Said Nursî bana Kur’ân cevherlerini nasıl bulacağımı öğretti

Said Nursî bana Kur’ân cevherlerini nasıl bulacağımı öğretti

Suriyeli meşhur alim Cevdet Said, Said Nursi’nin diğer alimlerden farklı olarak insanlık tarihini iyi bildiğini söyledi. Cevdet Said, “‘Avrupa bir İslam devletine hamiledir’ sözü, onun insanlık tarihini iyi bildiğini gösteren bir delildir” şeklinde konuştu.

TAKDİM

Cevdet Said’in ismini, 2013 başlarında Suriye’den ayrılarak Şanlıurfa üzerinden Türkiye’ye geldikten sonra çokça duymaya başladık. En dikkat çekici tesbitleri ise, her imkân ve fırsatta; konuşma ve sohbetlerinde Üstad Bediüzzaman Said Nursî’den bahsetmesiydi. Üstelik bu atıflar, bu konuda soru sorulmadan yapılıyordu. Öyle ki, onu TV programlarına çıkaranlar, “Keşke bu konular hiç girmese” bile demiş olabilirler.

Cevdet Said’in ısrarla Bediüzzaman’dan bahsetmesi haliyle ilgimizi çekti. Onun tesbitleri çok defa haber ve manşet olarak Yeni Asya’da değerlendirildi. Kendisiyle görüşmeyi ve sohbet etmeyi çok arzu ediyorduk. İrtibat kurmak kolay olmadı. Bazı dostlarımız, bu talebimizi her defasında sürüncemede bıraktı. Sonunda, nasip oldu ve Cevdet Said’i İstanbul’daki evinde ziyaret ettik.

İlk konuşmalar Cevdet Said’in oğluyla oldu. “İngilizce ve Arapça bilen olursa röportaj mümkün” cevabını almıştık. Bunun üzerine İngilizce tercümeler yapabilen Erhan Akkaya ve Mücahit Çakır ile birlikte Cevdet Said’e gittik. Sorular İngilizce soruldu, ancak Cevdet Said cevapları Arapça olarak verdi. Neticede Arapça olarak kaydettiğimiz sohbetin tercümesi için bu defa Arapça bilen ilahiyatçı-eğitimci İbrahim Ersoylu’ya müracaat ettik. Neticede bu sohbet ortaya çıkmış oldu.

Mehdi Çetinbaş’ın bir yazısında aktardığına göre, Cevdet Said bir sohbetinde Said Nursî Hazretlerinden örnekler vermiş ve yıllarca hapis yatmasına rağmen, şiddete baş vurmadığını örnek olarak göstermiş: “Onun öğretileri ile yetişenler, bugün Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde ileri noktaya varmasında pay sahibidirler” demeyi de ihmal etmemiş.  (www.yazete.com)

Geçmişte Türkiye’deki medyada Bediüzzaman Said Nursî’den çok etkilendiğinizi ifade eden beyanlarınız yer almıştı. Bediüzzaman’ın hangi yönlerinden etkilendiniz? Size göre Said Nursî nasıl bir âlimdir?

1946 yılında 15 yaşındayken Mısır’a, Ezher Üniversitesi’ne tahsil için gitmiştim. Orada on yıl İslâmî ilimlerin tahsilini yaptım. O zamanlar Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye; Mısır Kitapları Yayınevi’ne sıkça uğruyordum. Ezher’de derste olmadığım zamanlar burada kitap okuyordum. İslâm dünyası ile ilgili yayınları takip ediyordum. Bir gün Celal Nuri’nin “İttihâd-ı İslâm” adlı kitabı dikkatimi çekti. Said Nursî’den söz eden o kitaptan çok istifade ile etkilendim. O zamanlar Emin Saraç ve Nihat Yazar gibi Ezher’de İslâmî ilimler tahsil eden Türkiye’den çok sayıda talebeler vardı. Ayrıca o zamanlar orada M. Kemal’in yurt dışına sürgün ettiği Osmanlı’nın son Şeyhülislâm’ı Mustafa Sabri de vardı. Ezher’deki hocalarımız bizi onunla bayramlaşmaya götürürlerdi. Zahit el-Kevserî, Şeyhülislâm’ın vekili idi. Said Nursî’yi Türkiye’den Ezher’e gelen talebelerinden öğrendim. Onun Şam’da Emevî Camii’nde okuduğu bir hutbesi meşhurdur. İslâm âleminde öne çıkan Hindistanlı Mevdudî, Muhammed İkbal gibi tanınmış âlimleri önemsiyordu.

Özellikle Muhammed İkbal’den çok etkilendim ve hakikatin yolunu onun irşadı ile buldum. Ebu’l-Hasan en-Nedvî son demlerinde Muhammed İkbal’e gitmiş. İkbal ona, “Siz Türkiye’deki âlimlere gidin. Onları dinleyin” demiştir. Ben de bundan çok etkilendim. Ezher’deki Türkiyeli öğrencilerden Said Nursî’yi öğrendim, onunla alâkalı dokümanları inceledim. Onun, “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir. Osmanlı devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelecek karşılıklı olarak doğuracaklardır” sözü beni çok etkilemişti. Said Nursî âlimlerin en büyüklerindendir. Onun ehl-i keramet bir âlim olduğu anlatılır. Hapiste iken onu Cuma namazında ön safta görmüşler, polisler hapse gittiklerinde onu hücresinde bulmuşlar. Mısır’da hukuk okurken bunu duyan bir talebe Türkiye’ye dönünce Said Nursî’yi ziyarete gitmiş, elindeki tesbihi masaya bırakmış. Ondan, dokunmadan tesbihi hareket ettirmesini, böylece bir kerametini izhar etmesini istemiş. Said Nursî ona şöyle demiş:

“Kardeşim, senin durumun şu misale benzer: Bir baba oğlunu mücevherat dükkânına, ona bir mücevher satın almak için götürmüş. Çocuk oradaki mücevherler yerine, babasından tavana asılı olan balonları satın almasını istemiş. Senin bu vaziyetin o çocuğa benziyor. Ben sana Kur’ân’ın mücevherat dükkânından mücevher takdim etmek istiyorum. Sen benden basit bir talepte bulunuyorsun” demiş. Ben Türkiye’ye gelmeden önce Said Nursî’yi ve eserlerini biliyordum. O, dünya Müslümanları tarafından bilinen, onlara meçhul olmayan bir şahsiyettir.

