Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Dünyaya Örnek Olanı Örnek Alalım

        Efendimiz zamanında Hicaz bölgesinde hem arpa hem de buğday, elde edilmesi ve bulunması zor olan yiyecek maddelerindendi. Bununla birlikte her ikisine de sâhip olma imkânı en fazla olan, yine Peygamberimiz idi. Fakat Resûl-i Ekrem, hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumun sâhip olmadığı imkânları elde etme ve onlardan farklı yaşama gibi bir temâyül içinde olmamıştır. İnsanlar açlık çekmişse, buna herkesten çok kendisi ve ailesi mâruz kalmıştır. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Resûlullâh’a, dilerse kendisi için Mekke vadisinin altına çevrilmesi teklif edilmişti. Ancak o, bunu kabul etmeyerek bir gün tok, bir gün aç kalmayı tercih etmiş ve;“Allâhım! Acıktığım zaman sana tazarrû ve niyâzda bulunurum, doyduğumda ise sana hamd ve sena ederim.” ( Tirmizî, Zühd, 35) diyerek mucizevî ve imtiyazlı bir hayât tarzı istememiş, içtimâî kanunlar neyi gerektiriyorsa ona uygun bir yaşayışı Rabbi’nden niyaz etmiştir.

Bununla birlikte Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in hayât tarzının temelinde, yokluğa teslîm olmama ve yokluk karşısında bile aynen varlıklı insanlar gibi haysiyetini koruma gayreti bulunmaktadır. Yani onun sünnetinde, yokluk karşısında bir bakıma yıkılan, bunalan, ümitsizliğe kapılan isyankâr ve mutsuz insan tasviri değil, her şeye rağmen ayakta durabilen, metânetli, iyimser ve ümidini yitirmemiş mutlu insan misâli verilmiştir. Zîrâ îsâr, infâk, sabır, şükür, istiğnâ ve tevekkül gibi nebevî hasletler, bu maksada yöneliktir.

Hadis ve siyer kitaplarımızda bu hususta zikredilen rivâyetlerden Allâh Resûlü’nün yiyeceklerinin mütevâzi gıdâlar olduğunu, sahâbîlere kıyasla sofrasında daha seçkin yiyecekler bulundurmadığını ve özellikle yemek işini bir mesele edinmediğini öğrenmekteyiz. Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-‘nın nakline göre, bir gün o, bir miktar un eleyip Efendimiz için özel ekmek yapmak istemiş ancak Resûl-i Ekrem; “Şu eleyip ayırdığın kepeği tekrar una karıştır, sonra hamur yap!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 44) buyurarak buna izin vermemiştir.

Câbir -radıyallâhu anh-‘ın anlattığına göre, bir gün Resûlullâh Efendimiz, ailesine katık sormuş, ancak kendisine evde sirkeden başka bir şey bulunmadığı söylenince onu istemiş, ardından;“Sirke ne iyi katıktır! Sirke ne güzel katıktır!” diyerek yemeye başlamıştır. (Müslim, Eşribe, 166)

Bir defasında da Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir parça arpa ekmeği almış, üzerine bir hurma koymuş ve şöyle demiştir; “ Bu hurma şu ekmeğe katıktır. ” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 41)

Hz. Âişe’nin anlattığına göre, Peygamber -aleyhisselâm- karpuzu taze hurma ile yemiş ve;“Bunun harâretini şunun serinliğiyle, şunun serinliğini de bunun harâretiyle kırıyoruz. ” buyurmuştur. (Tirmizî, Et’ime, 36)

Ayrıca Peygamberimiz’in ekmek parçaları üzerine et suyu dökülerek yapılan tiridi (Ebû Dâvûd, Et’ime, 22) ve başta bal olmak üzere tatlı türü yiyecekleri çok sevdiği de kayıtlar arasındadır. (Tirmizî, Et’ime, 29) Ancak bunların çoğu zaman sofrasında bulunmadığı da ayrı bir gerçektir.

