Kategori arşivi: Kısa Video

kısa video

İsimler Sahipsiz Olamaz! (Yaratılış Delilleri) (Video)

Güneş’in, yedi rengi ile evimizin camını aydınlattığını ve ısıttığını düşünüyoruz. Şimdi, eğer camımızı aydınlatan Güneş’i inkâr edersek, acaba neyi kabul etmek zorunda kalırız?

Bir Güneş’in, vücudu ve hakikati ile birlikte camın içinde bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırız…

Zira ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. O hâlde bu ışığa ve sıcaklığa sahip olacak bir Güneş gerekmektedir. Eğer Güneş yok farz edilir ve camda görünen ışığın ve hararetin kaynağı olarak Güneş kabul edilmezse; o zaman bu ışık ve hararetin camın kendi malı olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. Bunların muhakkak bir sahibi ve maliki olmalıdır.

Ayrıca, böyle bir ışık ve hararet ancak Güneş büyüklüğündeki bir kaynaktan sudur edebilir. O hâlde gökteki Güneş’i inkâr ettiğimizde, camın içinde hakiki bir Güneş’in varlığını kabul etmek ve “Bu ışık ve hararetin sahibi camın kendisidir.” demek zorunda kalırız.

Güneş’in hadsiz eşyayı ışığı ile aydınlattığı ve harareti ile ısıttığı düşünüldüğünde, gökteki bir tek Güneş’i inkâr etmenin neticesi, hadsiz eşyanın içinde hakiki Güneşlerin varlığını kabul etmek ile neticelenir. Demek, gökteki tek bir Güneş’i kabul edemeyen, Güneş’in ışık ve hararetini kendinde gösteren eşyalar adedince Güneşleri kabul etmek zorunda kalır. Zira ifade ettiğimiz gibi, ortada bir ışık ve hararet vardır, bu da ancak bir Güneş’ten sudur edebilir.

Aynen bu misal gibi, Şems-i ezel ve ebed olan Allah-u Teâlâ da esma-ül hüsnası ile şu âlemi ve âlemdeki her bir eşyayı aydınlatmıştır. Misalimizdeki ışığın ve hararetin kaynaksız olamayacağı gibi, şu âlemde gözüken isimler ve sıfatlar da sahipsiz olamaz. Zira isim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. Yani ortada bir isim varsa, muhakkak o isim ile isimlenmiş bir zat olacaktır. Ve yine ortada bir sıfat varsa, muhakkak o sıfatın bir sahibi olmalıdır.

Mesela, yine kalem ile bir kâğıda bir harf çizdiğimizi düşünelim. Bu fiilde ve sayfadaki ‘A’ harfinde şunlar gözükür:

1- Sayfadaki ‘A’ harfinin varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Zira biraz önce o sayfada ‘A’ harfi yokken, şimdi bir ‘A’ harfi vardır. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkabilmesi, yani varlığının yokluğuna tercih edilebilmesi için ise kâtibinin ve failinin irade sahibi olması gerekir. İrade sahibi olmalıdır ki, varlığını yokluğuna tercih edebilsin. İradesi ve ihtiyarı olmayan bir failin, sayfadaki ‘A’ harfine kâtip olması ve kâtiplik iddiasında bulunması mümkün değildir. O hâlde ‘A’ harfinin yoktan icadı, irade sahibi bir kâtibi gerektirir.

2- Sayfadaki ‘A’ harfi, alelade bir çizgi değildir. Manası olan sanatlı bir çizgidir. O hâlde sanatkârı ve kâtibi olan zatın ilim sıfatının olması, yani “Âlim” olması gerekir. İlmi olmayanın ve okuma yazma bilmeyenin, mana ifade eden bu ‘A’ harfini yazması mümkün değildir. O hâlde ‘A’ harfinin yoktan icadı, ilim sahibi bir kâtibi gerektirir.

3- Ayrıca bu kâtibin kudret sahibi olması da gerekir. İradesi ve ilmi olsa; ama kudreti ve kuvveti olmasa, mesela felçli olsa ve elini hareket ettiremese, yine bu ‘A’ harfini yazamazdı. İşte ‘A’ harfi, mevcudiyeti ile kâtibinin kudret sahibi bir “Kadir” olduğuna da işaret eder.

4- Yine kâtibinin hayat sahibi olması gerekir. Zira hayatı olmayanın; ilmi, iradesi ve kudreti olamaz. Hayat sahibi olmayan bir taşın yanına bir kalem ve kâğıt koysak ve bir milyon sene onları baş başa bıraksak, sayfada bir ‘A’ harfini göremezsiniz. Demek “A” harfi, varlığı ile kâtibinin “Hayy” (hayat sahibi) olduğuna işaret eder.

Bu misalleri ve ‘A’ harfinin kâtibine yaptığı delaletleri çoğaltabilirsiniz.

Şimdi ‘A’ harfine bir kâtip arayacağız. Eğer biz kâtip olarak, onu çizen insanı inkâr eder ve “Bu ‘A’ harfini bu kalem yaptı.” dersek, o zaman kâtipte bulunması gereken irade, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları kaleme vermek ve “Bu kalem âlimdir, irade sahibidir, kudret sahibidir, hayatı vardır…” gibi bir hezeyanı kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada gözüken isim ve sıfatlar vardır. İsim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. İşte bu yüzden, harfin kâtibi olarak kim kabul edilirse, kâtipte olması gereken ilim, irade, kudret ve hayat gibi sıfatların da o zatta varlığını kabul etmemiz gerekecektir.

