Nâbî tarafından yazılmış tüm yazılar

Hanımların Mutluluğu Nerededir?

Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!.. Rusya’da o bîçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz. (24.Lema, 2.Nükte)

Hepimiz hanım olarak günlük ev işlerine yardım edecek kurs veya çalışmalara katılmayı severiz; ta ki o konudaki istidatlarımızı keşfedip çalıştıralım, daha kamil ve pratik işler yapabilelim.

Peki mahiyetimizdeki manevî istidat ve cihazların keşfi ve çalıştırılması hangi kursa devam etmekle olacak?

İnsan mahiyetinde hayra ve doğruya müteveccih olarak yaratılmış kalp, ruh, sır gibi cihazlar varsa da daim şeytandan ders alan, muzır ve şerir bir nefs-i emmare de taşımaktayız. Bu nefsin şerrinden kurtulup kalp ve ruhumuzun inkişafı için manevî bir terbiyeye ihtiyacımız var. Bunun da şartı önce İslam dairesine sonra da belli bir terbiye sistemine kendimizi dahil etmektir. Bu terbiye sistemi hak tarikatler olabildiği gibi, doğrudan doğruya Risale-i Nurdaki ihlas-uhuvvet-hatvelerle çizilen yol da olabilir. Asıl kendimize sormamız gereken “benim manevî bir terbiyeye ihtiyacım var mı?” sorusudur.

Risalelerden alıntıda belirtildiği gibi hanım olarak dünyada saadetli bir hayat yaşamamız ve fıtratımızdaki ulvî seciyelerin inkişafı İslam dairesi içine girme şartına bağlıdır. İslam dediğimiz zaman dinimizin amelî boyutu, emir ve yasakları kast edilir. Öncelikle emir ve yasaklara ittiba dairesine, sonra da ancak bu daire içinde alabileceğimiz “terbiye-i maneviye” altına girmeliyiz. Terbiye ise fiiliyatımızın ve iç alemimizin birbiriyle uyumlu ve hakikate muvafık olması anlamına gelir. Öncelikle davranış boyutunda kendimizi fark ediyoruz ve elden geldiği kadar “emredildiği için” emir ve yasaklara uygun yaşıyoruz. Bu hal bizde yerleştikçe fark ediyoruz ki bir de iç alemimiz var, o davranış iç alemimizin bir yansımasıdır aslında. Dolayısıyla iç alemimizin de Kur’an’a muvafık bir hal alıp almadığını kontrol etmeye başlıyoruz. Bu terbiye ve belli bir çizgide yaşama, yani yapılıp yapılmayacak davranışların belli ve birbiriyle tutarlı olması bize “şahsiyet” kazandırıyor. Hem iç alemimizde bir netlik hem de diğer insanlarla olan irtibatımızda seviyeli bir tutum gösteriyoruz.

Oysa böyle bir terbiyeden mahrum olan ve hanımlığı sadece maddi görüntüsü itibarıyla değerlendiren Rusya gibi toplumlarda hanımlara kıymetlerinin çok altında muamele edildiği binler tecrübe ile sabit bir gerçektir.

Elhasıl: Nasılki kadınlar kahramanlıkta, ihlasta şefkat itibariyle erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar; öyle de o masum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için fıtratlarıyla ve zaîf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmağa kendilerini mecbur bilirler. Çünki erkek, sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker. Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki; mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe’ olduğu gibi, fısk u sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mes’ud bir aile hayatını geçirmeğe mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar!.. Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmîn. (24.Lema, 2.Nükte)

Hanımların sefahette kabiliyetleri yok hükmünde olduğuna yukarıdaki misal en açık delildir. Hamisiz bir çocuğa hem analık hem babalık yapmak gibi çok ağır bir yükün altına girmek tehlikesi hanımları sefahetten muhafaza eder. Sefahete girmeyen bir hanım düzenli, belli bir aile hayatını tercih edecek; bu da onun daha başka günahlardan muhafaza olmasını temin edip yüksek ahlakına vesile olacaktır.

