Etiket arşivi: bediüzzaman’ın cihadı

Bediüzzaman’ın Sefahate Karşı Cihadı

İnsanın ruhen terakki etmesi iman ve fezail-i ahlâkiye iledir. Onun hayvaniyet derekesinden insaniyet mertebesine yükselmesi buna bina edilmiştir. Binaenaleyh, âli meziyet ve seciyelerden mahrum bir cemiyetten sefahat, fuhşiyat gibi her türlü fenalık zuhur edebilir. Neticede o cemiyet zillet, meskenet ve sefalet darbeleriyle mahv olur gider.

Ahlâkî bunalımların ve içtimaî ıstırapların en mühim sebebi sefahattir. Memleketleri yakan, han ve hanumanları tarumar eden, haysiyet ve şerefleri silip süpüren, dünya ve ahiret hayatını hüsrana götüren yine sefahattir. Sefahat, insanı her türlü faziletten mahrum eden bir maraz-ı nefsanîyedir. Ruhu bu hastalıkla malûl olan bir insanda âli ve ulvî hislerin bulunması mümkün değildir.

İslâm dini iffet ve namusu muhafaza etmeyi fevkalade zaruri görür. Çünkü nesil ve kabilelerin sıhhat ve sağlığını muhafaza eden yegâne hakikat iffettir. İslâm dini iffet ve namusu insanlara en büyük bir nimet, en büyük bir şeref ve haysiyet olarak bahş etmiştir.

İffet ve hayâ içtimaî hayatın terakki ve tekâmülünde ve hakikî medeniyetin tesis ve teşekkülünde rükün teşkil ederler. Bu hakikati idrak eden bir insan bu kudsî nimeti ve ulvî seciyeyi muhafaza etmeye mecburdur.

Bediüzzaman Hazretleri, gençlerimizin iffet ve hayâ duygularından mahrum olarak yetiştirilmesinin ıstırabını ruhunda bütün ağırlığıyla hissetmiş ve eserlerinde bu nokta üzerinde ehemmiyetle durmuştur. Sadece bir misal olmak üzere onun aşağıdaki ifadelerini nazar-ı ibrete takdim ediyoruz.

Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturmuştum. Karşısındaki Lise Mektebi’nin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza edemediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar, kat’î müşahade ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar, ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

“Evet, gördüğüm hakikattir, hayal değil. Nasılki bu yaz ve güzün ahiri kıştır. Öyle de: Gençlik yazı ve ihtiyarlık gözünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterdiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefaletin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şua)

Evet, fuhşiyat ve zina mahiyet-i insaniyeyi tahrib eden ve devletleri çökerten en büyük bir felâkettir. Tarih bunun pek çok misalleriyle doludur. Meselâ, Roma İmparatorluğu bir hukuk devletiydi. Kanun hâkimiyeti fevkalâde güçlüydü. İnsanlar da bir o kadar şeref ve haysiyet sahibiydi. Ahlâk, fazilet ve dürüstlüğe itibar edilirdi. Kalbler vatan sevgisiyle dolu idi. Kadınları iffetliydi. İffet ve namusa o kadar itibar edilirdi ki, Roma’da “fahişe” lakırdısı dahi işitilmezdi. Fakat ne zaman ki, iffetlerini yitirmeye başladılar, hamamlarda kadın-erkek beraberce bulundular, israf ve sefahat baş gösterdi; rüşvet, bir salgın hastalık gibi devletin bünyesini sardı, kemirmeye başladı. İşte o zaman, ne hukuk hâkimiyeti, ne şeref ve haysiyet duygusu Roma’yı kurtaramadı. Sefahat ve sefaletlerde boğuldular, iktidar ve itibardan düştüler, hükümet hanedanı sükût etti: Roma, yok olup gitti. Kuvvet ve saltanatla, kanun hâkimiyetiyle bu mikrobun karşısında duramadılar.