Resûlullâh Efendimiz’in aile fertlerini tamamen aç bırakması gibi bir durum da akla gelmemelidir. Efendimiz hicrî dördüncü yılda kendisine hibe edilen Nadîr oğulları hurmalığından elde ettiği mahsulü satar ve bu paradan ailesinin bir yıllık ihtiyacını ayırırdı. (Buhârî, Nafakât, 2) Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in ailesinin sağmal hayvanlarından bahseden Ümmü Seleme vâlidemiz ise; “Geçimimizin büyük bir kısmı develerden ve koyunlardandı.” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 496)

Ne var ki Sevgili Peygamberimiz’in aile fertleri dışında dullar, muhtaçlar ve Mescid-i Nebevî’nin suffasında kalan ilim ve ibâdetle meşgul, yersiz yurtsuz fakir kimseler de onun desteğiyle hayâtlarını idâme ettirmekteydi. O, bir devlet başkanı sorumluluğu ile bunların nafakasını, kendi aile fertlerininki gibi düşünmekteydi. Nitekim Ebû Hureyre’ye Efendimiz’in nasıl açlık çektiği sorulduğunda, şu açıklamada bulunmuştur:

“Bu durum onun etrafını saran kimselerin ve misafirlerinin çokluğundan kaynaklanıyordu. Zîrâ Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- berâberinde bir kısım ashâbı ve mescitteki ihtiyaç sâhipleri olmadan asla yemek yemezdi. Allâh Teâlâ Hayber’in fethini müyesser kıldı da insanlar biraz rahata kavuştu. Fakat yine de halk arasında geçim sıkıntısı sürüyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 409)

Ashâb-ı Suffe Müslümanların dâimî konuklarıydı. Onların ne sığınacak aileleri ne de malları vardı. Peygamber Efendimiz’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi hiçbir şey almazdı. Şâyet gelen hediye ise ondan bir parça alır, kalanını Suffe ehline gönderirdi. (Buhârî, Rikâk, 17) Dolayısıyla Resûlullâh’ın sofrasında uzun müddet su ve hurmadan başka bir yiyeceğin bulunmayışı ve onun çoğu zaman açlık çekmesinin sebebi, elinde bulundurduklarını hiçbir rızık endişesi taşımadan ihtiyaç sâhipleriyle paylaşmasıdır. Yâni Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hayât boyu geçim sıkıntısı içerisinde yaşaması, yukarıda dikkat çekildiği gibi genel olarak yokluktan değil, muhtaçların çokluğundan kaynaklanmaktaydı. Böylece Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Komşusu aç iken, karnını doyuran kimse gerçek mümin değildir.” ( Hâkim, II, 15) sözlü beyanlarını fiilî olarak da uygulamıştır.

Öte yandan Resûlullâh’tan sonra fetihlerle gelen imkânları gören pek çok sahabî, helâl de olsa dünyâ nimetlerinden faydalanma husûsunda ciddi bir endişe taşımışlardır. Bu çerçevede daha önce yaşanılan yokluğu, zaman zaman dile getirmişlerdir. Nitekim oruçlu olduğu bir gün Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- için zengin bir sofra hazırlanmış ancak o, yemeklere bakıp şöyle demişti:

“Mus’âb bin Umeyr Uhud savaşında şehid edildi. O, benden daha faziletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Sonra dünyâlık olarak bize her şey verildi. Doğrusu iyiliklerimizin karşılığının dünyâda verilmiş olmasından korkuyorum.” Daha sonra Abdurrahman bin Avf ağlamaya başladı ve yemeği bırakıp sofradan kalktı. (Buhârî, Cenâiz, 27)

Hz. Ömer, elinde bir et parçası bulunan Câbir -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında:

– O nedir? diye sormuş, Câbir de:

– Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır, demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer:

– Canın çektiği her şeyi satın alır mısın? Yoksa sen, “ Siz dünyâ hayâtınızda bütün güzel şeylerinizi harcayıp tükettiniz.” (el- Ahkâf 46/20) âyetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun? diye uyarıcı bir mukâbelede bulundu. (İbn-i Hanbel, Zühd , s. 124)

Netice itibariyle, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ona tâbi olan ashâbın, gerek yokluk gerekse varlık anlarında uzun süreli açlık çekmeleri ve azla yetinmeleri, zühd anlayışlarının dikkat çeken bir yönüdür.

Bu mübarek sözleri sizinle paylaşan Abdülkadir HAKTANIR

Peygamberimiz Buyurmuş: “Fesad-ı Ümmet Zamanında Sünnetime Uyanlar Yüz Şehid Sevabını Kazanırlar. “

Bugün bu nu Nur talebeleri kazanabilir.

Evet , mezkȗr haslet Nur talebelerin düsturlarındandır “Ey Ehli İman! Muhakêmat-ı Kur’aniyenin mizanları ve sünnet-i seniyenin terazileri ile a’mal ve hatıratını tart!” Bu yazı Sünneti Seniyeye uymak, bizlere kurtarıcı bir prensip olduğunu ders veriyor. Küçükte olsa adaba ait bir sünneti işlemek, o kal’a nın içine dahil olduğumuzun  büyük müjdesi burada.

