil mi? Bir başka örnek ile devam edelim. Şöyle ki;

“Bundan on sene evvel Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan iman ehlinin kuvvetli düşüncesi içinde, müthiş bir küfür fikrinin onu bozmak ve zehirlemek için desiseyle çalıştığını sezdim. – Eyvah, dedim; bu ejderha imanın erkânına ilişecek!.. O vakit bir âyetin, bedahet derecesinde kuvvetli bürhanını Arabi ibareyle yazdım. Fakat maattessüf o bürhan tesirini göstermedi. Dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem de kuvvet buldu. Nur topunu küfür ve inkar ehlinin başına vurup, ya aklını başına al da insan ol; yahut aklını başından çıkar, at ve hayvan ol!..” (13)

“1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bazı parçaları, bazı risalelerde tam izah edildiğinden burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddid bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihat ediyor; her biri bunun bir cüzü hükmüne geçiyor.” (14)

 

Görüldüğü üzere olan cümleler alınmamış, tayyedilmiş yani geçilmiş. Olmayan cümleler de eklenmiş. Şimdi bir başka sadeleştirme girişimine bakalım. Vereceğimiz alıntılar da Faruk Beşer’in kendi kitabına Risale-i Nur’dan sözde alıntı yapması sonucu ortaya çıkan sadeleştirmeler olacaktır. Şöyle ki;

“Şimdi acaba, yirmi üç saatini şu kısacık dünya hayatı için harcayan ve o uzun ve ebedi hayat için ise bir tek saatini bile ayırmayan bir insanın zararı ne kadardır, nefsine ne kadar zulmetmiş olur, ne kadar akılsızca hareket eder, düşünebiliyor musunuz?” (15)

Orijinal haline bakalım;

“Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?” (16)

Burada zahirde yani görünüşte az bir değişim olsa da, yine de büyük anlam kayıpları yaşanmıştır. En basitinden “Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?” cümlesi yerine “düşünebiliyor musunuz?” ifadesi ile paragrafın anlam zenginliği ve genişliği kaybedilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Onlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz!” (17) demesi ile bu cümlenin bir alt paragrafında belirttiği; “…soğuk tasannu karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.” (18) diyerek belirttiği husus tam da yukarıdaki cümlede anlam bulmaktadır.

Şimdi sizlere soruyorum Faruk Beşer’in bu şekil bir değişim yapmaya hakkı var mıdır? Bediüzzaman’ın bile “mezun değiliz!” dediği bir hakkı, bu insanlar nereden buluyorlar? Kimden izin alıyorlar?

Alıntı yaptığımız paragrafta Beşer, “şimdi”, “bile ayırmayan”, “bir insanın”, “düşünebiliyor musunuz?” kelimelerini neye binaen metne aldığı ise bilinmemektedir. Risale-i Nur’un veciz cümlelerin arasına ekleme yapmaya ne gerek vardır? Diğer kelimeleri de sadeleştirerek alması Bediüzzaman’ın tabiriyle, “soğuk tasannu”ya neden olmaktadır. Yani soğuk bir yapmacıklık ve samimiyetten uzak bir harekettir. Başka izahı olamaz. Faruk Beşer’den bir alıntı daha yapıp bir sonraki yazar ile devam edelim. Şöyle ki;

“Üstat daha sonra da şöyle söylemişti:
İmandan sonra en mühim vazife namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü ise reddedilmesidir.” (19)

Burada da cümlenin değiştiğini görüyoruz. Orijinaline bakalım;

“Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduddur.” (20)

Faruk Beşer’in değişiklik yaparak aldığı cümle birçok yönü ile yanlıştır ve aynı zamanda hatalı bir cümledir. Şöyle ki;

“Kâinatta en yüksek hakikat imandır.” denilmeden geçilmiştir. Bu hem burada geçen ulvi yani yüksek hakikata bir hürmetsizlik hem de müellif’e bir saygısızlıktır. Sözün başını sonunu kırpar isek oradaki mânâyı tam olarak anlayabilir miyiz?