Cevdet Said’i, evinde ziyaret edip duasını da aldık. Maşallah, Cevdet Said, ilerlemiş yaşına rağmen gayet dinç. İngilizce sorduğumuz soruları, Cevdet Said’in oğlu Beşir Arapça’ya tercüme etti.

Said Nursî’nin fikirlerinden etkilendiğiniz belli bir mevzu var mıdır?

Said Nursî diğer âlimlerden farklı olarak insanlık ve dünya tarihini çok iyi biliyordu. İnsanlık tarihini iyi bilmeyen İslâm’ı iyi bilemez. “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir” sözü, onun insanlık tarihini iyi bildiğini gösteren bir delildir. Said Nursî bana Kur’ân cevherlerini nasıl bulacağımı öğretti. O yönden benim için önemli bir âlimdir.

Türkiye’de onun yaşadığı dönemdeki idareciler, fikirlerinden dolayı ondan çok korktular. Hatta cenazesini mezarından çıkarıp bilinmeyen bir yere götürüp gizlediler.

Mısır’da ikamet eden ve sürgün hayatı yaşayan Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Said Nursî’nin talebe ve tabîlerinin sayısının milyonları bulduğunu duyunca, Türkiye’ye dönen bir Ezher talebesine Said Nursî’ye hitaben bir mektup göndermiş. Talebe mektubu vermeye gittiği zaman onu hasta yatağında bulmuş. Mustafa Sabri’den selâm ile beraber mektup geldiğini duyan Said Nursî yatağından doğrulmuş, selâmı almış ve mektubu okumuş. Mektubunda ona, bu kadar talebesi olduğu halde Şer’î bir düzen getirmek için neden baş kaldırmadığını sormuştur. Mektubu okuyan Said Nursî talebesine mektuba cevap vereceğini ifade etmiş ve şunları yazdırmıştır: “Zamanımız şeriatı tatbik zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır.”

Cevabî mektubu alan Ezher’li talebe, Mısır’a dönünce onu götürüp Mustafa Sabri’ye vermiş. Mustafa Sabri de çok hasta bir haldedir.

Mektubu okuyunca şu itirafta bulunmuştur: “Şeyh Said Nursî doğru söylüyor. O doğrusunu yaptı. Biz Türkiye’yi terk etmemeliydik. Orada kalıp şehitlik pahasına hakkı söylemeye devam etmeliydik.”

Sizce İslâm’a göre cihad nasıl olmalıdır?

Bir yönetimin cihad ilân edebilmesi için, Raşit halifelerde olduğu gibi halkın seçimi ile iş başına gelmiş olması gerekir. Zorbalıkla yönetimi ele geçirip dayatma ile cihad ilân edilemez. Emevîler’in yaptığı gibi iktidarın el değiştirmesi, güç ve babadan oğula intikal yoluyla olmamalıdır.

IŞİD’in tavrına nasıl bakıyorsunuz?

Onlar İslâm mücahitleri değildir. Usame b. Ladin’in uzantılarıdır. Onlar İslâm’ı zorbalıkla, kaba güçle insanlara dayatıyorlar. Kendi tarzlarını kabul etmeyenleri de öldürüyorlar. İslâm’ın yolu ve yöntemi bu değildir. Allah’ın Rasulü (asm) İslâm’ı gönüllere ekerek yaymıştır. İslâm kafalarda mevcut fikirlerden ibaret olmayıp aynı zamanda davranışları ve yaşayış tarzını da kapsar.

Said Nursî’nin dediği gibi “medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Sözden anlamayanlar gibi icbar ile değil.” “Lâ ikrâhe fiddîn…” (2:256) âyet-i kerimesinde buyurulduğu üzere İslâm zorbalığı ve baskıyı asla kabul etmez, bilâkis ikna yolunu tercih eder.

Cevdet Said kimdir?

Cevdet Said, İkinci Dünya Savaşı sonrası İslâm dünyasının genç kuşağından. 1931 yılında Suriye’nin Golan bölgesindeki “Bi’r-i Acem” Köyünde doğdu. Çerkes asıllı mütefekkir, Cezayirli büyük düşünür Malik Binnebi’nin seçkin öğrencisi ve izleyicisi olarak ün salmıştır.

Baba Esad döneminde 5 kez tutuklanmış, sonunda öğretmenlik görevinden uzaklaştırılmıştır. Suriye’de devam eden iç savaş sebebiyle köyünü ve ülkesini terk etmek zorunda kalana kadar, kardeşiyle birlikte süt inekçiliği ve arıcılık yapmıştır. İki yıl önce köyü bombalanarak kendisi gibi Ezher mezunu olan kardeşi, yaralı bir muhalife ilk yardım hizmeti sağlarken şehid edilmiştir. İlk hapse düştüğü 1963 yılından bu güne kadar onlarca kitap yazmış, dünyanın çeşitli yerlerinde yüzlerce konferans vermiştir. Kitaplarından telif ücreti almadan, şöhretinin aksine mütevazı bir hayat sürmeyi tercih eden Cevdet Said unvanını öğrenmekte ısrar edenlere ‘inek çobanı’ olduğunu söylemekle yetinmiştir.

Cevdet Said iki yıldır İstanbul’da yaşamaktadır. Temel görüşü, şiddete ve kaba güce karşı olmak, İslâm dünyasının felsefi ve kültürel değerlerini yeniden dirilterek öze dönmektir. Türkçe’ye çevrilen başlıca eserleri şunlardır:

Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları
Âdem’in Oğlu Habil Gibi Ol
Güç, İrade ve Eylem
Değişim Rüzgârları
Din ve Hukuk
Oku; Kerem Sahibi Yaratan Rabbinin Adıyla
Âdemoğlunun İlk Mezhebi
Düşüncede Yenilenme
Makaleler

Röportaj: Faruk Çakır / Erhan Akkaya
Tercüme: İbrahim Ersoylu
Fotoğraflar: Erhan Akkaya

Dünyadan Haberiniz Olsun

www.NurNet.Org

Eşlerimiz Elbisemizdir Aslında…

Eşlerimiz Elbisemizdir Aslında..

 

RABBİMİZ, Kur’ân-ı Kerim’de eşleri “birbirlerinin elbisesi” olarak tarif eder.