Yunan medeniyetine gelince, o akla ve fikre fevkalâde itibar eden bir medeniyet idi. Herkes bir derece mütefekkir ve edipti. Biz bugün XX. Asırda, başörtülü kızlarımızı üniversite kapılarından geri çevireduralım, Eflatun Milâttan dört asır önce, akademisinin kapısına “Matematik bilmeyen buraya giremez.” levhasını asmıştı. Akla ve hakikate o kadar itibar edilmekteydi. Nihayet, Epikür çıktı. Şehevî arzulan terviç ederek gençliği dejenere etti. Artık, millet süflî arzuların zevk ve neşesiyle sarhoş oldu. İdareyi elinde tutan bir takım cahil ve ehliyetsiz kimseler, fikir ve ilim erbabını zindanlara tıktı, zehirledi, vatanlarından sürdürdüler. Sefahat, medeniyet diye takdim edildi. Kuvve-i şeheviye kuvve-i akliyeyi esir etti ve ahlâkı çökerti. Şeytanları dahi şaşırtan cinayetler sergilediler. İnsaniyetperver, faziletli ve âlicenap vicdanlara kilit vurdular.

İslâm’ın yaşanması ve hayata hâkim kılınmasıyle, servet ve ihtişamın zirvesine çıkan ve Avrupa’ya ilim ve irfanda üstadlık eden Endülüs Emevî Devleti’nin de en önemli inkıraz sebebinin, yine ahlâksızlık ve sefahat olduğunu görürüz.

Bediüzzaman Hazretleri, bu milletin, imanına bütün şube ve kadroları ile musallat olan kebairlerden, iffet ve ahlâkına saldıran sefahet ve rezaletlerden kurtuluş çaresini iman ve Kur’an hakikatlarının fert ve cemiyete, daha doğrusu vicdan-ı umumiyeye hâkim olmasında bulmuş ve insanların kalblerini Allah’a bağlayarak, onları ahlâksızlık, iffetsizlik ve imansızlık gibi korkunç afetlerden korumaya çalışmıştır. Onları iman ve faziletin daimî saadetleri ile mesud etmek istemiştir.

İlâhî ve kudsî hakikatleri gençlerimize takdim ederek, onları süfli, günahlı, neticesiz, fani ve malâyani şeylerden uzaklaştırmaya, sefahatin, fuhşiyatın kucağına düşmekten muhafaza etmeye çalışmıştır. Çünkü iffet, hayâ, istikamet, şefkat, muhabbet gibi bütün faziletlerin menşei, kayyumu imandır. İman, huzur ve rahatın vesilesi; hakiki medeniyetin ruhu ve esasıdır.

Evet, bir kalbde iman kemaliyle tahakkuk ederse, o kalbde Allah sevgisi ve korkusu hakkıyla inkişaf eder. Böyle bir kalbde fuhşiyat, hayâsızlık ve iffetsizlik hüküm süremez.

Bediüzzaman Hazretleri bu hususta şöyle buyurmaktadır:

Nev’-i insanın üçden birisini teşkil eden gençler: Hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûb, cür’etkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret îmânını kaybetseler ve cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimâiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaif ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dörtbeş sene azab çeker. Canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer îmân-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. ‘Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedâr bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım.’ diye birden, zulmen tecâvüzetmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şua)

Bu hakikati, Resulullah Efendimiz (ASM),

 “Hikmetin başı Allah korkusudur.”

hadis-i şerifleriyle çok veciz ve beliğ bir şekilde ifade buyurmuştur. Evet, saadet-i beşeriyenin yegâne medarı Allah korkusudur. Hasenatlara karşı mükâfat, seyyiatlara karşı da ceza verecek bir Halık’ın vücuduna hakiki iman olmazsa; fıtraten tecavüze meyyal olan nefs-i emmareyi zulümden, sefahattan, rezaletten men edecek hangi kuvvet vardır? Millî şairimiz merhum Mehmed Akif bu hakikati şöyle dile getirir:

“Ne irfandır veren ahlâka ulviyet, ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”

“Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfı Yezdan’ın,
Ne irfanın kalır tesiri, katiyen ne vicdanın.”

