“İman Cennet’in, İnkar Cehennem’in Çekirdeğidir” Ne Demektir?

Demek, iman bir manevi tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevi bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor.” cümlesini izah eder misiniz?

Cümlemizin izahına geçmeden önce, merak edenler için cennetteki tûbâ ağacının mahiyetini hadis-i şerifler ile beyan edelim:

“Tûbâ cennette bir ağaçtır. Büyüklüğü yüz yıllık yer tutar. Cennet elbiseleri de onun tomurcuklarından yapılır.” 1

Cennette bulunan herkesin bir ağacı vardır. Bu ağacın adına tûbâ denir. Onlardan herhangi biri üstüne giysisini giymek istediği zaman, o ağacın yanına gider. Oraya gittikten sonra ağacın çiçekleri açılır. Bunların içinden elbise çıkar. Bu çiçekler esas olarak altı renk olup bunların her biri dahi yetmiş renge sahiptir. Bu renklerden meydana gelen elbise, ne renk ne de şekil olarak birbirlerine benzerler. O kimse, bunlardan hangisini isterse onu alır.” 2

Ashabım! Cennette (tûbâ denilen) bir ağaç vardır ki, bir süvari onun gölgesinde yüz sene gezse onun gölgesini asla bitiremez.” (Buharî – Müslim)

Şimdi cümlemizin izahına geçiyoruz;

Tûbâ bir cennet ağacı, zakkum ise bir cehennem ağacıdır. Tûbâ ağacı, lezzetin ve sürurun madeni olduğu gibi; zakkum ağacı da elemin ve azabın madenidir. Ağaçların kendilerinde olan bu özellikler, bunların çekirdek ve tohumlarında da mevcuttur. Tûbâ ağacının çekirdeği lezzetli ve güzel; zakkum ağacının tohumu ise acı ve çirkindir.

İşte imanın manevi bir tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıması, imanda tûbâ ağacının lezzeti gibi bir lezzetin olmasıdır. Küfrün manevi bir zakkum-u cehennem tohumunu saklaması ise, küfürde zakkum ağacının meyvesi gibi bir acının ve elemin (üzüntü ve sıkıntı) olmasıdır ki, mütalaasını yaptığımız bu 2. Söz; imandaki bu lezzeti ve küfürdeki bu elemi iki kere iki dört eder katiyetinde ispat etmiştir.

Tûbâ ve zakkum arasında şu muhakemeyi de yapabiliriz: İyiyi ve güzeli tuba ağacı temsil eder, kötülüğü ve çirkinliği ise zakkum ağacı. Merhamet ve sevgi erleri tûbâ ağacının meyvesinden yemişler, düşmanlık ve kin duygularıyla dolup taşanlar ise zakkum ağacının acı suyundan içmişlerdir. Tûbâ bir cennet ağacı olması hasebiyle güzellikte, itaatte ve imanda meyve vermiş; zakkum ise bir cehennem ağacı olduğu için ateşte, isyanda ve anarşide çiçek açmıştır.

Hizmet erlerinin bütün çırpınışları ise, insanların tûbâ-ı cennete giden o ulvi yola uymaları içindir.

Üstadımızın Meyvenin 3. Meselesindeki beyanlarını bu makamda tefekkür etmek faydalı olacaktır. Üstadımız Meyve risalesinde şöyle buyuruyor:

Mesela, senin gayet sevdiğin bir tek evladın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elim ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evladın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın!

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz.” lisan-ı hâl ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları, iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.” 3

Bu bahsin şerhini, Efendimiz (s.a.v.)’in zakkum ağacı hakkındaki bir hadis-i şerifleri ile tamamlayalım:

İbnu Abbas (r.a.) anlatıyor: Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Eğer zakkumdan dünyaya tek damla damlatılacak olsa, bu dünya ehlinin yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği zakkumdan olan ehl-i cehennemin hâli ne olur!” 4

SorularlaRisale

Dipnotlar:
1. Ramuz el-Ehadis-2, s. 313/7
2. Abdulkadir Geylani (r.a.) Gunyetut Talibin
3. Meyvenin 3. Meselesi
4. Tirmizî, Cehennem 4,2588

“El – Bari” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Bari; Kusursuz yaratan’ demektir. Bu isimde el-halıkisminden farklı olarak şu manalar vardır;

1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan,
2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan,
3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.