Maalesef hanımların latif fıtratını menfaatine alet etmek isteyen bazı komiteler, sefaheti hoş göstererek toplumu aldatmakta; hanımları da bu sefahetin malzemesi ve bazılarını da temsilcisi haline getirmektedir. Hanımlara yüksek şahsiyeti ve ahlakı ile değil de dış görüntüsü ile değer biçen bu sistem, hevesleri sürekli uyanık tutarak insanların yüksek hedefler için çalışması yerine nefsî ve geçici şeylerle vakit tüketmesini normal gösterip toplumsal verimi çok düşürmektedir. Sonra da şahsiyet ve namusunu ayaklar altına aldığı hanımı yüksek bir paye vermiş gibi alkışlatıp başka gafillerin de aynı oyuna gelmesine teşvik etmektedir. Böyle sefahete alet, taraftar, dellal, temsilci olmak gibi afetlerden kendini muhafaza etmek aklı başında her hanımın vazifesidir.

Sefahette hakiki bir saadet olmadığı gibi ona taraftarlıkta da acı bir alay vardır. Maddesi ön plana çıkarılmış bir hanım kardeşimizin medya ile teşhir edildiğini düşünelim. Ne kadar para, şan şöhreti olursa olsun, namus, haysiyet ve şerefi ne hale gelmiştir o kardeşimizin? Onu alkışlamak onunla alay etmek değil midir? Vicadanen böyle acı bir alaya razı olabilir miyiz? Kaldı ki o halde olan biz veya bir yakınımız da olabilirdik?.. öyleyse sefahete, hususan hanımların alet edildiği sefahete hiçbir şekilde taraftar olmamalı, destek vermemeliyiz.

Bu hâdisenin bir sebebi şu olmak kavîdir ki; Risale-i Nur, aile hayatına büyük bir faide verip hanımların iffet ve namus ve ismetle ve saadetle hayat geçirmelerini temin ettiğinden, kadınlar Risale-i Nur’a çoklukla rağbet göstermektedirler. Buna bir hüsn-ü misal olarak hanımların neşrolunan birkaç makalesini din düşmanları görmüşler ve bolşeviklik hesabına bir takım uydurma bahanelerle hücuma geçmişlerdir. Fakat aslâ muvaffak olamayacaklardır. Onların maksadlarının tam aksine olarak, Risale-i Nur’un neşriyatı erkek ve kadınlar arasında hârika bir tarzda inkişaf etmektedir ve edecektir. (Emirdağ Lahikası-2, 219 )

Diyen Bediüzzaman Hz. nurların hanımlar aleminde inkişafıyla menfi komitelerinin ve hanımları alet ederek sosyal hayatı zehirlemeye çalışan din düşmanlarının faaliyetlerinin tesirsiz kalacağı müjdesini vermiştir.

Hâzâ min fadli Rabbi

Nabi

www.NurNet.Org

Aile Hayatının Temel Esasları : Ahirete İman

Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azablar çeker. O cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. (Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin.) Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat, ibtal-i his nev’inden bir çare bulur.

Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa. Bu mana dahi hüccetlerle Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi.

(11.Şua, 8.Mesele)

Veysel Karanî Hz. Neden Sahabe Olmadı?

Meşhur kıssadır Veysel Karanî Hazretlerinin Efendimiz(ASM)’a olan aşk derecesindeki muhabbeti. Âmâ anneciğini yalnız bırakmamak için uzun zaman Rasulullah(ASM)’ı ziyareti tehir eder, zira annesinin az da olsa yalnız bırakılmaya rızası yoktur; ama âlem Rasulullah(ASM)’ın nuruyla coşmuş, dağ, taş, ağaç, su nur-u nübüvvet ile ayrı bir hayata kavuşmuş, ayrı bir renge bürünmüştür. Kainattaki bu cûş-u huruşu gören, kalbi aşk-ı İlahi ve Rasulullah(ASM) ile coşan Karanî Hazretleri anneciğinden zorlukla izin alabilmiş ve Medine yolunu tutmuştur. Gider ki Rasulullah(ASM) evinde yok! Annesine verdiği söz mucibince başka hiçbir yere bakmadan, sormadan hemen döner gelir Karen’e..

