Etiket arşivi: eymen akça

Aile Psikolojisi

Aile kelimesi, Arapça kökü itibariyle, fakirlik ve yoksulluk yaşanılan yer demektir. Çünkü evlenme öncesinde, bir erkek sadece kendi geçiminden sorumludur ve belirli bir geliri vardır. Evlenmekle, eşinin geçim yükünün ve sonrasında çocuklarının da geçim sorumluluğunun altına girdiğinden kişi başına geliri, gittikçe azalır. Bu ise, geçimin zorlaşması anlamına gelir. Bu manasıyla evlilikle kurulan müesseseye, Araplar, ekonomik yönüyle aile demişler. Fakat iktisat ve kanaat ile, çocukların getirdiği bereket ile Allah ya o sabit geliri yeterli hale getirir veyahut babanın imkânlarını bollaştırır, daha güzel iş fırsatları verir.

Toplum, ailelerden meydana geliyor. Aile ise, anne-baba ve çocuklardan oluşur. Aileyi, hakiki aile yapan ailedeki her bir ferdin kendi konumunu bilmesi ve konumunun gereği olan vazifeyi sergilemesidir. Erkek, eşinin hak ettiği sevgi ve ilgiyi gösterdiğinde; kadın da eşinin hak ettiği saygı ve sevgiyi gösterir. Anne-baba, çocuğun hak ettiği sevgiyi, şefkati ve merhameti çocuğuna verdiğinde, çocuk da anne-babasının hak ettiği saygıyı, sevgiyi ve ilgiyi onlara gösterecektir. Bunlar fıtrat kanunlarıdır. Şu an ki huzur evleri, yetim evleri ve kadın sığınma evlerindeki birçok durum aslında fıtrat vazifelerinin ihmalinin neticesidir. Bu vazifelerdeki ihmal büyüdüğü için de Türkiye’de bu sığınma yerlerinin sayısı günden güne artmaktadır.

Bir anne ve baba, Peygamberimiz’in (ASM) dediği gibi “ Çocuğuna güzel isim vermek, onu güzel ahlakla terbiye etmek ve zamanı geldiğinde onu evlendirmek zorundadır. Bunlar evladın, anne babası üzerindeki haklarıdır.[1] Evladının hakkını vermemiş bir anne-babanın evladından tam manasıyla bir hürmet beklemeye hakları yoktur. Evlad buna rağmen gerekli saygı ve sevgiyi onlara gösterirse bu, onun faziletinden dolayıdır. Bununla beraber anne-babalık vazifesini hakkıyla yapan bir anne-babaya yaşlılık zamanlarında “ Öf dahi dememek, onları kınayıp incitmemek, onlara değer verdiğini gösteren güzel sözler söylemek, onları şefkat ve tevazu kanatları altına almak, onlar içinde Rabbinin merhamet ve şefkatini dualarında dilemek ” anne-babanın evladı üzerindeki haklarıdır.[2] Bu açıdan süreklilik taşıyan bir aileyi iç dünyası sağlıklı, hukuku çiğnenmemiş ve vazifelerine sâdık ferdler oluşturur.

İç dünyası sağlıklı ferdlerin oluşabilmesinin yolu ise, insanların kendi yapılarını doğru okumaları ve fıtratlarının gereği olan vazifeleri yapmalarıdır. Allah’a karşı vazifelerini hakkıyla yapan bir kişi, ailesi ve diğer insanlara ait vazifelerini de hakkıyla ve itina ile yapabilir. Evet, her bir insanda 3 temel yön var: Akıl-Kalb-Nefis… Bunlar, ruhumuzun bedene girmesiyle insanda ortaya çıkan bilinçli yapılardır. Akıl, düşünce yönümüzün kimliğini; kalb, duygu yönümüzün kimliğini; nefis ise, fiziksel yönümüzün kimliğini ve idaresini ifade eder.

Din, bizim düşünce-duygu ve fizik cephemizi dengeli ve düzenli hale getirmek istiyor. Bu seviyeye, “ sırat-ı müstakim ” ismini verir. Denge ile taşlar yerine oturur. Bu manada iç dünyasında taşlar yerine oturmuş dengeli her insan, iç âleminde bir aile gibidir. Bu ailede akıl, babadır; kalb, annedir; nefis ise, çocuktur.

Bir insan nefsinin hevesleri ve arzularını temel alsa, onun vücudunda nefis idareci olsa, onda çocuksu davranışlar ve ahlaksız bir karakter görünmeye başlar. Toplumdaki birçok “ sakallı çocuk ” hükmündeki kişilerde gördüğümüz üzere… İnsan kalbi, akıl ile nefis arasında tampon bölgedir. Tıpkı ailede baba ile çocuklar arasında annenin tampon bölge olması gibi… Bir kişi hayatında kalbi temel alsa, onda duygusallığın verdiği uç haller görünür. Bu ise psikolojik zararlara yol açtığı gibi, davranışlarda da dengesizliklere sebep olur. Bu yüzden bir insanda akıl, idareci; kalb, yardımcı olmalı; nefis ise, akıl ve kalbin velâyeti altındaki çocuk konumunda kalmalıdır. Tâ ki fıtrat dengesi bozulmasın.

İç dünyayı dengeleme konusunda en başarılı kişiler, hakiki dindar kişilerdir. Çünkü onlar sağlıklı bilgileriyle akıllarını, ibadetler ile de kalb ve nefislerini dengeliyorlar.

Sağlıklı ve dengeli bireyler, sağlıklı bir yuva kurabilirler. Evlilik, insanlık tarihi boyunca hep var olan ve yaşanan bir hadise… Bütün semavi dinler evliliği fıtratın gereği olarak doğru karşılamış; onu belirli kurallar içinde düzenlemiştir. Eşlerin ve çocukların hak ve sorumluluklarını fıtrat üzere belirlemiştir. Tâ ki huzurlu ve mesut bir yuva ortaya çıkabilsin. Bu manada Peygamber Efendimiz (ASM) döneminde bir genç yanına yaklaşır. Evlenmek ve aile kurmak isteyen birisi nasıl bir tercihte bulunması gerektiğini Hz. Peygamber’e (ASM) sorunca O şöyle der: “ Bir kadın ile 4 şey için evlenilir: Güzellik, zenginlik, asalet ve dindarlık. Sen dindarlığı tercih et, mesut olursun.[3] İnsan hayatının geneliyle ilgili olacak bir surette Hz. Ömer (RA), Peygamber Efendimiz’e (ASM)

İhtiyaçlarımızı gidermek için ne gibi faydalanılacak şeyler elde edelim?” diye sorunca Peygamberimiz (ASM) şu tavsiyede bulunur:

Faydalanılan şeylerin en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalb ve âhireti ile ilgili hizmetlerde ona yardım eden imanlı bir hanımdır.”[4]