Çünkü cennetten hiç kimse dünyaya dönmek istemez şehitlerden ma’da, çünkü şehidlere cennette o kadar mukȃfat verilecek ki şehitler Allaha: Yarabbi bu kadar mükȃfat karşısında bizi dünyaya çevir kȃfirler etlerimizi lime lime doğrasınlar. (Peygamberler a.s. bunun dışındadır.)

       Evet yazımızı okuyan kardeşlerim! Şehit olmak ile yüz şehit derecesini kazanmanın farkları büyüktür.

       Üstad bunu:”Ehli hakkın öyle bir kal’ası var ki, onda tahassun ettikleri vakıt,o müthiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler… O kal’a-i metin, o hısni hasin ise: Şeriat-i Muhammediyeyi, (A.S.M.) ve sünneti Ahmediyedir (A.S.M.)” (13.Lem’a.71)

Demek ki, bildiğimiz herhangi sünnete ittiba, bizleri Şeytan’ın şerrinden muhafaza ediyor. Acaba mevzu-i bahis sünneti seniye nedir? Ȃdȃb ve müstahab sünnetle, küçüklüğüyler he Nur talebesine fesad-i Ümmet zamanında verileceği va’d edilen “Yüz şehidin ecrini sevabını her Nur talebesine kazandıracak mı? Yoksa  o mükȃfat yalınız mümtaz bir ferde mi aittir? Evet kardeşlerim, Sünneti Seniyenin en küçük adabına temessük edebilen yüz şehit sevabını alabilir. Tekrar ediyorum: Küçük bir adabına müraat etmek takvayı ihsas ediyor.

“Hususan fesadı ümmet zamanında Sünneti seniyenin  küçük bir adabına müraat etmek, ehemmeyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resülü Ekrem Aleyhissalatu vesselamı hatıra getiriyor. O hatıradan bir huzur-u İlahi hatırasına inkilap eder. Hatta en küçük bir muamelede. Hatta yemek içimek ve yatmak adabında Sünneti Seniyeye müraat ettiği dakikada, o adi muamele ve fıtri amel. Sevaplı bir ibadet oluyor. Çünkü insan o adi harekȃtıyla Resülü Ekrem Aleyhissalatü Vesselama ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi O olduğu insanın hatırına gelir. Ve ondan şari-i hakikȋ olan Cenabu Hakka kalbi müteveccih oluyor, bir nevi huzur ve ibadet kazanır. İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine ȃdet eden, ȃdetini ibadete çevirir, Bütün ömrünü semeredar ve sevaptar  yapabilir.” (11 Lem’a.50)

Gürüyorsunuz: Üstadımız küçük ȃdabı nazara veriyor. Peygamberimiz (a.s.m.) ” Siz bildiklerinizi yaşarsanız Allah size bilmediklerinizi öğretir” Evet nur talebesinin düsturlarında ittiba vardır. Zaten mektubun başında bu düsturu zikrettik. İşte küçük bir adab veya adi bir muamele Resül-i Ekrem (a.s.mı.) düşündürüyorsa yüz sevab kazanılır. Biz bu ümit ile Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetlerini yaşama gayret edelim Allahın bizlere vermiş olduğu gayret ile, Allahın  sevgilisi Habibullah ferman etmiş “Men temesseke bi Sünneti inde fesadi ümmeti felehu ecru mieti şehidin” (Yani: Fesad-i ümmet zamanında kim benim sünnetime temessük etse yüz şehidin ecrini sevabını kazanabilir.) (11.Lem’a:49.)

Evet: “Nur şakirdlerinin ağır müşkülatlar içinde kemal-i metanetle hizmet ve irtibatlarıyla O zatın (A.S.M.) sünneti seniyesine ittiba etmek ne kadar kȃrlı olduğunu ve bu zamanda bir sünnete ittiba’da yüz şehidin ecrini kazandığını bildirir..” (11 Şua: 276)

Ey nefis az bir ümürde hadsız bir amel-i uhreviye istersen ve her bir dakika ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve ȃdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünneti Seniyeye ittiba et. Çünkü bir muamele-i şer’iyyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevi çok nevi  meyveler veriyor. Mesela: Bir şey satın aldın icab ve kabul-i şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada. O adi alış-verişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur’ȋ  bir tasavvuru vahy verir. O dahi, Şarii (şeriat sahibini) düşünmekle bir teveccühü İlahi verir. O dahi bir huzur veri. Demek Sünneti Seniyeyi tatbiki amel etmekle, bu fani ömür, baki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak, faideler elde edilir” (24. Söz..362)