“en yüksek hakikat” tabiri yerine ise “en mühim vazife” tabirini kullanmıştır. Bu cümleler birbirini tutmamaktadır. Ne “yüksek” kelimesinin yerini “mühim” kelimesi tutabilir, ne de “hakikat” kelimesinin yerini “vazife” kesilmesi tutabilir!

“Hainin hükmü ise reddedilmesidir” diye değiştirdiği cümlenin aslı ise “Hainin hükmü merduddur” şeklindedir. “merdud” kelimesini önce bir anlayalım. Birçok anlamından sadece biri almak, anlamı daraltmaktır. Diğer anlamları ise şunlardır: Kabul edilmemiş, geri döndürülmüş, kovulmuş. Mesela konumuza bakan bir Hadîs-i Şerîf’e bakalım. “Namaz dinin direğidir” (21) Yani bir insan dinin direği namazdan geçemez ise “geri döndürülür”, “kabul edilmez”, ve Rabbinin huzurundan “kovulmuş” olur. Bu şekilde ve daha geniş bir şekilde ele alınıp şerh ve izah edilmesi gerekmektedir. Sadeleştirme adı altında yapılan çalışmalar tahrife sebep olmaktadır.

 

Bir başka ele alacağımız yazar olan Mehmet Akar’ın yaptığı sadeleştirme örneklerine bir bakalım;

“İman, Allah’ın insanın kalbinde yarattığı bir nurdur ki, dinin temel esaslarını gereği gibi bilmekten ve ayrıntıları kabul etmekten doğar.” (22)

Bir de bu cümlenin aslına bakalım;

“İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: ‘Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.’ denilmiştir.” (23)

Aradaki farkı ve yapılan değişim sonrası anlam kaybını görebiliyoruz değil mi? Her tarafı kırpılmış, sanki bahardaki koyunlara çevrilmiştir.

Bir diğer cümleye bakalım;

“Evet, kainatta hiçbir şuur sahibi, kainatın zerreleri kadar şahidi olan yaratıcıyı inkar edemez. Etse, kainat onu yalanlayacağı için susar, lakayt kalır.” (24)

Bir de aslına bakalım;

“Evet kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse bütün kâinat onu tekzip edeceği için susar, lâkayt kalır.” (25)

En basitinden “Hâlık-ı Zülcelal” yerine “yaratıcı” demesi bile; sadeleştirmenin anlam kaybına, dilimizi yozlaştırdığına ve zengin kelime hazinemizi dar bir kalıba sokulmaya çalışıldığına bakıyor; kör olmayanlara hakkı gösteriyor.

 

Şimdi de sadeleştirme yolu ile yapılan bir diğer tahrif çalışmasına bakalım. En çok göze çarpan ve bariz hataları ile meşhur olmuş, Ufuk Yayınları’nın bastığı ‘sarı renkli’ orijinalitesini içindeki cümleleri değiştirerek kaybettiği gibi, görünüşü ile de gösteren sadeleştirilmiş kitaplardan örnekler verelim. İlk örnek ile başlayalım;

“Kalbime; ‘Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.’ mânâsı geldi.” (27)

Asıl orijinal nüshaya bakalım;

“Kalbime ihtar edildi: ‘Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.’ Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.” (27)

 

Şimdi bu alıntıların kıyaslaması ile ilgili Abdullah Başak’ın “Risale-i Nurlar’da Sadeleştirme Tahrifatı” kitabında geçen ifadelerini dinleyelim;

“Kalbime ihtar edildi” ile “Kalbime …. mânâsı geldi” aynı “mânâyı” aynı “şiddette” anlatan ifadeler mi? Hadîs-i Şerîfler de, Âyet-i Kerîmeler de Peygamber Efendimiz’in (asm) ağzından çıkıyor. Her ikisinin de aslı “vahiy”. Lakin; birisi “vahy-i zımni”, diğeri “vahy-i sarihi”… (28)

Mezkur yani zikrettiğimiz “Risale-i Nurlar’da Sadeleştirme Tahrifatı” adlı eserdeki bir diğer mukayeseyi yani kıyaslamayı verelim;

“Aslı; “Eğer bela vereni buldunsa, safa-ender, atâ-ender beladır bil.” Sadeleştirme peşinde olan sahteciler ise şöyle demiş: “Eğer bela vereni buldunsa, safa, lütuf ve ihsan içinde beladır bil.”