 Aile, din açısından mukaddestir. Allahu Teala aile kurulmasından razı ve memnundur. Boşanmayı ise, zaruri bir ihtiyaç haline gelebildiği için helal kılmıştır. Fakat boşanma “ Allah’ın gazaplandığı bir helaldir.[5] Çünkü boşanma ile çocukların psikolojileri bölünüyor; geleceğe bakışları kararıyor ve anne babası hayatta olduğu halde, çocuklar yetim ve öksüz büyüyorlar. Toplumdaki binlerce canlı örnekte gözlemlediğimiz üzere… Dünya genelinde yapılan istatistiksel araştırmalar 1970’lerde Avrupa’da evlenme oranının binde 7-9 iken, son yıllarda bu oranın binde 4,6’ya gerilediğini gösteriyor. Buna mukabil boşanma oranları Avrupa’da her geçen yıl artmaktadır. Türkiye verilerine bakıldığında ise, 2017 yılında Türkiye’de yapılan evlilik sayısı, önceki yıla göre %4,2 düşmüş; fakat boşanma sayısı ise önceki yıla göre %1,8 artmıştır. Bu da gösterir ki, toplum hayatı ve aile müessesesi çatırdamakta; çocukların ise mağduriyeti katmerlenmektedir.

Evet, ailede ve toplumda en önemli ihtiyaç, huzurdur. Aile ve toplum huzuru ise, onları oluşturan bireylerin iç dünyalarında huzur olmasıyla mümkündür. Bu konuda yaşayan İslam âlimlerinden Yusuf el-Kardavi şöyle der:

 Bundan kaç sene önce “el-Muhtar” dergisinde Amerikalı parlak bir doktorun yazısını okudum, doktor diyordu ki:

“Bir zamanlar gençliğimde hayatın herkesçe kabul edilen güzelliklerini bir liste halinde sıraladım ve dünyevi isteklerle şu açıklamayı yazdım: Sağlık, sevgi, kabiliyet, zenginlik ve şöhret. Sonra da kibir ve gurur ile bunu yaşlı bir bilgeye gösterdim.

Yaşlı dostum bana şöyle dedi: ” Güzel bir liste. Zararsız da sıralanmış. Ancak bana öyle geliyor ki, en mühim madde unutulmuş. O olmadan liste taşınmaz bir yük olur. Bilge dostum, listenin üzerine bir çarpı çekti ve iki kelime yazdı: “Kalp Huzuru” Ve dedi ki: “İşte bu, Allah’ın seçkin kulları için sakladığı bir lütuftur. Allah çoklarına zekâ ve sağlık verir. Mal ise el kiridir. Şöhret ender değildir. Ama kalp huzurunu ancak takdir ettiği kimselere verir.

Ve izah yollu şöyle dedi: ” Bu, bana mahsus bir görüş de değildir. Ben sadece Tevrat’tan naklediyorum; Aurelius’tan ve Ladenis’ten naklediyorum. Bu hikmet ehli şöyle demişler:Ya Rabbi, dünya nimetlerini ahmakların ayağı altına ser; bana da huzurlu bir kalp ver.

O gün bunu kabul etmek bana zor geldi. Ancak yarım asırlık özel bir tecrübeden ve ince düşüncelerden sonra anladım ki, kalp huzuru bir hayat için tek idealdir. Ve artık biliyorum ki, diğer meziyetler insana huzur sağlama için zaruri değildir. Bu huzurun mal olmadan, hatta sıhhat olmadan da geliştiğini görüyorum. Huzur, kulübeyi saraya çevirebilir. Huzursuzluk da sarayı zindan eder.

Ailenin saray gibi bir mutluluk yuvası olması az önceki yaşanmış örnekte gördüğümüz üzere kalb huzuruna bağlıdır. Kalb huzuru ise, Allah’a iman ve Onu bütün kalbiyle sevmeye dayanır. Kur’an bu noktada der: “ Uyanın! Dikkat edin! Kalpler ancak ve ancak Allah’ı aşk ile zikretmekle tatmin olur, huzur bulur.[6] Allah’ı ise, Onu tanıyanlar hakkıyla sevebilirler. Akıl, Onun marifetini elde eder; kalb ise, Onu zikreder. Bu şekilde huzurlu ferdler, mesud yuvalar kurulabilir.

Ailede baba, akıldır; anne, kalbdir; çocuk ise, nefistir. Allah ailede psikolojik olarak şöyle bir görev dağılımı yapmıştır: Babaların şefkati, kız çocuklarına odaklanır. Çünkü kızlar, âciz ve kırılgan bir yapıya sahiptirler. Şefkat duygusu, fıtratı gereği, âciz ve güçsüzleri koruma altına almak ister. Annelerin merhameti ise, oğullarına odaklanır. Çünkü erkek çocuklar, doymak bilmeyen muhtaç bir yapıya sahiptirler. Merhamet duygusu, yapısı gereği, aç ve muhtaç kişileri doyurmak ve tatmin etmek ister. Bu yüzden kız çocuklarının babalarına, oğulların da annelerine daha çok nazı geçer.

Toplum ve ülke planında baktığımızda ise devlet, babadır; vatan, anadır; halk ise, çocuklardır. Devlet idaresinin sağlıklı olmasının yolu, idarecinin nefsinin terbiye edilmiş; akıl ve kalbinin kontrolünde yaşayan birisi olmasıdır. Aksi takdirde idareci, elindeki maddi imkânları nefsinin hevesleri ve hırslarına kullanabilir. Birçok ülkede gördüğümüz üzere… Bu ise, vatana ve her bir vatandaşa karşı bir hıyanettir. İdareci, duygusallık ve kalbi temel alırsa bu sefer ya baskıcı olur veya aşırı derecede şefkatli ve merhametli olur. İlk durum halkı isyan ettireceği gibi, ikinci durum da halkı şımartacaktır. Bu açıdan devleti, akıl idare etmeli, cesaret gibi duygular devletin yardımcısı olmalı.

Aile, toplum binasının yapı taşıdır. Aile müessesesi yok edilirse, toplum yok olur. Aile yapısı bölündüğünde toplum da bölünmeye başlar. Bu açıdan devletin vazifesi aileyi korumak; onu zedeleyici engelleri kaldırmak ve var olan problemleri çözecek formüller geliştirmektir.