       O mübarek Sünnetlerden bir kaç tanesini burada zikredelim: (Su içme Sünnetleri: 1- Besmele ile başlamak. 2- Otururken içmek. 3- Suyu üç defadan içmek. 4- kıbleye karşı içmek. 5- Suya üflememek. 6- Kapalı kabda, yani suyu görmeden içmemek.7- Baş açık su içmemek. 8- Sonunda Elhamdülil-lah demek. Meşru-helal olan her şeyi besmele ile başlamak ve her helal yere besmele ile girmek. tuvalete sol ayakla girmek, sağ ayakla çıkmak. Çayı içerken az bırakmak değil sıfırlamak, sofradan şehadet parmak ile kırıntıları toplamak. Sağ kol üzere yatmak ve devam eder…

Bu hakikatları sizinle paylaşan:Abdülkadir HAKTANIR

Peygamberimizden (A.S.M.) Hayati Nasihatlar

Efendimiz kendisine karşı çıkan, gereksiz sözler eden insanları da olgunlukla karşılar, hoşgörü gösterir ve yumuşak davranırdı. Herkesin yapamayacağı, yapması mümkün olmayan güzel ahlâk örnekleri sergilerdi. Ebû Said el-Hudrî anlatıyor.

Peygamber Efendimiz, Huneyn Savaşı sonrası düşmandan kalan ganimet mallarım Sahabîlerine dağıtıyordu. Sahabîlerden bazılarına fazla ganimet veriyordu. Bu arada Akra bin Hâbis’le Uyeyne bin Hıns’a yüzer deve verdi.

Bunun üzerine Temim oğullarından Zül-Huveysıra adında birisi geldi ve;

“Yâ Resulallah adaletten ve hakkaniyetten ayrılma. Vallahi bu dağıtımda Allah rızası aranmamıştır” diye itiraz etti.

Peygamberimiz üzüldü ve şöyle cevap verdi:

“Yazıklar olsun sana, ben âdil davranmazsam, kim davranır? Eğer ben adaletli yürütmüyorsam büyük bir zarara uğramış olurum. Allah, Musa’ya rahmet eylesin. O bundan daha ağır sözlerle incitildiği halde sabretmiştir.”

Yeni Müslüman olmuş ve İslâmın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevilerin kaba ve sert davranışları olurdu. Eğitimsiz bir milletti, üstelik medeni imkânlardan mahrum bir hayât yaşıyorlardı. Birtakım olumsuzluk sergilemelerinin temeli de buydu zaten…

Bir keresinde Peygamberimiz Mescitte Sahabîleri ile birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı. Bedevinin biri içeri girdi ve iki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti:

“Allah’ım, bana ve Muhammed’e rahmet et. Başka da kimseye rahmet etme.”

Bedevinin bu duasını duyan Peygamberimiz, “Çok geniş olan Allah’ın rahmetine sınır çektin” buyurarak bedevinin hatasını düzeltti.

Bedevi biraz sonra kalktı ve gitti Mescidin bir tarafına abdestini bozdu. Sahabîler onu bu halde görür görmez adamı linç etmek için ayağa kalktılar ve başına üşüştüler.

Peygamberimiz onlara müdahale etti ve şöyle buyurdu:

“Onu bırakınız. İşini görsün. Sonra oraya bir kova su dökersiniz. Çünkü siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, güçleştirici olarak değil.”

Sonra bedeviyi yanına çağırdı, şu dersi verdi:

“Bu mescitler ne abdest bozmak için, ne başka pislik yapmak için değildir. Buralar Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’ân okumak için yapılmıştır.”

Aslında bu olaya Sahabîlerden çok Peygamberimizin kızması gerekirdi. Çünkü kendi eliyle yaptırdığı ve sadece ibadet maksadıyla kullanılan Mescide birisi geliyor, büyük bir hakarette bulunuyordu. Fakat Peygamberimiz biliyordu ki, bedevi bu işi kasden yapmamıştı. Bilmeyerek yapmıştı. Bunun için ona kızıp bağırmak bir fayda vermezdi.