Şimdi bari isminin bu üç manasını kainat kitabının sayfalarında okumaya çalışalım;

1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan

Ham maddesi hazır olan bir bardağı yapmak için ilk önce ne yaparsınız?

Yapmanız gereken ilk şey; bardağa bir kalıp hazırlamaktır. Maddi bir kalıp olmadan bir bardağı asla yapamazsınız. O halde şekilleri birbirinden farklı 50 bardak yapacak olsanız size 50 farklı kalıp lazımdır.

Demek en basit bir eşyayı yapmak için maddi kalıplara ve bir ustaya ihtiyaç var. Ve usta ve kalıp olmaksızın o eşya var olamıyor.

Şimdi bir sineğin yada bir çiçeğin yaratılması için neler gerekli buna bakalım;

1- O çiçek ve sineğin planını çizmek ve programını yapmak,
2- O çiçek ve sineği oluşturan atomları ve maddeleri şu alemin her köşesinden toplamak,
3- Topladığı atom ve maddeleri ince bir elek ile eledikten sonra o çiçek ve sineğe lazım olacak kadarını hassas bir ölçüyle belirleyip almak,
4- Ve aldığı bu maddeleri bir kalıba dökerek, düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde onu yapmak.

O halde mesela bir toprağa bir gül tohumunu attığımızda, o toprağın ‘gülü yaratmak’ fiiline sahip olabilmesi için, gülün plan ve programını yapabilmesi, güle lazım olan maddeleri alemden toplayabilmesi, hassas bir teraziyle ona lazım olan kadarını ayırabilmesi ve bu maddeleri maddi bir kalıba dökebilmesi gerekir. Bir gül ancak bunlar yapıldıktan sonra var olabilir.

İlk 3 maddeyi bir kenara bırakıp, sadece maddi kalıbının olması gerektiği hakkında biraz düşünürsek; madem o toprak, kendisine atılan binlerce farklı tohumdan, farklı bitkiler çıkartabiliyor. O halde o toprakta, yeryüzündeki bitkiler adedince maddi kalıpların var olduğunu kabul etmek gerekir.

Ayrıca her bitkinin yaprakları, meyveleri, çiçekleri, şekilleri farklı olduğundan, o toprakta sadece bitkiler adedince kalıplar değil, aynı zamanda yapraklar, meyveler, çiçekler adedince maddi kalıpların var olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunu kabul etmek ise öyle bir fikirdir ki, alemdeki bitkiler, çiçekler ve meyveler adedince imkansızlık ve hurafeler içinde bulunur.

Halbuki bu sanatlı bitkiler ve hikmetli eserler Allah’ın bari ismine isnad edildiğinde, o atomlar Allah’ın ilminin ve kaderinin manevi kalıplarına, kudretinin sevkiyle girerler. Ve düzgün ve tertipli bir şekilde çıkarlar.

O halde bizler bir elmaya, bir kelebeğe, bir çiçeğe, bir insana ve insanın azalarına, sözün özü, her bir mevcuda baktığımızda, ondaki bir kalıptan çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılışı görerek Allah’ı ‘bari’ ismiyle tesbih etmeliyiz.

Demek düzgün ve tertipli yaratılan her şey, Allah’ın bari isminin tecellisine mahzardır ve okuyabilenler için Allah’ın ‘bari’ isminin bir mektubudur.

2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan

Azaların birbirine uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir. Bu manasıyla Bari ismi, İnsanlarda ve bütün hayvanlarda, hatta bitki ve ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Zira her mahlukun bütün azaları, birbiriyle uyum içinde yaratılmıştır.

Mesela insana bakalım; İnsanın dili ile ağzı uyum içindedir. Eğer dili uzun olsaydı, ağzına sığmayacak ve hayat onun için ne kadar zor olacaktı. İşte dil ile ağız arasındaki bu uyum Bari isminin bir tecellisidir.

Dil ile ağız arasındaki uyum gibi, dişler ile ağız arasında da bir uyum vardır. Dişler adeta inci gibi ağza dizilmiştir. Eğer dişlerimiz uzun olsaydı ve ağzımıza sığmasaydı, halimiz nice olurdu bir düşünün. İşte dişlerin, ağza uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir.