Kâinat da bir ülkedir. Allahu Teala ise, bu ülkenin idarecisidir. Allah, fıtrata koyduğu kanunlar ile her şeyi idare eder. Kâinat krallığında aile, temel bir önem taşıyor. Bu açıdan ailede olabilecek problemleri önlemek ve aile fertleri arasında kaynaşmayı sağlamak için Allah kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç bir yapıda yaratmıştır. Genel olarak erkekler, sayısız ihtiyaçlara sahiptirler; kadınlar ise, fıtraten kanaatkârdırlar. Bu açıdan kadınlar azla yetinebilirler, fakat erkekler hırslı fıtratları gereği az ile yetinemezler. Bu hırslarıyla beraber erkekler, ihtiyaçlarını giderme konusunda genel itibariyle beceriden de yoksundurlar. Yemek yapma, temizlik yapma vesaire… Bu konularda kadınlar çok becerikli ve yatkındırlar. Ayrıca neslinin devamı açısından da erkek kendi kendine yeterli değildir. Bu manada bakılırsa erkekler, çok yönlerden kadınlara muhtaç kılınmıştır.

Kadınlar ise nahif, zarif ve güçsüz fiziksel yapıları ile korunmaya ihtiyaç hissederler. Bu açıdan bir kadının onu koruyucu bir erkeğe, onun sevgisi ve şefkatine ihtiyacı vardır. Şâir Basîrî, kâinat ülkesindeki tarafların birbirine ihtiyacını şöyle ifade eder:

Zen merde, civan pîre, keman tîrine muhtaç

Eczâ-yı cihan cümle biri birine muhtaç

Zen, kadın; merd, erkek demek… Civan, genç; pîr, ihtiyar demek… Keman, yay; tîr ise, ok demek…

Ayrıca kadın fiziksel olarak güzel yaratıldığı için, erkekten ister istemez eşine doğru bir sevgi akışı olur. Çünkü fıtrat, güzelliği sevecek şekilde programlanmış. Sevilen ve evlilikle sahiplenilen bir kadının kalbinden ise, eşine karşı ister istemez bir saygı duygusu yükselir. Erkek fıtratı, sevmek ve sahip olmak; kadın fıtratı ise, sevilmek ve sahiplenilmek ister. Karşılıklı güven duygusu eşliğinde bu sevgi ve saygı duyguları ailenin gözle görünmeyen tutkallarıdırlar. Karı-koca arasında emniyet ve güveni sağlayacak sır ise, kadının dindarlığı, iffet ve hayâsıdır. Bunların göstergesi ise, layıkıyla yaşanılan bir tesettürdür. Bu noktada Bedüzzaman Said Nursi aile hayatı hakkında kaleme aldığı Risalede şöyle der:

Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyet ve güven duygusunu bozar, o karşılıklı hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebiye          ( yabancıya ) sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile ( karşılıklı hürmet ) gider.[7] İstatistiksel araştırmalar, evli herhangi bir kadının yabancı erkeklere ilgi göstermeye başladığında diğer erkeklerin %90’ını eşinden daha yakışıklı olarak bulacağını bize gösteriyor. Buna mukabil evli bir erkeğin ise, yabancı kadınlara ilgi göstermeye başladığında %95 kadını kendi eşinden daha güzel olarak bulacağını bize gösteriyor. Daha güzel ve yakışıklıyı görmek ise, fıtrat kanunları gereği onların sevilmesini ve istenilmesini netice verir. Bu ise, toplum hayatını yerle bir eder. Bu noktada dinin emrettiği gözlerini ve kulağını haramdan sakınma uygulaması, tam manasıyla koruyucu bir hekimliktir. Ki hem eşler arası sevgi ve saygı duygularını muhafaza etsin hem ailelerin bozulmasını engeller.

Bu noktaya dair Şekel bin Humeyd (RA) isimli genç bir sahabe Hz. Peygamber’den (ASM) ona devamlı edebileceği bir dua öğretmesini ister. O da şu duayı öğretir: “ Allah’ım, kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve üreme suyumun şerrinden sana sığınırım. [8] Demek bir zinanın ilk başladığı an, karşı cinsin sesini duyma ânıdır. Sonra süreç ona bakmaya ve karşılıklı bakışa ilerliyor; sonra konuşmaya geçiyor; sonra sevmeye uğruyor. Zinada çocuk, istenilmez. Çünkü onda hedef, zevktir. Oysa cinsellik, insan neslinin devamı için fıtrata konulmuş bir özelliktir. Dinin emrettiği evlilik, cinsel ihtiyacın meşru şekilde tatmini ve neslin bekasının temini amaçlıdır.

Çocuk, toplumun devamını sağlayan unsur olduğu gibi; aile fertlerini kaynaştırıcı ve evin merkezi olan unsurudur. Evdeki bütün hizmetler çocuklaradır. Bu manada Osmanlı Döneminde erkek çocuğa, “ mahdum ” yani “ kendisine hizmet edilen ”; kız çocuğa ise, “ kerîme ” yani “ bize değer katan, değerlimiz ” denilirdi.

Din, ailede her sahada görev dağılımı yapar. Ailenin dış işlerinden ve geçim kaynaklarından baba; iç işleri ve ev idaresinden anne sorumlu tutulur. Her ailenin toplumsal kimliği, babayla; kendi içsel kimliği anneyle temsil edilir. Bu açıdan dinde, ev içi vazifeler âtıl kalmaması için kadın çalışmaya ve sosyal hayata girmeye zorlanmamıştır. Kendi isteğiyle çalışabilir; kazancı da kendisine ait olur. Fakat aile içi vazifelerini aksatmamak kaydıyla… Bu manasıyla aile, küçük bir devlet ve topluma benzer.

Aile, bir okuldur. Baba, çocukların “ öğretmen ” idir ( muallim ). Anne ise, çocukların “ eğitmen ” idir ( mürebbiye ). Milli Eğitim Bakanlığı bu sistemi “ Tâlim ve Terbiye Kurulu ” ile Bakanlık çapında düzenleyip yapıyor. Baba, tâlim yapar, anne ise, terbiye eder. Tâlim için belirli bir mantık, sistematik ve disiplin gerekir. Terbiye içinse duygusal yaklaşım, sabır ve süreç esastır. Ahlak, ilmin hayat haline gelmesi olduğundan terbiyenin eseridir. Bu açıdan çocukların ahlakı, annenin bir sanat eseridir. Güzel ahlaklı ve sabırlı bir anne, ahlak âbidesi çocuklar yetiştirecektir. Bu noktadan her ülkenin ihtiyaç duyduğu ahlaklı ferdler, aile denilen okulun ve annelerin mahsulüdürler.

Ailenin verdiği ahlak, haya ve edebe dair yaşanmış bir vakayı Prof. Dr. Alaeddin Başar yazdığı bir kitabında şöyle anlatır:

 ” Lise son sınıftaydım. Bir gün hocamız sınıfa girdiğinde, tahtada ahlâk dışı bir resim ve uygunsuz bir yazı ile karşılaşmıştı. Rengi bir an değişti…

Hiçbir şey söylemeden silgiyi aldı ve tahtayı yavaş yavaş silmeye başladı.