Anlayış göstermek, hoşgörülü davranmak, yumuşak davranmak, bağışlayıcı olmak, tahammüllü olmak, olumsuz davranışlarla muhatap olunca bir mana kazanır. Yoksa sıradan olaylar karşısında herkes sakin ve sabırlı olur. Peygamberimiz her konuda olduğu gibi, hilmi ve yumuşaklığı ile de bambaşkaydı. Hatta bir taneydi. Onun üstüne bir diğerini düşünmek mümkün değildi.

Peygamberimizin hilim ve yumuşaklığının bir örneğini de Enes bin Mâliki anlatıyor:

“Peygamberimizle birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış sert yakalı ve kaba bir hırkası vardı. Bedevinin biri koşarak geldi, Peygamberimizin arkasından yetişti ve cübbesini şiddetli bir şekilde çekti. Peygamberimiz bedevinin göğsüne doğru dönüverdi birdenbire. Hırkası yırtıldı ve yakası boynunda kaldı. Peygamberimizin ensesine baktım, kuvvetli çekişinden dolayı sertliği orada iz bıraktı. Sonra bedevi:

“Yâ Muhammed! Develerimi buğdayla yükle. Çünkü sendeki mal ne senindir, ne de babanındır.”

Bedevinin yaptığı, çok kaba ve görgüsüzce bir davranıştı. Peygamberimiz üzüldü. Bedeviye döndü ve;

“Önce beni incittiğin için özür dile” dedi. Bedevi, “Hayır özür dilemiyorum” şeklinde karşılık verdi.

Oysa Peygamberimiz bedeviye bir nezaket dersi vermek istiyordu. Fakat adam hiç de oralı değildi.

Peygamberimiz, bedevinin kabalığına bakmayarak Sahabîlerine döndü:

“Bu adamın develerinin birine arpa, diğerine hurma yükleyin” buyurdu.

Adam sevinerek gitti. Sahabîler de Peygamberimizin bu güzelliğine hayran kaldılar.

Peygamberimiz emri altında bulunan ve hizmetini gören kimselere de son derece yumuşak davranır, onlara kızmaz, kalplerini kırmazdı. Onlar dediğini yapmasalar, ihmal de etseler, sadece yumuşakça ve nazikçe sebebini sorardı.

Uzun yıllar hizmetinde kalan Enes bin Malik, Peygamberimizin ahlâkını şöyle anlatıyor:

“Resulullaha (a.s.m) on sene hizmet ettim. Bana ne ‘Öf dedi, ne de yapmadığım bir iş için ‘Keşke onu yapsaydın’ ve yaptığım bir iş için de ‘Bunu niye yaptın?’ dedi.”

Hz. Enes, bir ihmalinden dolayı Peygamberimizin kendisini ikaz edişini şöyle anlatır:

“Resulullah, bir gün beni bir iş için bir yere gönderdi. Ben ‘Vallahi gitmem’ dedim. Halbuki içimden Resulullahın beni gönderdiği yere gitmek geliyordu. Dışarı çıktım, çocukların yanına uğradım, onlar sokakta oynuyorlardı. Ben de aralarına karıştım, oynamaya başladım. Derken Resulullah geldi, arkamdan başımı tuttu. Yüzüne baktım, gülüyordu:

“Enescik, seni gönderdiğim yere gittin mi?’  diye sordu. “Evet, gidiyorum yâ Resulallah’ dedim.”

O mübarekten bu güzel ahlak örneklerini sizinle paylaşan Abdülkadir HAKTANIR

Peygamberimizden (A.S.M.) Hayati Nasihatlar

Âl-i İmran Sûresinin 159. âyetinde, “Allah’ın bir rahmet eseridir ki, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi” buyurmaktadır.

Peygamberimiz şahsına yapılan kötülüklerden dolayı hiçbir şekilde intikam almayı düşünmemiştir. Ayrıca o, insanların en az kızanı, en çabuk razı olanı ve bağışlayanı idi.

Allah’ın emirlerini insanlara anlatmaya çalıştığı sırada, Kureyş müşrikleri ona her türlü hakarette bulunuyordu. Onunla alay ediyor, ölüm tehdidinde bulunuyor, geçtiği yollara çalı çırpı dikenler seriyor, üzerine pislik atıyor, boynuna kement atarak sürüklemeye çalışıyorlardı. Bununla da kalmayıp, ona sihirbaz, büyücü, kâhin, şair diyorlar; öfkelendirip kızdırmak için her türlü yola başvuruyorlardı. Fakat o, kendisine yapılan bütün bu hakaretlere tahammül ediyor,  kızmıyordu.

