Dua

Allah’ım!

Bana dilimle değil halimle vazetmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bana bir insanın elinden tutmadan önce kalbinden tutmanın sırlarını öğret Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Okuma öğrenme öğrendiklerimizi uygulama aşkımızı salgın ve saygın bir hastalığa dönüştür Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizleri dünlerde kaybolmaktan muhafaza eyle yarına kalabilenlerden eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Dinimizi dünyanın mehri yapmaktan acıkınca da inançlarımızı yemekten cümlemizi muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Beni beni benim önüme engel olmaktan

Beni benim hayatımın kemirgeni olmaktan

Beni bana yalan söylemekten muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bakışımızı ibret

Sukutumuzu hikmet

Konuşmamızı sanat ve marifete dönüştür Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Boşa bakanlardan

Boşa susanlardan

Boşa konuşanlardan eyleme Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Zenginlerimizi hamiyetsiz

Fakirlerimizi gayretsiz

Alimlerimizi amelsiz

İdarecilerimizi adaletsiz bırakma Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Kandillerimizi hakiki kandil

Düğünlerimizi hakiki düğün

Bayramlarımızı hakiki bayram eyle Ya rabbi!

 

Allah’ım!

Cehalet zaruret ve ihtilafa karşı açmış olduğumuz ikinci kurtuluş savaşımızda bizleri mansur ve muzaffer eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Milletimizi idarecilerimizin önüne engel olmaktan

İdarecilerimizi de milletimizin önüne engel olmaktan muhafaza eyle ya Rabbi!

Bizlere devlet-millet bütünlüğüne ulaşmamızı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

İdarecilerimizin feraset merhamet ve basiretini

Halkımızın da hürmet hizmet ve hamiyetini artır ya Rabbi!

Allah’ım!

Her sabah güneşi üzerimize yeniden ışıklandırıp günümüzü pırıl pırıl aydınlattığın gibi

Her sabah içimizdeki güneşi de yeni ümitler yeni hedefler ve yeni heyecanlarla üzerimize ışıklandırYa Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizlere ilim açlığı ihsan buyur Ya Rabbi!

Suyaekmeğe olan iştahımız gibi kıyamete kadar kapanmayan bir kitap okuma iştahı ihsan buyur Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Hayatımızın her anında namazda gibi ilahi huzurda olduğumuz bilincinden ayırma Ya Rabbi!

Allah’ım!

Semalarımızı bayraksız bizleri hürriyetsiz camilerimizi cemaatsız cemaatimizi de ilim ve hikmetsiz bırakma Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Çalışmalarımızı bir ibadet bilinci ve ibadet huzuru içinde yapmayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizlere her daim hem kavli hem de fiili dua yapmayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Dahili ve harici düşmanlardan sana sığındığımız gibi; cehaletintembelliğinkapasite israfının şerrinden de sana sığınıyoruz bizleri muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Sistematik çalışmayı; en büyük zevkimiz en tatlı lezzetimiz en birinci yaşam ilkemiz haline getir Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Önce Hak’tan sonra haksızlıktan korkmayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizlere midemiz kadar aklımızı

Dilimiz kadar da el ve ayaklarımızı çalıştırmayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizlere Malazgirt Çanakkale ve İstiklal zaferleri gibi

Ekonomik ilmi fikri siyasiahlaki zaferler ihsan eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Yetenek israfından

Kapasite israfından

Zaman israfından ve israfın her türlüsünden muhafaza eyle Ya Rabbi.

 

Allah’ım!

Ertelemekten üşenmekten yılmaktan vazgeçmekten yarına bırakmaktan ve buna benzer hastalıkların şerrinden muhafaza eyle Ya Rabbi! Bu hastalıklara karşı Alim Hakim ve Şafi isimlerinden acilen şifalar ihsan eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Kahvelerimizi kıraathaneye dönüştür Ya Rabbi!

Radyo ve televizyonlarımızı ilim ve irfan dağıtan birer öğretim yuvasına dönüştür Ya Rabbi!

Okul ve Üniversitelerimizi de birer eğitim yuvasına dönüştür Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Beynimizi malumat ishali olmaktan

Aklımızı öfkenin esiri olmaktan

Bedenimizi şehvetin kölesi olmaktan

Midemizi depo haline gelmekten muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizleri irade felci olmaktan muhafaza eyle.

Kendi içinde hapis kalmaktan cümlemizi muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Kağnı hızıyla konuşup Mercedes hızıyla koşuşanlardan eyle Ya Rabbi!

 

Bildiklerimizin hamili değil amili olanlardan eyle Ya Rabbi!

Büyük laf edip küçük davranış sergilemekten cümlemizi muhafaza buyur Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Kıyamet kopmadan önce cennetin bir önsözünü bu dünyada yaşamayı hepimize nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

En büyük düşmanımız cehalete karşı bizlere yardım eyle.

Bizleri; okuyanöğrenen anlayan ve uygulayan bir millet haline getir Ya Rabbi.

 

“Allah’ım!

Bizlere senin sevgini

Seni sevenlerin sevgisini

Sevdiklerinin sevgisini

Seni sevdirecek amellerin sevgisini sevdir Ya Rabbi!”

 

Allah’ım!

Bizlere süper insan Ülkemize de süper güç olmayı nasip eyle ihsan eyle Ya Rabbi!

Her sabah namaza niyet eder gibi; süper insan süper Müslüman süper millet ve süper güç olmaya niyet etmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Namazımın Orucumun ve bütün ibadetlerimin put haline gelmesinden sana sığınırım muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım

Sevap bezirganlığından ve din tüccarlığından hepimizi muhafaza eyle Ya Rabbi!

Din tüccarlarının ve maneviyat simsarlarının şerrinden cümlemizi muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizleri cehenneme kara odun yığanlardan değil cennete ak adam yetiştirenlerden eyle Ya Rabbi!

Bizleri cehennem zebaniliği yapmaktan cennet bekçiliği yapmaktan muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Beni gözyaşı akıtan değil gözyaşı dindirenlerden eyle. Problemin bir parçası değilçözümün bir parçası olanlardan eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Varlığıyla yokluğu bir olanlardan olmaktan cümlemizi muhafaza eyle Ya Rabbi!

Yürüyen konuşan müteharrik bir meyyit haline gelmekten cümlemizi muhafaza buyur Ya Rabbi!

Ülkesine en büyük hizmeti ölümü olan insan olmaktan cümlemizi muhafaza buyur Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Aklımı; pozitif ilimlerin nuruyla

Vicdanımı dinin ilimlerin nuruyla nurlandır Ya Rabbi!