 

Bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin eşleri “elbiseler” diye tarif etmesi, hiç şüphesiz, sonsuz manalar içeriyor olmalı. “Elbise”nin anlamı ve çağrıştırdıkları üzerinden eşimizi anlamaya çalışabilir miyiz?:

 

Başkalarına elbisenizle görünürsünüz. Elbisenizin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı dışarıya verdiğiniz mesajdır. Elbisenizin güzelliği ile kendinizi önemsediğinizi ve önemli olduğunuzu ifade edersiniz. Kirli, pejmürde, dağınık, sökük, yırtık bir elbise kendinize değer vermediğiniz anlamına gelir. Şu halde, “Elbisemden bana ne?” deme hakkınız yoktur. Kendinizi elbisenizle tanıtırsınız; o kimliğiniz olur, kişiliğinizi ortaya koyar. Elbisenizde olabilecek her türlü kusur, size mal edilir; kişiliğinizden kaybettir.

Eşiniz de sizin başkalarına göründüğünüz kimliğinizdir. Onu yıpratırsanız, bakımını ihmal ederseniz, perişan hâle getirirseniz, önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Kişiliğini kaybeden, özgüvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sizin kendinizi böyle bir eşle yaşamaya mahkûm ettiğinizin göstergesidir. Bu da sadece eşinizi değil, kendinizi de önemsemediğiniz anlamına gelir.

 

Elbiseniz ayıplarınızı örter. Çıplak gezmek kadar utandırıcı bir şey yoktur herhalde… Şükür ki elbise sizi hem güzelleştirir, hem de bedeninizin saklamanız gereken kısımlarını örter. Bir bakıma sırdaşınızdır elbiseniz; en gizli saklı yerinize dokunur ama başkasına göstermez. İç yüzü çıplaklığınızı görür ama dış yüzünde bunu kimseye belli etmez. Hiç ummadığınız bir zamanda sökülüveren yahut içindekini gösteren bir elbise ayıplarınızı sergiler, sizi mahcup eder.

 

Eşler de birbirlerinin kusurlarını örtmek için vardır. Eşlerin kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Eşiniz, sizin hakkınızda başka kimsenin bilmediklerini bilir, sizde başka kimsenin görmediklerini görür. Elbette, bir “elbise” yahut “örtü” olarak, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için yanınızdadır. Eşinizin hata ve kusurlarını küçültüp saklamak yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışıyorsanız, siz “elbise” değilsiniz. Bu yüzden eşinizi kimseyle kıyaslamayın; çünkü başkalarını sadece elbiseleri üzerinden görürsünüz; başkalarının elbiselerinin bildiğini bilemezsiniz.

Elbiseye siz değer katarsınız. İçine bir insan girdiğinde değer kazanır elbiseler. Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Onu değerli kılan, bir insan bedenine uygun olması, bir insan tarafından giyilebilir olmasıdır. Bir başka deyişle, insan elbiseyi giyindiğinde, elbise de insanı giyinir. İçinde insan olan bir elbise adeta konuşur, işitir, görür, düşünür. Kendisinde kişilik olmayan bir insanı çok güzel bir elbise kişilik sahibi etmez. Elbise üzerinden sarkar, her haliyle o insana fazla geldiğini söyler.

 

Çoğunlukla “iyi” ve “ideal” bir eş ararız. Bu arayış kendimizin bu “iyi” ya da “ideal” eşe, “iyi” ya da “ideal” bir eş olup olamayacağımız detayını gözden kaçırtır. İyi bir elbiseyi giyinince, adam olunmayacağı gibi, iyi bir eş bulununca da, iyi bir evlilik garantisi yoktur. Öncelikle bu “iyi” eşe, “iyi” eş olmanız gerekir. Sonra da iki “iyi” eş olarak “iyi” bir ilişkiyi sürdürmenin ve geliştirmenin yollarını aramanız gerekir. Eşler birbirlerinin elbisesidir; yani birbirlerini giyinirler. Aralarındaki uyum onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. Eşiniz de elbiseniz olduğuna göre, sadece onu giyinmekle değer kazanacağınızı düşünmeyin. Elbiseye sizin de katacağınız bir şeyler vardır. Ona göre yürümesini, ona göre durmasını, ona göre davranmasını bilmeniz gerekir.

Elbise sizi korur. Elbisenin örtme fonksiyonuna ek olarak koruma fonksiyonu da vardır. Elbise soğuktan, aşırı sıcaktan, kir ve tozdan vs. korur. Canınızı ve teninizi tehdit eden şeyler karşısında, elbisenize daha sıkı bürünmeniz gerekir. Aksini yapıp böylesi tehditlerden elbisenizi sorumlu tutmanız haksızlık ve akılsızlık olur.

Selam Ve Dua lar ile…

Hatice Başkan

Nuryarenleri571.blogcu.com

Nereden Nereye Geldik

İnsanları dalaletten kurtarmak için Allah tarafından Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam ile gelen İslam dini yavaş yavaş yayılmaya başlarken, hanımlardan ilk Müslüman Hazreti Hatice radiyallahu anha validemiz iken,  erkeklerden de ilki Hazreti Ebubekris-Sıddık. r.a.dır. Peygamberimiz vasıtasıyla Allah tarafında bize  gelen hak din ile ilk şeref ve fazilette birinciliği kazanan bu iki cinsin birinci mübarekleri, en sıkı dönemde bile Aleyhissalatu Vesselama destek olup, ta 40 Müslüman oluncaya kadar, İslamiyet’i gizli tutmuşlardır, Ömer-ül Faruk la birlikte 40 olduktan sonra İslamiyeti ilan ederek yavaş yavaş  sahabelerin sayısı çoğalmıştır.

Fakat o mübarek Sahabeler müthiş düşmanlara  karşı gelebilmek ve hak din olan İslamiyet’i yayabilmek için canları pahasına düşmanla savaşıp çarpıştılar. İşte Peygamberimiz (a.s.m.) hayatta iken yapılan savaşlarda birçok şehit vererek, Veda Hutbesi esnasında Sahabeler epeyce azalmıştı. Bundan sonra, Tabiin, Tebe-i Tabiin, Emevi ve Abbasi devletlerinden sonra, İslamiyet Osmanlı İmparatorluğu ile en parlak devrini yaşadı. İşte kâinatın Halıkının getirdiği  dini kabul edip, “İla-i Kelimetullah” (Allahın dinini yükseltme) yolunda canını verme pahasına bile olsa, dedeleri gece gündüz İslamiyet’i yaymak için koşan Müslümanlardan biz âcizler, dedelerimizden bize  en güzel miras olan hak din İslamiyet’i terk etmemek için son derece gayretli olmamız lazım ve elzemdir.