Aslında kim olursa olsun, herkesin içinde hakarete uğrayan insan muhakkak kızar, öfkelenir, tepki gösterir, karşılık vermeye çalışır. Ancak bunların hiçbirini Peygamberimizde görmek mümkün değildi. O gayet sakin, engin ve sabırlı ve tahammüllü idi. Üzerine aldığı görevi, İlahî daveti sağ salim, sağlıklı biçimde yerine getirmeye çalışıyordu. Kendisine yapılan eziyetlere karşılık vermeyişi de bundan dolayı idi.

Peygamberimiz Mekke’de kurulan Zülmecaz Panayırında insanlara İslâmı anlatırken o sırada kendisini dinlemiş olan birisi şöyle anlatıyor:

“Hz. Muhammed (a.s.m) Allah’ın bir olduğunu, Ona inananların kurtulacaklarını ilan ediyordu. Ebû Cehil de onun üzerine toprak atıyor, ‘Ey insanlar, bu adamı dinlemeyin, sizi dininizden vazgeçirmeye çalışıyor. Sizi putlarımız olan Lât ve Uzza’dan uzak tutmak istiyor’ diye yaygara yapıyordu. Peygamberimiz ise bu tahriklere hiç aldırmıyor, bir kere olsun dönüp Ebû Cehil’-in yüzüne bile bakmıyordu. O kendi görevini yapmaya çalışıyordu.”

Yine bir gün Peygamberimiz, Sahabîlerden hasta olan Sa’d bin Ubade’yi ziyarete gidiyordu. Yolda münafıkların elebaşlarından Abdullah bin Ubey’in de bulunduğu bir topluluğa rast geldi.

Orada bir müddet durdu. İbni Ubey Peygamberimize sataşmaya başladı. Ve küstahça, “Dikkat etsene adam, hayvanın yerden toz kaldırıyor, buradan uzaklaş, hayvanın bizi rahatsız ediyor” diyerek ileri geri konuşmaya durdu.

Peygamberimiz oradakilere selâm verdikten sonra bazı şeyler anlattı.

İbni Ubey, halkın Peygamberimizi dinlediğini görünce iyice çığırdan çıktı ve; “Bize Müslümanlıktan bahsedip durma, sana gelen olursa ona istediğini anlatırsın” diyerek, hakarete varan sözler sarf etmeye başladı. Fakat Peygamberimiz onun terbiyesizliğine bir karşılık vermiyor, anlatmaya devam ediyordu.

Buna karşılık büyük şair Abdullah bin Revaha ayağa kalktı:

“Ya Resulallah” dedi, “buraya her zaman geliniz, bize konuşma yapınız, sizi çok seviyoruz” diye sevincini dile getirdi.

Bu sırada Müslümanlarla münafıklar arasında tartışma başladı. Kavga edecek duruma geldiler. Çok sakin davranan ve hiç öfkelenmeyen Peygamberimiz, onları yatıştırdı ve daha sonra oradan ayrıldı ve yoluna devam etti.

Yahudiler millet olarak Peygamberimizin amansız düşmanıydı. Kinci, kıskanç, açgözlü, dünya düşkünü bir karakter taşıyorlardı. Ayrıca Yahudiler Araplardan ayrı olarak eğitime, bilgiye ve okumaya önem veriyorlardı. Bunun için bütün üstünlüklere kendileri sahip olmalıydı. En zengin insan, en bilgili, en etkili insan kendi içlerinden çıkmıştı.

Âhirzaman Peygamberinin aralarından çıkmasını bekliyorlardı. Ne zaman ki, Peygamberimiz, peygamber olarak sesini duyurmaya başladı, Yahudilerdeki kıskançlık ve düşmanlık ayyuka çıktı. Peygamberimize en çirkin tuzağı kuruyorlar, vücudunu ortadan kaldırma yollarını deniyorlardı.

Bir defasında Yahudinin birisi Peygamberimize büyü yaptı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hastalanıp yatağa düştü. Rahatsızlığı birkaç gün sürdü. Sonunda Cebrail Aleyhisselâm geldi, durumu Peygamberimize haber verdi:

“Yâ Muhammed, Yahudilerden biri seni büyülemiş ve üfürüp düğümlediği ipliği falanca kuyuya atmış. Birini gönder de, onu kuyudan çıkarsın.”