Çok kızdığı belliydi. Belki de, böyle yapmakla sinirlerinin yatışmasını bekliyordu. Daha sonra tahtanın önünde birkaç kez gitti geldi… Sonunda bize dönerek:

Çocuklar! ” dedi.İleri görüşlü olun!

Bir şey anlamamıştık. Ne demek istemişti? Resimle bu sözün ne alakası vardı? Kısa süren bir sessizlikten sonra şöyle sürdürdü konuşmasını.

Evet, İleri görüşlü olun. Sadece bulunduğunuz günü, mevsimi, çağı düşünmeyin. Hiç olmazsa, hayalen on-onbeş yıl sonrasına gidin.

Bugün öyle şeyler konuşun, yazın, çizin ki, o gün oğlunuza yahut kızınıza ‘ namus, haysiyet ‘ dersi verirken yüzünüz kızarmasın. “

Sınıfta çıt çıkmıyordu… Resmi çizen arkadaşın yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Hocamız devam etti konuşmasına;

Bugün öyle bir hayat sürün ki, yarın hayat arkadaşınızın yüzüne utanmadan bakabilesiniz. Bu zavallı da, beni sağlam ayakkabı sanıyordemeyesiniz kendi kendinize…

Bu sözler hepimizin kafasına çivi gibi işlemişti…[9]

Evet, kadınların fıtratını bozmak aileyi yıkmak demektir. Din, fıtrata uygun bir aile ve toplum hayatı istiyor. Bu manada Kur’an, bir fıtrat haritasıdır. Kur’an bize insan, aile,  toplum, dünya ve Âhiretin fıtratının haritasını sunuyor. Kur’an şeytanın, şeytanlaşmış fikir ve akımların kadın fıtratını bozmaya yöneleceklerini Bakara suresinde şöyle ifade eder:

204– İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Halbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır.

   205 – İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, kadını ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.

Çoğu mealler âyetin Arapçasındaki “ hars ” kelimesini “ ekin ” manasına çeviriyor. Oysa aynı surenin 223. Âyeti kadınları,              “ kendisinde ekin biten bir tarla ” ya yani “ hars ” a benzetir. Kadın tarladır; çocuklar ise, ekindir.

Evet bir toplumu helak etmek için en kestirme yol aileden itibaren yıkıma başlamaktır. Aileler ise, kadının fıtratını bozmakla yıkılır. Anne fıtratı bozulunca, nesil de bozulur.

[1] Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62; İbn Mâce, Edeb 3; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159;

[2] İsra suresi, 23-24.

[3] İbni Mâce, Nikâh: 6.

[4] Tirmizî, Tefsirü’l-Kur’ân.- 48, İbn-i Mâce, Nikâh: 5.

[5] Ebu Davud, Sünen, Talak: 3. H. No: 2177. İbn Mace, Talak: 3. H. No: 2018.

[6] Rad suresi, 28.

[7] Lem’alar, 24. Lem’a, 3. Hikmet.

[8] Ebû Dâvûd, Vitir 32; Tirmizî, Daavât 74. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 4, 10, 11, 28.

[9] Hülya’ya Mektuplar, Zafer Yayınları.

Hadislerden Psikolojik, Sosyolojik, Teolojik ve Sembolik Nükteler-2

  1. Teolojik ve Sembolik Nükte:

“Kabir azabının çoğu, üzerine idrar sıçratmaktan olacaktır.”[1] Bu hadisin zâhir manası, beden ve kıyafet temizliği konusuna vurgu yapmaktadır. “Ve siyâbeke ve tahhir[2] ( Ve elbiseni temizle ) âyetinin tefsiri mahiyetinde… Bu hadis kirliliğin, kabir azabına yol açmasını bildiriyor. Azap, günahlardan kaynaklandığına göre o halde zâhirî temizliğe riayet etmemek günahtır, şeklinde anlaşılır.

Hadisin bâtınî manası ve hakikat boyutu ise şudur: İdrar, rüya ve misal âlemlerinde boş ve çok konuşma demektir. Meni ise, ruhlu ve hakikatli konuşma demektir. Kur’an der: “ Onlar boş sözlerle karşılaştıklarında şereflerine uygun şekilde geçer giderler ”[3] veya “ Selam, der geçerler ”[4] veya “ O müminler boş sözlerden yüz çevirirler. ”[5] Bu âyetlerdeki tekrar ve konuya dair ısrar gösterir ki, hadisteki asıl murad idrar hükmünde kişinin takva elbisesini[6] kirleten malayani konuşmalar yapması veyahut başkalarının malayani konuşmalarına katılmasıdır. Bir hadis bu manayı şöyle ifade eder: “ Kişinin mâlâyâniyi terketmesi müslümanlığının güzelliğindendir. ”[7]

Kur’anın bu ikazlarına, rüya ve misal âleminin diline bakıp hadisi ele alırsak görürüz ki: “ Kabir azabının çoğu boş ve lüzumsuz konuşmaya veya böyle konuşmaları dinlemeye dayanır. ”

  1. Teolojik ve Sembolik Nükte:

“Müezzinler kıyamet günü insanların en uzun boylu olanlarıdır.”[8] Bu hadis-i şerifin zâhir manası, ezan okumakla insanlara Allah’ı hatırlatan ve insanları camiye namaza davet eden kişilerin mahşer günü diğer insanlara göre daha uzun boylu olacağını bildiriyor.

Mahşer ve Âhiretin kanunları, rüya, misal ve berzah âlemleri ile aynıdır.[9] Rüya âleminde boy uzunluğu kişinin fikren, ilme ve nura ermesi ile bağlantılıdır. En nurlu kim ise, en uzun odur. Beden iriliği ise, kişinin manevi kuvveti ile ilgilidir. Bu açıdan müezzin olup ahlaksız ve edepsiz olan kişiler için bu hadis geçerli olamaz. Fakat hak ve hakikati tebliğ eden resuller, Âl-i İmran sûresindeki âyete göre bir “ müezzin ” ve “ münâdi ”dir.[10] Kur’anda namaza çağıran müezzinler, “ münâdi ” olarak ifade edilir.[11] Bu manada ihlaslı ehl-i tebliğ insanları hakka davet eder, nura çağırır. Ömrü boyunca bu manada risalet hizmeti yapmış gibi, ihlas ve sıdkı, uhuvvet ve sadakati ile gittikçe terakki eder. Hassas bir takva ve güçlü bir salih ameli elde edeceğinden mahşer günü boy uzunluğunu hak eder.

Hadis-i şerifin bu batınî manası hakikate en uygun ve tekellüflü te’villerden en uzak manadır. Her hak elçisi ve hakikat hizmetkarı hakkında da câridir.