Kaşlar ve göz arasındaki uyum da bu ismin bir tecellisidir. Kaşlar göze kadar uzamamakta ve insanın görüşünü etkilememektedir. Kaşların da saçlar gibi uzadığını ve insanın gözüne perde olduğunu düşündüğümüzde, Bari isminin tecellisine ne kadar muhtaç olduğumuzu anlarız.

Yine insanın iki gözü ve iki kulağı arasındaki uyum, kolun uzunluğunun boy ile uyumu, el ve ayak parmaklarının arasındaki uyum, bacakların birbiriyle eşit uzunlukta olması, dişlerin kendi arasındaki uyumu ve iç organların birbiri arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi sayesinde bir ayak uzun, diğer ayak kısa olmamakta ve bütün azalar birbirini tamamlamaktadır.

İnsanda azami mertebede tecelli eden Bari ismi, hayvanlarda da tecelli etmektedir. Kartala sinek kanadının takılmaması, sineğe arının iğnesinin verilmemesi ve her mahluka vücuduna uygun azaların takılması hep bari isminin bir tecellisidir.

Bari ismi bu manasıyla ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Ağacın gövdesi ile dalları arasındaki uyum, dallar ile meyveler arasındaki uyum hep bari isminin bir tecellisidir. Hatta bir ağaca baktığınızda, yaprakların dallara gelişigüzel takıldığını zannedersiniz. Halbuki hakikat böyle değildir. Zira dala takılan her bir yaprak, diğer yaprağın güneşine en az mani olacak şekilde takılmaktadır. İşte bir ağaca yaprakların takılması dahi bu ismin tecellisi ile olmaktadır.

Madem vazifemiz Allah’ı tanımak ve mahlûkatta tecelli eden isim ve sıfatlarını okumaktır ve bu vazife bizim yaratılışımızın en büyük gayesidir. O halde bizler hem kendimize hem de her bir mahlûka baktığımızda aza ve cihazlarımızın birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratıldığını görerek Allah’a hamd etmeli ve O’nu bari ismi ile tespih etmeliyiz.

3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.

Her yaratılan varlık, kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde icad edilmiştir.

Mesela, insanı ele alalım; bütün azaları ve cihazları kainattaki nizama ve gayelere uygun olarak yaratılmıştır. Işığı görebilen göze, sesleri işitebilen kulağa, kokuları hissedebilen burna, yiyeceklerin tadını alabilen ve konuşmayı sağlayan dile, havayı teneffüs edebilen ciğerlere ve kainattaki nizama uygun diğer azalara sahiptir.

O halde insanın gözünü yaratan kim ise, ışığı icad eden de odur. İnsana kulağı takan kim ise, sesleri var eden de odur. İnsana burnu ihsan eden kim ise, o burnun kokladığı varlıkları ve onlardaki kokuları yaratan da odur. İnsana dili takan kim ise, o dilin tattığı bütün yiyecekleri ve o dildeki konuşmayı icad eden de odur. Sözün özü; insan bu haliyle adeta şöyle der; “beni kim yapmış ise, alakadar olduğum bütün eşyayı ve kainattaki nizamı da o yapmıştır. Ben kimin mülkü isem, kainatta onun mülküdür. Ve O zatın adı bu cihetle El-Bari’dir. ”

Ve her şey kainattaki gayelere münasip bir şekilde yaratılmıştır. Mesela, alemde hayatın devamı gibi bir gaye vardır. Her çiçek ve ağaç bu gayeye hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. Adeta atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde bir hesap uzmanı gibi çalışır. Bütün ömrü boyunca oksijen üreterek o dengeyi sağlar. Ölürken de ömür boyu karbondioksit emen o çiçek oksijen vererek ölür. Eğer atmosferde karbondioksit gazı çoğalsa, bütün bitkiler solunumlarını hızlandırır.

Eğer bu nizamı sağlayan –haşa- Bari olan Allah değilse, şimdi soruyoruz;

Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar?

Hangi aletleriyle ölçüm yapıyorlar?

Hayatın devamı onlar için niye bu kadar önemli?

