Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Ebu’l-Hasan Harakani Hazretleri Kimdir?

Asrının Şeyhi, Mutasavvıf, Altın Silsile’nin altıncı halkası; Ebu’l-Hasan Harakani Hazretleri:
Adı: Ali, Babası: Cafer
Zamanın gavsı idi. Harkani’ nin şeyhi Bayezid’i Bistami ,Süluku, terbiyesi Bayezid’ in ruhaniyetleriyledir.
Harakânî’nin tam ismi, Ali b. Ahmed b. Cafer, künyesi Ebu’l-Hasan Harakânî’dir. 
Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri 963 senesinde Bistam’ın kuzeyindeki Harakan köyünde, çiftçilik yapan bir ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi.
Dinine ve ibadetlerine düşkünlüğü, nefsiyle mücâhedesi ve dâimî zikir ve murakabe hâlinde bulunması sebebiyle, kendisine “Şeyhü’l-Asr”, yani “Asrının Şeyhi” denildi.
Zamanındaki bütün Hak dostları ona hayran kalmış ve pek çok medh ü senalarda bulundukları gibi Mevlana ondan övgüyle bahsedeɾ. Hatta asrın müellifi, Ebul Hasan El Harakani Hazretleri’ni, ölmelerine rağmen halen yeryüzünde tasarrufu devam eden beş büyük zattan biri olarak ifade eder.
Adı Mevlana Mesnevi’sinde ‘Ebul Hüseyn’ diye geçer, yine Mevlana birçok sohbetinde ‘Bizim söylediklerimiz Ebu’l Hasan Harakani’den aldıklarımızdan başka bir şey değildir.’ diye belirtiyor.
Harakānî Hazretleri küçüklüğünden beri ibadetlere düşkün idi. Farzların haricinde pek çok nafile namaz kılardı. Bazen kendisine öyle bir hâl gelirdi ki, gafletle kıldığı endişesiyle namazlarını kaza etme ihtiyacı hissederdi.
Çocukken anne-babası, erzakını verip onu hayvanları gütmek üzere meraya gönderirlerdi. O da, hâlini belli etmeden oruç tutar, erzakını da sadaka olarak fakirlere verirdi. Akşamları gelip iftarını açar, ancak kimsenin bu durumdan haberi olmazdı.
Biraz daha büyüyünce kendisine, saban ve tohum işini verdiler. Bir gün tohumu saçmış saban sürüyordu, o esnada ezan okundu,hemen sabanı bırakıp namaza durdu,selâm verdiğinde, öküzlerin kendi kendilerine çift sürmeye devam ettiğini gördü, hemen başını secdeye koyarak şöyle niyaz etti:
–Allâh’ım, duyduğuma göre Sen her kimi dost edinirsen onu insanlardan gizlermişsin beni de insanlardan gizle