“Bela vereni bulursan, safa da, ihsan da o belanın içindedir…” mânâsı nerede? Safa ve atânın içinde “bela” konulması nerede? Allah; ihsanının içinde bela mı veriyor?” (29)

Yapılan sadeleştirme teşebbüslerinde anlam kayıpları, hattâ anlamın tam aksi ile anlaşıldığı oluyor. Örneklerden de anlaşıldığı üzere.

 

Bu kadar sadeleştirme örnekleri yeterlidir sanırım. Bu yazımızda da ispat ve izaha çalıştığımız üzere “Risale-i Nur Sadeleştirilmez” bir “Kur’ân ve İman Hakikatleri Hazinesi” ve “İslam Kültür Külliyatı”dır.

Akla gelebilecek sorulardan birisine de kısaca cevap verelim. Peki Risale-i Nur eserlerini daha iyi nasıl anlayabiliriz? Bunun yolunu da bizzat Risale-i Nur’dan öğrenelim. Şöyle ki;

“Bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arz edeyim ki üstadımız Bedîüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazen okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: ‘Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da ruh, kalp ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz büyük bir kazançtır.’

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa onu getirip okuyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basîretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risale-i Nur’u cemaate okurken tafsilata girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa bu izahatı, Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatlerin anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.” (30) Buradan da izahın şeklinin nasıl olacağını anlamış oluyoruz.

Bir başka eserinde de Risale-i Nur eserlerinin şerh ve izahı noktası şu şekilde beyan edilmektedir;

“Evet Risaletü’n-Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine mesela, Kur’an’ın kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.” (31) Demek ki aynı konuların bir araya getirilmesi sonucu “mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir”. Bunu okunan derslere de tatbik edebiliriz. Okuduğumuz konu ile ilgili Risale-i Nur eserlerinin çeşitli yerlerinde olan paragraf ve pasajları birlikte okuruz. Bu da bir şerh türüdür.

Bir de bu eserleri okuyup, kelimelerin anlamlarını ilk başlarda daha kavrayamadığı için üzülen kardeşlerimize Üstad Bediüzzaman Hz.nin verdiği bir misali vermek istiyorum; “Bu ehemmiyetli risalenin herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil belki elleri uzun olanların hisseleri de var.” (32) Mevzu bahis edilen eser 7. Şua Ayetü’l-Kübra eseri olduğu gibi umum Risale-i Nur Külliyatı da bu misaldeki hale şamildir. Biz elimiz yetişen Kur’ânî ve imanî hakikatleri koparıp, toplamalıyız. Elimizin yetişmedikleri elbette olacaktır. Onlar da elleri uzun olanlarındır. Ve unutulmaması gereken nokta ise şudur ki; ağacın altındaki elimizin yetiştiği meyveleri toplayıp daha da azmederek devam eder isek üsttekilere de elimiz yetişecektir zamanla inşaAllah. Nitekim Barla Lâhikası eserinde Üstad Bediüzzaman Hz.nin dediği gibi; “Herkes her risalenin her meselesini anlamasına muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfidir.” (33) Elde ettiğimiz miktarı daha da okuyarak ziyadeleştirmeye çalışmalıyız.