Her iki nurla da Hayatımı nurlandır Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Tevazuda insanlardan bir insan olmayı

Çalışma ve gayrette insanlardan farklı bir insan olmayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Sadelikle bayağılığı

Tevazuyla zilleti

Vakarla gururu

Başarısızlıkla mağlubiyet arasındaki farkı idrak ederek hayata geçirmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Yeteneklerimizin gücüyle topraklarımızın bereketini birleştir Ya Rabbi!

Bizlere sonsuz rahmetinle içimizdeki gücü uyandırmayı yeniden nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Üzerimize; Rahmetinden bereketli yağmurlar yağdırdığın gibi

Kalplerimize; aşk şevk gayret heyecan kardeşlik birlik beraberlik ve sevgi yağdır Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Say ve gayretimizi su damlaları gibi sürekli

Tembellik ve cehaletimizi örümcek ağı gibi güçsüz eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bağlılıklarımızın bağımlılığa dönüşmesinden sana sığınırız muhafaza eyle Ya Rabbi!

Aşırı sevginin ve aşırı öfkenin gözümüzü kör etmesinden sana sığınırız bizleri muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Baktıklarımı görmeyi

Gördüklerimi anlamayı

Anladıklarımı hayata geçirmeyi

Duyduklarımı da gerçeğin süzgecinden geçirmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Hayatımın en acı günü; düşmanlarımın beni ahmak dostlarımın şerrinden kurtardıkları gün olmasın muhafaza buyur Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizleri hayırlı ve güzel işlerde acze düşürme

Kötü ve çirkin işlerde gayrete getirme Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Kalbim çalıştığı müddetçe gayretimi de kalbim gibi sürekli kıl Ya Rabbi!

Kalbim durduğunda ise eserlerimi manevi hayatımın manevi kalbi olarak devam ettir Ya Rabbi!

 

Allah’ım

Beni nefesleriyle hayatlananlardan değil yaşadığı hayatla nefes alan kullarından eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım

Geçmiş için manasız üzülmekten

Gelecek için luzumsuz kaygılanmaktan beni muhafaza eyle.

Geçmişin hüzünlerini sevince geleceğin kaygılarını gayret ve başarıya dönüştür Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bugünümü dünlerin hüzünlerine ve yarının endişelerine yedirme Ya Rabbi!

Bugünümü deli dolu değil; dolu dolu yaşamayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Gerçeği insanlara göre değil İnsanları gerçeğe göre değerlendirmeyi cümlemize nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Düşmanlarımızın bize olan kin ve öfkesini sevgimizin ateşinde erit ya Rabbi!

Bizi öldürmeye gelenleri ihlas ve içtenliğimizin içinde yeniden dirilt Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Kur’an-ı; mezarlara vicdanlara mahkum etmekten beni koru. Mezarlaşmış kalbimi en az mezarda yatanlar kadar Kur’an-dan istifade ettir Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Tercihlerimi yaptığımda aklımın olmamasından

Aklımı bulduğumda da tercihlerimi yapmış olmaktan sana sığınırım muhafaza buyur ya Rabbi!

Bizlere yirmi yaşında bir fizik yüz yaşında bir bilgelik nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Her gün yeni şeyler öğrenmeyi öğrendiklerimle de de her gün yeni şeyler yapmayı nasip eyle Ya Rabbi!

İki günü eşit olmaktan cümlemizi muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Öfkemde de sevincimde de itidal üzere olmayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım

Bizlere hatalarında ısrar etmemeyi nasip eyle Ya Rabbi!

Ekşi bir limonu(acılarımızı) tatlı bir limonataya dönüştürmeyi cümlemize nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım

Çaresizliğimin çaresi sensin Allah’ım!

Çarelerinden çaresiz kılma Allah’ım!

 

Alla’hım!

Ekmek kıtlığından su kıtlığından sana sığındığımız gibi adam kıtlığından da sana sığınıyoruz muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

“Allah’ım!

“Ameli olmayan hesap günü için

Hesabı olmayan bu amel gününde rızana uygun bir hayat yaşamayı nasip eyle Ya Rabbi ”

 

Allah’ım!

Aklıma ilim ve hikmet

Fikrime feraset ve basiret

Bedenime sıhhat ve afiyet

Ruhuma da tekamül ve sükûnet ihsan eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım

Sözümüzü baldan daha tatlı

Özümüzü kristalden daha şeffaf

İşlerimizi çelikten daha sağlam eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım

Cümlemizi tevbe ateşinde yanarak Cehennem ateşinde yanmaktan muhafaza buyur Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Namazlarımızın merasime dönüşmesinden

Camilerimizin gıybethane ve tembelhaneye dönüşmesinden

Cemaatimizin merasim kıtasına dönüşmesinden

Oruçlarımızın açlığa dönüşmesinden

Haccımızın seyahate dönüşmesinden

Kandillerimizin bayramlarımızın festivale dönüşmesinden

ibadetlerimizinadete dönüşmesinden

Alimlerimizin bilgisayara dönüşmesinden

Evlerimizin lokanta ve pansiyona dönüşmesinden

Evliliklerimizin evcilik oyununa dönüşmesinden sana sığınırızbizleri muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Söylediklerimizi gönlümüzün en derinliklerinde hissetmeyi

Hissettiklerimizi de en güzel şekilde ifade etmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Azdıran zenginlikten İsyan ettiren fakirlikten sana sığındığımız gibi haysiyet fukaralığından kişilik fukaralığından da sana sığınıyoruz muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Bizlere televizyonlu odadan kütüphaneli odaya hicret etmeyi nasip eyle.

Mutfağımızdaki tabak sayısı kadar kitap okumayı nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Sana kurban keserken zaaflarımızı da sana kurban etmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Kan kaybından ölmekten sana sığındığımız gibi değer kaybından ölmektende sana sığınıyoruz muhafaza eyle Ya Rabbi!

 

Allah’ım!

Cümlemize rızana uygun bir hayat yaşamayı ve son nefeste imanla ölmeyi nasip eyle Ya Rabbi!

Amin amin amin…

 

ALLAH RIZASI İÇİN EL-FATİHA!

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Evlilik; “Aynı Ellerle Kristal Taşımaktır”

Yıkmak kolay, yapmak zordur. Savaş kolay, barış zordur. Yakmak kolay, söndürmek zordur. Birşeyi varoluşu, sadece niyet olarak arkasında durmaktan öte, sahada da her anlamda arkasında durmayı gerektirir. Hayr, her zaman vücudî/varlıksal olana bakar ve vücud bir organizasyon işidir. Sebepler aşıldığında tek yapan ‘hamd ve şükrün tek sahibi Allah’ olduğu halde, insan sahada sebepleri de yenmek, aşmak veya en azından ikna etmek zorundadır. Allah bu dünyada herşeyi sebepler eşliğinde yaratıyor. Yaratanın O olduğuna iman etmek, sebepler perdesini inkâr etmeyi gerektirmez.