Peygamber Efendimiz Hazret-i Ali’yi gönderdi, o düğümlü ipliği kuyudan çıkartıp getirtti. Düğümler açılır açılmaz Efendimiz sanki bağları çözülen bir kimse gibi oldu, rahatladı.

Bununla birlikte Peygamberimiz âhirete göçünceye kadar bildiği halde bu durumu o Yahudinin yüzüne vurmadı.

Fakat aynı zamanda içlerinde hakperest, hakkı ve doğruyu arayanlar da vardı. Çünkü ellerindeki kitapta Peygamberimizin özelliklerini ve güzelliklerini anlatan epeyce işaretler ve bilgiler vardı.

Peygamberimizin Tevrat’ta anlatılan ve yer verilen en belli vasıflarından birisi de hilmidir. Yumuşak huyluluğuna, insanları İslama davet ederken gösterdiği tahammül ve sabra Tevrat’ta işaret ediliyordu.

Yahudi bilginleri, Peygamberimizin Tevrat’ta bulunan pekçok sıfatını bizzat gözleriyle görüp tanımışlardı. Bazıları ise hâlâ araştırmaya devam ediyordu. Peygamberimizin Tevrat’ta anlatılan bütün sıfatlarını görecekler, ondan sonra iman edeceklerdi.

Bu Yahudi bilginlerinden birisi, “Onun Tevrat’ta, övülen sıfatlarından, kendisinde görmediğim, denemediğim, hilm sıfatından başka hiçbirisi kalmamıştı” diyerek, bunu da denemek ister ve sonrasını şöyle anlatır.

“Ben kendisini alış veriş sonunda belli bir vade ile otuz dinar borçlandırmış, borcun tahsiline bir gün kala gidip, ‘Ya Muhammed, hakkımı öde. Zaten siz Abdülmuttalip oğullarının âdeti borçlarını zamanında ödemeyip, uzatıp durmaktır’ dedim.

“Bunun üzerine Ömer bana, ‘Ey pis Yahudi, vallahi, Resulullahın evinde olmasaydın, gözünü patlatırdım’ dedi.

“Resulullah (a.s.m) Ömer’e, Ey Hafs’ın babası, Allah seni bağışlasın. Biz senden, başka türlü bir davranış beklerdik. Bana, onun bende olan hakkını güzellikle ödememi söyleyecektin; ona da, alacağını tahsil ederken yardımcı olacaktın ve daha nazik davranmasını söyleyecektin’ buyurdu.

“Benim Resulullaha karşı cahilce, kaba ve sert davranışım, Resulullahın yumuşaklığını arttırmaktan başka bir şey yapmadı.

“Bana, ‘Ey Yahudi, sana borcumu yarın sabah ödeyeceğim’ buyurduktan sonra Ömer’e, ‘Ey Hafs’ın babası, onu yarın sabahleyin istediği hurma bahçesine götür, beğenirse kendisine şu kadar ver. Verirken de sana şu kadar fazla veriyorum de. Eğer bu bahçedekine razı olmazsa, falan bahçeden şu kadar ver’ buyurdu.

“Ertesi gün Ömer beni hurmasını beğendiğim bahçeye götürdü. Oradan Resulullahın dediği kadar hurma verdi. Emrettiği fazlalığı da ekledi.”

Yahudi, Peygamberimizdeki alacağını bu şekilde tahsil ettikten sonra kelime-i şehadet getirir ve Müslüman olur. Niçin Müslüman olduğunu da Hz. Ömer’e şöyle açıklar:

“Ey Ömer, biliyor musun, Resulullaha niçin böyle davrandım? Çünkü Resulullahın Tevrat’ta yazılı bulunan bütün özelliklerini ve ahlâkını bütünüyle onun üzerinde gördüm. Görmediğim sadece hilmi ve yumuşaklığı kalmıştı. Bugün de hilmini denedim, onu da aynen Tevrat’ta yazılı olduğu şekliyle buldum. Sen şahit ol, şu hurmayı ve servetimin yarısını fakir Müslümanlara bağışlıyorum.”

Daha sonra bu Yahudi ailesinden yaşlı bir adamın dışında herkes Müslüman oldu. Peygamberimizin sabrını ve yumuşaklığım sadece bir hadisede göstermesi dahi pekçok insanın iman etmesine sebep olmuştu.

Bu mübarek yaziyi sizinle paylaşan: Abdülkadir HAKTANIR

Mevlananın Meşhur Sözlerinden Bazıları

– Allah insana izin vermiş, düşündüğü her şeyi konuşamaz, fakat konuştuğu her şeyi düşünür.