Türk milleti olarak bizler, İslamiyet’i yaşayıp ona sahip çıkmak kadar önemli başka hiçbir iş yoktur. Yani ecdadın bize bıraktığı dini ve dini kaynaklı güzel adetleri yaşayıp onunla iftihar etmek bizim önemli görevimiz ve bizim için çok mühimdir. Çünkü Allah tarafından gelen Kur’an-ı Kerim ile, dünya ve ahiretimizi cennet yapma zenginliğine ancak bu şekilde kavuşabiliriz.

Şunu bilmeliyiz ki, İslam dini kuru teoriden ibaret değildir, onu ancak uygulamaya koyulduğumuz zaman meyvesini alabiliriz. Bu itibarla bizim asıl vazifemiz maneviyattan uzak kalan gençliğe dinin hakikatlerini anlatmaktır.

Dinimizi yaşayıp uyguladığımız zaman dünyaya hakim olduğumuzu görmek için, Tarafsız tarihçilerin eserlerine bakmak yeterlidir.

Sözgelimi tarihin büyük şahsiyetlerinden, Fatih Sultan Mehmed’i düşünelim, Onu Fatih yapan sırlar neler di?

Başta, Allaha harfiyyen itaat eden Fatih’in annesi,  Hüma Hatun  Valide Sultanla, babası Sultan İkinci Murat Hazretleridir. Çünkü o mübarekler, her anne ile babanın en büyük derdi olması lazım gelen, onlara Allah  tarafından hediye olarak verilen evlatlarını, Allahın rızası dairesinde yetiştirmeye titizlik göstermeleridir.

Fatihin babası yaşadığı bir hadiseyi size anlatayım: Anne ile Babası fatihin eğitimine verdikleri önem, Oğulları Fatihte çok güzel meydana çıkmış olur:

Fatih’ın Babası İkinci Murad Hazretleri iptidai derslerini almak için oğlu Fatih’i, hocası Molla Gürani’ye götürmüş. Küçük Mehmet orada ders alırken, padişahın oğlu olduğu için, kendine güvenerek, hocasının sertliğini babasına şikayet etmiş. Babası da hocasını ikaz edeceğini ve sen padişahın oğluna nasıl öyle davranırsın diyerek, hocasına lazım olan dersi vereceğini küçük Mehmed’e  söylemiş. Bu şekilde Fatih olacak oğlu Mehmed’i rahatlatmış. Öbür yandan S.Murad hocası Molla Gürani’ye gidip demiş: Hocam Bizim küçük Mehmet biraz şımarıyor, fakat, tedbirimizi şöyle alacağız:

-Bir gün ben Mehmet’le birlikte mektebe geleceğim. Sana niye oğlumu rahatsız etmişsin diye çekişeceğim, sen de eline sopayı alıp bana, al oğlunu ikiniz de buradan defolun derken, birkaç sopa sırtıma vurup bizi mektepten kovacaksın. Ondan sonra ben küçük Mehmede: İşte ne yaptın? Arkadaşların okurken sen cahil kalacaksın diyerek ikna ettikten sonra, elinden tutup okutmanız için zatı âlinizin huzuruna yalvarmaya geleceğim. Nitekim öyle yapmış. Böylece küçük Mehmedin uslulaşmasını temin etmiş.

İşte, anlattığım gibi Fatih  Sultan Mehmed’in anne ve babası ağızla dua yaptıktan sonra, makbul dua yerine geçecek, tedbiri de alarak o tedbir fiili dua hükmüne geçmiş, kavli fili vazifelerini yaptıktan sonra işi Allaha havale etmişler. Çünkü “Anne ile babanın evlatlarına karşı dualarının makbuliyeti, Peygamberlerin a.s.m. ümmetlerine karşı yaptıkları dualar gibidir” hadisi şerifini onlar bizden daha iyi anlamışlar. Evet, ebeveynler evlatları için bu kadar ciddi uğraşmaları neticesinde, bakın Fatih’in olgunluğuna:

-Herkesin bildiği gibi, 21 yaşında Padişah olan Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri, Peygamberimiz (a.s.m.) ın “Letüftehannel Kostaniyyetu. Feleni’mel Emiru Emiruha, feleni’mel ceyşu zalikelceyş” meâli (İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onun askeri ne güzel askerdir.) Hadisi Şerifini Fatih düşünerek “Ah! İstanbul’un fethi, bana  nasip olacak mı?” diyormuş. Çünkü o biliyordu ki, birçok hükümdar fethetmek için İstanbu’la  yürüdükleri halde onlara nasip olmamıştı.

Fatih Edirnedeyken İstanbul’u Fethe hazırlanırken bir gün  halkı denemek için, tebdili kıyafet ederek esnafı denetlemek ister,  ilk olarak bakkalın birine gider.  Bakkaldan yağ ile bal ister, bakkalcı kıyafetinden ötürü kendisini tanımadığı Fatihe istediği kadar yağ verdikten sonra, kusura bakmayın, ben sabahtan beri takip ediyorum, köşedeki bakkal siftah yapmadı, sana zahmet balı oradan alsanız memnun olurum deyince, Fatih sevinerek oradan ayrılır. Bir rivayete göre öteki bakkaldan balı aldıktan  sonra bir kasaba gider, kasaba iki okka kuzu eti verir misin der eti aldıktan sonra, kasaba bir takım ciğer de ver deyince, kasapta Fatihi tanımadığı için  kardeşim ne olur ciğeri yol ağzında ki kasaptan al deyince; Fatih aldığı cevaplardan çok memnun kalarak, kendi kendine, Allah’ın yardımı ile, bu halkla ben İstanbul’u fethederim diyerek, Orduyu hümayun’u İstanbul’un fethi için hazırlamaya başlar ve hazırlar.