Namazda bile aklından sebepleri çıkaramayan insanlarız. Bu nedenle hayallerimizi bile usturuplu kurmamız gerek. Hayalgücümüz, sebepler tahtında realist düşünebilen/kurgulayabilen bir güç değildir. Hatta biraz daha cüretkâr konuşabilirsek; hayalgücümüz bir nevi bizim ‘mevhum rububiyet’ dairemizdir. O dairede yaptığımız kurgunun sahada da birebir tutmasını beklemek, Allah’ın hakiki Rububiyeti ile kendi mevhum rububiyetimizi karıştırmak demektir. Allah o mikyası, Onu anlayabilelim diye vermiştir; hakikaten öyle olduğunu/olduğumuzu düşünelim diye değil. Elindeki cetvelin ölçüsünü ‘ölçü birimi’ olarak kabul etmezsen, varlıkta olanı nasıl ölçeceksin? Neye göre ölçeceksin? Vehim her boyutta böylesi bir ölçü sahibi olmamıza yarar. Kimse dünya üzerine yatay ve düşey çizgiler çizmiş değil, ama paralel ve meridyenlerin varlığını vehmetmezsek koordinat diye birşeyin varlığından da bahsedemeyiz.

Üzerine gevezelik ettiğim şeyin evlenecek çiftler açısından önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü pek hayalperest dünyalarda yaşıyoruz. Hassaten dünyanın en büyük hayal gücü sömürücüsü film ve dizi sektörünün aşkı ve evliliği temel iki malzeme olarak her şekilde kullanması, o sektörlerin ellerindeki yalancı cennetler sayesinde, evliliği veya aşkı mevcut durumdan üst ve harika bir şekilde algılamamıza neden oluyor.

Her zaman yakışıklı/güzel olan, her zaman çok sıkı espriler yapan, her zaman nihayeti tatlıya bağlanan ve her zaman karşılığını bulan aşkların dünyası o dünya. İlişkilerin o dünyada bumerang gibi dönüp dönüp tekrar yaşandığı, gerçek hayatta ise kaçan fırsatların çoğu zaman bir daha geriye dönmediği malum. Film icabı, bir karakter, başına gelen kötü bir olayı unutabilir veya kendisine söylenmiş kötü bir sözü arkasında bırakabilir. Siz de bir seyirci olarak bundan memnun olursunuz. Fakat özünde insan ne kadar ‘arkasında bırakmaya müsait’tir? Özellikle kadınlar açısından söylüyorum bunu. Bir kadın geçmişiyle birlikte yaşar. Bir erkek daha çok geleceği düşünür.

Bu nedenle, pek çabuk kırılabilecek bir kristali veya şişeyi aynı ellerde tuttuğumuzu bilip ona göre yürümenin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ve hatırlatırım, kristalin taşınması süresi boyunca sağınızda, solunuzda size tekme atan, arkanızdan iten, ayağınıza çelme takan bir sürü de insan olacak. Bunun dışında; geçim sıkıntısı, hastalık veya başka şekillerde ‘artniyetsiz mutsuz ediciler’le de karşılaşacaksınız. Yani peri masalllarında ‘sonsuza dek mutlu yaşadılar’ şeklinde öğretilen aşk, sahada pek çok sıkıntıyla karşılaşacak.

İşte bu noktada hayrın varlıksallığı, şerrin yokluksallığı; yıkmanın kolay, yapmanınsa zor olduğu hiç aklınızdan çıkmamalı. Siz bir bütünlüğe, birey birey sahip olduğunuz vücudun daha üstü bir varlığa ulaşmaya karar veriyorsunuz. Evlilik bu. Ayrıyken muhatap olduğunuz dünyadan daha fazla sebeple ve daha sıkı bir organizasyonla bu iş yürüyecek. Destekler artabilir, ama sorun ihtimali de katlanarak artıyor.

Böylesi bir sürece girdiğinizin şuurunda olup, yaptığınız şeyin bir ‘yapmak’ dolayısıyla tek bir sebebin yerinden oynatılışıyla büyük zararlar görebilecek bir bina, kolay kırılabilir bir kristal olduğunu bilmek, dönülmez noktalara gelmekten koruyucu olabilir. Bediüzzaman’ın eserlerinde bu hayır ve şer; varlık ve yokluk bahsine çok değinmesini manidar buluyorum. Varlığı nasıl algıladığınız sonuçta ne bulduğunuzla yakından ilintili. Bir kristali elinizde tuttuğunuzu bilmek, elbette bir plastik topu taşımaktan daha dikkatli davranmayı ahlak haline getirir. Hayal gücünüzü kağıt üzerinde serbest bırakabilirsiniz, ama sahadaki işlerinizde dizginlerini daha sıkı tutmakta fayda var.

Ahmet Ay

cocukaile.net

En Tehlikeli “Üç Harfliler!”

İnsanlar adını anmaya korktukları “üç harfli”nin boş yere günahını almaya devam ederken, daha başka bir üç-harfliden gelen tehlikenin farkında görünmüyorlar. Üstelik onun adı da kimsenin dilinden düşmüyor.

Ona ister “ben” deyin, ister “ene” ister “ego.” Görüldüğü gibi, hepsi üç harflidir. Tehlikesine gelince:

İnsanı, şuurlu veya şuursuz olarak Rabbine karşı bir meydan okuyuşa sürükleyecek bir potansiyel, bu üç harfli kelimenin içinde fırsat kolluyor.

***

İşin aslına bakacak olursanız, “ben” diye bir varlığın olmadığını görürsünüz. Gerçi hepimiz maddî ve manevî vücudumuzla bir varlık sahibiyiz; bunu Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerle anıyor ve birbirinden ayırıyoruz. Fakat bu varlıklardan her birinin kendisini “ben” olarak nitelemesi, sadece bir bakış açısından ve izafî bir yaklaşımdan ibarettir, o kadar. Ben yaptım” dediğimiz şeyler ise, biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bütünüyle o üç harfli şeyin gücü dışında olan şeylerdir.