Ebû’l-Hasan Hazretleri on iki sene boyunca her gün yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra Sultânü’l-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin türbesine gidip büyük bir edep ve hürmetle ziyaret eder ve sabah namazında yine kendi tekkesinde hazır olurdu. Böylece üç fersah yol yürümüş olurdu. Nihayet bir gün Bâyezîd Hazretlerinin türbesinden:
–“İrşada başlama zamanın geldi!” diye bir ses işitti. Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri büyük bir mahviyet içinde:
“–Ey Şeyh, benim işime himmet lütfet ki, ben ümmî bir insanım, şeriata hakkıyla bilmiyorum, Kur’ân’ı gerçek manasıyla öğrenebilmiş değilim!” dedi.
Türbeden gelen ses:
“–Ey Ebû’l-Hasan, oku: «Eûzü billâh…»!” diye ona okumayı talim etmeye başladı. Harakānî Hazretleri tekkesine varıncaya kadar Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmiş oldu. Hazretin o günden sonra Kur’ân ve Sünnet’e vukufiyeti daha da arttı.
Kaynaklar onun ümmi olduğunu, Bâyezîd-i Bistâmî’nin mânevî işareti üzerine Kur’ân okumaya başladığını belirtmektedirler. Devrinin değişik âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan istifade eden Harakânî, en sonunda hemşerisi Bâyezîd-i Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış, Bistâmî’nin kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. 
Sofi kimdir? Diye kendisine sordular. Dedi ki: 
“Sofi; gündüzün güneşe, gece de aya ve yıldızlara ihtiyacı olmayandır. Sofilik, varlığa ihtiyacı olmayan yokluktur.”
Sordular: “ihlâs nedir?” 
Dedi ki: “Allah (c.c) için yaptığın her şey ihlâs, kul için yaptığın her şey de riya.”
Dedi ki: “Peygamberin (SAV) varisi olan kimse, onun fiiline uyan kimsedir. Yoksa kâğıt üzerini karalamakla ömrü geçen kimseler değil.”
Dedi ki: “Kırk yıldır nefsim, bir içim soğuk su yahut bir bardak ekşi ayran dilemekte… Henüz dileğini ona vermedim.”
Derdi ki: “Gönüllerin en parlağı, içinde halk bulunmayandır.”
Amellerin en hayırlısı, içinde mahlûkun fikri olmayandır.
Nimetlerin en helali, kendi emeği ile; hâsıl olandır.
Dostların en hayırlısı, yaşayışı Hakk ile olandır.”
Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri Şöyle buyururdu:
“Hak dostları daima büyük bir hüzün içindedir, bunun sebebi de Cenâb-ı Hakk’ı şanına lâyık bir şekilde zikretmek isteyip de bunu yapamayışlarıdır.”
Zira Peygamber Efendimiz de şöyle niyâz ederdi:
“…Yâ Rabbî, Sen’i hakkıyla sena etmekten acizim, Sen zatını nasıl sena ettiysen öylesin”
Onun şu sözleri, sahip olduğu Allah ile beraberlik şuurunu ne güzel aksettirmektedir:
“İnsanlar ekseriyetle dualarında şöyle derler. «Allâh’ım, üç yerde imdadımıza yetiş, can çekişirken, mezarda ve kıyamette»Ben de diyorum ki; «İlâhî, her zaman imdadıma yetiş»
Ahlâkımızın seviye kazanması, ibadetlerimizin kabulünün en büyük alâmetidir.
Harakānî Hazretleri talebelerine şöyle buyurmuştur:
“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki, dinini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riya gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsaade edebiliyorsun?”
“Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz; çok infak ediniz, az yiyiniz; başınızı yastıktan uzak tutunuz (Uykunun esiri olup da iç dünyanızı hantallaştırmayınız).
Harakānî Hazretleri daha çok hüzün hâlinde bulunur, sema ve rakstan hoşlanmazdı,özel hırka ve hususi seccade gibi şeklî unsurlara ehemmiyet vermezdi.
Lokman Hakîm bir gün oğluna:
“–Yavrucuğum, bu gün oruç tut ve konuştuğun her şeyi not et, akşam olunca konuştuklarını bana arz edip hesabını verdikten sonra iftar edersin” dedi.
Akşam olunca oğlu konuştuklarının hesabını vermeye başladı, vakit iyice geç oldu ve karnı iyice acıktı. Lokman Hakîm ertesi gün de aynı şeyi söyledi, yine oğlu hesap verinceye kadar iftar iyice gecikti. Üçüncü gün de aynı şey olunca, dördüncü gün oğlu, lüzumsuz konuşmaları terk etti, akşam babası hesap isteyince de:
“–Hesap verme korkusuyla çok az konuştum.” dedi. Lokman Hakîm:
“–Gel öyleyse, hemen yemeğini ye” buyurdu.
Harakānî Hazretleri bu kıssayı anlattıktan sonra da:
“–Dünyada lüzumsuz konuşmaları terk edenlerin hâli, kıyamet günü, Lokman Hakim’in oğlunun hâli gibi selâmet olacaktır.” buyururdu.
Sabahleyin kalkan âlim ilminin, zâhid de zühdünün artmasını ister.,Ebû’l-Hasan ise bir kardeşinin kalbine sevinç ve neşe verebilme derdindedir.
Bir din kardeşini incitmeden sabahtan akşama çıkan bir Mü’min, o gün akşama kadar Resûlullah Efendimiz ile beraber yaşamış gibidir. Eğer bir Mü’mini incitirse Allah Teâlâ onun o günkü ibadetini kabul etmez.
“Türkistan’dan Şam’a kadar birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır, bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.”
“En büyük keramet, yorgunluk ve bezginlik hissetmeden Allâh’ın mahlûkatına hizmet etmektir.”
Hindistan Fâtihi, büyük Sultan Gazneli Mahmut, Harakān köyü yakınlarına geldiğinde, medhini duyduğu Ebû’l-Hasan Hazretlerini ziyaret etmek istemişti. Evvelâ bir adamını çağırarak Harakānî Hazretleri’ne gitmesini ve:
“Gazne Sultânı ziyaretinize gelecek, sizler de müritlerinizle beraber onu karşılamaya çıkın” demesini emretti, eğer tereddüt ederse de
“Allâh’a, Resulü’ne ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) itaat ediniz…” (en-Nisâ, 59) ayetini hatırlatmasını tembih etti. Bu talimatıyla Hazret’in nasıl davranacağını görerek onun manevi kemalini yoklamak istiyordu.
Elçi, kendisine verilen vazifeyi yerine getirince Harakānî Hazretleri ona şöyle dedi:
“–Mahmut’a de ki: «Ebû’l-Hasan; “Allâh’a itaat edin” fermanıyla öyle meşguldür ki, seninle ilgilenecek hâli yoktur.»”
Bu söz, Sultan Mahmut’a derinden tesir etti. Yanındakilere:
“–Kalkın Şeyh’in huzuruna varalım, bu zat farklı bir insan, bizim bildiğimiz kişilerden değil” dedi. Huzura varan Sultan Mahmut:
“–Bana bir nasihatte bulun” dedi, Harakānî Hazretleri:
“–Ey Mahmut, dört şeye dikkat et: Takva, cemaatle ifa edilen namaz, cömertlik ve halka şefkat”buyurdu. Sultan Mahmut:
“–Bana dua et!” diye rica etti. Hazret:
“–Beş vakit namazda; «Allâh’ım, Mü’min erkekleri ve Mü’min kadınları affeyle» diye dua ediyorum. Sen de buna dâhilsin.” Buyurdu,Sultan Mahmut:
“–Husûsî duâ istiyorum!” dedi. Harakānî Hazretleri:
“–Ey Mahmut, âkıbetin Mahmut (hayırlı ve güzel) olsun!” diye duâ etti ve onları ayakta uğurladı. Sultan Mahmut:
“–Geldiğimde iltifat etmemiştin, şimdi ise ayağa kalkıyorsun. O hâl neydi, bu ikram nedir?” diye sordu. Hazret:
“–Gelirken sultanlık gururuyla ve imtihan için gelmiştin, şimdi ise gönül kırıklığı ve dervişlik hâliyle gidiyorsun. Dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Daha önce sultan olduğun için kalkmadım, şimdi derviş olduğun için kalkıyorum” dedi.