İstanbul’un surlarını kırabilecek güçte topları kendi icat ederek döktürüyor.  Bununla beraber haliç tarafından İstanbul’u muhasaraya almak için, insan ve hayvan gücüyle, yetmiş kadar gemiyi Beşiktaş’tan Kasım Paşaya  kızaklar üzere, getiriyor. Kendisi de Ordu-i Hümayunla birlikte İstanbul’un surlarını kırıp dağıtmak için yarı gecede geliyorlar. Yoluna manevi ışık tutması için, Alim ve maneviyat abidesi hocası Akşemseddin’i yanında getirip Topkapı’ya  geliyorlar. O esnada askerine: Yatıp biraz istirahat etmelerini emrediyor. Sabaha karşı, ateş et emri etmeden önce, askerlerin takva sahiplerini seçerek sağ avucunu yağ yanağına koyup sünnete uygun yatanları kaldırıp onlarla savaşın ilk hareketini onlarla başlatıyor. Böylece bildiğiniz gibi düşman Ulubatlı Hasanın bir kolunu koparıyor, Ulubatlı öteki eli ile “Lailahe illallah Muhammedür-resülullah” yazılı Hilafet bayrağını surlara dikiyor. Nihayet İstanbul fethediliyor.

Sonra Müslüman’lar İstanbul’a yerleştikten sonra, papazlar hakimiyetimiz elimizden gitti deyip dışarı çıkmamaya karar vermişler. Fatih bunu öğrenince, zaptiyelerini  gönderip papazları yanına getirterek onlara demiş ki: İşte size padişahın mührünü taşıyan birer kağıt; gidin bununla mahkemelere serbest girin ve orada görün İslam’ın  adaletini. Siz oralarda İslam’ın adaletini gördükten sonra, inanacaksınız ki, bizim idaremiz altındaki hayatınız önceki hayatınızdan daha rahat olacaktır. Onlar da oradan çıkarlar, mahkemeler ancak Edirne ve Bursa’da bulunduğu için, Papazlar vapura binip Bursa’ya giderler ve orada bir mahkemeye girerler. Girdikleri mahkemede kadının huzurunda şöyle bir davadan iki kişi mahkeme olduklarını görürler:

Biri bir vatandaşa bir tarla satmış, tarlayı alan adam, tarlayı sürerken, sabanın demiri, altınla dolu küpün kapağını kaldırmış, bunu gören tarla sahibi, hemen küpü tuttuğu gibi, tarlayı aldığı adama götürüyor ve diyor ki: Kardeşim al altınlarını, ben tarla aldım, altın almadım. O da buna, ben içinde ne varsa tamamını sattım, alamam bana haram olur diyor ve işin halli için davayı  mahkemeye veriyorlar. Mahkemede kadı adaletli kararını vermek için,  her ikisini nüfuslarını teker teker sorar ve öğrenir ki, birinin bir kızı, ötekinin de bir oğlu bekâr varmış.  Nihayet kadının hükmü, bu çocukları evlendirin de bu altınları beraber harcasınlar. Bu hükmü dinleyen papazlar, hayran kalarak oradan ayrılırlar.

Şimdi biz tarihimizden gelen bu mükemmel adaleti öğrenince, düşünüp yakinen inanmamız lazım ki, insan Allah’ına ne kadar sağlam bağlanırsa o kadar mükemmel iş yapar ve Allah’ın rızasına muvaffak olur.

-İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya yı cami yapıp ilk Cuma namazını orada kılmaya hocalarının re’yi ile kararlaştırırlar. Hocalar aralarında şöyle bir karar vermişler. “Yatsı ve ikindi namazının sünnetini terk etmeyen kim ise Ayasofya da ilk Cuma namazını o kıldıracaktır.” Vakit gelmiş bu kelimeler ile seslenerek imam ararken,  yine İstanbul’un Fethi ile müjdelenen Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerine İstanbul’da ilk Cuma namazını kıldırmak şerefi nasip olmuş. Böylece Fatih, sünneti gayri müekked olan yatsı ve ikindi namazlarının sünnetlerini de terk etmediği ortaya çıkıyor. (Haşiye) İşte, Fatih Sultan Mehmet Hanın başarısının sırlarından bir kaçı.

(Haşiye) (Bazısı bunun hakikatini bilmediği için, yatsı ve ikindinin sünnetini Peygamberimiz (a.s.m.) terk etmiştir diyor ve terk etmek sünnettir diyor. Fakat bunlar bilmiyorlar ki: Takva cihetine bakılırsa Peygamberimizin (a.s.m.) yaptıklarının hafif taraflarını değil, ağır taraflarını almak daha iyi olur. Hatta takvayla amel edenler başka mezhebin hafif tarafını alamazlar,  fakat ağır tarafını rahatlıkla alabilirler. Mesela Hanefi mezhebinde olanlar, Şafilerin kan akınca abdesti bozmama meselesini alamazlar. Fakat evlenmesi caiz olan kadının çıplak eline çıplak eli o hanımın çıplağına temas etse abdesti bozulur, meselesini rahatlıkla alabilirler ve bunu tatbik de edebilirler.

Evet, bu kadar Allaha bağlı ve itaatkâr olan bir padişaha, Rahim olan Allah, ona layık ihsanını başarılarla gösteriyor. İşte bütün Müslümanların, bilhassa Türklerin şeref ve övgüsü olan Fatih Sultan Mehmet han hazretleri 28 yıl padişahlığı süresince  2 imparatorluk 14 devlet ve 200 şehir fethetmiştir.

Evet! Kâinatın yaratıcısı olan Allah, Takva sahiplerine ve Onun mükâfatı olan cenneti ile müjdeliyor ve  Allahın kanunlarına isyan edenleri ceza yeri olan cehenneme atması de mahzı adalet oluyor. Evet Fatih gibiler böyle sağlam imanla dünyaya meydan okumuşlar. Osmanlının o parlak devrinden sonra, duraklama devri başlamış ve dış düşmanların  münafikane yaptıkları hileler neticesinde, işte 300 senedir yavaş yavaş Müslümanları yıpratmaya çalışmışlar. Onlar asil hedeflerine yirminci asırda ulaştılar. Tahribatlarının en büyüğü olan sefahatlerini teknikle ve fen ilimleri ile sarıp biz Müslümanlara kabul ettirdiler. Fakat onların o sahtekarlıkları günden güne, yalınız Müslümanların nefretlerini kazanmakla da kalmayıp, yaydıkları dinsizlik ve insanlıkla bağdaşmayan inanç ve hareketler, kendi memleketlerinde ki insanlarında nefretini kazanıp, onlarında fıtri ihtiyacı olan hak dine meyilleri günden güne artıyor.

Geçmeden bunu da ifade edeyim, günümüzde bazı Müslümanlar, dinin, bazı hafif taraflarını işlerine geldiği için onlara sarılıyorlar.