Aynen bunun gibi, kâinat da bir harf ve bir kitaptır. Kâtibi olarak Allah-u Teâlâ kabul edilmezse, bu kitapta gözüken bütün isim ve sıfatları atomlara, sebeplere, tesadüfe, tabiata vermek âdeta onları uluhiyet makamına çıkarmak demektir. Bir Allah’ı aklına sığıştıramadığı için kabul etmeyen adam, zerreler ve atomlar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalacaktır.

Dilerseniz bu meseleyi bir misal ile izah ederek anlamaya çalışalım:

Her vakit gözümüz önünde bulutlardan yağan yağmurları temaşa ederiz. Acaba hiç düşündük mü, yağmurun oluşabilmesi için failinde hangi sıfatların bulunması gerekmektedir?

Şimdi bu hadisede gözüken isim ve sıfatlara bakalım:

1- Yağmurun varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Yani yağmur damlaları bir vakit önce yoktu, şimdi ise var. Bir şeyin varlığını yokluğuna tercih edebilmek ancak irade sıfatına sahip olabilmek ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın iradesi olmalıdır. İradesi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.

2- Yağmurun yapısında iki hidrojen ve bir oksijen vardır. İki hidrojen ve bir oksijeni bir araya getirerek yağmur tanelerini oluşturmak ise ancak nihayetsiz bir ilmin sahibi olmak ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın ilmi de olmalıdır. İlmi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.

3- Yağmuru yapabilmek için ayrıca nihayetsiz bir kudrete sahip olmak lazımdır. Zira yakıcı ve yanıcı iki maddeyi birleştirip yangın yerine su icat etmek ancak sonsuz bir kudret ile olabilir. O hâlde yağmuru yapan zatın kudreti de olmalıdır. Kudreti ve kuvveti olmayanın tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir.

4- Yağmur tanelerini birbirine çarptırmadan yağdırabilmek ve yağmura saymakla bitmeyecek kadar çok menfaatler takabilmek için hikmet sahibi olmak gerekir. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat edebilmesi ve yağmura bunca faydaları takabilmesi mümkün değildir. O hâlde yağmuru yapan zatın hikmeti de olmalıdır. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.

5- Yağmur yaratılırken tek başına ele alınmamış, bütün eşya ile alakaları gözetilmiştir. Mesela, o yağmuru insan ve hayvanlar içer, toprak onunla canlanır ve bitkiler ve ağaçlar onunla hayat bulur. Yani yağmur yaratılırken, tek başına planlanmamış ve bütün eşya ile alakaları düşünülerek onlara fayda sağlayacak bir şekilde yaratılmıştır. Yani yağmuru yaratan zat, hem insanı, hem hayvanatı ve hem de bitkileri bilmelidir ki, onların vücutlarına faydalı bir şekilde yağmuru yaratabilsin. Bu ise bütün eşyayı ihata ile olur. Bütün eşyayı ayna anda ihata edemeyen ve onları göremeyen, yağmuru onlara faydalı kılamaz.  O hâlde yağmuru yapan zatın ihatası ve görmesi de olmalıdır. Muhit (ihata edici) ve Basîr (gören) olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.

6- Yağmuru yeryüzü ahalisine göndermek, sonsuz bir rahmetin eseridir. Yeryüzü ahalisine acımayanın ve rahmeti olmayanın yağmuru yaratması mümkün değildir.  O hâlde yağmuru yapan zatın rahmeti olmalıdır. Rahmeti olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.

7- Saydığımız sıfatlara sahip olabilmek için ise ilk önce hayat sahibi olunması gerekir. Zira hayatı olmayanın ne iradesi, ne ilmi, ne kudreti ve ne de diğer sıfatları olamaz.

Yağmurda gözüken daha onlarca isim ve sıfat vardır. “Arife tarif yeter.” sırrınca meseleyi daha uzatmayarak kısa kesiyoruz.

Şimdi bizler, yağmuru yaratabilecek bir fail arayacağız:

Gördük ki, yağmuru yaratan zatın iradesi, ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti, ihatası, görmesi, hayatı gibi daha birçok isim ve sıfatlarının bulunması gerekir. Bu sıfatlara sahip olamayanın, tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir. Zira ortada hikmetle yaratılmış yağmur taneleri ve onda gözüken isim ve sıfatlar vardır.

Acaba bu isimler ve sıfatlar kimindir? Biz “Allah’ındır.” diyor ve yağmuru yaratma fiilinin, Allah’ın bir fiili olduğunu ve Allah’tan başka kimsenin bu hikmetli fiile fail olamayacağını kabul ediyoruz.

Eğer biri çıkar ve tersini söyleyerek Allah’ı inkâr ederse, o hâlde “yağmuru yaratmak” fiiline bir fail göstermelidir. Zira ortada bir fiil vardır ve fiiller failsiz olamaz. Ve gösterdiği failde, mezkûr isim ve sıfatların varlığını da kabul etmek zorundadır. Zira bu isim ve sıfatlara sahip olamayanın, yağmuru yağdırma fiilini gerçekleştirmesi ve tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.