Yiyip içmek veya bir söz söylemek gibi bize en basit görünen ve en kolaylıkla yapar göründüğümüz fiilleri bile masaya yatıracak olsak, her biri birer mucizeler zinciri olarak karşımıza çıkar; ve biz bu zincirin halkalarını vücuda getirmek bir yana dursun, saymaktan bile âciz kaldığımızı görürüz. Bütün bu fiillerde ve daha başkalarında bizim payımıza düşen bir tercihten ibarettir; o fiillerin yaratılması ise bütünüyle Ona aittir. Kur’ân-ı Kerim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8:17) buyururken bu hakikate işaret eder. Buradaki “attığın zaman” ifadesi fiilin “kesb” yönüne, “Allah attı” ifadesi ise yaratma yönüne bakmakta ve yaratma işini bütünüyle Allah’a hasretmektedir.

Bu kısa âyet, bize sahih bir itikadın formülünü net bir şekilde veriyor ve bizim “Yaptım, ettim” dediğimiz fiillerin birer “mazhariyet”ten başka bir şey olmadığını açıkça gösteriyor. Buna göre, biz tercihlerimizi kullanmak suretiyle fiilî bir duada bulunuyor ve böylelikle yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz; ancak yaratma işi bize ait olmadığı için, herhangi bir “başarımızdan” dolayı böbürlenme hakkımız da bulunmuyor. Nitekim sözünü ettiğimiz âyet-i kerimenin de bir zafer sonrasında “Şu kadar kestim, bu kadar öldürdüm” şeklindeki övünmeler üzerine nâzil olduğu rivayet edilir.

***

Kesb ve yaratma arasındaki sınır muhafaza edilmediği takdirde işin nereye varacağını çok iyi bilen maneviyat büyüklerimiz, içimizdeki “ben”e daha işin başında iken haddini bildirmeyi derslerinin en önemli bir esası olarak belirlemişlerdir. Zira bu üç-harflide, boş bulduğu her meydanı zaptetme eğilimi vardır.

Karadelik gibi sürekli yutarak beslenir, beslendikçe güçlenir, güçlendikçe iştahı kabarır, iştahı kabardıkça daha fazla yutar, sonunda kendisinden başka bir varlığı kabul edemeyecek bir hal alır. Beşer âleminde görülen her seviyedeki istibdad örnekleri, böylelikle meydanı boş bulmuş ben’lerin eseridir. Bedendeki tek bir kanser hücresi gibi, benliğin zerresi de insanın bütün varlığını kaplayacak bir istidat taşıdığı için, sürekli olarak izlenmesi gerekir.

Ümit Şimşek

http://www.yazarumitsimsek.com/

Türkçe ve Bediüzzaman

1923 de İzmir’de toplanan iktisat kongresinde amele murahhaslardan İzmirli Nazmi ve arkadaşı tarafından Latin harflerinin kabulü konusunda bir önerge verilmiş ve reddedilmiştir. Kongre başkanı olan Kazım Karabekir, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde “Latin Harflerini Kabul edemeyiz “ başlığı altında bir yazı yayınlamıştır.

Paşa’nın ifadesinden alıntılar; ”Binaenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki bu kuvvet cihana karşı bu propagandayı yapıyor: Türk yazısı güçtür, okunmaz. Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilali içinde bulundum. Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket hercü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt asarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu hilafını kabul ettiğimiz gün, en büyük felakete derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar alem-i İslam’a karşı diyeceklerdir ki; ürkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankarane fikir budur. Büsbütün lal ve ebkem olur ve bütün alem-i İslam’ı üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz “(Agah Sırrı Levent, Türk Dilinin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri s 367)

Şükrü Saraçoğlu harflerin kaldırılmasını 1924 Yılı 25 şubatında bir konuşmasında ileri sürmüş mecliste büyük hücumlara uğramıştır. (Aynı eser, S. 368)

Mehmet Ali Tevfik ve Cenap Şahabettin, harflerin kaldırılmasına karşı beyanlarda bulunmuşlardır. Bu lehte ve aleyhte münakaşalar sonrası, devletin ve hükümetin harfleri kaldırmak konusundaki birliktelikleri 3 Kasım 1928 de yeni harflerin kabulü ile olay kapanmıştır. Ama mecliste milletin dinini, edebiyatını, kültürünü, tarihini savunacak insanlar olmadığı için milletin rağmına bu inkılap kabul edilmiştir. İsmet paşa bu münakaşalar sırasında Dolmabahçe’de yapılan toplantı da çok garip iddialar öne sürmüş talihsiz bir konuşma yapmıştır.

“Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terk edip Latin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur. Komisyonun teklif ettiği alfabe hakikaten Türk alfabesidir, katidir. Türk milletinin bütün ihtiyaçlarını temin etmeğe kâfidir. “ (Aynı eser 374)

Latin alfabesini kabul ile millet birden bire alim olacaktır. Bin yıllık alfabe birden bire alfabelikten çıkmış Latin harfleri ile kabul edilen alfabe hakikaten Türk alfabesi olmuştur. Ne tuhaf asılsız, yanıltıcı iddialar. Kazım Karabekir’in dediği gibi bütün milletin mazisi, dini ve tarihi bir anda hurafe-i nisyana atılmıştır.

Necip Fazıl’ın dediği gibi;

Allah’ım sen acı bu saf millete
Akşam yatar sabah kalkar başıboş

Milletin hukukunu kim savunmuştur, dil, tarih, edebiyat öylesine gitmiştir. Bugün Erdoğan’ın yaptığı Osmanlıca hamlesi ne kadar büyük bir terakkidir, bunu anlamak zor değil. Halbuki Latin alfabesi kabul edilir, ama Osmanlıca ’da devam ederdi, bütün bu sıkıntılar yaşanmazdı. Bugün bir doçentin çevirdiği Osmanlıca metin okunmuyor sadece Latin alfabesine çevriliyor, o devirde bunu bir rüştiye öğrencisi yapabiliyor. Rübab-ı Şikeste’den bir şiiri okuyup anlatan büyük oranda doçentlik için yol alıyor, o gün o şiiri bir idadi ve rüştiye öğrencisi anlıyordu.

Bütün bu çalışmalar ve dayatmalar yapılırken Bediüzzaman şu eserleri telif eder.