Bu hal başka değil, ancak şuna benzer: Bir insan, ayaklarım var ya, öteki azalarım olmasa da olur. Veya Gözlerim var ya kulaklarım olmasa da yaşarım demeye benzer. Halbuki iki hayatta rahat ve mutlu yaşamamız için Allah’ımız bize emrettiği ibadetlerin tamamını, yani onları  uygulamaya çalışmak gerekir.

Evet! Bu bize gösteriyor ki, bir insanın imanı ne kadar zayıflarsa, o, o kadar dini hayatından taviz verebilir. Öyle ki, benim Müslüman vatandaşım ufak bir iş bahanesi ile, namazını terk edebiliyor. Benim işim yorucu veya midemde biraz rahatsızlık var diyerek orucunu bozabiliyor. Veya, bir imansız doktorun, sen oruç tutamazsın demesi ile oruç tutmaya yanaşmıyor ve saire.. Allah bizi ve din kardeşlerimizi bu gaflet uykusundan uyandırsın. Amin!..

Bugün insanlara örnek olabilecek insana çok ihtiyacımız var. Müslüman olan erkek ve hanımlar her hareketleri ile insanlara örnek olmaları icap ediyor. Bozmak kolay yapmak zor olduğu için, yirmi günde yirmi kişinin yapamayacağı bir binayı, bir kişi bir günde harap edebiliyor. Biz batı diye diye ahlakımızı atarak battık.  O hale geldik ki televizyonda, kadın taytla külotla namaz kılabilir mi? Kadın erkekle ayni safta, başı açık namaz kılabilir mi? meseleleri tartışma konusu yapıyoruz. Allah’ım bu gibiler gibi olmaktan bizleri muhafaza eylesin.

Bunu herkes bilmeli ki, dini bilgilerden habersiz, dinden uzak bir haldeyiz ki, ecnebiler bir kaç kuruş paraya gafillerimizi satın alıp menfaat için onların dinlerine muvakkaten de olsa sokabiliyorlar. Halbuki, dinine bağlı bir Müslüman, mantığını kullanarak kendi dinini terk edip, hükmü geçmiş, başka bir dine kat’i surette giremez. Eğer girse mantığın değil, duygularının ve hislerine mahkûm olmanın neticesinden girer. Yani ya para için veya başka bir menfaat için girer. Çünkü dinsiz olmak için düşünmek lazım değil. Fakat dinine sahip çıkmak ve dindar olmak, mantığın kendi eseridir. Dindar olmakta iş var görev var, fakat onunla beraber, Dinine sahip olan kimsenin mantığı, aldığı o manevi bilgiler, onu o mes’uliyeti taşımağa mecbur ediyor ve ne pahasına olursa olsun bildiğini uygulamaktan geri kalamıyor. Çünkü, vazifesini yapmazsa karşıda nasıl bir zararlarla karşılaşacağını kesin olarak inanıyor ve inandığının gereğini yapıyor.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Abdullah Yeğin Ağabeyden Nur Hizmeti İle İlgili Bazi Bilgiler

Abdullah yeğin abi:Gayemiz bir ise hepimiz biriz

Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?

Üstadımız derdi ki mesleklerde ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Gaye bir ise hepsi bir demektir. Meselâ siz ne yapıyorsunuz: Risale-i Nur’dan anladığınızı tatbike çalışıyorsunuz. Risale-i Nur’u program yapmışsınız. Eskiden kos koca İstanbulda tek bir dershane vardı oda Süleymaniyede kirazlı mescid sokağı 46 numarada idi.orada birisi hükmetmesi kolay idi. Şimdi bütün Türkiye de ki dershanelere birisi hükmetmesi kolay olmaz. Her dershanenin başında biri vardır. Bütün bunlar tek bir yerden emir almak  kolay değildir.Her dershanenin başında olan Risale-i Nurdan istifade ettiği derecede derse gelenlere vermeye çalışır, kabiliyeti ve gücü yettiği kadar Risale-i Nurdan, cemaate birşeyleri öğretmeye çalışırlar. Herkesin gayesi neticede imana hizmet olduğu için hepsinin gayesi birdir. Ben hepsi dinsizliğin karşısında bir yumruktur diyorum. Bunlar ayrı ayrı gibi görünüyorlar, ama işbölümü yapmış durumdalar. Meselâ ben Urfa’ya gidiyorum. Gittiğim zaman 1951’di, Urfa’da ancak iki yerde (yazın başka, kışın başka yerde oturuyorduk) ders okunuyordu. Şimdi ise sayısı belli değil. İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum da öyle. Her tarafta böyle. Demek ki bu umumî bir ihtiyacın neticesi, gelişmesi oluyor elhamdülillah.

Risale-i Nur bütün aklımıza gelenleri cevaplandırıyor. Bu hizmette olanlar Risale-i Nur’u iyi okumalı. İhlas, Uhuvvet Risalelerini çok okumalı ve mü’minler arasında birliği beraberliği temine çalışmalı. Arayı açmaya değil, yaklaştırmaya çalışmalı. Mü’mine, Müslümana düşen en büyük vazife ehl-i imanın ittihadı, birliği, beraberliğidir. Bugün yeryüzünde iki milyona yakın Müslüman var. Ecnebîler aramıza girmişler, bizi birbirimizle uğraştırıyorlar, İslâmiyete zarar verecek faaliyetler ortaya koyuyorlar. Bunlara karşı ancak yekvücut, bir vücudun azası gibi olmakla galip gelinebilir. İmansız Cennete giden yok, imansıza dünya saadeti de yoktur. O­nun için en büyük ve esas mesele imanı kurtarmaktır.

Elhamdülillah Nur Talebeleri arasında: Şimdi eskiden daha ziyade birlik, beraberlik, yaklaşmak, samimiyet, birbirlerine gelmek-gitmek devam ediyor, daha da sıklaşacak. Nereye gidersek gidelim, hep birbirimize kardeş nazarıyla bakıyoruz. Sempozyumda da söyledim, 1940-41 senesinde Denizli hadisesinden dört-beş ay evvel Üstad şöyle demişti: “Ben gittiğim yerlerde sekiz sene kadar kalıyorum. Şimdi sekiz sene yaklaştı. Ben ya öleceğim, ya buradan gideceğim. Siz hakikî kardeşsiniz. Siz Risale-i Nur’u devamlı okuduğunuz ve yazdığınız için sizi kardeş kabul ediyorum. Birbirinizden ayrılmayacaksınız. Risale-i Nur’dan da ayrılmayacaksınız. Bir zaman gelecek, her tarafta Risale-i Nur’un talebeleri olacak. Belki bir daha görüşürüz, belki görüşemeyiz.” Böyle bir ihtimal de söyleyince çok müteessir olduk. O zaman “Merak etmeyin, tekrar görüşeceğiz” dedi. Üstad senelerce evvel “Siz kardeşsiniz, birbirinizden ayrılmayın, Risale-i Nur’dan ayrılmayın” diyor. Şimdi elhamdülillah görüyoruz ki birbirini tanımak, birbirine yaklaşmak ve müsbet hareket etmek artıyor.