O hâlde yol ikidir: Ya Allah kabul edilerek “yağmuru yaratma” fiili ona isnat edilecek ve bu hadisede gözüken isim ve sıfatların müsemması ve mevsufu olarak Allah kabul edilecek. Ya da fail olarak bulutun kendisi kabul edilerek, yağmurda gözüken mezkûr isim ve sıfatlara, bulutun bizzat kendisinin sahip olduğu iddia edilecektir. Yani mevhum fail olan bulut, Allah’ın sıfatlarına sahip olarak uluhiyet makamına çıkartılacak, âdeta ona ilahlık makamı verilecektir.

Sözün özü: Yağmurda gözüken isim ve sıfatlar vardır. Bu isim ve sıfatların sahipsiz olması mümkün değildir. Allah’ı inkâr eden birisi ilk önce, hayatsız ve kendinden bile haberi olmayan buluta; Allah’ın ilmi kadar bir ilmi, Allah’ın kudreti kadar bir kudreti, Allah’ın hikmeti kadar bir hikmeti, Allah’ın rahmeti kadar bir rahmeti ve Allah’ın sahip olduğu diğer isim ve sıfatları verecek ve daha sonra küfrüne itikat edebilecektir. Bu itikat ile de âdeta bulutu kendisine bir ilah yapacaktır. Zira ilah demek, saydığımız isim ve sıfatlara sahip olan zat demektir. Bu isim ve sıfatları kime verirseniz, ilah olarak da onu kabul etmişsiniz demektir. Nasıl ki misalimizde, Güneş’i inkâr eden kişinin, camın içinde hakiki bir Güneş’in varlığını kabul etmesi gerekiyordu; çünkü bu ışığa sahip olana Güneş denilir. Aynen bunun gibi, cam hükmündeki eşyada tecelli eden isim ve sıfatların sahibi olarak da kimi kabul ediyorsak, bizim ilahımız odur. Çünkü ilah, bu isim ve sıfatların sahibine denir.

Biz sadece yağmura ve onda tecelli eden isim ve sıfatlardan bazılarına baktık. Bir de kâinata bakın ve onda tecelli eden isim ve sıfatları görün! Sonra o isim ve sıfatlara sahip olabilecek bir fail ve sanatkâr bulmaya çalışın! Semalara çıkın, denizlerin dibine dalın, sahralarda gezin, âlemde bakmadığınız hiçbir taşın altı kalmasın! Acaba kâinatta gözüken bu kadar isim ve sıfatlara sahip olabilecek Allah’tan başkasını bulabilecek misiniz?

Seyrangah.Tv

Hayat Verme Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Olması mümkün değildir; ama faraza eğer olsaydı: Bir kimsenin, ölmüş bir kuşu gözümüzün önünde dirilttiğini görsek. Ne kadar şaşırır hatta gözümüzü yalanlardık. Bu olayı da ölünceye kadar unutmazdık. Zira hayat verme hakikati, bu kadar etkileyici ve şaşırtıcı bir hakikattir.

Hâlbuki bizi şaşırtan, gözümüzü yalanlamamıza sebep olan ve ölünceye kadar da aklımızdan çıkmayan şey, ölmüş bir kuşun gözümüz önünde diriltilmesinden başka bir şey değildir.

Acaba ölen bir kuşu diriltmek mi daha hayret vericidir? Yoksa ölü yumurtalardan hayat sahibi kuşları çıkartmak mı?

Ya da ölü bir kuşu diriltmek mi daha şaşırtıcıdır? Yoksa nutfe denilen su damlacıklarından hayat sahibi mahlukları yaratmak mı?

Ya da ölü bir kuşu diriltmek mi daha acayiptir? Yoksa çekirdek ve tohumlardan, hayat sahibi olan bitki ve ağaçları yaratmak mı?

Acaba bu şaşkınlığı ve hayreti niçin Allah-u Teâlâ hakkında yapmıyoruz. Hâlbuki Allah-u Teâlâ çok daha hayret verici diriltmeleri her vakit gözümüz önünde yapmaktadır. Şöyle ki:

Gözümüz önünde görüyoruz ki, hayata son derece muhalif olan maddelerden hayat fışkırmakta ve yeryüzü hayat sahipleriyle dolup taşmaktadır. Hayatı olmayan tohumlardan, çekirdeklerden, yumurtalardan ve nutfe denilen su damlacıklarından yaratılan mahluklar; hayat sahibi olmakta ve bir kısmının da ruhu bulunmaktadır. Hayatı olmayan bu maddelerin, kendilerinde olmayan hayatı başkasına vermesi elbette düşünülemez. O hâlde gözümüz önündeki bu hayat, ancak ve ancak Hayy-u Kayyum olan Allah’ın yaratmasıyla olabilir. Demek Allah’ın varlığına en büyük delillerden biri de hayat verme hakikatidir.

Şimdi, Allah’ı inkâra yeltenen kişiye soruyoruz: Yumurta, çekirdek, tohum ve su damlacıkları gibi en basit maddelerden hayat sahibi varlıkları yaratan ve bu maddelerden hayatı fışkırtan kimdir? Bu hikmetli tasarrufa Allah’tan başka kim fail olabilir?