Karbondioksiti oksijene çeviren fabrikayı onun vücuduna kim yerleştirdi?…

İnsanın azalarının kainattaki nizama uygunluğunu, çiçek ve bitkilerin alemdeki gayelerle olan münasebetini gördükten sonra, şimdi bir bal arısını, kelebeği, kuşu, balığı ve diğer canlı ve cansız mahlukları insan ve çiçeklere kıyas edelim. Ve onların yaratılışına, kainattaki nizama uygun cihaz ve azalarına bakarak şu sesi duymaya çalışalım;

Ben yaratılırken tek başıma planlanmamışım. Bana kainattaki nizama uygun alet ve cihazlar takılmış. Ve gayelere hizmet edecek vazifeler verilmiş. İşte ben, nizama uygun cihazlarım ve gayelere hizmetim ile Allah’ın Bari ismine aynayım. Sen de benim bu cihetime bak ve benim lisan-ı halim ile “ya bari, ya bari” dediğim gibi, sen de lisan-ı kalin ile “ya Bari ya Bari “ diyerek rabbini tesbih et.”

Seyrangah.Tv

Cumanız Mübarek Olsun (Cuma Duası)

Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî!

Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir.

Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir.

Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir.

Hazinem aczimdir.

Re’sülmâlim, emellerimdir.

Şefîim, Habîbin (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir.

Af eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin.

İlahi,
İki dünyanın hayatı elimden kaçsa ve bütün kainat düşman kesilip beni terk etse, benim yine gam çekmemem gerekir; çünkü Sen benim Rabbim ve Halıkım ve İlahımsın.

Ve benim, nihayetsiz isyanımla ve sair şeref vesilelerine gayet derecede uzaklığımla beraber, Senin mahlukun ve masnuun olmam sebebiyle, bir taalluk ve intisap cihetim var. İşte, ben de, Senin mahlukunun lisanıyla Sana tazarru ve niyazda bulunuyorum, ey Halıkım, ey Rabbim, ey Razıkım ve ey Musavvirim!

Ey İlahım,
Esma-i Hüsnan hürmetine,
İsm-i Âzamın hürmetine,
Furkan-ı Hakimin hürmetine,
Habib-i Ekremin hürmetine,
Kelam-ı Kadimin hürmetine,
Arş-ı Âzamın hürmetine,
milyonlar Kul hüvallahü ehad ile,

Bana merhamet et, ya Allah, ya Rahman, ya Hannan, ya Mennan, ya Deyyan.
Beni bağışla, ya Gaffar, ya Settar, ya Tevvab, ya Vehhab.
Beni affet ya Vedud, ya Rauf, ya Afüvv, ya Gafur.
Bana lütufta bulun, ya Latif, ya Habir, ya Semi’, ya Basir.
Günahlarımı sil, ya Halim, ya Alim, ya Kerim, ya Rahim.
Bizi yolun doğrusuna ilet, ya Rab, ya Samed, ya Hadi.

Fazlınla bana cevadane ihsanlarda bulun, ya Bedi’, ya Baki, ya Adl, ya Hu.
Kalbimi ve kabrimi İmân ve Kur’an nuruyla nurlandır, ya Nur, ya Hak, ya Hayy, ya Kayyum, ya Malike’l-Mülk, ya ze’l-Celali ve’l-İkram, ya Evvel, ya Âhir, ya Zahir, ya Batın, ya Kavi, ya Kadir, ya Mevla, ya Gafir, ya Erhame’r-Rahimin.

Kur’an’daki İsm-i Âzamın hürmetine ve kitab-ı alemdeki sırr-ı azamın Muhammed Aleyhissalatü Vesselam hürmetine, güzel isimlerinden, bu sayfayı sanki kabrimin tavanı yapıp, bu esmayı da ruhuma şems-i hakikatten şualar saçan pencere haline getirecek şekilde, kalbime ve kalıbıma ve kabrimde ruhuma İsm-i Âzamın nurlarını saçan pencere aç.

İlahi, dilerim ki, ebedi bir lisanım olsun da, kıyamete kadar bu isimlerle nida etsin. İşte, ardımda baki kalan bu nakışları, benim fani ve zail lisanımın yerine bir naip olarak kabul eyle.