Bediüzzaman Hazretleri’nin sefahatla mücadelesi tâ Meşrutiyet döneminde başlamıştır. Avrupa kültürünü bütün menfî esaslarıyla birlikte memleketimize taşımak isteyen o günün idarecilerini bu noktada ikaz etmiş ve Avrupa’nın körü körüne taklid edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Avrupa’nın sefahat ve rezaleti için “Bozuk Avrupa” tabirini kullanmış ve onu nev-i beşerin rıefs-i emmaresi kabul etmiş ve ona kapılmamaları için gençlerimize şöyle seslenmiştir:

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız!.. Aya Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve batıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip, kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki, şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!”(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, On Yedinci Lem’a.)

Evet, ahlâk-ı İslâmiye’ye ilk darbeyi Avrupa’nın sefih medeniyetçileri vurmuştur. Dün ve bugün müslümanların uğradıkları en felâketli belâlar hep onların hediyesidir. Mevcudiyetimizi kemiren ve mukaddesatımızı sarsan sefahat hep onların yadigârıdır.

Avrupa mukallitleri garbın muzlim ve müstehcen ahlâkını, ilim ve irfan diye getirerek milletimizi sefahet ve sefaletin kucağına attılar. Bu milleti, bu gençliği pek korkunç akibetlerle karşı karşıya bıraktılar.

Evet, batı, ruh-u beşere, fazilet yerine cehennemin kapılarını açarak fuhşiyat ve rezaleti hediye etmekle, kalbin en derin köşelerine, ruhun ta esasına dalâlet darbesini vurdu ve beşeri hem ruhundan, hem vicdanından, hem ahlâkından dehşetli cerihalar ile yaraladı. Meselenin en hayret verici tarafı da şu ki, bugün Avrupa düştüğü bu dehşetli fuhuş ve sefahat çukurundan kurtulmak için çareler aradığı halde, biz onların kaçıp kurtulmak istedikleri tehlikelere doğru doludizgin ve şuursuzca koşmaktayız. İşte matbuatımızın hali meydanda. Bunları okumak için insanın edep ve hayâ denilen ulvî seciyelerden zerre kadar nasibi olmaması lâzım geliyor. İnsanlık bu derece alçalır mı diye hayrette kalmamak mümkün değil. Bediüzzaman Hazretleri sefahatin kucağına düşen gençlerin kurtuluş reçetesini şu şekilde takdim eder:

“(İşte bu zamanda) akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefahati sefahatinden kurtarmanın, yegâne çaresi: Aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlub etmektir.Yestehibbünnel hayate’d-dünya ale’l ahire… ayetinin işaretiyle bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor.(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Beşinci Şua)

“İşte Risale-i Nur’daki ekser muvazeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahatlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevk eder.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)

Bediüzzaman Hazretleri, “Helâl dairesinin keyfe kâfi geldiğini, harama girmeye hiç, lüzum olmadığını” beyan ile gençlere meşru dairedeki zevke kanaat etmelerini tavsiye eder ve şöyle buyurur:

Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşında, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle ayne’lyakin bildim ki: Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, On Üçüncü Söz)

Bu hakikati bir başka risalesinde şöyle dile getirir:

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler)

Sefahat tehlikesinden kurtulmanın çaresini Sözler mecmuasında şöyle ifade buyurur:

Evet, gençlik akıldan ziyade hissiyatı dinler… His ve heves ise kördür. Akibeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Biçare gençlerin çok vartaları var ki: En tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki: Akibeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek ve kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki; bütün beşer bu musibete karşı titriyor.”

“İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve veGençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ud hayatını, hem ahiretteki saadetini ve hayat-ı bakiyesini azaplara, elemlere çevirip mahv eder ve su-i istimal ve sefahatle hastanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’aniyye ve Nur’un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir Müslüman ve sair zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.”(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, On Üçüncü Söz)

Âlem-i Hıristiyan’ı yakıp kavurduktan sonra, İslâm âlemini dehşetiyle sarsan bu sefahat yangınına karşı itfaiye vazifesini deruhte eden Risale-i Nur, gençlerimizin en büyük kalası ve en büyük melceidir.

Bu asrı dehşetiyle sarsan, çalkalayan sefahat afetinden hem memleketimiz hem âlem-i İslâm ve belki de bütün insaniyet, Risale-i Nur’daki bu gibi hakikatlerin gençlerimizin akıl, kalp ve vicdanlarında hâkim olması sayesinde, biiznillah necat bulacaktır.