  1. Teolojik ve Sembolik Nükte:

Hadis-i Şerif: “ Âlimin âbide üstünlüğü gece vaktinde kamerin yıldızlara üstünlüğü gibidir.[12] Âlim, aklını kullanarak dine hizmet edendir. Âbid, cismini kullanarak dine hizmet edendir. Fakat cisim, kendi adına çalışır. Akıl ise, hem kendine hem başkasına hizmet eder.

Akıl, Hakikat Güneşi olan Kur’andan ziya alır, fakat halka nur verir. Kur’an, güneş ışığına “ ziya ”; ay ışığına  “ nur ” adını verir.[13] Bu çerçevede diyebiliriz ki âlim, halkın zihnine hitap eder; fakat hislerine işleyemez. Kur’an böyle âlimlere “ Ahbar ” ( ilimle, dolunay gibi parlayan kişiler ) der.[14] Bunlar, “ Tâlim ” yaparlar. Oysa peygamberler gibi bütün din hizmetkârları da âlimdi. Fakat onlar fikre ve hisse, zihne ve gönüle birden hitap eden hakiki âlim idiler. Onlar, “ Rabbânîler ” idi. Yani Allah’ın, kendileriyle halkı terbiye ettiği kişiler… Bunlar, güneş gibidirler. Âbidler ise, halka çok çok uzak bir yıldız gibidir. Onun aklı büyüyemez. Verdiği ışık da, zifiri karanlık içinde ancak kendi varlığını göstermeye yarar. Başkalarına zihnen bir hayrı yoktur. Bu noktadan dolayı çoğu münzevî olan âbidler, yıldızlara benzetilmişler.

Rabbânîleri, Rabbânî yapan öncelikle kendilerinin terbiye olmalarıdır. Bunu da sağlayan sır, ilim değil “ amel ” dir. Yani “ hayat ” ve “ ihlas ”… Terbiyeye uğrayan birisi, ilme göre kendini şekillendirir. Onu kendi aklı değil, hakikat yönetir. Ahlak-ı kalbî ve edeb-i ruhî kârlarını elde eder. Sonra ihlas ile, halkın tâlim ve terbiyesine yönelir. Bu manada, her bir mürşid, Rabb ismine mazhardır. İnsan için kemal seviye, ilim ve ibadeti cem etmektir.

  1. Teolojik ve Sembolik Nükte:

Hadis-i şerifinde Efendimiz (ASM) diyor ki: “ Kardeşlerime selam olsun. [15] Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ın diğer hadisleri de nazara alınınca, bu hadisteki “ kardeşlerim ” hitabı özel bir ümmet sınıfıdır. Çünkü “ Bütün müminler, kardeştirler ”[16] âyeti gereğince her bir mümin, iman noktasında Efendimiz’in (ASM) kardeşidir. Fakat kendisinden sonra gelecek, özellikle Vakıa suresinin işaret ettiği üzere Ahirzaman’da gelip Mukarrebûn ve Ashab-ı Meymene makamına[17] çıkacak bazı kardeşlerine “ Selam olsun ” denilmesi gösterir ki bunlar özel sınıftır. Buna işaret eden 2 kelime hadiste mevcud: “ Kardeşlerim ” ve “ Selam olsun. ”

Resulullah (ASM), diğer hadislerinde hep şöyle der: “ Kardeşim Yunus ”[18], “ Kardeşim, İsa ”[19] ve genel olarak der: “ Biz peygamberler anaları ayrı kardeşler hükmündeyiz.[20] Bu hadisler gösterir ki, ilk hadiste söz konusu selama mazhar olan kişiler, Âhirzaman döneminde nübüvvet ve risalet hizmetinin varisleri olanlardır. Onlar insanlık âleminde ilim ve hikmet, iman ve islam hizmeti yapan din hameleleridir. İnsanların zayıflayan imanlarını takviye eden; yaralanan kalplerini tedaviye çalışan; dalalette ve bâtılda boğulan akıllarına hidayet ve ilim nurunu taşıyan Kur’an hizmetkarlarıdırlar.

Onlar bir peygamber gibi dine hizmet ettikleri için ve Kur’anda bahsi geçen 28 peygamberden birisine meşrep ve meslek olarak benzediği için O peygamberin aynası konumunda olur. Bu manada, o da O peygamberin muhatabı olduğu İlahî selama mazhar olur.

Mesela: “ Selâmun alâ Nûhi fi’l-âlemîn[21] ( Âlemler içinde Nûh’a selam olsun ) âyetinde aslî ve 1. Derece muhatap Hz. Nûh (AS) olduğu gibi, tâli derecede Hz. Nûh’a (AS) meşrep ve meslek olarak benzeyen Âhirzaman hizmetkarları da hissedardır, diye Hz. Peygamber (ASM) “ Selam olsun kardeşlerime ” diyor, bu sırrı ifşa ediyor. Bu hakikati te’yid eder mahiyette Kur’an, Hz. İlyas’ın (AS) kıssasını anlattıktan sorra “ Selâmun alâ ilyâsîn ” der. Dikkat edilirse âyette İlyas kelimesi çoğul olarak “ İlyâsîn ” olarak kullanılmıştır.[22] Bu âyet, risalet hizmeti yapanları “ selam-ı İlâhîye mazhar ” bir Hz. İlyas (AS) olarak görüyor ve gösteriyor.[23]

  1. Teolojik ve Sembolik Nükte:

Mâl, Arapça’da, kişinin kendisine meylettiği, kendisini şiddetle arzuladığı şey demektir. İnsan fıtratının kendisine mâil olduğu en kıymetli ve bâki mal, ilimdir. İlimler içinde en mükemmeli ise, hikmettir. Çöl ahalisi için maddeten en kıymetli mal ise, devedir. Bu manada hadis-i şerif 2 yönlü benzetme ile: “ Hikmetli söz müminin dâllesidir (yitik malı ve devesidir). Nerede bulursa onu almaya en liyakatli odur[24] der.

Neden Hz. Peygamber (ASM) ilim değil de hikmet diyor? Çünkü hikmet, maddi dünyayı okuma ile elde edilir. Bu hadis o an ümmet-i Muhammed’in (ASM) bu mevzuda hem eksik olduğunu hem de ileride eksik kalacağını ifade ediyor.

İlm-i hakikat ile maneviyata değer veren bu ümmet, hikmeti binlerce yıldır dünyayı okuyan dünyacı kişilerden alıp kullanacak diye haber veriyor. Hem tavsiye ediyor. Hakikaten hikmetse çekinmeden alın, diyor. Bu manada hadiste, bir ihbar-ı gaybî bulunuyor. Tarih şahid ki, aynen tahakkuk etti ve ediyor.