Allahım,
Efendimiz Muhammed’e öyle bir salat ve selam et ki, o salat ile bizi bütün korku ve afetlerden kurtar, bütün hacetlerimizi gider, bizi bütün günahlardan temizle, bütün günah ve hatalarımızı bağışla.

Ya Allah, ya Mücibe’d-Daavat! Hayatım boyunca ve öldükten sonra, her an bu dileklerimi kat kat fazlasıyla ver! Bir milyon salat ve selam, bir o kadarla çarpımından çıkan netice ve bunun da kat katı, Efendimiz Muhammed’e, Onun Âl, Ashab, Ensar ve tabilerine olsun! Bu salavatların herbirini, benim ömür günlerimdeki günahkar nefeslerim sayısınca çoğalt! Bu salavatların herbirisi hürmetine beni affeyle, bana merhamet et. Bunu rahmetinle ihsan eyle, ey Erhame’r-rahimin! Âmin!

www.NurNet.org

Güya Allah’ı Takdis Ederken…

Takdis edeyim derken inhisar altına almak

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı, hakikati hiçbir zaman vahiy gibi/kadar kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy, nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, varlığın tamamını kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Ancak akıl, parçalardan hareketle ve parçanın bütüne dair verdiği fikir miktarında cüretle kelam edebilir. Nazarı bu kadardır. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında, yani akıl başka bir yönü (kuşatamamışlık/eksiklik eseri olarak) gösterip, vahiy başka şeye işaret ettiğinde; istikametli aklın tavrı; o an için hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah’a sığınmaktır. Kendi parçasından Hak olan Allah’ın bütün varlığı kuşatan nazarına sığınmak… Bu sığınmanın birkaç çeşidi var, bir nevi ‘euzü’nün altbaşlıkları. Bediüzzaman, 13. Lem’a olan Hikmetü’l-İstiaze isimli eserinde bunlara temas ediyor:

O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (…) zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (…) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve ‘euzübillah’ demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir…” vs.

Birşeyin hakkında konuşmak, ona dair ve onun merkezinde konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise ‘aslında neyin hakkında konuşulduğundan’ haber verir bize. O şeyin ‘merkezinde’ ve ‘aslında’ ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da, kanaatimce, kainatın hakkında konuştuğu; hatta tüm varlığın hakkında varolduğudur. Hakikatin çok renkliliğinden sıyrılıp Hakkın tekliğine uyandığımız bir zeminden bahsediyorum. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıktığında hakkında konuşulan tek şey Allah’tır. Müminlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: “Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur.

Hikmetü’l-İstiaze’ye geri dönelim. Akıllarını ‘hak’ kılanlara bakacağız şimdi: “Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! ‘Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar.”

İşte bu kısımda görülen hastalık da, girişte altını çizmeye çalıştığımız, istikametten uzaklaşmadır. Burada akıl ve vahiy dengesini yitirmiş akıl, kendisinin parçalara yaptığı yorumu merkeze alarak, vahyi ona yönelik bükmeye başlar. Allah’ın şirke karşı yaptığı bütün tahşidatı görmezden gelerek, şerrin yaratılmasını, âdeta ikinci bir ilahmış gibi beşerin eline verir. Çünkü onların nazarında ve ‘kısa aklında’ halk-ı şer şerdir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki, tekrar dönüp hatasını tashih edebilsin. Halbuki, istikamet dairesindeki akıl, haydi ‘halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu’ derk edememiş olsun, en azından bilir ki; Kur’an’ın bütünlüğündeki vurgu şirke kapı bırakmaz. O nedenle Allah’tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Tefekkürüyle ve takvasıyla Allah’a sığınır ve Allah’tan bu hakikati ‘anlaşılır‘ kılmasını diler.

Bu nedenle ben, Bediüzzaman’ın temkinli duruşuna bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. (Hatta lahikalarda talebelerin rüyalarını da tabir eder.) Tasavvufa dair kimi eleştiriler yapsa da tasavvufu büsbütün kapıdışarı etmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi ‘ulum-u hafiye‘ tabir ettiği şeyleri ‘şarlatanların istimal edebileceklerini‘ söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Yine örneğin: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; “Cû’ ism-i azamdır” ifadesi kendisine sorulduğunda; “‘Cû’ ism-i azamdır’ demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır…” dedikten sonra ekler: “Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, ‘Cû’ ism-i azamdır, yani ‘Bir ism-i azama bir vesiledir’ denilebilir.” Yani bir velinin kendisine nakledilen sözünün, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddine girişmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum: Bediüzzaman’da ‘hakikati kuşatamamış olma ihtimaline’ açık bir kapısı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne tasavvufa eleştirisinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur.