Bu hazin kıssa hep aklımda bir soru işareti olarak kalmıştır. Ta ki fıtrat kanunlarını anlayana kadar.. yani Veysel Karanî Hazretleri o gün Efendimiz(ASM)’ı Medine’de arasa ve bir kez yüzünü görse peygamberlerden sonra insanların en hayırlıları olan “Sahabe” sınıfına dahil olacaktı. Her cihetle alemde bambaşka bir inkişafa vesile olacak, “yıldız mahiyetindeki” sahabe efendilerimizden biri de o olacaktı. Ahiretteki mazhariyetleri ise tamamen aklın ihatası dışında. Peki neden Veysel Karanî Hazretleri o gün döndü geldi?

Karanî Hazretleri o gün annesine verdiği sözü çiğnememekle Allah’ın fıtratımıza koyduğu evlad olma kanununun insaniyetimizin esası olduğunu, o fıtrat kanununu çiğnemenin Allah’ın hükmünü çiğnemek ve dolayısıyla alemdeki bütün kanunlara muhalefet etmek olduğunu anlamış ve anlatmıştır. Yani Veysel Karanî Hazretleri o gün sözünü tutmasa ve annesini yalnız bırakıp Rasulullah(ASM)’a gitseydi belki insaniyetinin özündeki manayı kaybedecek,  değil sahabe, belki çok daha aşağı bir mertebeye sukut edecekti. Kendisi için hayırlı olmayan bir şeyin talebinde ısrar eden bir sahabenin neticede düştüğü üzücü durum buna başka bir örnektir. Bu yüzden Karanî Hazretleri Rabbinin en parlak aynası olan Rasulullah(ASM)’ı görme arzusunu, yine Rabbinin koyduğu evladlık hükmü-anne baba hukukuna riayet etmek için terk etmiş, canından çok sevdiği Rasulullah(ASM)’ın gül yüzünü dünya gözüyle görememiş, lakin “Tâbiînin en hayırlısı” diye iltifat-ı Nebevî’ye mazhar olup, hırka-i şerifini emanet almıştır. Böylesi çetin bir imtihanda insanın Rabbisinden razı ve hoşnut olmasının en münteha örneklerinden birisini hayatıyla anlatmıştır.

Bize ne kaldı? Karanî Hazretleri bize Allah’ın üstümüze yüklediği hakları, ancak hakkıyla ifa edersek mümin olabileceğimiz dersini bırakmıştır. Hak ve hukukları payimal ederek ne kulluk, ne hizmet, ne de başka bir salih amel mümkün değildir.

Peki Karenli Veysel biz olsaydık ne yapardık..? Allah yardımcımız olsun, enfüsî bir hesap..

Rabbimiz şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.

Nabi

www.NurNet.org

Aile Fabrikasından Alınan Mahsuller Nelerdir?

Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. (9.Şua)

Aile hayatından alınan en mühim netice: aile ferdlerine dinamik, hayattar ve saadetli bir atmosferin sağlanmasıdır. Zira kalbî, aklî, manevî inkişaflar için böyle huzurlu bir zemin gereklidir. Samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet; ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhametin tesis edildiği ailelerde ferdler arasındaki münasebetler de pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane olmaktadır ki şu maddeperestliğin hükmettiği ve ahlakın sukuta başladığı devirde böyle ulvi hislerin üretildiği ve cemiyete yayıldığı aile kavramının ne kadar önemli olduğu  anlaşılmaktadır.

Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. (24.Lema, 2.Nükte)

Aile fabrikasının bir neticesi de eşlerin birbirinin iyi hasletlerini taklid etmek suretiyle ahlaklarının yükselmesidir. Devamlı beslenen ahlakî altyapı toplumun da temel direği olacak, gelen nesil dinî ve millî değerlerini kaybetmeden, ölçü ve edeble yetişecektir.

Nabi

www.NurNet.Org

Risale-i Nur Talebeleri Bu Vasiyetimi Unutmasınlar!

Konuşan Yalnız Hakikattır

Risale-i Nur’da isbat edilmiştir ki: Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu adalet-i İlahiyenin bir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmisekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sevkediliyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar. Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor; türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar. Benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki:

Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azabdan, Cehennem’den kurtulmaklığıma, hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak herkesin meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.

Çünki bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi’ olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cem’iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şübhesi kalır.

Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın! diyor, iman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!

İşte Nur Risaleleri’nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitablar daha beligane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur.

Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir. Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük ve manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Bize işkence edenler bilmeyerek, kader-i İlahînin sırlarına akıl erdiremeyerek hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra’nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası-2 ( 234 )