  1. Sosyolojik Nükte:

“Resul-u Ekrem (ASM) diyor: “ Men lem yüvekkır kebîrena ve yerham sağîrena fe leyse minnâ[25] ( Her kim ki bizim büyüklerimize hürmet etmez, onların ağırlığını ve vakarını takdir etmezse; hem her kim bizim küçüklerimize merhamet etmez ve onların ihtiyaçlarını tatmin etmezse; o hemen bilsin ki bizden değildir. ) Bu hadis, Üstad Bediüzzaman’ın izah ettiği üzere içtimai noktada şöyle anlaşılır: “ Kibriya hakikati, ulviyet ve azameti içerir.[26] Ulviyet, ilim ve nurla elde edilir; azamet ise, kudret ve kuvvet ile… Maddi dünya şartlarında ve içtimai husus noktasında zihin ve zekâsını kullanıp ilim ve maharet elde eden; sonra cesaret ve teşebbüs yoluyla bu ilmi ve mahareti kullanıp zenginleşen bir Müslüman, hadise göre “ kebîr ” dir. O, “ vakar ” (sosyal ağırlık) sahibidir. Onun büyüklüğünü kabullenmemek, hakka karşı hürmetsizlik ve “ kibir ” dir. Karşısındaki bu haklı hale hürmet etmek ise, “ tevazu ” dur.

Bu hadis, ilme ve helal kazanca hürmetsizlik etmeyi İslam dairesi dışına çıkmak olarak gösteriyor. Zenginleşen, büyüklük kazanan bir kişiye veyahut fakir ve yokluk çekenlere göre izafi bir tarzda da olsa zenginlik taşıyan kişilere de şöyle diyor: “ Allah, o zavallılara güçlü bir zekâ vermemiş ki, ilim sahibi olsunlar. Sağlam ve cesur bir irade vermemiş ki, cesaretle atılgan bir hal sergileyip zenginleşsinler. Onların o fakir, miskin ve yoksul halleri de merhamet, acıma ve yufka yürekliliği celb edecek bir manzaradır. Onların fakirliklerine rağmen durmayan ve sürekli yenilenen ihtiyaçları var. Mülkün gerçek maliki olan Allah, bir hak olarak o zenginleşenin bir kısım malından %10, bir kısmından ise %2,5 lik bir kısmı o fakire tayin ediyor. Ta ki, bu hak zekâtı vermekle siz de nefsinizi tezkiye edesiniz. ”[27]

Bu hadisin açtığı pencere şu hakikati güneş gibi gösteriyor: “ Nefsini, zekât ve infâk ile tezkiye etmeyen; fakir ve miskinlere, merhamet etmeyen bizim yolumuzdan ayrılır. ” Bu hadis, zengin ve fakirin, vaziyetleri ile hak ettikleri özellikleri bildirip o haklara riayetin zaruriyetini bildiriyor. “ Her hangi bir konuda Hakka hürmet etmeyen, hak yolu olan bizim yolumuzdan ayrılmıştır. O, bir zâlimdir. ”

  1. Sosyolojik Nükte:

Kiyâset, ön görü sahibi bir akıl demektir. Sahabe sordu:

-” Ya Resulallah! İnsanların en kiyâsetlisi kimdir? ” O Hazret-i Sâhib-i Kiyaset (ASM) dedi ki:

-” Ölümünü en çok düşünen ve ona göre yaşayandır. “[28]

Demek gerçek öngörü, rızık garantisi olan ölüme kadarki dünya istikbalini düşünmek değil; ölümden sonra başlayan ve gâfiller için garantisi olmayan Âhiretini düşünmektir. Bu şekilde Âhiretini yakinen gören bir kişinin sosyal hayatı, insanlar arası ilişkileri uhrevi bir boyut kazanacaktır. Bu ise, İslam toplumunun ihyâsı demektir. “ Allah bütün müslümanlara kiyâset versin ” şeklinde sürekli bir dua ümmet-i Muhammed (ASM) ve insanlık için çok önemli bir manevi faaliyettir.

  1. Sosyolojik Nükte:

Hadis-i şerifte “ Üç defa kapıyı çalın. İzin verilirse girin; aksi halde dönün. ”[29] deniliyor. Bu hadis insanlar arası ilişkide bir edep olarak ele alınabildiği ve bir sosyal hakikati ifade ettiği gibi insanın Allah rızasına erişme yolculuğu açısından da bir edebi ve bir hakikati bildiriyor. Şöyle ki:

Allah Rızası, 1001 kapılı bir saraydır. Bu sarayın kapıları arasında mesafeler var. Bir insan tefekkür veyahut tezekkür vesaire yöntemlerle o Rıza Sarayının bir kapısını 3 defa çalar da halen ona feyz, nuraniyet, ilim gibi mukabele[30] tarzlarından birisiyle bir cevap gelmezse o kapıda durması bir israftan ibarettir. O kapıyı çalmaya devam etmesi istenilmediği yerde ısrarla durmaya çalışan birisinin hal ve tavrına benzer bir edepsizliktir. Tabir caizse manevi hırsın kişiyi saplantılı bir hale dönüştürmesi ve manevi açıdan öküzleştirmesidir.[31] “ Dünya, Sevr (öküz) ve Hut (büyük balık) üzerindedir ”[32] hadisinin bir nüktesine göre…

Özetle dersek, “ Allah’ın istediği yol kolaylığıyla kendini hissettirir. Allah istemediği yolu kişiye zorlaştırır. ” Müsehhil ism-i İlahisi gereği…

Erdem AKÇA                                                                                                       

[1] İ.Mace, Nesai, Hakim, Dare Kutni.

[2] Müddessir suresi, 4.

[3] Furkan suresi, 72.

[4] Furkan suresi, 63.

[5] Mu’minun suresi, 3.

[6] A’raf suresi, 26.

[7] Müsned, I, 201; İbn Mâce, “Fiten”, 12; Tirmizî, “Zühd”, 11.

[8] Müslim ve Ahmed b. Hanbel’den Mansur Ali Nâsıf et-Tâc, el-Câmiu’l-Usûl fi Ehâdis er Rasûl, I/161.

[9] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeat, “ Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil. ”

[10] Âl-i İmran suresi, 193.

[11] Cuma suresi, 9.

[12] Ebu Davud,1; Tirmizi, İlim, 19; İbn Mace, Mukaddime, 17; İbn Hanbel, 5/196; Kenzu’l-Ummal, h. no:28746.

[13] Yunus suresi, 5.