Zehre Arapça 1923
1923 Zehrenin zeyli Arapça 1923
1923 Hubab Arapça 1923
1923 Zeyl-ül Hubab Arapça 1923
1922 Hutuvat-ı Sitte Türkçe ve Arapça 1922

1926-1930 SÖZLER
1926 Birinci söz Türkçe
1926 İkinci Söz Türkçe
1926 Üçüncü Söz Türkçe
1926 Dördüncü Söz Türkçe
1926 Beşinci Söz Türkçe
1926 Altıncı Söz Türkçe
1926 Yedinci Söz Türkçe
1926 Sekizinci Söz Türkçe
1926 Dokuzuncu Söz Türkçe
1926 Onuncu Söz Türkçe
Onbirinci Söz Türkçe
Onikinci Söz Türkçe
Onüçüncü Söz Türkçe
Ondördüncü Söz Türkçe
1933 Ondördüncü Söz’ün Zeyli Türkçe
Onbeşinci Söz Türkçe
Onaltıncı Söz Türkçe
Onyedinci Söz Türkçe
1927 Onsekizinci Söz Türkçe
Ondokuzuncu Söz Türkçe
1926 Yirminci Söz Türkçe
1926 Yirmibirinci Söz Türkçe
1926 Yirmiikinci Söz Türkçe
1929 Yirmiüçüncü Söz Türkçe
Yirmidördüncü Söz Türkçe
1927 Yirmibeşinci Söz Türkçe
Yirmialtıncı Söz Türkçe
1929 Yirmiyedinci Söz ve Zeyli Türkçe
Yirmisekizinci Söz Türkçe
1928-30 Yirmidokuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzbirinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzikinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzüçüncü Söz Türkçe

Bediüzzaman bu münakaşalar yapılırken Barla’da eserleri Osmanlıca olarak yazıyor ve Barla’da kurduğu birkaç vilayet ve kasaba ve köyde, ikinci planda bütün Türkiye’de adeta bir matbaa coğrafyasında hem Osmanlıca öğretiyor, hem de yazdırıyordu. Sessiz sedasız beş yüz bine yakın nüsha Osmanlıca risale yazıldı. O eserleri yazanlar bugünlere kadar geldiler ve hala Osmanlıca risaleler var, ders yapılıyor ve Hayrat Vakfı da Türkiye’de Osmanlıca öğretimini üstlenmiş bulunuyor. Bediüzzaman eserlerini Osmanlıca yazdı, tashih etti.

Daha sonra Türk dil kurultayları ve Güneş Dil Teorisi konuşuldu. Daha sonra ders verilmedi. “Güneş Dil Teorisi, Türkçe’nin dünya tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan dil bilim teorisidir. Teori, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklendi ve bizzat geliştirildi[1], ancak dil bilimciler tarafından kabul görmedi ve kısa sürede önemini yitirdi.[2] Atatürk’ün 1938 yılında vefatının ardından İbrahim Necmi Dilmen Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi ile ilgili derslerine son verdi. Öğrencileri bunun sebebini sorduklarında “Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi” diye cevap vermişti.[3]” Google Güneş Dil Teorisi )

Bütün bu dil tahribatları cereyan ederken, Bediüzzaman Osmanlıca ile eserlerini yazdı, talebeleri Osmanlıcanın yayılmasına çalıştılar. Kimseyle kavgasız dövüşsüz, teorik mülahazalara girmeden…

Dil hakkında yüz yıldır yapılan bütün tahrip çalışmalarında dilden atılan bütün kelimeler, onun eserlerinde yaşandı okundu ve kullanıldı. Ve Bediüzzaman yüzlerce dilcinin ve teorisyenin yıkmakta birbiri ile yarıştığı bir Türkçe’nin ölümüne dur dedi ve bugün bu dil onun sayesinde yaşamaktadır.19 yüzyılın son çeyreğinden itibaren Yüz elli yıllık bir süre içinde Bediüzzaman dili korumuştur, hem Türkçeyi hem de Osmanlıcayı. Onun yaptıklarının geri atılmaz adımlar olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bütün Türkçüler ve dilciler onun yaptığını yapamamıştır. Türk milleti ona medyun-u şükrandır.

Sözler, Lemalar, Mektubat, Şualar, Tarihçe-i Hayat, Mektuplar‘ın dili üzerinde yapılacak köklü bir araştırma onun yüzyıllardır kullanılan dili nasıl koruduğunu gösterir. Gündemden kaldırılmasına çalışılan din ve dilin korumasını tek başına başaran bu insanın neden bu kadar zulme ve ihanete maruz kaldığı, karşısındakilerin ne kadar büyük bir gayretin sonucu başarısız oldukları görülmektedir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Yeni Bir İman Mektebi Olarak “Risale-i Nur”

I. Allah’a giden yollar ve Risâle-i Nur

Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah’a imandır. En büyük dâvâda Allah’ıtanıyarak ebedîsaâdeti kazanmaktır. Bu sebeple İslâm tefekkür tarihinde, âlimlerin üzerinde durduğu, mütefekkirlerin üzerinde zekâyorduğu, filozofların bütün tafsilatıyla tartıştığıen önemli mevzu, Allah’a ve sıfatlarına iman; Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi ve isbatı olmuştur.

İslâm fikir tarihi tetkik edildiğinde, marifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan yolların dört asla ircâ edilebileceğini görüyoruz:

Birincisi:

Tasfiye ve işrak üzerine kurulmuşolan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı mâsivâdan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr ü sülûkün anahtarıve vesileleri, zikr-i ilâhîve tefekkürdür. İmam-Rabbânî’nin ifadesiyle, “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, iman hakikatlerinin vuzûh ve inkişafıdır.”2 Yine İmam-ıRabbânî’nin tasnifine göre, tasavvuf tariki, velâyet-i suğrâdır.İmam-ıRabbânîler, Abdülkâdir-i Geylânîler ve Bâyezîd-i Bistâmîler, bu yolun manevîreisleri arasında yer alırlar.

İkincisi:

İslâmın itikat esaslarını muhafaza ve müdafaa için kelâm denilen bir ilim teşekkül ettiren kelamcıların yoludur ki, Allah’ıtanıma ve isbat hususunda bunların dayandıkları en mühim iki esas, imkân ve hudûs denilen delillerdir. Bunlar, bu iki delili kullanırken, akla ve nazarîesaslara istinat ederler. Fahreddin Râzîler, Teftezânîler ve İmam Gazalîler, bu yolun manevîreisleri arasındadırlar.

Bu her iki yol da, her ne kadar Kur’ân’dan ilham alarak dal budak salmışlar ise de, beşer fikri bunlarıbaşka başka kalıplara soktukları için uzunlaşmış, müşkülleşmişve bazıvehimlerden ve vartalardan mahfuz kalamamıştır. Kelamcıların bazıifrat ve tefritlerini kelam kitaplarında okuduğumuz gibi, ehl-i tasavvufun bazıvartalarınıda, Bediüzzaman’ın “Telvîhât-ıTis’a” adınıverdiği risâlesinden öğreniyoruz.