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretlerini, buna benzer daha pek çok büyük zat ziyaret etmiş ve birçoğu da ona mürit olmuştur. İbn-i Sînâ da Harakānî Hazretlerini ziyaret edip onun tesirinde kalanlardandır.
Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sina, Harakanî’yi ziyarete gelir, Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar,karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler,İbn Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına onu aramaya gider,İbn Sina yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:
– Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:
– Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi, der.
Evdeki kurt karısıdır, çünkü son derece geçimsiz ve hırçın bir kadındır, ama Harakanî Allah için onun sıkıntılarına katlanarak “kesb-i kemâlât” etmiştir.
Harakānî Hazretleri’nin sözleri:
Derdi ki ”Allah derken başka söz söyleyenlerle sohbet etmemeli”
“Cennet ve cehennem yok demiyorum, benim dediğim, cennet ve cehennemin benim neznimde yeri yoktur, zira her ikisi de mahlûktur, benim rağbetim ise mahlûkata değil Hâlika’dır.”
“Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür durur, nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer, çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir.”
Sulh ve cengin nerede ve ne zaman olacağını şöyle bildirirdi: “Sulh bütün halkla, cenk ise nefisledir.”
Dünyayı gölge gibi görürdü. Bu yüzden de: “Sen onun peşinde koştukça o senin padişahın; ondan yüz çevirince de sen onun padişahı olursun.” derdi.
El emeği ve göz nurunu üstün tutar, nimetlerin en helal ve temiz olanının kişinin emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatırdı.
“Mü’minin azalarından en az birinin devamlı Yüce Allah ile meşgul olması gerekir,bir Mü’min Allah Teâlâ’yı ya kalbiyle hatırlamalı ya diliyle zikretmeli ya gözüyle O’nun görülmesini istediği ilâhî azamet tecellîlerini görmeli, ya kalbinden rahmet taşırarak eliyle cömertlik yapmalı, ya ayağıyla insanları ziyaret etmeli, ya bütün varlığıyla Mü’minlere hizmette bulunmalı, ya aklıyla tefekkür ederek mârifete ulaşmaya gayret etmeli, ya ihlâsla amel etmeli, ya da kıyametin dehşetinden korkmalı ve insanları bu hususta ikaz etmelidir.Böyle birinin, kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürüye sürüye Cennet’e gideceğine ben kefilim” 
İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:
1) Dünya hırsına sahip âlim ve
2) İlimden mahrum ham sofu
“Allah Teâlâ kuluna, imandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsan etmemiştir.”
“Kalplerin en aydını içinde mahlûkatın yer almadığı kalptir, amellerin en iyisi, içinde mahlûk düşüncesinin olmadığı ameldir, nimetlerin en helâli kendi gayretinle olanıdır, arkadaşın en iyisi Hak ile yaşayandır”. 
“Hep sevindirici şeyler arama, bazen seni üzecek şeylere yönel, ağla, gözyaşların aksın, çünkü Allah, gözyaşı akıtanları çok sever”
“Üç hâlden biri ortaya çıkmadan dünyadan gitme, ya Allah’a olan muhabbetinden dolayı gözyaşların kan olmalı, ya O’nun korkusuyla idrarın kana dönüşmeli veya uyanık olduğun hâlde kemiklerinin eriyerek inceldiğini görmelisin. “
“ Tandırdan elbisene bir ateş sıçrasa onu hemen söndürmeye çalışırsın, dinini yakan bir ateşe yani kibir, haset ve riya ateşlerinin kalbinde durmasına neden razı olursun. “
Harakânî, vesvesenin de şu üç kaynağı bulunduğundan bahseder;
Göz, kulak ve lokma, kişi gözle kalbi meşgul etmemesi gereken şeyi görür, kulakla kalbi meşgul etmemesi gereken şeyi duyar ve haram lokma ile de kalbi kirletir, işte bu üç etkenle vesvese ortaya çıkar.
Ebu’l Hasan Harakani’nin tasavvufi anlayışında muazzam bir insan sevgisi hakimdir, insanlara hizmeti kendi varlığının gayesi olarak kabul etmiştir.
“Allah’ım, keşke ben ölseydim de, başkaları ölümü tatmasaydı veya keşke bütün yaratılmışların cezasını bana çektirseydiler de, onlar cehenneme gitmeseydiler” 
Sözleri bunun en açık örnekleridir, Hasan Harakani mükemmel bir ruh inceliğine sahipti
“Allah’ım gariplerin benim tekkemde ölmelerine müsaade etme,zira Ebu’l Hasan’ın tekkesinde bir garip öldü derlerse, ben o garibin ölümüne tahammül edecek güce sahip değilim” şeklinde Allah’a yalvarıyor.
Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri’nin irfani açıklamalarını oluşturan ‘Nuru’l Ulum’ isimli eseridir, bu yazma tek nüsha halinde Britanya Müzesi kütüphanesinde bulunuyor.
Mübarek, uzun boylu, güler yüzlü, geniş alınlı, kumral renkli, büyükçe gözlü idi, Hz. Ömer’e (RA) çok benziyordu.
Harakānî Hazretleri vefâtı yaklaşınca:
“–Kabrimi otuz arşın derinlikte kazın, çünkü şu toprak Bistam toprağından yüksektir,yatacağım toprağın, Bâyezîd Hazretleri’nin kabr-i şerîfinden yüksek olması câiz değildir, edebe de uymaz.”Buyurdu. 
Hicrî 425 senesi Aşure günü miladi 11 Aralık 1033 yılında vefat etti.
Kabr-i şerîflerinin İran’ın Bistam kasabasının 12 km uzağındaki Harakan kasabasında olduğu rivayet edilir. 
Bâzı rivâyetlere göre ise Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri İslâm ordusunda cihâda çıkıp 1033 yılında Кaɾs’taki Yahnileɾ dağında düşmana kaɾşı savaşıɾken şehit düşmüş ve oraya defnedilmiştir.
Bugün Kars’ta ona izafe edilen bir makam-türbe mevcuttur.
Evliya Çelebi de Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktardığı rüyasını nakleder. 
Asker, rüyasında gördüğü yaşlı bir zatın kendisinin Ebu’l-Hasan el-Harakânî olduğunu ve kendisine makamının burada bulunduğunu söylediğini, kendisinden ayağını bastığı yeri kazmasını istediğini anlatmıştır, bunun üzerine yüz işçi yeri kazmaya başlamış ve üzerinde “Menem şehîd ü saîd Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur, gaziler mermeri tekbir ve tevhitle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır.
Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş; vücudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamaktaymış.
Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar, kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebu’l-Hasan Harakânî adına bir tekke ile cami inşa ettirilmiştir.
Evliya Çelebi’nin anlattığı bu olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve çevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit olduğu şeklinde bir inancın doğmasına yol açmıştır.

Derleyen: Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
İslam ve ihsan
Söz kimin
İsmail ağa
Somuncu Baba Dergisi(Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE ,Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK)

Mal Sahibi

Beş duyuna esir olursan doğruyu bulmak bir hayli güç olacak. Hayvan duygularını aşıp aklına yanaşamaz, küçücük çocuk eline bağlı bir iple koca bir fili, bir atı istediği yöne götürebilir, bunun sebebi, küçük yaşta ipe bağlanan fil ne kadar uğraştı ise o ipten kurtulamadı ama büyüdükçe kuvvetlenip onu koparabileceğini hiçbir zaman akıl edemiyor çünkü duygularının esareti altında.

İnsanda beş duyu organına esir olunca hayvandan farkı kalmıyor o da aklına itimat edip vahye yaklaşamıyor asıl görenin göz, duyanın kulak, kokanın burun, tat alanın dil, ısıyı algılayanın deri olduğunu zannediyor.
Dünya sebepler dünyası ilahi kanunlar böyle konmuş asıl gören ruh, göz burada sebeptir ruh başka âlemlerde gözsüzde görür kulaksızda duyar burunsuzda kokar dil olmadan da tat alabilir derisiz ısıları algılayabilir. Dünyada nimetlerden istifade edebilmek için sebepler kanununa riayet etmek zorundayız. Allah isterse sebeplere bağlı kalmadan da yaratabilir. Meyve ağaçta yaratılıyor ama ağaçsızda olur tıpkı koca karpuzun, kabağın ağaçsız olduğu gibi.