[14] Mâide suresi, 44. Kur’an, Tevrat modelinde, vahye muhatap olan âlimleri 2 sınıfa ayırır:

  1. İhlaslı âlimler. Bunlara “ Rabbânî ” der.
  2. İhlassız âlimler. Bunlara ise “ Ahbâr ” der. Ahbarlar için Kur’an “ Yahudiler onları Rabb edindiler ” ( Tevbe suresi, 31) gibi bir ithamda bulunurken Rabbaniler için sadece “ Âyetlerimi az bir dünya menfaati için satmayın ” ( Maide suresi, 44 ) şeklinde ikaz tarzı uyarılarda bulunur.

[15] Müslim 1/150, 151, Malik 1/49, 50, Nesei 1/35, İbni Mace 2/580, Beyhaki 4/78, Ahmed 2/300, 408.

[16] Hucurat suresi, 10.

[17] Vakıa suresi, 8-24 ve 90-91.

[18] Tirmizi, Dua, 82.

[19] Müsned, 4/127, 128, 5/262; Hâkim, el-Müstedrek, 2/656.

[20] Sahihu’l-Buhari, IV, 142, Enbiya, 48.

[21] Saffât suresi, 79.

[22] Saffat suresi, 130.

[23] Saffat suresi, 123.

[24] Tirmizi, İlm 19, (2688).

[25] Tirmizî, Birr, 15; Ebu Davud, Edeb, 66.

[26] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz, 11. Sûret.

[27] Sözler, Lemeat, “ Beşer Hayatını İsterse Envâ-ı Ribâyı Öldürmeli. ”

[28]Taberânî.

[29] Riyazü’s Salihin, 2/874.

[30] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 29. Lem’a, 4. Bab, 1. Fasıl.

[31] Bediüzzaman Said Nursi, Lemeat, “ Bir Meclis-i Misalîde, Şeriatle Medeniyet-i Hazıra, Dehâ-i Fennî İle Hüdâ-yı Şer’î Muvazeneleri ”

[32] Hâkim, el-Müstedrek: 4:636; el-Münzirî, et-Terğib ve’t-terhîb: 4:257; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid: 8:131; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam: 1:172.

Hadislerden Psikolojik, Sosyolojik, Teolojik ve Sembolik Nükteler-1

  1. Psikolojik Nükte

Nefs-i emmâre (ilkel kendilik), şahsiyet (kişilik) ve enâniyet (benlik) insanın 3 cephesidir. İnsanın geçmiş zaman, şimdi ve gelecek zamana açılan pencereleridir. Nefs-i emmâre, “ menfaatçi ” dir. Şahsiyet, “ meziyetperest ” tir. Enaniyet ise “ faziletfuruş ” tur.[1] Onların kendilerini gösterdikleri ve kişi için tehlike arz ettikleri noktaları birçok hadis bildirir. En kapsamlı bir hadis-i şerif şudur: “ Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona Cennet için kefil olurum. [2]

Dil ve konuşma, enâniyet ve şahsiyetin; ferc ve şehvet ise, nefsâniyetin belirdiği ve tehlikeli oldukları noktalardır. 2 hadis-i şerif ise bu tehlikelerden kurtuluş çarelerini sunuyor:

Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur.  ”[3] ( Nefsâniyetin ilacı )

Allah’a ve Âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya sussun![4] ( Şahsiyet ve enâniyetin ilacı )

  1. Psikolojik Nükte

Bir sahabe Hz. Peygamber’e gelerek dedi:

-“ Bana tavsiyede bulun, ey Allah’ın elçisi! ” O Tabib-i kulûb (ASM) dedi ki:

-“ Kızma![5] Soru tekrarlanınca O (ASM) da cevabı tekrarladı. Soru yine tekrarlanınca, O (ASM) da cevabı tekrarladı. Bu cevap ve cevaptaki ısrar 2 yön içerir:

  1. Bu soruyu soran kişinin zaaf noktası, “ öfke ” dir. Bu manada verilen cevap hastalığın teşhisini gösterir. Ayrıca verilen cevapta ısrar ilacın yalnızca o olduğunu ifade eder. Evet kimi insanlarda zaaf noktası “ şehvet ” olduğu gibi kimisinde de öfkedir. Öfkesi, o kişiyi etrafına zarar verici bir ateşe çeviriyor. Cevaptaki ısrar, bu yönü fark ettirmek için…
  2. Bu kişi ve her kişi, ne kadar öfkeli olursa olsun o öfkeyi kontrol altına alabilir. Eğer alamayacağı bir yapıda ise “ Allah kimseye kaldıramayacağı yük yüklemez ”[6] sırrınca o kişi sorumluluktan çıkar. Zaten öfkesini ve şehvetini kontrol altına alıp teskin edemeyecek hiçbir insan yeryüzüne gelmemiştir. Yeter ki o kişi savaşını versin.

İnsanların şuur-altı imtihan merkezleri “ öfke ” ve “ şehvet ” tir. Dışa dönük ve baskın karakterliler için “ öfke ”; içe dönük ve pasif karakterliler içinse “ şehvet ” imtihan unsurudur. Dışa dönük Hz. Musa’nın (AS) Mısır’da bir İsrailoğlu ile bir Kıptî’nin kavgasının ayırmak isterken istemeden Kıptî’nin ölümüne sebep olması, öfkeyle imtihanına delil olduğu gibi[7], içe dönük Hz. Yusuf’un (AS) Züleyha ile yaşadığı şehvet imtihanı bu meseleye bir delildir.[8]

Öfkeyle mücadelede mazhar-ı Şâfi-i Hakîm (ASM) şöyle der:

Sizden birisi öfkelendiğinde ayakta ise otursun; oturuyorsa yatsın[9] hadisi, öfke ile mücadelede ipucu verir. Hem “ Sizden birisi öfkelendiği zaman su ile abdest alsın. Hiddet, şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir[10] hadisi, diğer bir mücadele tarzını ders verir. Fakat bunlar içinde en keskin tavsiye, “ Susmak ” tır. Çünkü insanlar arası öfkenin çoğunlukla sebebi yersiz ve dengesiz konuşmalardır. Susmak, bu noktada öfkeyi önleyici en tesirli ilaçtır.

  1. Psikolojik Nükte

Resul-ü Ekrem Aleyhissalatu Vesselam dedi ki: “ Dünyâda zühd ve az konuşma (nimeti) verilene yaklaşınız. Zîra o kimseye hikmet verilmiştir.[11] Bu hadis-i şerif, kişinin iç dünyasının temizliğini bildiriyor. Nefs-i emmâre, madde ve mal aşığıdır. Hadisteki “ zühde erişmek ” ifadesi, nefsin dünya ve mal aşkını aşmayı ifade ediyor. Enâniyet ise, mana ve ilim âşığıdır. Bunu da çok konuşma ile etrafına bildirir. Bu noktada “ kıllet-i kelam ” ( az konuşma ) ene’nin hastalıklarını aşmayı ifade eder. Bu iki ciheti aşan kişi, hakka mazhar olur. Onun dili, hikmetin pınarı olur. Onun kalbi, kudsiyetin çeşmesi olur. O konuştuğu zaman kalplere tesir eden veciz, kudsî hikmetin tercümanı olur. Kur’anın, “ Hakîm ” cephesini böyle bir kudsiyet mazharı tefsir edebilir.