Fakat ne hazindir; bugün onu beğenmeyen kimi isimler, sırf şirk olmasın diye, hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri ‘spesifik’ başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: ‘Rüya ile amel edilmez‘i izah ederken, sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Veyahut ebced/cifir reddiyesi yaparken, bir yönüyle Allah’ı, beşerin bile kendi kelamında yapabildiği birşeyi yapamamakla, yani acizlikle suçlayabilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp, ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları, aynı zamanda, kendi akıllarının doğruları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. “Bence doğrusu budur!” demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, İslam bugüne kadar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmış, onlar aydınlatmıştır insanları. Onların aklına sığmayan din, uydurulmuş dindir. Uymayan hadis, uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim, çakma âlimdir. Uymayan veli, çakma velidir. Kendi parçasını bütünün kendisi sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman’ın ‘hakikati inhisar altına almayan’ duruşu ne anlamlı bir duruştur.

Ahmet AY

RisaleHaber

Siyasi Partiler Nasıl Değerlendirilmeli? Kıstaslar ve Ölçüler Nelerdir?

Türkiye’de mevcut partileri çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutmak, memleket şartlarının bir zaruretidir. İndî ve sathî görüşlerle, bir partinin sadece belirli bir yönünün nazara verilmesi, mübalağalı bir şekilde fazla büyütülmesi ve bir sıfatın abartılması parti değerlendirilmesinde yanlış bir kıstastır. Her partiye bir bütün olarak bakılmalı ve bütün vasıfları üzerinden bir değerlendirme yapılmalıdır.

Partilerin genel değerlendirilmesinde şu ölçülerin belirtilmesine ihtiyaç vardır:

Evvela, milletin menfaatlerini şahsi menfaatlerine tercih eden, örf, adet ve manevi değerlere saygılı, millet çoğunluğunun teveccühüne mazhar olan bir partiyi tercih etmek aklın gereğidir.

Ayrıca, bir partinin iyi tarafları, hatalarına üstün geliyorsa, o parti müsbet partiler katagorisinde değerlendirilmelidir. Bununla beraber, hatasız bir parti veya hükümet muhaldir. Bir tek insan bile hata ve kusurlardan arınmış olmazken, değişik meslek ve meşrep sahibi insanlardan meydana gelen bir teşkilat ve bir cemiyet, nasıl tamamen hatasız ve kusursuz olabilir?

Hiç hata ve kusuru olmayan bir parti ve hükümet isteğinde bulunmak, olmayacak şeyi istemek, yani, muhali talep etmektir. Kusursuz hükümet talebinde bulunan bir kimse bin sene de yaşasa, gelecek hiç bir parti ve hükümet beğenmeyip onun aleyhinde bulunacaktır. Onun için “hatasız hükümet” yerine “en az kusurlu hükümet” isteğinde bulunmak, en akli ve mantıki olan yoldur.

Buna “ehven-i şerri ihtiyar” denir. Bu prensibin lüzum ve zaruretini Münâzârat isimli eserinde Bediüzzaman şu şekilde izah etmektedir:

*** “Zerrâtı günahkârlardan mürekkeb bir hükümet tamamiyle masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükümetin Hasenâtı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa seyyiesiz hükümet muhâl-i adidir.

Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi – Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükümetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meylüttahrip ile o sureti bozmaya çalışacaktır.”[1]

Parti değerlendirilmesinde üzerinde duracağımız diğer bir ölçü de, devlet yönetiminde liyakat, meharet, adalet, kul hakkına riayet ve müdebbirlik sıfatıdır.