Acaba her şeyiyle güzel ve sevimli olan bu hayatın devamı için neler gerekli olduğunu hiç düşündük mü? Şüphesiz bunun için binlerce sebebin bir araya gelmesi gerekli. Bunlardan bi­rinin azlığı veya çokluğu hayatı felç edebilir.

Mesela, sıcaklık ve soğukluk dengesindeki ufacık bir aksaklık her şeyi yok edebi­lir. Isı öyle ayarlanmalıdır ki canlılar hayatlarını devam ettire­bilsinler. Sıcaklığın altmış dereceyi geçmesi canlılar için ölüm çanının çalması demektir.

Hayatın başka bir önemli şartı da atmosferin hayata elve­rişli tarzda hazırlanmasıdır. Gazların bugünkü hâlleriyle bir arada bulunmaları ihtimali, aslından hesap rakamlarına girme­yecek kadar küçüktür. Gazların belirli bir kaçış hızı vardır. Kafesteki kuş misali… Bu hızda azalma veya çoğalma olsa denge bozulur. Fakat onları kaçmaya zorlayan hızla, atmos­ferde tutan yerçekimi öylesine dengelenmiştir ki kaçıp dağıl­maları söz konusu değildir.

Hayat için su da şarttır. Suyun kaynağı ise okyanus ve de­nizlerdir. Dünyamızda saniyede 16 milyon ton, senede 505 milyon kere milyon ton su buharlaşır ve rüzgârlarla dört bir yere dağılır. İhtiyaç olan bölgelere bırakılır. Sonra tekrar bu­harlaşıp yeryüzünden gökyüzüne çıkar. Ta ki hayat devam edebilsin. Bunca suyu buharlaştırmak için 300 bin milyar kere milyar kaloriye ihtiyaç vardır. Bunu kömürle karşılamaya kalk­sak 4.1016 ton kömüre ve Türkiye bütçesinin yüz milyarca misli paraya ihtiyaç vardır.

İşte hayatın varlığı için bütün diğer şartları bir kenara bı­raksak bile, acaba bütün sebepler ihtiyar ve iktidar sahibi olsa; sa­dece sıcaklık, atmosfer ayarı ve su teminine güçleri yeter miydi?

Seyrangah.Tv

Ruh Verme Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Hayat verme gibi, ruhlandırma hakikati de Allah’ın varlığını ispat etmektedir. Zira ruhun varlığı, Allah’tan başka hiç bir sebep ile izah edilemez. Ruhun varlığı kabul edildikten sonra Allah’ı inkâr etmek mümkün değildir. Zira “Bu ruh nasıl vücuda geldi?” sorusuna verilebilecek hiç bir maddi cevap yoktur. Ruhun varlığı, Allah’ın yaratmasından başka hiçbir şey ile izah edilemediğinden dolayıdır ki, ateistler ruhun varlığını inkâra yeltenmişlerdir. Çünkü ruhun varlığı kabul edilirse, onu yaratan Allah da kabul edilmek mecburiyetindedir. Bizler bu makamda ruhun varlığına ait delilleri beyan etmeyi uygun görüyoruz. Zira “Bu ruhu kim yarattı?” sorusunu kâfire sorabilmek için ilk önce ruhun varlığını ispat etmemiz gerekmektedir. O hâlde ilk önce ruhun varlığını ispat edelim ve daha sonra da sorumuzu soralım.

1- Hukuk, kardeşlik ve aile gibi kavramlar ancak ruhun varlığını kabul ile kaimdir. İsterseniz biraz daha açalım: Bilindiği gibi insan altı ayda bir bedenindeki bütün hücreleri değiştirmekte, âdeta yeni bir insan olmaktadır. Şimdi bir katilin mahkemede hâkimin karşısına çıktığını düşünelim. Hâkim ona ceza olarak yirmi sene hapis vermiş olsun. Bu katil hâkime dönerek şöyle dese: “Siz bana ceza veremezsiniz. Çünkü cinayeti işleyen ben değilim. Hücrelerimin değişmesi ile ben yeni birisi oldum. Şu andaki cismim masumdur.” Bu sözlere karşı hâkim ne diyebilir ki? Hiçbir şey! Çünkü o da eski hâkim değildir. Bir de kardeşlik ve aile mefhumunu düşünün. Beni dünyaya getiren annemin defalarca maddi bedeni değişikliğe uğradı. Beni dünyaya getirdiği andaki vücudundan geriye hiç bir şey kalmadı, tamamen değişti. Benim annem maddi cihetiyle, beni doğurduktan altı ay sonra öldü. Eğer ruhun varlığı kabul edilmezse bu çıkmazdan nasıl çıkılır?

2- İnsan bir boşlukta dünyaya gelse ve göz, kulak, el gibi azaları olmasa; uzunluk, yakınlık, büyüklük, küçüklük gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından asla şüphe etmez. Zira göz, kulak ve el gibi azalar insanın dış âlemi tanıyabilmesi için gereklidir. Kişi, o azalar olmadan dış dünyayı tanıyamaz; ama kendi varlığından da şüphe etmez. İşte bu durumda kendini bilen varlık ruhtur.