Yaratılış itibariyle kimsenin kimseye benzemediğini görüyoruz. Düşüncelerde de farklılıklar var, hizmetlerde de var. Görüşler, anlayışlar birbirinden ayrı oluyor. o­nun için benden darılan, mecbur ötekine gidiyor, ötekinden darılan ötekine gidiyor, böylece milletin arasına Risale-i Nur daha çok giriyor elhamdülillah. Yani bunlar hep hikmetli hadiseler.

Biz Muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur

ÜSTADIN İFFETİ
Merhum Molla Hamid diyor ki: Molla Resul (1872-1952) “Tahir Paşanın(1847-1913) evinde iki tane kızı vardı. Birini Üstadımıza vermek istiyordu. Neyse, sonra Paşayı başka bir yere naklettiler, oraya gitti. Bir gün mevzu açıldı. Üstad’a; “Paşanın iki tane kızı vardı. Birisini siz alacaktınız” diyorlardı, siz görmediniz mi” dedik. “Kasem ederim, ben o evde kız olduğunu bilmedim” diye cevap verdi.(s:74)

ÜSTADIN AZ YEMESİ VE YEDİRMESİ
Üstad, özellikle Eski Said dönemi talebelerine perhiz uygulatıyormuş. Bu konuya muhterem “Üstadın talebeleri büyük ölçüde riyazet yaparlarmış o da onlara bal verirken bir çay kaşığı verirmiş. Oysa ki bizde çok abur cubur yemek var, çarşıda dolaşma var maalesef.” Bu konuda Hamid ağabeyin bir hatırası şöyle; “Sizi yeminle temin ederim bu şekilde ben Üstadımızın yanında bir-iki sene kaldım, ancak bir gün tok olabildim. O bir gün de, bir talebe pilav pişirmişti, tencerede pilav artmış, sahan almadı. O talebe bana dedi; “Gel bunu ye, sonra sofrayı götür” Ben biraz yedim, sonra biraz da üstadın yanında yedim O gece doyduğumu hatırlıyorum.” (s: 80)

Bu malutı kardeşlerle paylaşan:

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Nur Hizmetinde Şahsın Liderliği Şeyhlik Ve Mürşidlik Makamları Olmaması

(mürşidlik ve şahıs merciiyeti  mes’elesi)     

bismillahirrahmanirrahim

1-(Dini mesleklerde şahsın merci ve metbu olması, ancak vesilelik cihetiyledir.

Evet “”Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri, hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. (Mesnevi-i Nuriye sh:240)

Eğer şahıs, Kur’andaki hak ve haikatın muhafızı ve mahzarı ise ve merciiyet makamını istemek temayülü de yoksa makbuldür. Evet hakikatta hidayet ve irşad mercii ve menbaı Kur’andır. ) Zaten bunu Üstad kendini ortadan çekip Risale-i Nurları göstermesi bize büyük bir ders olması lazım ve elzemdir.

2- Risale-i Nur mesleğinde ise, cadde-i kübra olan Sahabe mesleğinin bir in’ikası olması cihetiyle (Emirdağ Lâhikası-1 sh: 67 p. 4) evvelâ Kur’andan hak düsturlarına ve hakikat-ı İslâmiyeye; ve sâniyen bu ilâhî hidayetin müttebii ve muhafızı olmaları sebebiyle bir şahs-ı  mâneviye ittiba edilir, merciyet mânasında olarak şahıs nazara verilmez. Evet şu sarih beyan ve ifadeler nâzar-ı teemmüle alınmalıdır:

“Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi “Ferîd” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile- Hicaz’da bulunan kutb-u a’zamın tasarrufundan hariç olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı A’zam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme’de dahi -farz-ı muhal olarak- Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u a’zamdan dahi gelse; Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u a’zamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telakki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.”(Kastamonu Lâhikası:196)

3- Bediüzzaman Hazretleri, “ hatta Said de -El’iyâzübillâh- Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz alâkamızı hiç sarsamayacak.”(Emirdağı Lâhikası-1 sh:125) diyerek Risale-i Nur’a bağlılığın elzemiyetini ehemmiyetle nazara vermiştir.

4- “ Evet, ULEMAİ ÜMMETİ KE ENBİYAİ BENİ İSRAİL   ferman etmiş. Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve hârika zâtlar bu hadîsi, kıymetdar irşadatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş. Şimdi ise aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risalet-in Nur’u ve sırr-ı tesanüd ile bir ferd-i ferîd manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş.)”(Kastamonu Lâhikası sh:7)

5- “(Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-in Nur’un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-ı ilmiyeye münasib olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zahiresi bulunan Mu’cizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmidokuzuncu Söz ve Âyet-ül Kübra gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kat’î bir kanaat vermiş. Hattâ sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine müteaddid vakıalar şübhe bırakmıyor.) ”(Kastamonu Lâhikası:10)

6- Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.”(Emirdağ Lâhikası -1 sh:87 )

Aşağıdaki beyanda Hz. Üstad kendi sahasında tevazu makamıyla ders verdiğini kabul ile beraber, devam eden hizmet-i Nuriyede şahıstan ziyade Risale-i Nur’un nazara verilip   gösterilmesi hem ahirzaman fitnesinin bozuk cemiyet şartları içinde hakiki kemalatın tam kazanılmamasının hatırlatılması da  ciddi bir hakikattır. Şöyle ki:

7- “(Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.)”(Kastamonu Lâhikası sh:56)

8- “Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.”(Şualar: 288)…

Bu cümledeki “hakiki şakirdleri” ifadesi, mefhum-u muhalifi ile “hakiki olmayan şakirdleri” de hatıra getiriyor, yani ihlas ve Risale-i Nur’un esasat ve düsturlarına sadakat göstermeyenleri…

9- “Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.”(Barla Lâhikası:124)

 