Mesela: Bir gemi sahibi, seçeceği kaptanda pek çok özellikler aramalı ve kaptan seçmekte ki kıstasları çok yönlü olmalıdır. Kaptanın sadece bir sıfatı tercih sebebi olmamalıdır. Kaptanın ehliyeti, gemiyi kullanma mahareti, tecrübesi ve motor aksamını anlamakta derinliği, basiret ve feraseti, sıhhatının mükemmelliği, sabrı ve meşakkatlere dayanma gücü, irade ve ciddiyeti, vazifesindeki samimiyet derecesi dikkate alınmalı ve bu sıfatlar üzerinden genel bir değerlendirmeye gidilmelidir.

Kaptan, esen rüzgarın ve bulutun lisanından anlamalıdır. Kaptan, havanın durumunu ve ne getireceğini idrak eden, işine ehil, müdebbir bir insan olmalıdır.

Kaptanın elbette ki dindarlığı ve samimiyet derecesi de araştırılmalıdır. Ancak, kaptanın, mukaddesâtı makam ve arzularına alet edip etmediği de dikkate alınmalıdır. Kaptan, gemiyi Kâbeye götüreceğim diye Batum’a da götürebilir, yahut geminin komuta dairesini vatan hainlarine ve anarşistlere kaptırabilir. Bu hususta çok dikkatli olmak gerekir.

Nasıl ki, evlenmek isteyen bir genç, hususi hayatının direği ve çoluk çocuğunun tahassungahı olan hanesine getireceği müstakbel eşini seçerken araştıracak, soruşturacak ve evleneceği kadın hakkında malumatlarını yoğunlaştırarak bir karar verecektir. Kadının iffet, ciddiyet, salahat, tesettür, ahlâk, anlayış, nezaket, ev işlerine vukufiyet, şefkat, fedâkarlık ve sebatkârlık gibi vasıflarını dikkate alacak, bunlar ışığında tercihini belirleyecektir. Onun sadece bir yönüne bakarak tercihini yapan genç, aldanabilir, yahut aldatılabilir.

Ceylan gözü, insan gözüyle kıyas edilirse, belki insan gözünden daha güzel görünebilir. Ama bütünüyle bir insan ile bir ceylan kıymet bakımından mukayese edilirse, aradaki fark kendiliğinden ortaya çıkar.

İşte partilerin tercih edilmesinde de çok yönlü araştırma yapılmalıdır. Evet, memleketin maslahatını dikkate alarak bir partiyi iktidar yapmak, bu milletin asli vazifelerinden biridir. Elbette ki hizmete talip partilerin durumlarını geniş bir muhteva içinde incelemek, muhtelif cihetlerini belirlemek, hizmetteki şevk ve arzularını, cesaret ve ciddiyetlerini, vazife anlayışlarını, icraatlarını, millete karşı samimiyet ve tutumlarını araştırmak; bir vatandaşlık hakkıdır ve aynı zamanda vatani bir vazifedir.

Sanatta öncelikle maharet aranmalıdır. Bir insanın bir sanatta ehliyetli olması, diğer sanatlarda da ehil olmasını gerektirmez. Bir vasfı mükemmel olan insanın, bütün vasıfları da mükemmel demek değildir. Mükemmel bir doktordan mahir bir kimyager olması beklenmemelidir. İnsan, hangi sıfatını ve kabiliyetini geliştirmiş, hangi sahada çalışmışsa o sahada söz sahibidir.

Nitekim dinimiz, vasıflı ve işine ehil insanların, millet hizmetinde tercih edilmelerini nazara vermektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi en seçkin sahabilerin de katıldığı “Zatü’s-Selâsil Gazvesinde” Resûl-i Ekrem Efendimizin, daha yeni Müslüman olmuş, fakat harp sanatını iyi bilen Amr İbnü’l-As’ı kumandan tayin etmesi; aynı şekilde, Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından kısa zaman önce Suriye üzerine yapılacak bir sefere bütün sahabeler arasında Üsame Bin Zeyd’i ordusuna kumandan tayin etmesi, vazifelerde salahattan çok, maharete önem verildiğini göstermektedir. Demek ki, emaneti ehline vermek çok mühimdir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Gerçekten Allah size, emanetleri ehlinize vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adalatle hükmetmenizi emreder.”[2]

Peygamber Efendimiz de (a.s.m) şöyle buyurmaktadır: “Emanet kaybedildiği zaman- işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle.”