Mehmed Kırkıncı

Bediüzzaman’ın Cihadında Önemli Bir Rükün: İslâm Kardeşliğinin Tesisi

Bir milletin bekası, kuvvetli olmasına bağlıdır. Kuvvetli olmayan bir millet dahilî ve haricî düşmanlardan kendisini muhafaza edemez. Kuvvet ise o milletin fertlerinin birbiriyle olan ülfet ve ünsiyetleriyle tahakkuk eder.

Evet, tevfik-i İlâhî ittifak ve ittihada bağlıdır. Nerede ittifak ve ittihat varsa inayetin tecellisi oradadır.

“Yedullahi ale’l-cemaati (Allah’ın rahmet ve inayeti cemaat üzerindedir).”1,

Hadis-i Şerifi’nin kudsî manası bu hakikati beyan eder.

Tevfik ve ittifak ne mukaddes ne lâhutî iki kelime ve iki hakikattir. Eğer tevfik ittifaka refik olsa, hiç fethedilmeyen gönüller, ülkeler mi kalır?

Tevfik ve ittihadın devam ve muhafazası sinelerden buğzu ve hasedi çıkarmaya ve ruhlarda muhabbet, şefkat ve merhamet hislerini inkişaf ettirmeye bağlıdır.

İşte bu hikmete binaendir ki, Peygamberimiz (ASM) Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye teşrif buyurduklarında ilk iş olarak muhacir ve ensarı birbiriyle kardeş yaptı. Ve böylece müslümanlar arasındaki ittihat ve ittifakı temin ve tesis etti.

Evet, muhacir ve ensar arasındaki bu ittihat ve ittifak, ilâhî rahmeti celbe vesile oldu. Eğer bu ittifak olmasaydı ashab-ı kiram, dâhilî ve haricî tecavüzlerden kendilerini muhafaza edemeyeceklerdi. Cenâb-ı Hak da Peygamberimizin (ASM) bu hareketini teyit ve tasdiken

“İnneme’l-mu’minune ihvetün (Müminler ancak kardeştirler).”(Hucurat, 49/10)

ayet-i kerimesi’ni inzal buyurdu. Ayetin devamı, “Şayet aralarında bir dargınlık zuhur ederse, kardeşlerinizin aralarını sulh edin, barıştırın.”şeklindeydi.

Onlar bu ilâhî fermanı kendilerine rehber edindiler. Aralarındaki muhabbet ve samimiyetin zevkini herşeye, hatta saltanata bile tercih ettiler.

Evet, âlemde ne kadar zaferler ve fütuhatlar, şan ve şerefler meydana gelmiş ve ne kadar cihangir devletler kurulmuşsa hepsi ittifak ve ittihadın neticesidir.

Bediüzzaman Hazretleri; “muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır buyurmuş” ve “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır”(Bediüzzaman Said Nursi. Hutbe-i Şamiye) diyerek, ihtilâfı en büyük bir düşman olarak görmüş ve bu beraberliği bozacak her türlü menfî hareketlerin karşısında olmuştur. Meselâ Meşrutiyet’e karşı ayaklanma teşebbüsünde bulunan hamallara, bu teşebbüsslerinden vaz geçirmek üzere şöyle bir hitapta bulunmuştur:

Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserâne yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlât böyle olur. Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi on batman itaat ve ittihat lâzımdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünki hükûmet-i meşruta hakikî hükûmet-i meşruadır. Elhasıl, ittifakta kuvvet var, ittihatta hayat var, uhuvvette saadet var, itaat-i hükümette selâmet var. Hablü’lmetin- i ittihada ve şeriat-ı muhabbete sarılmak zarurîdir” ( Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediyye)

İşte ittifak ve ittihadın azim ehemmiyetindendir ki, Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde iman hakikatlerinden sonra en fazla ittifak, uhuvvet, muhabbet üzerinde durmuştur.

Telif ettiği Uhuvvet Risalesi’nde tarafgirlik, inat ve hasedin müminlerde nifak ve şikaka, kin ve adavete sebebiyet verdiğini harika teşbih ve temsillerle izah buyurmuştur.