3- İnsan bir iş yaptığında “Ben yaptım.” der. Bu “Ben yaptım.” sözüyle, fiillerini azalarına isnat etmez. Yani “Ben yaptım.” derken, “Elim yazdı, ayağım koştu, kulağım işitti…” gibi manaları kastetmez. O hâlde insanın “Ben yaptım.” sözüyle kastettiği “ben” nedir? İnsan “ben” demekle nefs-i natıkasını, yani ruhunu kasteder. “Benim kalemim.” dediğinde, o “ben” ruhtur.

4- Maddenin tabiatında irade ve seçebilme yeteneği yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradi hareketler vardır. Eğer insan sadece maddi bir varlık olsaydı, insanda iradenin olmaması gerekirdi. Çünkü maddede irade yoktur. O hâlde bu iradi hareketlerin sahibi madde olamayacağına göre ruh olmalıdır. Demek insandaki irade, ruhun varlığına açık bir delildir.

5- Maddenin tabiatında irade olmadığı gibi; işitmek, görmek, tatmak, hissetmek gibi diğer sıfatlar da yoktur. Eğer insan, ruhu olmayan maddi bir varlık olsaydı. O hâlde mezkûr sıfatların insanda bulunmaması gerekmekteydi. Madem vardır; o hâlde insan sadece maddeden yapılmış bir varlık değildir. Onun bir ruhu vardır ve bu sıfatlar da ruhun sıfatlarıdır.

6- Beyin açılarak, parmağı oynatmakla görevli sinire tembih yapılsa, parmak hareket eder. Fakat asla bir düğmeyi ilikleyemez. Çünkü düğmeyi iliklemek kompleks bir harekettir ve hiçbir siniri tahrik etmekle bu fiil gerçekleşmez. O hâlde sorumuz şu: Parmağa, düğmeyi iliklettiren beyin değilse, nedir? Elbette ruhtur!

7- Maddenin hareket edebilmesi için ona maddi bir temas gerekmektedir. Maddi bir temas olmaksızın maddenin hareketi mümkün değildir. Hâlbuki televizyon seyreden bir insan; güler, ağlar, korkar, heyecanlanır ve hakeza… Acaba gülen veya ağlayan madde midir? Elbette hayır, çünkü maddi bir temas gerçekleşmedi. Öyleyse bu fiiller kime aittir? Elbette ruha!

8- Bir insanı ölmeden tarttık 70 kg geldi. Öldükten sonra tarttık yine 70 kg . Acaba bu insandan ne çıktı ki; güler, koşar ve konuşur bir hâlde iken birden cansız bir hale geldi? Elbette ruh. Çünkü maddi bir kayıp olmadığı tartı işlemi ile ispat edildi.

9- Herkesin beyni aynı şekilde çalışır; ama buna rağmen fikir farklılıkları vardır. Acaba bu fikir farklılıklarının sebebi nedir? Elbette farklı ruhlarının bulunmasıdır.Eğer fikir sadece beynin bir fonksiyonu olsaydı, herkesin aynı düşünmesi gerekirdi. Zira maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. Demek fikirlerin farklılığı, ruhun varlığına bir delildir.

10- Maddi bilimin dahi kabul ettiği telepati, ruhun varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez. Birbirlerinden kilometrelerce uzak olan iki insanın vasıtasız muharebe etmesi, madde ile nasıl izah edilebilir? Demek telepati de ruhun varlığına bir delildir.

11- Telekinezi denilen; maddeye temas etmeden, düşünce ile maddeyi hareket ettirmek ancak ruhun varlığı ile izah edilebilir. Dikkat ve konsantrasyon sonucunda kaşıkları eğenleri, önlerindeki eşyaları harekete geçirenleri görmüşüz veya okumuşuzdur. Acaba bu hadiseyi madde ile izah etmek mümkün müdür? Elbette değildir! O hâlde telekinezi de ruhun varlığına bir delildir.

12- Rüyalar da ruhun varlığına bir delildir. Birçok zaman rüyamızda gördüklerimizin o gün veya daha sonra vukua geldiğini görürüz. Bu, ruhun gayb âlemlerine yakınlaşması sonucunda elde ettiği bir bilgidir. Ruhu inkâr edersek bu hadiseyi ne ile izah edebiliriz? Demek rüyalar ve bilhassa sadık rüyalar ruhun varlığını ispat etmektedir.

13- Şimdi hayalinizi kullanarak vücudunuzdaki bütün etleri bir yerde toplayınız. Şimdi de kemikleri ve sırasıyla kılları, gözleri, tırnakları ve diğer maddi azaları da aynı yerde toplayınız. Şimdi soruyoruz: Duygularınız nerede? Şefkat, muhabbet, aşk, hırs, kin gibi yüzlerce his nerede? Eğer bunlar maddi bedenin malı olsaydı, onları da hayalen bir tarafa ayırmamız ve vücutlarını görmemiz gerekirdi. Demek bu duygular cismin değil, ruhun malıdır. O hâlde insanda bulunan her bir duygu ruhun varlığına bir delildir.

14- İnsanlarda lütuf, cömertlik, cesaret, ilim gibi sıfatlar farklı farklıdır. Birisinde deniz iken, diğerinde damladır. Eğer bunlar maddenin özellikleri olsaydı bütün insanlarda aynı derecede olması gerekirdi. Çünkü maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. O hâlde bunlar maddenin sıfatı olmaz; ancak ruhun sıfatlarıdır. Demek insanlarda farklı derecelerde bulunan bütün sıfatlar ruhun varlığını ispat etmektedir.