 

Risale-i Nur eserlerinin üslûbu ile ilgili Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle demektedir; “Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (34) Sözler’den kasıt bütün Risale-i Nur eserleridir. Ve burada vurgu yapıldığı üzere Kur’ân hakikatlerinin mübarek kametlerine yakışacak şekilde ölçülü ve nizamlı üslûb elbiseleri giydirilmiştir. Ve bu sayede Kur’ânî kelimelere de aşina olup, Kur’ân-ı Kerîm’i bizzat kendi kelime zenginliğinden istifade ile öğrenmemizi sağlamaktadır. Bizi Kur’ân-ı Kerîm’in uçsuz bucaksız okyanusuna daldırarak bizzat inciyi yerinde gösteriyor.

Risale-i Nur eserlerini normal bir eser olarak görenler, Risale-i Nur’un da sadeleştirilebileceğini zannediyorlar. Halbuki içerdiği Kur’ân ve Îmân hakikatlerinde bakın nasıl en ufak bir değişiklik anlamı nasıl bozuyor. Bizzat cümleye bakalım; “…ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışıyla bir mesele değişir, mana bozulur.” (35) Üstad Bediüzzaman’ın tabiri ile “ifadelerim başkasına benzemiyor.” Nasıl benzemediğini de devamından anlıyoruz; “Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışıyla bir mesele değişir, mana bozulur.” Değil kelimenin yerine başka kelime koymak, değil cümlenin yapısını değiştirmek; bir harfin, bir noktanın yerinin değişmesi ile mesele değişir, mânâsı bozulur. Böyle bir eser için mevzu bahis edilen sadeleştirmeyi halen savunmak bu ifadeleri görmemezlikten gelmektir.

Risale-i Nur eserlerinin diğer ilimlere ve eserlere benzemediğini, onlar gibi okunmaması gerektiğini de şuradan öğreniyoruz; “Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl hem kalp hem ruh hem nefis hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.
Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.” (36) Alıntı yaptığımız cümlenin başında da geçtiği üzere Risale-i Nur eserlerinin gıda ve taam yani yemek hükmünde olduğunu dedikten sonra “hem akıl hem kalp hem ruh hem nefis hem his, hisselerini alabilirler” diyerek geniş kapsamlı bir eser ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Yani sadece aklın istifade edip diğer latifelerin istifade etmediği bir eser yok ki karşımızda sadeleştirme yaparak eser anlaşılsın. Sadece akıl ile değil; aynı zamanda kalbin de ruhun da nefsin de hislerinde ayrı ayrı hisselerini aldığı bir eser külliyatıdır: Risale-i Nur.

Bediüzzaman Hazretleri, ağdalı bir dil kullanmak için veya süslü bir şekilde konuyu anlatmak için bu tabirleri kullanmamıştır. Aksine gerekli olanı yapmıştır. Her ilmin bir terminolojisi olduğu gibi Kur’ân ve Îmân hakikatlerinin de terminolojisini bize öğretmektedir. Bunu bilmeyen kimseler Bediüzzaman Hz.nin ağdalı bir dil kullanmak için veya lafza mânâdan daha fazla önem verdiği için böyle yazdığını zannetmektedirler. Ve bu nedenle sadeleştirmeyi normal görmektedirler. Muhâkemat adlı eserinde bu konuya değinerek bakalım ne diyor; “Lafız-perestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de suret-perestlik ve üslup-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için çok edib edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” (37) Derin ve ulvi anlamlar barındıran bu alıntımızın başında geçen kelimeyi anlar isek konu ile bağdaştırmış olacağız. “Lafız-perestlik: Kelimenin mânâsından çok, sözlerine önem veren ve kelimenin dış şekliyle çok meşgul olan kimse.” (38) Evet Bediüzzaman Hz. bunu “hastalık” olarak nitelendirmiştir. Ve mânâyı lafza feda etmemiştir. Bu konuya vakıf olmayanlar için değinmek istedim.