Bu teşbihlerin her birinde bir cilve-i hakikat ve bir nur-u hikmet tecelli eder. Her bir temsil diğerinden daha bedi, dana şirin, daha şeffaftır. Hertemsilde ayrı bir letafet, ayrı bir zerafet vardır. Okuyan her müminin kalbinde samimiyet, uhuvvet ve muhabbet gibi ulvî seciyeler uyanır.

Bu risalenin Birinci vechinde İslâm kardeşliğine zarar veren gafilleri ikaz sadedinde şöyle buyurulur:

Ey mü’mine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan; seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tek masum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”

“Aynen öyle de: Sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlâhîye olan bir mü’mininin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı masume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla o hane-i maneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni ve gaddar bir zulümdür.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Aynı bahsin devamında, kalblerdeki ittihadın ancak aynı mukaddes mefhumlara inanmakla mümkün olabileceğini şu veciz ve cazip ifadelerle beyan buyurur.

Tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulübü ister. Ve vahdet-i itikat dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”

“Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşâne bir alâka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir münasebed hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlâhîye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ:

“Her ikinizin; Halikınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir… bir, bir, bine kadar bir, bir…

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir… bir, bir, yüze kadar bir, bir…

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir… ona kadar bir, bir…”

“Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Aynı risalede müminlere şu hayattar mesajlar verilir:

“Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış. Hem, en ziyade insana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de, adavet hasleti, herşeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen husumet tezayüd eder.Eğer iyilikle mukabele etsen nedamet eder, sana dost olur.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Bediüzzaman Hazretleri İhlâs Risalesi’nde Müslümanlar arasında ittifak ve muhabbetin tesisi için uyulması gereken dokuz esası şöyle sıralamıştır.

1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek, başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onunla meşgul olmasın.

2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek…

3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise “Mesleğim haktır” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek…

4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhî’nin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…

5. Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesanüt sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı maneviye karşı, en kuvvetli, ferdî olan mukavemetin mağlup düştüğünü anlayıp; ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp; o müthiş şahs-ı manevi-i dalâlete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.

6. Ve hakkı, batılın savletinden kurtarmak için,

7. Nefsini ve enaniyetini,

8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,

9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlâs ı kazanır, vazifesini hakkiyle ifa eder.(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yirminci Lem’a.)

Yine İhlâs Risalesi’nde Müslümanların bir vücudun azaları yahut bir fabrikanın çarkları gibi olduklarını ve birbirlerine engel olmak yerine, birbirlerine yardım ederek uhuvvet ve ittifak ile çalışmaları gerektiğini izah sadedinde şöyle buyurur:

Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.”

“Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp, atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akim bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.”

“Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.”

“Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta her bir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

Malûmdur ki, bir bedende, bütün azaların bir tek ruha bağlanmasiyle birlik hâsıl olur, vücut kuvvet bulur ve sıhhat kazanır. Bedendeki azaların vazifeleri, yapıları ve hususiyetleri ayrı ayrı olduğu halde tamamı bir tek ruha bağlıdır, ondan medet alır, onun namına hareket ederler. O tek ruhu kabul etmeyen, ondan intisabını kesen aza felç olmuştur. Demek ki vücudun birliği ruhun birliğinden gelmektedir. Ruhun bu birleştirici ve hayatî fonksiyonunu hiçbir aza yüklenemez. Ve kendisini onun yerine koyamaz.Meselâ göz olmasa, vücud mevcudiyetini, noksaniyetle de olsa devam ettirebilir.Ama ruh olmazsa, artık vücudun varlığından söz edilemez. Herbir aza, ruhun hayat ve feyzinden nasibini almakla memnun ve mes’ud olur.Her azanın kendi uhdesine düşen vazifeyi yapmasiyle hâsıl olan semereden,şereften, kemâlden, bütün azalar hisselerini alırlar.