15- Neşe ve elem iki kaynaktan gelir. Birisi cismanî elemler ve lezzetlerdir. Diğeri ise ruhanî elemler ve lezzetlerdir. Mesela dostuna kavuşan bir kimse lezzet duyar. Bu maddî değil, ruhanî bir lezzettir. Yine denilmiştir ki: “Kılıç yarası iyileşir; ama dil yarası iyileşmez.” Acaba dilin yaraladığı şey, ruhtan başka bir şey midir? Demek insanın aldığı bütün ruhanî lezzetler ve elemler, ruhun varlığını ispat etmektedir.

Ruhun varlığını, mezkûr on beş delil ile ispat ettikten sonra, şimdi kâfire soruyoruz:

Kimdir ruhu yaratan ve onu hayat sahiplerine üfleyen? Allah’tan başka kim vardır, bu hikmetli icada fail olabilsin?

Seyrangah.Tv

“Terbiye Delili” (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir apartmanın en üst katından aşağıya ipler ile inen ko­mandoları gördüğümüzde hayret eder ve alkışlarla onları tebrik ederiz.

Acaba bir örümcek, komandonun yaptığı işten daha mü­kemmelini yapmıyor mu? Ördüğü ipek iplik ile bir çırpıda aşa­ğıya iner ve bir çırpıda yukarıya çıkar. Bir komando asla örümce­ğin hızına yetişemez, belki de örümceğe ancak bir çırak olabi­lir. Örümcek avını avlamak için kendini iplikle ağaca bağlar ve avının üstüne atlar. İpliği, hem kendini hem de avını taşıyacak kuvvettedir. Avları ağına yapışırken, o ayağına sürdüğü bir sıvı ile ağına yapışmaktan kurtulur.

Örümcekte olduğu gibi, şu âleme dikkat ile baktığımızda görürüz ki: Her bir mahlukun kendine ait bir vazifesi ve kendine mahsus hayat şartları vardır. O mahluk dünyaya gelir gelmez hemen o vazifeyi görmeye başlıyor ve hayat şartlarıyla da tam bir uyum sağlıyor.  Âdeta başka bir âlemde terbiye edilmiş gibi vazifesinde asla şaşırmaz ve bir an bile geri kalmaz. İşte bu hâl ispat eder ki: Onları terbiye eden, onlara vazifelerini öğreten ve onları hayat şartlarına muvafık kılan, perde arkasında bir zat vardır. O zatın varlığı kabul edilmeksizin göz önündeki bu terbiyeyi izah etmek, asla mümkün değildir.

Bu hakikati daha iyi kavrayabilmek için şimdi bir bal arasının terbiyesine bakacağız ve bu terbiyeden Cenab-ı Hakk’ın varlığına pencereler açacağız:

Bal arısı durmadan, dinlenmeden çalışır. Günde 20.000 çiçeği ziyaret eder. Ömründe 2.000.000 km’lik bir yolu kat eder. Bu meşakkatli çalışmanın neticesi olarak da, bal gibi tatlı bir gıdayı bizlere takdim eder. Şimdi Allah’ı inkâr eden kişiye soruyoruz:

1- Arıya bal yapmayı kim öğretti? Bütün insanlar toplansa bir gramını bile yapamayacağı balı, bu zehirli böcek nasıl yapıyor? Yoksa bizden daha mı akıllı?

2- Arının sadece bal yapmasını bilmesi de kâfi değildir. Çünkü bu faaliyette bal tek başına düşünülmemiştir. Zira bal insana menfaatli olarak yaratılmıştır. O hâlde balı yapanın insandan haberdar olması ve vücut yapısını bilmesi lazımdır. Hâlbuki arıda böyle bir ilim yoktur. Yoksa arının insanları tanıdığını ve vücut yapılarını bildiğini mi iddia ediyorsun?

3- Balı yapıp insanlara yedirmek; rahmetin, şefkatin ve acımanın bir eseridir. Hâlbuki arının bize karşı ne merhameti ve ne de şefkati vardır. Buna delil ise, fırsatını bulduğunda zehirli iğnesi ile bizi sokmasıdır. Arı bize merhamet etmiyorsa, o hâlde bize karşı şefkat gösterip merhamet eden ve arıdan balı çıkartan kimdir?

4- Arı, çiçeklerin aşılanmasında da büyük bir vazife üstlenir. Çiçek tozlarını bir çiçekten başka bir çiçeğe taşıyarak üremelerini sağlar. Bir çiçeğe konduğunda yapışkan ve sık olan tüylerine çiçek tozları bulaşır. Sonra aynı cinsin farklı ferdine konarak çiçek tozlarını ona bulaştırır. Bu vazifenin icrasında ise ilginç bir görüntü oluşur.

Şöyle ki: Bal arısı mesela, ilk önce bir gül çiçeğine konmuşsa, o civardaki diğer gül çiçekleri bitinceye kadar başka bir türe konmaz. Bunun sebebi ise şudur: Eğer farklı çiçeklere konsaydı, çiçek tozları farklı türlere taşınacağından dolayı aşılanma meydana gelmeyecek ve çiçeklerin nesli tükenecekti. Şimdi soruyoruz: Acaba bal arıları çiçekleri nasıl tanıyor? Çiçeklerin neslinin devamı için bu yorucu seyahati niçin yapıyor? Aşılama vazifesine uygun olan kılları vücuduna kim taktı?