Bir diğer noktaya değinelim. Dilini bahane ederek sadeleştirme taraftarı olanların buraya dikkat etmesi gerekir. Ehl-i ihtisas olan alanında uzman kişilerin beyanına göre “Dil, düşüncenin evidir.” Fikir inşasının tuğlası, kerpici, ana malzemesi kelimelerdir. “Anlaşılmıyor” gerekçesi ile bir çok kelime ve ıstılahlar devre dışı bırakıldığı zaman, tefekkür sahası daralır ve dimağ harmanı küçülür. Kıyılmış, doğranmış kelimelerle ciddi tefekkür olmaz; tefekkür derinliğine asla ulaşılamaz. Halbuki Risale-i Nur mesleğinin temel esaslarından birisi de tefekkürdür. Ve unutmamak gerektir ki; bir ilimde derinleşmenin ilk yolu, o ilmin ıstılahlarını öğrenmektir. İlmi tabirler ve ıstılahlar ise sadeleştirilemez. Onları oldukları gibi öğrenmek gerekir. Ve Risale-i Nur eserleri okunarak da İslamî ıstılahlar ve kelimeler günlük hayatın içinde canlı tutulur ve yaşanılır bir hale gelmektedir. Sadeleştirme ise bu noktaya da zarar verir, dilde yaşanan erozyonu hızlandırır.

Son noktaya değinecek olursak, o da Risale-i Nur’un sahip olduğu “Üslûb-u âlîye”dir. Yani; Üstün ve yüksek ifade tarzı, ifadenin yüksek ve nezih olanıdır. Risale-i Nur eserleri de “üslûb-u âlîye” üzerine tesis edilmiştir. Sadeleştirme bu “üslûb-u âlîye”yi değiştirmek ve hafife almak hükmüne geçer. O ölçülü, nizamlı üslub elbiseleri bozulunca kalp, ruh, sır, nefis ve diğer latifeler hissesiz kalır. Akıl da tam mânâsıyla tatmin olamaz. Çünkü sadeleştirme; kelamın câmiiyetini (genişliğini, kapsamlılığını), lisanın selasetine (dilin anlatıştaki kolaylığına, rahatlığına ve açık, kolay, akıcı, âhenkli ifadelerine), nazmın cezaletine (sıralı ve düzenli olan kelimelerin güzellik ve büyüklüğüne), anlamın belağatine (düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesine) büyük zarar verir. O ruhu öldürür ve o latifliği söndürür.

Bu çalışmamızın Dergah-ı İlahi’de kabulünü Cenab-ı Rabbü’l-Alemin’den niyaz ve Kur’ân İman hakikatlerini okumaya ve anlamaya bir teşvik olmasını temenni eder, kalplerin elinde olduğu Allah’tan kalbimizi dini üzerine sabit kılmasını isterim. Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar

1- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 104
2- Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediiye, s. 302-303
3- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 247
4- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 551
5- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 1, s. 100
6- Necip Fazıl Kısakürek, Bediüzzaman Said Nursî, s. 37
7- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 192
8- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 25
9- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 7
10- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 610
11- Necip Fazıl Kısakürek, Bediüzzaman Said Nursî, s. 38
12- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 193
13- Necip Fazıl Kısakürek, Bediüzzaman Said Nursî, s. 76
14- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 215
15- Faruk Beşer, Namazı Dosdoğru Kılmak, s. 113
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 25
17- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 351
18- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 351
19- Faruk Beşer, Namazı Dosdoğru Kılmak, s. 118
20- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 724
21- Beyhakî, Şuabu’l-İman, 3/83; Deylemi, Müsned, 2/404; Tirmîzî, Îmân, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/132-732
22- Mehmet Akar, Sema ve Nur, s. 18
23- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, s. 47
24- Mehmet Akar, Sema ve Nur, s. 18
25- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 1, s. 203
26- Ufuk Yayınları, 2. Lem’a, 2. Nükte, 3. Vecih
27- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 12
28- Abdullah Başak, Risale-i Nurlar’da Sadeleştirme Tahrifatı, s.132
29- Abdullah Başak, Risale-i Nurlar’da Sadeleştirme Tahrifatı, s. 133
30- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 854
31- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s
371
32- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 97
33- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 345
34- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 433
35- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 369
36- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası – 1, s. 65
37- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 72
38- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Lâfız-perest maddesi