Nasrettin hoca bir gün karpuz tarlasında ceviz ağacına yaslanmış dinlenirken bakmış koca karpuz küçücük dalda küçücük ceviz kocaman ağaçta, o an ağaçtan kafasına bir ceviz düşmüş.
-Ey Allah’ım hikmetine sual olunmaz karpuz ağaçta olsaydı halim nice olurdu demiş.

Gökyüzündeki gezegenlerin sapsız, dalsız birbirine bağlı olduğunu anlamak için sonsuz kudret sahibi olan Allah’a bağlanmak gerek, sınırlı olan sonsuzdan mahrum kalır.
Çevrende gördüğün bütün mahlûkatın sahibi ezeli kudret sahibi olan Allah’tır, mahlûkat Allah’ın kudretini, isimlerini ilan etmek için vardır.

Semayı direksiz durdurması Kayyum ismini ilan eder. 
Küreleri muntazam döndürmesi Hâkim ismini ilan eder.
Bütün hayatları bahşetmesi Muhyi ismini ilan eder. 
Bütün kuvvetleri lütfetmesi Kâdir ismini ilan eder 
Sesleri işitiyor olmamız Semi ismini ilan ettiği gibi….

“Kâinat Allah’ın mülküdür” diyenlerin imanı makbuldür fakat gaflet ve delalete düşme ihtimalleri vardır. Her bir sanat ve her bir eser üzerinde Allah’ın mührünü görmekle bu fikri sağlamlaştırmak gerekmektedir.
Zemin yüzüne bakıp bütün mahlukatın ihtiyacının karşılandığını müşahede etmek, kış aylarında biten bazı gıdaların bir tren vagonuna konmuş gibi mevsiminde sırayla gönderildiğini görmek, bir elmayı yapabilmek için güneşe, bulutlara, toprağa hatta bütün kainata sahip olmak gerektiğini anlamak, tüm insanların simalarında bulunan göz, kulak, burun gibi azaların bir birine benzemesine rağmen yüzlerinin benzememesini fark edip dünyada yaratılan bütün insanları yaratmayan birisi bu farklılığı ortaya koyamaz diyebilmek, ve buradan bütün insanları yaratan ancak tek bir zat olabilir demek, atomlardaki kanunun semadaki gezegenlerde de var olduğunu anladıktan sonra bu kanunu koyanı aramak, bu zatın yarattıklarının taklidini yapmanın mümkün olmadığını görmek ,midemize giren bir şeyin saç gibi, kaş gibi, kemik gibi, tırnak gibi bir sürü şey olduğunu görmek, hele bu yaratılanların hayat sahibi konuşuyor, yürüyor, çalışıyor ,nefes alıp veriyor, aklediyor ,düşünüyor ,üretiyor olmasını idrak edebilmek, topraktan rengarenk çeşit çeşit nevler, türlü kokular ihtiva eden çiçekler ,meyveler, nebatatın çıktığını görmek, kainatta ,dünyada insanda sair mahlukatta ki nizam ve mizanı nukuşu, nakkaşı güzelliği ,uyumluluğu görmek idrak edebilmek, tavuktan çıkan yumurtanın, inekten çıkan sütün kimseler tarafından bir benzerinin yapılamadığını, suyun buzun nasıl harika bir kanunla yapıldığını, yanan ve yakıcı maddelerin birleşip söndüren bir madde olarak zuhuru, buzun katı halinin sıvısının üzerinde durduğunu ,aksi halde dünyanın sular altında kalacağını düşünmek,bal arısının şifalı bir balı yaparken tekamül ettirilerek dünyaya gönderildiğini akletmek, küçücük incir çekirdeğine koca ağacın kaderinin yazıldığını fark etmek, insan kalbi, hafızamız nasıl harükülade.

Bütün bunları aklı bozulmayan insan anlar, bütün bunları anlamak Allah’ın mührünü hatemini görmek demektir, akıl sahibi şuur sahipleri bütün bunları düşünmekle hakiki imana, sarsılmaz itikada sahip olur.
Nasıl ki güneşin ışıkları, ısısı dünyadaki parlak şeylerde, su yüzünde, cam parçacıklarında görünür, böyle olunca görünen ışıkların aslında sudan veya şeffaf şeylerden değil güneşten olduğunu anlarız. Allah’ın turrasıda, varlık âleminde bulunan kâinattaki bütün yaratılanlarda müşahede edilir.

Sinekteki, böcekteki, çiçekteki, topraktaki mührü Allah’ın hatemini göremezsek o zaman meyveyi yapanın ağaç, nebatatı yapanın toprak olduğuna hükmetmek zorunda kalırız, onlarda da bir ilim olduğu, bir yaratıcılık olduğu gibi akıldan uzak fikirlerle sapkınlığa düşeriz, cahilane hükümler verebiliriz ,hatta tüm varlıklar kadar yaratıcı olduğunu, kendi kendine olduğunu, her tohumda her şeyi görecek göz ve ilmin olduğunu itikat etmek gerekir, bu gülünç ve bir o kadar hamakattır, budalalıktır. 