5- Bal arısının küçücük karnında balı pişirmek ve azaları tahrip etme kabiliyetinde olan zehre bulaştırmamak harika bir fiildir. Akılsız bir böcek böyle harika fiilinin faili olabilir mi?

Şimdi, bal arısının terbiyesinden başka bir sahne ile devam ediyoruz:

Peteklerdeki yavru bal arılarının dünyaya gelebilmesi için kovandaki sıcaklığın 35 derece olması gerekir. Eğer sıcaklık 30 dereceye düşerse bütün yavrular ölür. Ya da 40 dereceye çıkarsa bu sefer de ya ölüm ya da sakatlıklar meydana gelir. Evet, petek sıcaklığı tam 35 derecede olmalıdır.

Peki ama, bu sıcaklık hiç düşmez veya artmaz mı? Elbette düşer ve artar. Ama bal arıları bunun da çaresini bulmuşlardır. Sıcaklık 30 dereceye düştüğünde peteklerin üstünde titreyerek sıcaklı­ğın 35 dereceye çıkmasını sağlarlar. Âdeta kovan için bir soba görevi görürler. Eğer sıcaklık 40 dereceye yükselmişse bu se­fer de kanatlarını çırparak kovanı serinletirler. Bu sefer de bir fan vazifesi görürler.

Şimdi, bu terbiyeyi tesadüfe havale eden kişiye tekrar soruyoruz:

1- Arılar petek sıcaklığının 35 derece olması gerekti­ğini nereden biliyorlar? Muhtemelen bu satırları okuyuncaya kadar siz bile bilmiyorsunuzdur. Mahlukatın en akıllısı olan insanın bilmediği bir şeyi, bir böcek nereden bilebilir?

2- Haydi biliyorlar diyelim. Peki, sıcaklık düştüğünde petekler üzerinde titreyerek kovanı ısıtma tekniğini nereden öğrenmişler?

3- Ya da sıcaklık yükseldiğinde kanatlarını çırparak ko­vanı serinletmeyi onlara kim öğretmiş?

4- Hepsinden önce, arıların sıcaklığı ölçmeleri için derece­leri mi var? Yoksa -ki yok, çünkü biz bugüne kadar derece taşıyan bir arı görmedik- sıcaklığı nasıl ölçüyorlar?

5- Yavru arıların yaşaması onlar için niçin bu kadar önemli? Yavru arılarla uğraşacaklarına, niçin bir-iki hafta sonra ay­rılacakları dünyadan lezzet almaya çalışmıyorlar? Onları vazifeli bir asker gibi çalıştıran kim?

Bizler sadece bal arısına ve onda yapılan terbiyeden bir-iki kısma baktık. Bal arısının diğer hususiyetleri hakkında da onlarca sayfa yazılabilir ve yüzlerce soru sorulabilir. Bir tek bal arısındaki terbiye bile izah edilemezken karşımıza ipek böceğinden kuşlara, balıklardan böceklere ve hayvanlardan bitkilere kadar sayısız mahluk ve her birine yapılan farklı terbiyeler çıkıyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle yüz binler farklı terbiye, tesadüfün işi olsun ya da bu varlıklar kendi kendilerine bu işleri öğrenmiş olsunlar? Aklını kaybetmeyen birisi buna hiç imkân verebilir mi?

Seyrangah.Tv

Sebep – Sonuç (Netice) Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir çocuk görseniz tek eliyle bir treni çekiyor. Hemen dersiniz ki: “Bu treni çeken bu çocuk olamaz, çünkü bu treni çekmek için gereken güç bu çocukta yoktur. O hâlde benim göremediğim başka bir kuvvet olmalıdır. Bu çocuk sadece o kuvvetin bir perdesidir…”

Sizlere bu muhakemeyi yaptırtan şey, sebep ile netice arasındaki dengesizliktir. Bu misaldeki çocuk, sebeptir; treni çekmesi ise neticedir. Sebebin gayet zayıf ve âciz olması, neticenin meydana gelebilmesi için ise büyük bir kuvvete ihtiyaç duyulması; o sebebi, faillik makamından kovar ve başka bir failin varlığını ispat eder. Sizler bu kuvvet sahibini bizzat görmeseniz de varlığından şüphe etmezsiniz, çünkü icraatı göz önündedir.

Acaba şu âlemde bundan daha hayret verici işler olmuyor mu? Elbette oluyor, hem de daha ilginçleri…

Küçücük tohumlardan dağ gibi ağaçlar çıkıyor. Ağaçların kupkuru dallarına renkleri farklı, tatları farklı ve şekilleri farklı meyveler takılıyor. Simsiyah toprak âdeta bir kazan oluyor ve içinde her türlü sebze pişiriliyor. İnsanın bütün hayat macerası ve öğrendiği her şey, hardal tanesi kadar küçük olan hafızasında kaydediliyor. Bir damla sudan insan yaratılıyor…

Evet, saymakla bitiremeyeceğimiz kadar harika işler her zaman gözümüz önünde yaratılıyor. Neticeleri meydana getiren sebepler gayet adi, âciz, basit, cansız ve fakir iken; onlardan meydana gelen neticeler gayet sanatlı, hikmetli ve kıymetli oluyor. İşte bu hâl ispat eder ki: Bu neticeleri yaratan bu sebepler değildir. Bilakis bu işleri yapan Allah-u Teâlâ’dır. Sebepler ise sadece Allah’ın kudretine birer perdedir.

Bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için bir misal üzerinde tefekkür edelim:

200 gram ağırlığındaki Altın yağmur kuşu her yıl Alaska’­dan Hawai’ye 4000 km’lik bir göç yapar. Bu yolu 88 saat (3,5 gün) boyunca hiç durmadan kanat çırparak kat eder. Bilim adamları, kuşun bu yolculuğu tamamlayabilmesi için yakıt olarak kullanacağı 82 gram yağının olması gerektiğini hesaplamışlardır. Oysa Altın yağmur kuşunun sadece 70 gram yağı vardır. Buna rağ­men hiç bir Altın yağmur kuşu yakıtı bittiği için denize düş­mez. Acaba bunun sırrı nedir?

Altın yağmur kuşları ‘V’ şeklinde dizilerek sürü halinde uçarlar. Bu uçuş şekli hava direncini azaltarak kuşlara % 23′lük bir enerji tasarrufu sağlar. Bu durumda, yere indikle­rinde fazladan 6-7 gram yağları daha kalmış olur. Bu artan yağ ise rüzgârların ters yönden esme ihtimali durumunda kullanılacak yedek yakıttır.

Şimdi bir kıyas yapalım: Altın yağmur kuşu 70 gr yağ yakarak 4000 km uçabilirken, bir Boeing 737-800 uçağının aynı mesafeyi uçabilmesi için 16 tondan fazla yakıta ihtiyacı vardır. Ancak bu uçağın yakıt kapasitesi 14,2 ton olduğu için, araç yakıt ikmali yapmadan böyle bir uçuşu gerçekleştiremez.

İşte bu misalde, Altın yağmur kuşu bir sebeptir. Netice ise onun yaptığı faaliyet ve seyahattir. Altın yağmur kuşu, adından da anlaşılacağı gibi bir kuştur. Aklı, zekâsı, kudreti, kuvveti vs. yoktur. Hâlbuki yaptığı uçuş, ancak son derece bir bilgi ve kuvvet ile tamamlanabilecek bir yolculuktur. İşte, neticenin husulü için bir ilme ve kuvvete ihtiyaç olması, buna karşılık sebep olan Altın yağmur kuşunda böyle bir ilmin ve kuvvetin olmayışı ispat eder ki: Altın yağmur kuşu bu seyahati kendi başına yapmıyor, bu seyahat ona yaptırılıyor.

Şimdi ey Kâfir! Eğer Altın yağmur kuşunun bu seyahati Allah’ın yardım ve inayeti ile yaptığını kabul etmiyorsan, şu sorularımızın cevabını ver de görelim:

1- Altın Yağmur kuşu göç mevsimi geldiğini nasıl anlıyor?

2- Eğer yollarda tabelalar olmasaydı biz asla yolumuzu bulamazdık. Hatta birçok defa tabelaları takip ettiğimiz ve harita kullandığımız hâlde kayboluyoruz. Mezkûr kuş ise asla yolunu şaşırmıyor. Acaba yolunu hangi tabelaları takip ederek buluyor?

3- 88 saat hiç durmadan kanat çırpmak son derece güç bir iştir. İnsanların en dayanıklısı olan maraton koşucuları bile en fazla 40-50 km’lik bir koşu yapabilirler. Acaba bu kuş kendi kendine böyle dayanıklı bir yapıya nasıl kavuşmuş?

4- Seyahati için lazım olan 70 gr yağı vücudunda kim depo etmiş?

5- Rüzgârın tesirini kıran ‘V’ şeklindeki uçuşu onlara kim öğretti?

6- İnsanların yaptığı uçak, Altın yağmur kuşu ile kıyas bile edilemez. Hâl böyle iken uçağın bir mühendisi olacak da, Altın yağmur kuşu tesadüfün eseri mi olacak?

7- Altın yağmur kuşunun 70 gr yağ ile yaptığı bu seya­hati, medeniyetin harikası olan uçaklar 16 ton yakıt ile yapa­biliyorlar. O hâlde diyebiliriz ki, bu kuşun sanatkârı olan zat son de­rece hikmetli ve iktisatlıdır. Acaba hikmet ve iktisat sahibi olarak Al­lah’tan başka bir sanatkâr gösterebilir misin?

Şimdi sizler de sebep ve neticeler arasındaki uyumsuzluğu tefekkür edin. Bu tefekkürünüzde şu hadiselere bakabilirsiniz: Bulut sebeptir, yağmur netice; yumurta sebeptir, tavuk netice; beyin sebeptir, orada bir kütüphanenin yazılması netice; zerreler sebeptir, seslerin nakli netice; bal arısı sebeptir, bal netice; ipek böceği sebeptir; ipek netice…

Tefekkürünüz esnasında, sebeplerin ne kadar basit, cansız, cahil, âciz vs. olduğunu, neticelerin ise son derece harika olup ilmin ve kudretin eserini gösterdiğini düşünün! Daha sonra da bu sebepler arkasında iş yapan zatı, yani Allah-u Teâlâ’yı akıl gözü ile görün!