Üçüncüsü:

Şüphelerle dolu olan ve sahiplerini de şüpheler içinde bırakan İslâm filozoflarının yoludur ki, İbn-i Sinalar, Farabiler, Kindîler gibi bir kısmıaklıesas alarak yürüyen ve kendilerine Meşşâiyyûn veya Aristocular tabir edilenler ile Sühreverdîler ve İbn-i Tufeyl’ler gibi ilham ve kalbe sezişi esas alan ve kendilere İşrâkıyyûn tabir edilenler, bu yolun yolcusudurlar. Felsefenin fâsit birtakım esaslarıve müntesiplerini sürüklediği vahim neticelerinden dolayı, İslâm filozoflarından olan İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhiler, âdîbir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir.4

Dördüncüsü:

Risâle-i Nurun esas mesleğini teşkil eden Kur’ân’ın yoludur.5 Bu ifadeden, öteki yolların Kur’ân dışı olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılmamalıdır. Ne demek olduğunu isterseniz, Bediüzzaman’dan dinleyelim:

Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağıve nazarıile ders vermez ve evliyâmisillûyalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacıve ruh ve sâir letâifin teâvünüayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözüyetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imâniyeyi kör gözüne de gösterir.” 6

Risâle-i Nurun telif edildiği Yeni Said devresini anlatırken de, İmam-ı Rabbânî’nin “Tevhîd-i Kıble et; yani yalnız bir üstadın arkasından git” şeklindeki manevî ikazından sonra kalbine şöyle geldiğini anlatmaktadır:

Üstad-ıhakiki Kur’ân’dır. Tevhîd-i kıble bu üstadla olur‘ diye, yalnız o üstad-ıkudsînin irşadıyla, hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmâresi de, şekler ve şüpheleriyle onu manevîve ilmîmücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlânâ Celâleddin ve İmam-ı Rabbânî gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle ve irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ “Her şeyde bir delil var; gösteriyor ki, Allah bir” meâlindeki hakikata mazhar olduğunu Risâle-i Nur ile göstermiş.” 7

Kur’ân’ın Allah’ı isbat ederken kullandığıihtirâve inâyet delillerini, asrımızda gelişen ilimlerle birleştirerek şerh eden Risâle-i Nurun evvelâbu asırda yeni bir iman mektebi olarak ifa ettiği fonksiyonu ve sonra da diğer İslâm âlimlerinin eserlerinden ve mesleklerinden farkını, yine Bediüzzaman’dan dinleyelim:

Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatıve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllîbir tahribatıve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşlarıbulunan bir muhît kal’ayıtamir ediyor. Ve yalnız hususîbir kalbi ve has bir vicdanııslâha çalışmıyor, belki, bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ıâmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ımü’minînin istinadgâhlarıolan İslâmîesasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ıumumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” 8

Diğer eserlerden farkıise, şöyle ortaya konuluyor:

“Eski mübarek zatların ekseri divanlarıve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden bahsederler. Onların zamanlarında, imanın esaslarına ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ıiman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemâatli bir sûrette taarruz var. O divanlar ve risâlelerin çoğu, has mü’minlere ve fertlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâle-i Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevîmûcizesi olarak, imanın esaslarınıkurtarıyor ve mevcut ve muhkem imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına, tahakkukuna, muhafazasına ve şüphelerden kurtarılmasına hizmet etmektedir.

Diğer ulemânın eserleri der ki: Veli ol, gör, makâmata çık, bak; nurları, feyizleri al. Risale-i Nur ise der: Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saâdet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.” 9

Kısaca Risâle-i Nur, mânen şu beyti terennüm etmektedir:

Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkîvarken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür.

Elde Kur’ân gibi bir bürhân-ıhakikat varken, münkirleri ilzâm için gönlüme sıklet mi gelir?

Ehl-i tasavvuf ve kelâmcılar da bu yolun ulvîliğini ve umumiliğini haber vermişlerdir

Kur’ân’dan ilham alınan diğer önemli iki yolun müntesibleri, yani ehl-i tasavvuf ve kelamcılar da, Kur’ân’ın bu umumî caddesinin üstünlüğünü ve umumîliğini, tâ kendi asırlarında idrak etmişler ve müntesiblerine haber vermişlerdir. Bunlardan sadece ikisini kısaca nakledeceğiz.

Ehl-i tasavvufdan İmam-ı Rabbânî Mektûbât   adlı eserinin 1. cildinin 301. ila 302. ve 3. cildinin “122. mektubu”nda özetle şunları söylemektedir:

Ulûhiyyetin en büyük dellalı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamberin âleme neşretmişolduğu kemâlât-ı nübüvvete insanı ulaştıran iki yol vardır: Birincisi velâyet-i suğrâda denilen velâyet yoludur ki, perdelidir ve ulaşılması kolay değildir. Çok makamları kat’ etmek icap eder. İkincisi ise, velâyet-i kübrâtabir edilir ki, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata bir yol açmaktır. Bu yol, enbiyâya, sahâbelere, tabiinlere, bazıbüyük tabe-i tâbiînlere ve âhirzamanda gelecek olan bir cemâate hasdır. Bu yol, kısadır, kolaydır ve tehlikesizdir.”11

Bediüzzaman da İmam-ıRabbânî’yi şöyle tasdik ediyor:

Cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sâhipleri olan sahâbe, asfiyâ, tâbiîn, eimme-i ehl-i beyt ve eimme-i müçtehidîn caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şâkirtleridir.12

İşte Risâle-i Nur, bu câmi ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına tarhibatçı küllî cereyanlarına karşı, Kur’ân ve iman namına müdafaa ediyor13 ve İmam-ı Rabbânî’nin bahsettiği yolu, Risâle-i Nurun açtığını Nurları okuyan gönüller ve kalbler, hem idrak ve hem de tasdik ediyor.

Kelâmcılardan ise, bir kelam, tefsir, fıkıh ve kısaca şer’îve aklî ilimlerde dâhi olan Fahreddin Râzi’yi duymayan ve bilmeyen yok gibidir. Onun bir tefsir şaheseri olan Mefâtîh’ul-Gayb, yani gaybın anahtarları veya gerçekten büyük olan 30 ciltlik et-Tefsirü’l-Kebîr adlıtesiri; el-Muhassal ve el-Erbaîn adlıkitaplarıbaşta olmak üzere kelâma dair elliye yakın eseri, kendisine, “İmam” ünvanının verilmesine sebep olmuştur.

Razi’nin vasiyetinden bazıhakikatleri beraber dinleyelim:

Ey din kardeşlerim! Ve imanda yakini isteyen dostlarım! İnsanlar derler: İnsan vefat edince, mahlûkatla alakasıkesilir. Bu umumi kaide iki açıdan tahsis edilmiştir: Birincisi, eğer amel-i sâlih kalırsa, bu duaya vesile olur. Duanın da Allah katında bitmeyen izleri vardır. İkincisi ise, çocukların terbiyesi ve mazlumların hakkıda alakayı devam ettiren hususlardır.