Yukarıda bir partide bulunması gereken temel özelliklerden bahsedildi. Bununla beraber bu kıstaslara uymayan bir partiye oy vererek yanlış tercih yapan müminleri hatalı görmek, onlara kin ve düşmanlık beslemek, hatta tekfir etmek de en azından insafsızca bir davranıştır. O mü’min kardeşimiz isabetli bir karar vermemiş ise, nihayet bir rey hatası yapmış olur. Bunu büyütmek, bu yüzden ona kin ve adavet beslemek ne İslamiyet’e ne insaniyete ve ne de vatanperverliğe yakışır. İslamiyet’te Allah için muhabbet etmek ve yine Allah için buğz etmek esastır. Maalesef geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu büyük esastan sapma gösteren bazı kişiler, düşmanlık ve muhabbetlerinde siyaseti esas almakta ve kendi partilerine rey vermeyen müminleri haksız, kendi partilerine oy verenleri haklı görerek müminleri tezyif etmektedirler. Bu büyük bir hata ve zulümdür. Bediüzzaman bu tehlikeye şöyle dikkat çekmektedir:

Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! Elhubbufillâhi velbuğzufillâh düstur-u Rahmanî yerine, (el’iyazü billah) elhubbufissiyâseti velbuğzulissiyâseti düstur-u şeytanî Hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine manen şerik eylemesin.”[3]

Üstad, başka bir eserinde de tüyler ürperten bir gerçeği şöyle ifade eder:

Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.”[4]

Hâlbuki siyasi tercihleri farklı olsa bile insanların birbirini sevmeleri için birçok sebep vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir..

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!”[5]

Peygamber Efendimiz (asm.) adavet ve kinin kötülüğünü ifade için şöyle buyurmuştur: “Birbirinizle kinleşmeyiniz, hasetleşmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz…”[6]

Müslüman kardeşine hakaret etmesi kişiye kötülük olarak yeter “[7]

İmam-ı Gazali Hazretleri de şöyle buyurmaktadır: “Aklın kemali, imandan sonra insanları sevmektir.” Zira, insan, umum aleme sultan ve halife olarak yaratılmıştır.

Elhasıl, sebep ne olursa olsun müminlerin birbirine kin beslemeleri dinen, aklen ve vicdanen çirkin ve merduttur.

Evet, birlik ve ittifakı sağlamanın yegane çaresi: Müslümanlar arasında muhabbeti tesis etmek, maddî ve manevî terakki için azami gayret göstermektir. Bu hususta takip edilecek yolu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ortaya koyar:

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahı ile cihad edeceğiz”[8] Böylece, milletimizi mahv ve perişan edip zillete düşüren bu büyük düşmanlarımıza karşı üç elmas kılıçla mücadele edip milletçe zilletten izzete, tedenniden terakkiye, cehaletten, irfan ve marifete, ittifak ile de ittihada yükseleceğiz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi;

İttifakta kuvvet, ittihadda hayat, uhuvvette saadet vardır.”

İttihad ve uhuvvet, fertler arasındaki muhabbet ile olur. Ancak o muhabbetle umumi muhabbet ve cazibe meydana gelir. Şanlı ecdadımız, yukarıda zikredilen üç büyük düşman ile mücadelesinde muvaffak olarak asırlarca tevhid bayrağını dünyanın bir çok yerinde dalgalandırmışlardır. Bizler de şanlı ecdadımızı örnek alarak, birlik ve beraberliğimizi muhafaza edip, memleketimizi parçalamak isteyen dahili ve harici düşmanlara karşı çok dikkatli ve uyanık olmalıyız.

Bediüzzaman Hazretlerinin “Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve îmandır.”[9] sözüne kulak vermeliyiz.

Mehmet Kırkıncı

 www.Mehmedkirkinci.com

[1] Şualar

[2] Nisa Suresi 4/58

[3] Kastamonu Lahikası

[4] Mektubat

[5] Mektubat

[6] Buhârî, Edeb, 57; Feraiz 2; Müslim, Birr, 23; Tirmizi, Birr, 24

[7] Müslim, I, 32

[8] Divan-ı Harb-i Örfî, s.15

[9] Tarihçe-i Hayat

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version