Elimizde bulunan mektubu yazmak için bir kalem birde yazan adam lazımken ,bir kitap yazmak için matbaa ve her bir harf için demir kalem gerekli, bu demirleri yapmak için ustalar gerekli, alet gerekli, vs.bir çok şeye ihtiyaç var,aynen öylede bu kainat kitabını yazan Allah’tır diye hükmedersen kolay ve makul bir yola girmiş olursun, ama her bir yaratılanı sebeplere, tabiata verirsen her bir harf için usta, demir gibi malzemeler ihtiyaç duyan insan gibi zor ve meşakkatli bir yol seçmiş olursun, bu yol çıkmaz ,çünkü her bir çiçek için bir kalıp, boya, koku lazım, her bir tavuk için kanat, bacak, göz lazım, bunlar için kalıplar, malzemeler lazım ,arılar için bal yapma, çiçek bulma, tanıma kursları düzenlenmeli, bunlara öğretmen, bunlara okul öğretmenlere ücret gerekli, her bir tohumun içine ağacı kodlamak için programlar gerekli bunun için çok ciddi bilim insanları gerekli, bunların yetişmesi için üniversiteler gerekli, her bir portakaldaki lezzet ve tat için şeker gerekli, besleyiciliği, şifalı oluşu için bazı ilaçların içine konması gerekli, bunun için laboratuarlar, eczalar gerekli

Toprakta, suda, havada mevcut olan nebatat kadar matbaa var olması lazım meyveler kadar çiçekler kadar teşkilat lazım, boylarını, tatlarını, kokularını, bütün hassasiyetini bilmeden bunlar yapılamaz.
Saksıdaki toprak tohumu tanıyor ona göre onu yeşillendiriyor, boyuyor, koku veriyor. Şimdi bunu saksıda bu çiçeklere ne lazımsa var demek utanılacak bir şey.

Kitaptaki harf sadece kendini göstermez onu yazan kişiyi de yazarı da ele verir, kim olduğuna işaret eder, kitabın içeriğinden yazarın ilmini anlamak çok mümkün, bir eser onu ortaya koyan sanatçının, mimarın, mühendisin hakkında bize bilgi verdiği gibi.
Dünya’ya şöyle bir göz atalım, her sene binlerce meyve, sebze, nebatat tüketiliyor, bitiyor, bir yerlere gidiyor, yok oluyor ama bir müddet sonra tekrar yaratılıyor. Yaratılışı tabiata, sebeplere verenler bir kez daha içinden çıkamayacakları bir duruma düşüyorlar, yaratılanlar durmadan tekrar tekrar her an yaratılıyor, ne ne kadar gerekli ise o o kadar yaratılıyor ne bir fazla ne bir eksik, ne bir an önce, ne bir an sonra o zaman bunları yaratan her şeyi an ve an görüyor müşahede ediyor ve onları tanıyor, dinliyor isteklerine cevap veriyor. 
Nihayet derecede karışık bir durum, bütün bunlar için nihayetsiz akıl, nihayetsiz ilim, nihayetsiz kudret, nihayetsiz her şey lazım. Her şey kusursuz, her şey noksansız, her şey hatasız.
Hep bütün bunlarda o mührü gör, o pırıltıyı müşahede et.

Bu kâinata biraz daha yakından bakacak olursak bütün mahlûkatın, bütün yaratılanların bir birleriyle konuştuğunu, birbirini gördüğünü, birbirine ne kar uzakta da olsalar yardım ettiğini göreceğiz. Semadaki güneş arzımıza ışık ve ısı veriyor, bulut ve arz bir biriyle konuşuyor, aralarında bir alış veriş var, gece ve gündüz yaz ve kış birbirleriyle görev tanzimi yapmışlar, soğuk ve kar getirme işi kış ayına verilmiş, çiçek açması bahar ayında oluyor, meyve sebze getirme işi yaz ayına verilmiş, hepside hiç aksatmadan karıştırmadan vazifelerini yapmaktalar.

Bu getirilen yiyeceklerin taksimatı da çok muntazam bir şekilde yapılmakta, hiçbir canlının, hayvanın, insanın ki birbiriyle karışmamakta, ne kadar ihtiyaç varsa o kadar sahibine tevdi edilmekte.
Bu hayvanların ve bazı mahlûkatın eğitilmiş olduğunu da görmek mümkün. Balık yüzmeyi, kuş uçmayı nerede kim öğretti? İnsan bunu sormuyor değil, yine kendi kendine dersen, o zaman yüzme öğretmenleri, uçma öğretmenleri gibi çok müşkülat doğar, hele ineğe süt vermeyi, tavuğa yumurta yapmayı öğreten öğretmenin kim olduğunu, bende çok merak ettim doğrusu.
Bir ateiste sormuştum seni kim yaptı? Annem dedi. Senin annen nereden öğrenmiş mide, bağırsak, diş, dudak, kalp, ciğer yapmayı dedim, babam yardım etmiş dedi. Annen sana ilk altı ay süt emzirse idi böyle konuşmazdın dedim.

Arz diyor ki; Beni kim yaptıysa semayıda o yaptı, içimdekileri kim yaptıysa güneşi de o yaptı, bütün bu görünenleri kim yarattıysa görünmeyenleri de o yarattı diye avazının çıktığı kadar bağırıyor.
Bir yaz ayında, bahar ayında yaratılan meyvelere dikkat edelim an ve an zamanın olmadığı, saliselerin bile altında bir zamanda yaratılmalı ki yetişsin, o kadar muntazam şeyler bu kadar çok, bu kadar kısa zamanda nasıl olur sanatlı şeyler zaman alır zordur ilim gerektirir.

Her şey aciz oluşuyla ihtiyaç sahibi oluşuyla Yaratanının Cenabı hak olduğunu söylüyor ve bu Yaratan’ın noksansız ve kusursuz olduğunu ilan ediyor.
Eserin mükemmelliği yapanın mükemmel olduğunu söyler.

Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risalei Nur Külliyatı
Sorularla Risale
Sorularla İslamiyet

Uykunun En Derin Kuyusu Gençlik

Birilerine bir şeyler anlatıyorsunuz ama rüyada olduğunuzu bilmiyorsunuz yahut birileri size bir şeyler söylüyor ama sizin uykuda olduğunuzu bilmiyor bu zamanda yapılan ikaz, söz ve nasihatler insana tesir etmez. İnsan hayatının en hareketli, heyecanlı ve tehlikeli devresi gençlik zamanıdır. Gençlerin topluma faydalı, dindar, edepli, hayalı, kısaca faziletli yetişmeleri için bir rehbere ihtiyaçları vardır. Kendi başlarına yol ve hedef tespit etmeleri çok zordur.

Gençlerimizi bu derin uykularından uyandırmak ve tatlı rüyalardan hakikate gerçeğe döndürmek ilk önce anne ve babaların görevidir. Çevrenizde olumsuz hareket eden bir sürü genç tanıyor olabilirsiniz amacım bunları konuşmak değil, gayretim; Gençliğin bir değer olduğunu ve bu devrenin çok iyi değerlendirilmesine bir katkı sağlamaktır. Gençliğin hem bedenen hem de ruhen eğitilmeye ve her türlü zararlı alışkanlıklardan korunmaya ihtiyacı vardır.