– Ayıpsız dost arayan dostsuz kalır.

– İşin başında sonunu gör da, sonunda pişman olma.

– Ağır dertlerden kurtulmak istersen, baş değil ayak olmaya çalış.

– Bir şey bulunmadığı yerde aramak, aramamak demektir.

– Bir kimseyi tanımak istiyorsan, düşüp kalktığı arkadaşına bak.

– Kȃfirler’in dışı pis değildir. O pislik onların din ve ahlaklarındadır.

– Cahilin merhameti ve lütfü azdır.

– Huy ve ahlakı kötü olana, ilim öğretme. Ona ilim, eşkıya’nın eline silah vermektir.

– Çalış çabala da Nura kavuş, pekmez içinde ne kaynatılsa pekmez lezzeti alır. Bilgi Nura karışırsa, inatçı ve kötü kişiler bile bilgide nur bulurlar.

– Dünle beraber ne varsa gitti. Bugün yeni şeyler söylemek gerek.

– Doğruların yemin etmeye ihtiyacı yoktur.

– Dostun yanına hediyesiz gitmek, buğdaysız değirmene gitmek gibidir.

– Eğer Müslüman’ca yaşamak istersen, Kur’ana sarıl, çünkü Onsuz İslami hayat mümkün değildir.

– Edep nedir sorarsan? Ey Müslüman! Edepsizlerin edepsizliğine katlanmamaktır.

– Filozofların felsefesi insanın zan ve şüphesini artırır. İslamın hikmeti ise, insanı yücelere ulaştırır.

– Gel gel ne olursan ol yine gel. İster kafir, ister  Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel, bizim dergahımız umutsuzlu dergahı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuşsan da yine gel.

– Genişlik sabırdan doğar.

– Güzel yüz aynaya aşıktır.

– İnsan düşünceden ibarettir. Geri kalan et ve kemiktir, çünkü o bir ȃlemdir.

– Herkes ayni fikirdeyse, hiç kimse düşünmüyor demektir.

– Herkes bakmadığı yerden bak dünyaya.

– Hiçbir ölü  öldüğünü hayıflanmaz, sadece azığın azlığından hayıflanır ölen kuyudan ovaya çıkmış demektir.

– Irz ve namustan mahrum olanlar millet ve vatan hissi tanımazlar, böylelerinden sıkınılmalıdır.

– İçteki kiri su değil göz yaş temizler.

– İnsan dostunun huyunu alır.

– İnsanları iyi tanıyın, insanları fena bilip kötülemeyin. Her insanı da iyi bilip övmeyin.

– göz göz olması için gerçek dostu bilmesi lazım.

– İyi dostu olana ayna lazım etmez.

– Kadınlarda hayvan sıfatı fazladır. Çünkü kadın olan fazla koku ve renge meyleder.

– Kardeşim sen düşünceden ibaretsin, gülü düşünürsen gülistan olursun. Dikeni düşünürsen dikenlik olursun.

– Kendini noksan gören kişi olgunlaşmaya atla koşar, kendini olgun sanan, bu zan ile Allaha kavuşamaz.

– Kim benliğinden kurtulsa, bütün benlikler onun olur, nakışsız ayna olur, bütün nakışlar onda seyredilir.

– Kim daha güzelse kıskançlığı çoğalır, kıskançlık ateşten meydana gelir.

– Kim sabrederse, rızkı ona koşar gelir.

– Kim zahmet çekerse defineyi elde eder.

– Kötü zanda bulunan kişi çirkindir. Aslında o kendi içini

dışa vurmuştur.

– kötülerin övünmesi arşı titretir.

– Leş bize göre iğrenç, ama domuza köpeğe göre şekerdir helvadır.

– Muhabbet ve merhamet insanlığın, şiddet ve şehvet hayvanların sıfatıdır.

– Madem ki rızkı taksim eden O’dur, o zaman şikayet etmek küfürdür, sabır gerekir, sabır o genişliğe ulaşmanın anahtarıdır. Allah’tan başka her şey düşmandır. Sen asıl Dostu düşmanlara şikȃyet edersin, halinden sızlanırsın, öylemi? Padişahı köleye şikayet etmek olur mu? Akıllı ol.

– Mideyi bırak da gönül tarafına yönel, yönel de Allahtan perdesiz selam alasın…

Bu meşhur zatın mübarek sözlerini sizinle paylaşan kardeşiniz: Abdülkadir HAKTANIR