Bir millet de, bütün fertleri, bütün sınıf ve tabakaları ile bir vücud gibidir.Bunların hayatları, devam ve bekaları da hepsini ihata edebilecek mukaddes bir mefhuma, bir şahs-ı maneviye bağlanmalarıyla mümkün olur. İşçi-işveren, köylü-şehirli, hoca-talebe… hâsılı bütün içtimaî sınıflar o şahs-ı manevînin birer azası hükmündedirler. Biri dimağı ise, diğeri kalbi,bir gözü ise, diğeri kulağı, biri eli ise diğeri ayağıdır. İşte bütün bu azaların huzur ve sükûnunu, ittihad ve tesanüdünü, uhuvvet ve muhabbetini temin eden, onların ruhu hükmünde olan din-i haktır, İslâm Dini’dir. Din, bu azaların mutlak tesanüdünü temin etmekle, içtimaî hayatın ahenk ve intizamını tesis eder.

Bu helâket ve felaket asrının rehberi ve mürşidi olan Bediüzzaman Hazretleri, bu milletin necat ve selâmetinin ittifak ve ittihatta olduğunu beyandan sanra bu husustaki en büyük bir içtimaî yaramıza da şöyle parmak basıyor.

Cay-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: ‘Haricî düşmanların zuhur ve tehacumunda dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak’ olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin, hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyete bir hiyanettir.”

“Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife,eski adaveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti defedinceye kadar dâhilî adaveti hatırlarına getirmezlerdi.”

“İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi, yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı, tesanüt ederek el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken, onların hücumunu teshil etmek, onların harim-i İslâm’a girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, ta ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ahval ve mesaibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiye’dir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adavetlerle, bahanelerle sarsmak ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.”

“Ehadis-i şerifede gelmiş ki ahir zamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri herc ü merc eder ve koca âlem-i İslâm’ı esaret altına alır.”

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız, ihtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı ‘innemel mü’minune ıhvetün’ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki iki kahraman birbiriyle boğuşurken bir çocuk ikisini de dövebilir.Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.”

“İşte, ey ehl-i iman, ihtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Bediüzzaman Hazretleri ehl-i imanı ebedî bir hüsrana düşüren ve zillete mahkûm eden tarafgirlik afetinden halâs olmanın çaresinin ferdiyet ve şahsiyet düşüncesinden kurtulup, ittihad-ı İslâmiye şuuruna terakki etmekte olduğunu şöyle ifade ediyor:

Kur’an’ın mecrasından ayrılarak, birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa toprak gibi sefahet ve şehvet-i medeniyet size emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’an-ı Kerim’in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp bu vatana ab-ı hayat olan hakikat-i İslâmiye sularını akıtınız.”

“O hakikat-i İslâmiye suları ile bu topraklarda iman ziyası altında hakikî medeniyetin fen ve san’at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve manevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir. İnşaallah…”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Üstadımızın bu müjdesi biiznillah elbet birgün tahakkuk edecektir. Bu ulvî gayenin tahakkuku için her türlü nefsanî hisleri ve şahsî menfaatleri bir tarafa bırakarak sefine-i Nuh’taki mahlûkat gibi birbirimizle kaynaşmak mecburiyetindeyiz. Ta ki sahil-i selâmete ulaşabilelim.

Bu vadide her erbab-ı şuura büyük vazifeler düşmektedir.

Müslümanlar arasında uhuvvet-i İslâmiye’nin fiilen ihyasına çalışmak her mümin ve muvahhid için vücup derecesinde zarurîdir.

Evet… Hayatın mayası, muhabbet ve uhuvvettir. Bu da ancak marifet, fazilet, hüsn-ü ahlâk gibi âlî seciyelerin tahakkuku ile devam eder.

Yukarıda bazı bölümlerini naklettiğimiz Uhuvvet Risalesi’ndeki prensiplerin herbiri, bu milletin millî birlik ve beraberliğinin temininde en büyük bir esas, ferdî ve içtimaî yaralarımızı tedavi edecek en müessir bir tiryaktır.

Devletin bu hakikatlere karşı daha uzun zaman bigâne kalması düşünülemez. Bir gün bu ve emsali risaleler maarifimizde lâyık oldukları yerlerini alacak ve millî birlik ve beraberliğimizin temininde en büyük bir esas olacaktır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar

1 İsmail Ecluni, a.g.e., Hadis No.3223.