Gençlik, fiziksel ve ruhsal değişimin en hızlı olduğu dönemdir, bu değişim bireyi mutlak etkileyecektir, etkilenmeler bu dönemde en üst seviyededir, bu dönem gelişimin önemli olduğu bir dönemdir, bedensel değişim, cinsel kimlik ve sosyal rol açısından yetişkin olmaya adım atıldığı dönemdir. Genç, kendine özgü kimlik ve kişilik arayışındadır, ne çocuktur ne de yetişkin bu belirsizlik beraberinde bazı sorunları getirmektedir, gencin bu dönemde anlaşılmaya çok ihtiyacı vardır.

Düşünce ve girişimlerine destek verin, yönelmiş olduğu amacını uygulayabilme sahası açın, bu dönemde sırdaşa ihtiyaç duyacaktır, karşı cinse ilgi duyacaktır asla suçlamayın, bir ideoloji bir dünya görüşü belirleyecektir, doğru bir yaklaşımla doğru bir sonuç elde edilmeye çalışılmalıdır. Genç her şeyi bilinçli ve inadına yapıyor değil, baş kaldırışlar, saygısız gibi davranışlar gerekli destek verilirse çok kolay bertaraf edilebilir.

Gençlere yaşadıkları çağa göre davranmak çok önemlidir. Onları ezmeden, dışlamadan, sabırla bu dönemin atlatılmasına yardım edilmeli. Bu dönemde gerekli sevgi ve güven gösterilmeli.
Bu dönemde çocukların iyi aile çocuklarıyla arkadaşlık ve dostluklar kurmalarını sağlamak, onların davranış ve ilişkilerini hissettirmeden takip etmek ve problemlerin çözümünde asla baskıcı olmadan destek olmak son derece önemli bir davranıştır. Gençlere arkadaş gibi yaklaşmak, en olumsuz taleplerini bile azarlamadan ikna ederek aşmaya çalışmak lazımdır. Sportif ve kültürel etkinliklerle gençlerin boş zamanlarını doldurmak gerekmektedir.

İletişim araçlarını hayatımızdan çıkarmak mümkün olmadığına göre onları bilinçli ve yararlı bir biçimde kullanmayı gençlere öğretmek gerekiyor. Çeşitli sapık mezhep ve din mensuplarının el atmak için fırsat kolladığı gençlerimizi onların ağından kurtaracak en sağlam yöntem, onları sağlam dini bilgi ve duygularla donatmak, dini hayatın manevi tecrübelerinden geçirmektir. Çocuklar ve gençler bir milletin ümididir, geleceğidir. Yarınları kendine emanet edeceğimiz bu güç, ne kadar iyi yetiştirilir, ne kadar dinine, vatanına, geleneklerine bağlı kılınırsa, istikbalden o derece emin olunabilir. 

Her toplum, kendi geleceğini garanti altına alacak, kendi değerlerini yükseltip, geliştirecek fertler yetiştirmeyi hedef edinir. Yeni yetişen nesiller ruh ve bedence sağlıklı, güçlü ve dinamik bir kişilik geliştirdikleri ölçüde, toplum da güç ve kuvvet kazanacaktır. Ayrıca, gençlerin eğitimine ve öğretimine çağın gelişen şartlarını da göz önünde bulundurarak önem veren milletler, daima yükselmişler ve dünyada söz sahibi olmuşlardır.

İnsanlar arası ilişkilerin temelini ve aralarındaki davranışların biçimini bize en güzel tarif eden dinimiz İslam’dır bunun uygulayıcısı Peygamberimiz(sav)dir. Öyleyse Peygamberimiz(sav)in hayatını iyi bilmeliyiz, Onun örnek ve prensiplerini kendi gençlerimize uyguladığımız nispette doğru hareket etmiş olacağız.

Peygamberimiz(sav) “Gençlik deliliğin bir türüdür.”buyurmuştur. Gençlik Allah tarafından insana bahşedilen çok önemli bir nimettir. Peygamberimiz(sav) İslam’ın yayılmasında gençlere büyük görevler vermiş, onların enerjilerini müspette kullanmış, onlara güvenerek kişiliklerinin sağlam gelişmesine yardımcı olmuş, ciddi sorumluluk ve vazifeler vererek iyi yetişmelerini sağlamış. Tarihimiz genç yaşta büyük başarılara imza atan gençlerle doludur. 

Gençlerin ilim öğrenmedeki tüm engelleri kaldırmış, çok müsamahalı davranmış ve hata yapabilme endişelerini ortadan kaldırmıştır. Peygamberimiz(sav)in gençlere ihtiyaç duyulan yabancı dilleri öğrenmelerini tavsiye ettiğini görüyoruz. Onları övmüş başarılarını takdir etmiş, görüş ve düşüncelerine önem verdiğinin göstererek kendi iradelerini kullanmalarını istemiş. Haram ve helali en iyi bilen Muaz b. Cebel’dir demiş. Muaz b Cebel o gün 26 yaşında idi.

Peygamberimiz(sav) en zor işleri gençlere vermiş. 18 yaşındaki Usame b Zeyd’i 40 bin kişilik ordunun başına geçirmiş. Gelişim özellikleri itibariyle gençlerde bazı aşırı eğilimlerin kendisini göstermesi, sıkça rastlanan bir durumdur. Peygamberimiz(sav) bu durumda onlara orta yolu öğütlemiştir. Peygamberimiz (sav) gençleri hür düşünmeye, faydalı şeylerden çekinmeden faydalanma ve sonucu ne olursa olsun doğru bildiğini cesaretle ifade etmeye yönlendirmiştir.

Gençliğin bir başka sorunu da cinselliktir şüphesiz, cinsiyet içgüdüsü zirvede olan gençlerin bu sorununu Peygamberimiz(sav) ciddiyetle ele almış ve en uygun yolla çözmeye çalışmıştır. Gençlik deyince akla sadece erkek çocuklar gelmemeli, gençlerin yarısını kızlar oluşturmaktadır. Peygamberimiz(sav) bilhassa kız çocuklarına özel itina gösterilmesini istemiştir. Risale-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman gençliği zarif ve güzel bir güle benzetir. Fayda ve zararı ancak 15 yaşında ayırt edebileceklerini söyler.