“Birinci husus için derim ki:

“Bilesiniz ki, ben ilmi seven bir insandım. Her konuda kalem oynattım. Hak-bâtıl, faydalıfaydasız demeden yazdıklarımın ne kemiyeti ve ne de keyfiyetine vâkıf değilim. Ancak bana ait muteber eserlere baktığımda, gördüm ki:

“Gözle gördüğümüz şu âlem, bir müdebbirin tedbiri altındadır. O müdebbir, misil ve nazirlerden münezzeh ve kemâl-i kudret, ilim ve rahmetle muttasıfdır. Kelâm ilminin bütün ma’rifet yollarınıdenedim. Bunların hiçbirinde, Kur’ân’da bulduğum manevîfayda ve lezzete denk gelebilecek bir fayda göremedim. Zira Kur’ân, azamet ve celâlin külliyen Allah’a verilmesini delilleriyle gösteriyor ve iman meselelerinde derin kelamî delillerle münakaşa edilmesini men ediyor. Bunun tek sebebi, Kur’ân’ın sâhibinin, beşerin aklının bu tür müphem ve derin münakaşalarda karıştıracağını ve şaşıracağını bilmesidir”14

İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır:

“Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânîve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânîgibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekâvet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i imaniye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâkırk seneye kadar bir seyr üsülûk ile bazıhakâik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ıHakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşılâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.”15

İşte o yol, Risale-i Nurdur. ÇünküRisale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiridir.

II. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın hakiki ve mânevi bir tefsiridir

Risale-i Nurun bu zikredilen özelliği, Kur’ân’ın bu asrın idrakine uygun hakiki ve manevîbir tefsiri olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, tefsir iki kısımdır:

Birincisi: Lafzî tefsirdir. 350 bin adede ulaşan bu mânâda tefsirler, Kur’ân’ın ibaresini ve lafızlarını izah ederler. Cümlelerinden çıkarılabilecek itikâdî, amelîve ahlâkîhükümleri çıkarırlar. Dirâyet ve rivâyet tefsirleri adıyla kendi arasında kısımlara ayrılan bu mânâda Kur’ân tefsiri, eski ulemâtarafından telif edilmiştir.

İkincisi:

Mânevî  tefsirdir  ki,   Kur’ân’ın   hakikatlarını  tefsir ve  izah  ederler.   Risâle-i   Nur,   bu   ikinci   kısım  tefsirlerin   en   kuvvetlisi   ve  en kıymettandır.16

Risale-i Nur Kur’ân’ın hakiki bir tefsiri olduğuna göre, Kur’ân neyin tefsiridir? Ve Kur’ân’ın esas maksadıve beyan ettiği hakikatler nelerdir? Bu suallerin cevabı, Risale-i Nurun neden hakiki ve manevîbir Kur’ân tefsiri olduğunun da cevabıolacaktır.

Evvelâ: Kur’ân, Allah’ın Tekvîn sıfatından doğan kâinat kitabının ezelîtercümesidir. Yani kudret kalemiyle kâinat kitabınıyazan Allah, bu kitabınıKelam sıfatından neş’et eden Kur’ân denilen ezelîkelâmıyla tercüme etmiştir. İslâmiyetin yüceliği, kâinat kitabının kaideleri ile Kur’ân’ın kaideleri arasında mutabakat bulunmasındandır. Bu sebepledir ki, İslâmiyet fıtrat dini olmuştur. Risale-i Nur da, bu ezelîtercümenin izahıve tefsiri mahiyetindedir.

Sâniyen: Kur’ân’ın ana maksadı, hikmet tarafından, kâinata sorulan “Ey kainat! Nereden? Ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Vazifeniz nedir? Ve nereye gideceksiniz?” şeklindeki sorulara cevap vermektedir.

Salisen: Kur’ân, “Şu sorulara dört ana maksadım vardır” diyerek cevap vermiştir ki, kâinatın ustası olan Allah’ın isbatı, yani tevhid, nübüvvet, cismani haşir ve ibadet ve adaletten ibaret bulunan bu dört maksat, Kur’ân’ın her yerine intişar eylemiştir.

O halde Kur’ân’ın asıl maksadıbu dört hakikatın beyanıdır ve Kur’ân’ın kâinattan bahsedişi, bu dört ana maksadıizah edebilmek içindir. Zaten kâinat kitabının sureleri, âyetleri ve harfleri demek olan masnu ve mahluklar, Kur’ân’ın bu dört hakikatınıâkıl olan kimselere anlatmak için kudret kalemiyle yazılmışlardır.

Buradan şu hakikat ortaya çıkıyor: Kur’ân’ın konusu kâinat olduğu gibi, ilimlerin de konusu kâinâttır. Kur’ân da, ilimler de, kâinat kitabının bablarını ve fasıllarını, sûrelerini ve âyetlerini izah etmektedirler. O halde hakiki hikmet ve ilimlerden hiçbirinin Kur’ân’a muhâlif olması mümkün değildir. Zira Kur’ân, kâinat kitabının müellifi tarafından yapılan tercümesidir; ilimler ise, aynı kitabın acemileri ve mübtedîleri tarafından yapılan izahıdır. Fizik, kimya ve matematik gibi ilimler, kâinât kitabının hükümlerini açıklayan fenlerdir.

İşte Risâle-i Nur, Kur’ân’ın dört ana maksadıolan tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet hakikatlerini, Kur’ân’ın kâinat kitabını tercümesinden ilham alarak, kâinat kitabından âyetlerle ve temsil sırrıyla izah eden bir tefsirdir. Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından verdiği misallerle ve temsil yoluyla tefsir ve izah ettiğinden, aynızamanda kâinat kitabının da bir tefsiri mahiyetindedir. Bu sebeple, Risâle-i Nur, araştırma konusu, kâinat kitabının bu bâbıveya faslıolan müsbet ilimlerin kâinatla ilgili olarak ortaya koyduğu ve mutlak intizâmıve nizâmıgerektiren ilim kâidelerinde, Kur’ân’ın ana maksatlarınıisbat etmekte ve kör gözlere de göstermektedir. Yani Risâle-i Nur, ilimlerle içiçedir ve mevzu bütünlükleri vardır. Kur’ân’ın mevzularıiçine girmişkâinatla ilgili meselelerde, aynıkonuyu araştıran ilimlerin kaidelerini de kullanarak, tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet esaslarınıaçıklar.