10- “Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır.”(Kastamonu Lâhikası sh:162)

11- Yine Hazret-i Üstad’ın şahsını dahi merciiyetten azledip Risale-i Nur’u üstad gösterdiğine dair ifadeleri vardır. Ezcümle, bir mektubda şöyle der:

“Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve manevî ders ve yardım ve himmet Hüsrev, Re’fet, Tahir, Feyzi, Sabri. bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis Hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar. Meselâ, seninle görüşen muvakkat bir dirhem ders ve nasihat alsa, Risale-i Nur’dan bir cüz’ünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan nasihat alır, sohbet eder. Hem Nur şakirdlerinin hasları, bu vazifeni her vakit yapıyorlar. Ve inşâallah pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı manevîleri, daimî beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi.”(Şualar sh:492)

12-Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.”(Kastamonu Lâhikası sh:89)

13- Keza, Risale-i Nur mesleğinde şahıs merciiyeti bulunmadığı, Mevlâna Hâlid Hazretleri ile Hazret-i Üstad’ın farkı anlatılırken de şöyle beyan edilir:

“İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci’ gösteriyor. Hazret-i Mevlâna Hâlid’in şahsiyeti, kutb-ül irşad, merciil-has ve-l âmm olmuştur.”(Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh:16)

14- Mes’elemizi tenvir eden bir düstur:

Risale-i Nur Talebeleri, Risale-i Nur’un dairesi haricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer arasa Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren manevi güneşe bedel bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.

Hem Risale-i Nur dairesinde halis ve çok ruhları  her ferdine kazandıran ve Sahabenin sırr-ı veraset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkâranesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvet” ise, hariç dairelerde ve o peder ve o mürşid üç cihetle zarar vermek suretiyle -bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz.

Bir tek peder yerine pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddid şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir. Daireye girmeden evvel bulduğu mürşidi, her ferd dairede dahi muhafaza edebilir. Fakat mürşidi olmayan, daireye girdikten sonra, ancak daire içinde mürşid arayabilir.

Hem Risale-i Nur’un velâyet-i kübradan olan sırr-ı veraset-i Nübüvvet  feyzini veren ders-i hakaik dairesindeki  ilm-i hakikat dahi, daire haricindeki tarikatlara ihtiyaç bırakmaz Meğer tarikatı yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nurlara ve zevklere mübtelâ ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî  zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola.

Bu dünya dâr-ül hizmettir, külfet ve meşakkatle ücret ölçülür. Dâr-ül  mükâfat değil! Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerametdeki ezvak ve envara ehemmiyet vermiyorlar. Bazen kaçıyorlar, setrini istiyorlar.

Risale-i Nur dairesi geniştir, şakirdleri pek çoktur. Harice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez;  belki daha  içine almaz. Her insanda bir kalb var. Bir kalb hem dairede, hem hariçte olamaz. Hem hariçteki irşada hevesli zâtlar, Risale-i Nur şakirdleriyle meşgul olmamalı. Çünki üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsız var; onları bırakıp bunlarla megul olmak, irşad değildir. Eğer bu şakirdleri severse, evvelâ daire içine girsin; o şakirdlere peder değil, belki kardeş olsun, fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun. (yani şeyhlik, hocalık, hocaefendilik, liderlik pozisyonuna geçmesin, Abileri olsun…naşir)…

 

Hem bu hâdisede göründüğü gibi, Risale-i Nur’a intisabın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna  bu fiyatı veren ve o yolda bütün Âlem-i İslâm namına dinsizliğe karşı mücahid vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleğini terkedip başka mesleklere girmez.”(Hakikat Nurları sh:150)

Mezkûr düsturda, tarikata mütemayil bazı fıtratların daire içinde mürşid bulabilecekleri yazılıyorsa da, bunun bir emir olmadığı, ancak bir ruhsat olduğu ve tarikata mütemayil fıtrat sahiblerini  Nur dairesinde Nur’ a bağlı bir zâttan istifade etmesi maslahatı bulunduğu… hem Risale-i Nur’un muhtelif  bahislerinde meslek-i Nuriyenin velâyet-i  kübra yolu olduğu gibi hususlar ve bu derlemede görünen sarih beyanlar müvacehesinde, daire-i Nur’da Hasların şahsı manevisini nazara almayarak bir şahsın merciiyeti  (şahsa bağlanmak) fikri iddia edilemez.

 

15- Merhum Hulûsî Ağabey’in şu ifadesi de şâyân-ı dikkattir.:

“Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba’-ı Sünnet et, yedi kebairi işleme dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risalet-ün Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can ü dilden, belî dedim, tasdik ettim ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.”(Barla Lâhikası sh:29)

Yine Hulûsi Ağabey’in mevzu ile alakalı bir ifadesi de şöyledir:

“Ümid ve iman gibi pek âlî sermayemiz var. Üstad Hazretlerinin âlî tavsiyeleri:

Beş vakit namazını ta’dil-i erkân ile kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. Yedi kebairi terk et, çünki sagairi arayacak zamanda değiliz. İttiba’-ı sünnet et, zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekâtı taklide değer saf, hâlis ve muhlis bir hâdî ki, (o da seni yine bu yola götürecektir) maalesef bulamayacaksın. Belki bu yola çıkaracaklar vardır. Fakat kömür ile elması kim fark edecek?  Öyle ise sen çalış, ondan daha iyi kılavuz bulamazsın. Derslerinden birinde ki, her vakit zikrettiğim MEN AAMENE BİL KADER EMİNE MİNEL KEDER   şefaatbahş vecizesi hatırımızda varken, şübhesiz her musibet ve her elem hoş karşılanacaktır.

Aziz kardeş! Zaman olur ki her şey, herkes, her muamele, kalbi incitiyor. Fakat işte tiryakı:  FEİN TEVELLEV FEKUL HASBİYELLAHU LA İLAHE İLLA HU. ALEYHİ TEVEKKELTÜ VE HÜVE RABBÜL ARŞİL AZİM…

Her zaman söylüyorum:  Biz bu fâni hayat için dostluk yapmıyoruz. Bu kısa hayata veda etmek, indimizde ve itikadımızda ebedî bir hayatın mukaddemesidir, öyle ise müteessir olmayalım. Nice ki, o hayata başlamadık. İşte mürasele ile muvasalayı temin edelim. Allah’a güvenelim, Ondan meded dileyelim…..Hulusi”(Barla Lâhikası sh:49)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version