Kötü arkadaşlar bu zamanın gençliğini bekleyen en büyük tehlikedir. Anne babalar gençlerin eğitimlerine bu asırda çok önem veriyorlar, onlar için maddi manevi çok fedakârlıklar yapıyorlar. Ancak pozitif bilimleri okuturken, dini bilgilerini tam ve doğru verememişlerse, taklidi iman derecesini geçip tahkiki iman düzeyini yakalayamamışlarsa o gençleri kaybetmek çok yakındır. Ailelerin onu ikna edecek bilgileri yoksa birilerinden bu konuda da yardım almaları gerekir. Yoksa yapılan bütün fedakârlıklar boşa gidebilir. Küfür denizi onu da yutabilir. 

Bediüzzaman “Sizdeki gençlik kat‘iyen gidecek. Eğer siz dâire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zâyi‘ olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik ni‘metine karşı bir şükür olarak iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik ma‘nen bâkî kalacak. Ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.” demiştir.

Yine Bediüzzaman ”Gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.”Buyurmuştur.

Hastanelerin bir kısım hastaları, hapishanelerin bir kısım tutukluları veya kabristanların bir kısım vaktinden önce gelen müşterileri, böyle gençlerin arasından ayrılıp gelmişlerdir. Gençler ahirete iman eder, yaptıklarının hesabını vereceğini bilir ve Cehennem fikrini benimsenmişse, hiçbir kötülüğün içine düşmezler. 

Dünyanın zevk ve mutluluğunu isteyen genç; meşru dairedeki zevklerle yetinse ona kâfidir, yeter. Ama o, aç gözlülük yapar gayri meşru her zevk ve lezzeti tatmak, yaşamak isterse, o lezzetlerin içinde gizli binlerce elemi de birlikte yaşar. Dünyada, kabirde ve ahirette o gayri meşru lezzetlerin acıları, onun peşinden geleceklerdir. 

Türkiye’de 30 yaşın altında 38 milyon genç var. Bu nüfus bilinçli ve donanımlı bir şekilde yetiştirilmeli. İşin başında Eğitim-öğretim gelmekte ama tek başına yetmez, onların gönül dünyalarını manevi iklimlerle doldurmalıyız.

Kuranı Kerimde “Allah’a şirk koşma, anne ve babana saygılı ol, namazını doğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakın, başına gelenlere sabret, küçümseyerek insanlardan yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme, büyüklük taslama, mutedil ol, sesini alçalt.”Buyrulmuştur.

En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır.
Allah say ve gayretimizi zayi etmesin. Âmin.

Çetin KILIÇ

Kaynaklar;
Kuranı Kerim meali
Risalei Nur Külliyatı
Başkan Tayyip Erdoğan
Prof Hasan Kamil Yılmaz
Risale Haber(Dr.Selçuk Eskiçubuk)
Sorularla İslamiyet 
Nur Gezek

Tevafuk Tehalüf

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin yüzün, veçhin o kadar küçüklüğüyle beraber, geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda, biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vahid-i Ehad olduğuna delâlet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıdın kasdıyla, bir Muhtarın ihtiyarıyla, bir Mürîdin iradesiyle, bir Alîmin ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhâlâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahi nişanlar derc edilmiştir ki, gözle okunur da nazarla, yani akılla görünmez.

Allah kâinatta bir şeyi bir defa yaratır iki defa yaratmaz taklit etmez taklit acizlerin işidir.
Öyle bir hazır giyim düşünün kim giderse tam üzerine göre gelsin mümkün değildir.
Ama Allah dikene bile elbise dikmiş, tam ona göredir paçasını kısaltmak vs için terziye gitme gereği duymaz.
İnsanlar birbirine benzer ama farklıdır sesimiz farklı, gözümüz farklı sevgimiz, korkumuz farklıdır, parmak izleri Âdem as’dan kıyamete kadar gelecek insanların parmak izleri birbirine benzemez Allahın yarattığının misli benzeri yok.

Herkes birbirine benzeseydi hukuk, namus her şey hercümerç olurdu.
Kovanda arılar hep ayrıdır, kapıda duran nöbetçi yabancı arıyı kovana sokmaz, ya arılar çok akıllı ya da Allah onlara bu işleri yaptırıyor.
Bir adam düşünün bir yerde oturuyor bir parça kumaş ver pantolon yap yapıyor araba yap yapıyor mobilya yap yapıyor ne dersiniz? -Mümkün değil.
Ama toprak yapıyor, ne ekersen ek onu biliyor binlerce alanda iş yapıyor.

Süleymaniye Camii inceliyorlar ama aynısını yapamıyorlar neden üç şey lazım Kanuni gibi padişah kubbe dolusu altın birde Sinan lazım ne demek? Mümkün değil.
Prof sütü inceliyor kurutuyor adam prof oluyor içeri girse hürmet görür adam ne yaptı var olan sütü kuruttu oysa inek saman yiyiyor süt yapıyor ahırda yatırıyoruz hiç itibar göstermiyoruz çünkü o sebep.Samanı sıksan bir damla süt çıkmaz.

Prof.Mustafa Öztürk diyorki

Hayvanları sağsak ne kadar süt verir ?-30 litre, nereden geliyor? –Memeden.
Geri koysan orası almaz ineği tekrar tartsan kilosunun azalmadığını görürsün neden? -sütün %10 mayası inekten gerisi o sağılma anında yaratılıyor. Örümcekte öyledir vücudunun kaç katı ağ üretir.
Gezegenler güneşten kopan parça değimli? Ateşten kopan parçadan ateş çıkmaz mı? Nasıl oluyor da kendi kendine dönerken kül olmuyor da toprak oluyor meyve oluyor hatta suya dönüyor nasıl oluyor? İzahı mümkün değil.
İnsan anne karnında nasıl oluşuyor? -Hücre bölünmesiyle oluşur .Tuğla bölünse ne olur en sonunda tuğla tozu olur hücre kaça bölersen böl en küçüğü de hücre olur oysa kemik oluyor, mide oluyor, saç, kaş ,tırnak ,göz oluyor neden?- Allah’ın eli değiyor.

Sütten deniz mi olur dünyada süt denizi yok mu zannediyorsun? Dünyada içilen sütleri topla Fırat kadar süt akar.
Allah 5 saniyede bir insan yaratıyor biz 5 saniyede onların adını sayamayız oysa aynı zaman diliminde milyonlarca şey yaratıyor. Allah demezsen ne diyeceksin?
Her insanda iki daire olsa daire fiyatları ucuzlar herkeste iki göz var ama kıymetten düşmüyor.