Buna bazı misaller verelim:

Bütün müsbet ilimler, ortaya koydukları ilmî esaslar ile, kâinattaki bir nev’in nizam ve intizamını anlatmaktadırlar. Göz ile ilgili bilimlerin, gözdeki nizamı anlattıkları gibi. Bu konuda, ilim ve Kur’ân müttefiktir. Yani her ikisi de, kâinat kitabının intizam içinde yazılmışolduklarını ittifakla kabul etmektedirler. İşte Kur’ân ve onun hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile kâinat Sultânının saltanatınıve san’atınıilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bir kısım ilim adamlarınıinkâra götüren ilmin kaideleriyle Kur’ân’ın dört ana maksadınıizah ve isbat eder.

İşte tevhîde dair kâinattan Halıkınısoran bir seyyahın müşahedelerinden bir misal:

“Yağmura bakar görür ki; yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânîcilveler ve latîf ve mübârek katreler, o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu, o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarınıbozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhâssa zîhâyatta çalıştırılan basit ve câmit ve şuursuz hidrojen ve oksijen gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ırahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîm’in hazîne-i gaybiye-i Rahmetinde yapılıyor.”17

Haşre dair misali de verelim ve kâinat kitabından bazımasnûları, mahlukları, tasarruflarıve yapılan işleri nazara vererek, ilimlerin diliyle âhirete imanınasıl isbat ettiğini Bediüzzaman’ın şu ifadelerinden dinleyelim:

“Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde, kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağınıaçıp, rûy-ı arzın sayfasında üçyüz binden ziyâde nevi’leri, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiçşaşırtmaz. Yanlışyazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programınıbir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ıHakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarınınasıl muhâfaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzıbir sapan taşıgibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misâfirlerinin yolunda, nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi?”18

Nübüvvete dair olan kısa bir delili de zikredelim:

“Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmasıve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyyâtıve arzuyu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette Kur’ân vasıtasıyla o marziyyât ve arzularıbeyan eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zattır (a.s.m.).”19

Kısaca, ilimlerin diliyle Kur’ân’ın dört ana maksadınıizah ve isbat eder. Risâle-i Nur, bu noktada öylesine Kur’ân’a âyine olmuştur ki, 6000 sayfayıbulan külliyatta tevhîd, nübüvvet, haşir ve adalet mevzularına ayrılmışkısımlar, eğer Kur’ân âyetlerinde aynımevzulara tahsis olunan nisbetlerle mukayese edilecek olursa, ikisinin birbirine yakın olduklarıgörülecektir.

III. Netice

Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarınıve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda, bir tecdit hareketidir ve kökümazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ıtefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özüolduğunu da ortaya koymaktadır.

Öte yandan Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabıile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunlarıve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu isbat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyetin, hevâve heves içinde dönüp dolaşan, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.

Kâinat kitabının her bir harfi ve âyetinin birer Kur’ân hakikatinin menbaıve nümûnesi olduğunu göstermekle, kâinat kitabındaki hakikatlere nazar-ı dikkatleri çekiyor.20 Meselâdiyor:

Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intâk ve söyletmesi olduğuna delil ise, hayret verir bir tarzda, birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir.”21

Hülâsa Risâle-i Nurlar, “tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır; marifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil hakikidir; iltizâm değil, iz’ândır; tasavvuf değil hakikattır; dâvâdeğil, dâvâiçinde bürhandır.”22

Ve “bu memlekette, bu asırda, bu milleti, anarşilikten, tereddîve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çare, Risâle-i Nur’un esâsâtıdır.”23

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

 

Yazar Kimdir: 1955 yılında Çüngüşkazasının Malkaya köyünde doğdu. İlkokulu adıgeçen köyde bitiren Akgündüz, babası Cuma Akgündüz’den Osmanlıca öğrendi. Gaziantep Lisesi’ne devam ederken Arapçayıda öğrenen Akgündüz, 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyetini müteâkip Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Kamu Hukuku BölümüHukuk Tarihi Anabilimdalına Araştırma Görevlisi olarak girdi ve aynıyıl yüksek lisansına da başladı. 1983 Kasım’ında Prof. Dr. Halil Cin’in nezaretinde doktorasına başlayan Akgündüz, “İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi” adlıteziyle ilgili araştırmalarda bulunmak üzere 1985 yılının ilk yarısında kazandığıaraştırma bursuyla Kuveyt’e gitti. 1986 Ağustos’unda doktor ünvanınıaldıve bunun müteâkiben Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine Hukuk Tarihi YardımcısıDoçenti tayin edildi. 1984-1985 ve 1985-1986 ders yıllarında Dicle Hukuk’da ve 1986-1987 ders yılından beri de Selçuk Hukuk’da Türk Hukuk Tarihi ve Genel Hukuk Tarihi derslerini yürüten Akgündüz, Kasım 1986 döneminde Arapça’dan ve Nisan 1987 döneminden ise İngilizce’den doçentlik dil sınavlarınıkazandı. 3 Kasım 1987 tarihinde doçent oldu ve aynıfakültenin ilgili bilim dalına doçent olarak tayin edildi. 1986-1988 tarihleri araında Başbakanlık OsmanlıArşivinde “OsmanlıKanunnâmeleri” üzerinde araştırma yapan Akgündüz’ün 10’a yakın eseri ve çok sayıda te’lif ve tercüme ile ilgili ilmî makaleleri bulunmaktadır. Akgündüz, İngilizce, Arapça ve Farsça bilmektedir; evli ve iki çocuk babasıdır.

2.            Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22

3.            İmam Rabbânî, Mektûbât, c. 2, sh. 363 vd.; Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh.22

4.            Bediüzzaman, Sözler, 30. Söz, sh. 543

5.            Bediüzzaman,  Mesnevî-i  Nuriye,  252-253;  Muhâkemât,  Âsâr-ı  Bedîiyye, 252

6.            Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 189

7.            Bediüzzaman, MesnevîNuriye, sh. 7-8

8.            Bediüzzaman, Şualar, 179

9.            Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk, Gaybî, sh. 188

10.         Bediüzzaman, Sözler, 365

11.   İmam-ıRabbânî, Mektûbât, C.1, sh. 361-366 (31 ve 302. Mektublar); III,
184-186     (122. Mektûb); Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22-23

12.         Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 85

13.         Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 218.

14.         Fahreddin Razi. et-Tefsirü’l-Kebir, c.1, Mukaddime

15.         Nursî, Mektûbât, s. 23

16.         Bediüzzaman Said Nursî, Şu’alar, s.425.

17.         A. g. e., s. 108-109.

18.         Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 81-82.

19.         Nursî, Mektubat, s. 213.

20.         Bediüzzaman Said Nursî, (Muhakemat) Âsâr-ıBediiiyye, s. 163-165.

21.         Nursî, Sözler, s. 671.

22.         Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 239.

23.         A. g. e., s. 185.

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version