Adem as’dan beri aynı güneş, aynı su, hiç değişmemiş ne kadar gericilik hiç ilerleme yok, kim kullanırsa tam bana göre diyor bitki içiyor tam bana göre, insan, hayvan, yaşlı, genç, bebek hepsi tam bana göre diyor. 
Bir yemek, bir meşrubat yapacaksın herkes tam mükemmel diyecek mümkün mü?
Çocuk doğacak mutlaka bu güne kadar doğanlardan başka bir bebek doğacak ama aileden birine benzeyecek.
Arabalarda, mercedes hepsi aynı farklılık nerde şase numarası.
Bunları yapanın Allah olmadığını söyleyen de akıldan söz edilebilir mi?

Adam imam azama gelmiş 
-Hangi hayvanlar doğurur, hangi hayvan yumurtlar diye çalışmaya başladım dua et demiş.
İmam
-İşin çok zor ama sen hiç uğraşma, kulakları dışarıda olanlar doğurur inekler gibi, içerde olanlar yumurtlar tavuklar gibi. İnsanlar bu kuraldan müstesnadır.
Demek her şey kendi kafasına göre değil, bir kurala göre hareket ediyor.

Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:
“Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî! Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre veriyor. Eğer atâsı, in’âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı. Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.
Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, hikmetle yapılmış bir masnûdur. Ve Sâniin gayethakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delâletle, sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîreolduğu gibi, öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.

Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdut, ömrünün günleri mâdud ve herşeyin fânidir. Öyleyse, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarfetme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın.
Evet, yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farz edelim. Bu çekirdekler iska edilipmuhafaza edilirse, ilâ-mâşaallah semere verecek yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde, ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez. Kezâlik, senin o yüz senelik ömrün de, şeriat suyu ile iska ve âhirete sarf edilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden istifade edeceksin. Binaenaleyh, semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, hutameye (Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.

Yapan yapılandan üstündür, ağaç nar yapıyor oysa nar daha üstün, asmaya bak kuru bir çubuk, ama üzümde sanat daha üstün, demek ağaç, çubuk yapan değil, insanlara bak ne yapmış ki kendinden üstün bir şey yapmış mı? Hayır.
Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiyve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir. Nasıl ?
Kanser ilacını buldum diyen doktora ama kanserli hastalar halen var deseniz size ben bu ilacı kullananlara diyorum diyecek .
Dışarıda kâfir halen var nasıl oluyor? Risale-i Nurdan uzak kaldıkları için diyebiliriz.

Derleyen: Çetin KILIÇ
Kaynak:
Risale-i Nur Külliyatı
Mustafa Karaman’ın Mesneviye Nuriye dersinden

Rabbani Sofradan İstifade Etmek

Her ezan okunuşundan sonra yapılan şu dua “Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın Rabbi Allah’ım! Muhammed’e vesileyi ve fazileti ver. Onu, kendisine vaat ettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır, Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin”

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah(sav)şöyle buyurdu:

“Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin söylediklerinin aynısını siz de söyleyin. Sonra bana salâvat getirin. Çünkü bir kimse bana bir defa salâvat getirirse, Allah buna karşılık ona on defa salât eder. Daha sonra benim için Allah’tan vesîleyi isteyin. Çünkü vesîle, cennette Allah’ın kullarından bir tek kuluna lâyık olan bir makamdır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Benim için vesîleyi isteyen kimseye şefatim vâcip olur.”

Makâm-ı mahmûd bir şefaat makamıdır; kim bu makama salâvat ile müracaat etmez ise, şefaatten de mahrum kalır.

Allah Resulü (asv) bu makama salâvat ile katkı yapılmasını, sırf kendi şahsi makamını yüceltmek ve yükseltmek için değil, ümmetine daha ziyade şefaat etmek için ısrarla istiyor. Öyle ise biz de Allah Resulü (asv)’e bolca salâvat ve dua etmeliyiz, ta ki onun şefaatine hak kazanalım.

Bu makam Allah’ın sonsuz lütuf ve ihsanını tahrik ediyor ve bütün nimetler bu makamın hürmetine dağıtılıyor. Öyle ise makam-ı mahmud geniş ve bereketli bir sofra gibidir. Bir başka ifade ile “Makâm-ı mahmûd” ilahi bir sofradır ve bütün ihsan ve ikramlar bu sofranın üzerine iniyor. Şu kâinat sofrasına akan bütün ihsan ve ikramlar Peygamber (sav) Efendimizin Allah katındaki makamı hürmetinedir. Yani bütün izzet ve ikramlar makâm-ı mahmûdun hürmetine geliyor, demektir.

İlahi sofra niteliğinde olan bu makâm-ı mahmûda icabet etmek ise, ancak salâvat ile oluyor. Öyle ise salâvata sadece bir dua ve hatırlama nazarı ile bakmamak gerekir. Salâvat Allah Resulü (asv)’nün davetine bir icabet, Allah’ın rahmetinin celbine bir nişanedir. Bediüzzaman Hazretleri Mesnevi Nuriye adlı eserinde şöyle buyurmaktadır;

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (a.s.m.) makam-ı mahmûdu İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşâna (a.s.m.) okunan salâvat-ı şerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir.” “Ve keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ı Peygamberîyi (a.s.m.) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taallûk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salâvat getirmeye müşevviki olsun.”

Salâvat getirirken, salâvatın külli bir gayeye hitap ettiğini bilip öyle salâvat etmeliyiz. Salâvatın manası ve özü, Allah Resulü (asv)’e dua edip, makam ve mevkisinin daha da genişleyip parlak bir hale gelmesi için Allah’a ricada bulunmaktır. Peygamber Efendimiz (asv)’in en büyük duası, insanlığın saadet-i ebediyesidir ve bütün hayatı ve ibadeti de bunun üzerine odaklanmıştır. Ümmetin salâvatı da Peygamber Efendimiz (asv)’in bu büyük duasına âmin demek anlamına geliyor. Yani Peygamber Efendimiz (asv)’e ne kadar çok salâvat getirilirse, onun o büyük duası o kadar genelleşir ve güç kazanır demektir. 

Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed.

Derleyen: Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risalei Nur Külliyatı
Sorularla İslamiyet 
Sorularla Risalei Nur