Ehl-i ilmin kelamı, ehl-i hikmetin kelamından daha çok olur. Hikmet arttıkça, ağızdan çıkan sözler azalır. Fakat sözleri, vecizleşir ve daha çok manaları câmi olur. “ Bana cevâmiü’l-kelîm verildi[12] hadis-i şerifi bu ufku bildirir. Bu sülukun son noktası “ mutlak sükût hali ” dir. “ Susmak, hikmettir. Susan ise pek azdır[13] hadis-i şerifi bu zirve hali bildirir.

  1. Psikolojik Nükte

Resul-ü Ekrem Aleyhissalatu Vesselam dedi ki: “ Enne’l-cennete tahte zılâli’s-süyûf[14] ( Cennet, kılıçların gölgesi altındadır. ) Bu hadis manevi ve maddi cihad ve harb ile Cennetin yakınlığını, sebep-sonuç bağını bariz olarak gösterir. Cennet, Arapça’da, gözlerden saklı bahçe demektir. Cenîn, cin, cinnet ile aynı köktendir. Maddi kılıçlar, bu saklı bahçeye girmeye vesiledir. Kılıçların gölgesi altında Cennet yoluna girilip Cennete girişi engelleyen hal ve sıfatlar aşılır.

Hadisin bâtın ve hakikat cephesi noktasında Bediüzzaman Said Nursi şöyle der: “ Kişinin, cünnet ( kalkan ) gibi kendini savunma yapısı kırılınca Cennetin kapıları açılır. O kalkan kırılmadan Cennete girilmez. ”[15] Münafıklar, bu kendini aklama ve savunma işinde yeminlerini cünnet yapıyorlar diye âyet bildiriyor.[16] ( Münâfikun Suresi ) Necm suresinde Allah der ki: “ Kendinizi aklamayın. Allah hanginizin daha takvalı olduğunu çok iyi biliyor.[17]

Maddi Cennete girmek için, maddi şehadet gerekip cisim denilen kalkanın ruh denilen gövdenin üzerinden kırılması gerektiği gibi; manevi Cennete girmek için de, manevi şehadet gerekir. Bu ise hakikatin elmas kılıçları olan bürhanlar altında kalb ve ruh üstündeki nefsâniyet ve enâniyet kalkanlarının kırılmaları ile olur.

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 21. Lem’a, 2-4. Düsturlar.

[2] Buhârî, Rikak 23.

[3] Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/239

[4] Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Îmân 74, 75.

[5] Buharî, Edep, 76.

[6] Bakara suresi, 286.

[7] Kasas suresi, 15-16.

[8] Yusuf suresi, 23-34.

[9] Ebu Davud, Edep 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned 7,152.

[10] Ebu Davud, Edep 3

[11] Sünen-i İbn-i Mâce.

[12] Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, nşr. Muhammed FuadAbdulbaki, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ty.,“Mesâcid”, 8.

[13] Deylemî.

[14] Sahih-i Buhari.

[15] Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

[16] Münâfikun suresi, 2.

[17] Necm suresi, 32.

Bediüzzaman Said Nursi’de Rabıta-yı Mevt

Râbıta, kişinin hakikat ile arasında bağ kurmasıdır. Mevt ise, hayatî faaliyetin sona ermesi ve ölümdür. Bu manada rabıta-yı mevt, kişinin ölüm hakikati üzerine ve kendi kişisel ölümü hakkında tefekkür edip odaklanmasıdır. Ölüm rabıtası, Said Nursi’nin Eski Said’den Yeni Said’e yolculuğunda anahtar rolü oynayan, Âhiret’e tahkiki imanı elde etmesine vesile, tam manasıyla halktan mütecerrid uhrevi bir hayat yaşama kararını vermesinin ana sâikidir. Kendisi şöyle der: “ Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim. ” 4 kelamı izah ederken şöyle der: “ İkinci kelâm: Ölüm haktır. ”Said Nursi’nin bahsettiği bu öğrenmenin, ölümün hakikatini keşfetme manasında olduğu bedihîdir.

Said Nursi, rabıta-yı mevt ile ihlas arasındaki kopmaz ilişkiden dolayı rabıta-yı mevtin tarih boyunca hep yapıldığını ve bunun 2 usulle gerçekleştirildiğini şöyle ifade eder:

Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, “Râbıta-i Mevt”tir. Evet ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel ( uzun süreli arzular ) olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desîselerinden                      ( aldatmalarından ) kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat, Kur’ân-ı Hakîm’in [1]

gibi âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında ( fikrî yolculuklarında ) esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti ( dünyada ebedilik kuruntusunu ) o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir sûrette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi ( faydaları ) pek çoktur. Hadîste [2]

-ev kemâ kal Yâni: “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor.

Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakîkat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmağa mecbûr değiliz. Hem meslek-i hakîkata uygun gelmiyor. Belki âkibeti düşünmek sûretinde, müstakbeli zamân-ı hazıra getirmek değil, belki hakîkat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayâle, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini     ( ölümünü ) gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.[3]

Bediüzzaman ruh terbiyesine ayırdığı Lem’alar kitabında birçok bölümde rabıta-yı mevti işler. Özellikle İhtiyarlar Risalesi olarak bilinen 26. Lem’a tamamı farklı yönlerle yapılmış bir rabıta-yı mevt şaheseridir. En ümitsiz bir yaşlıya dahi ümit ve teselli verecek pencereler açar. Sünnet-i Seniyyeye dair yazdığı 11. Lem’ada rabıta-yı mevt ile psikoloji bilimi noktasında “ İlerleme ” ismiyle anılmaya seza psikoterapik bir yol keşfeder. Batı felsefesi ile Kur’an hikmetinin mukayesesine ayrılan 17. Lem’ada birçok notada ölüm üzerine tefekkür, tahkik ve tedkikler yapar. Bunlardan 1. ve 3. Nota’lar çok kritik tespitlerde bulunuyor. Bunları Risale-i Nur Külliyatı’ndaki diğer ilgili bahislerin ışığı ve yönlendirmesi altında kısaca şerh ve izah etmeye çalışacağım:

Bediüzzaman 1. Nota’da dünya hayatı ve bizi çevreleyen şeylerle bizim temaslarımızın, alakamızın ne derece olması gerektiğini; onların mahiyetlerini göstererek açıyor.

Said Nursi önce en geniş daireyi ele alıyor: Bütün kâinat… Başlangıcı olan her şeyde olduğu gibi kâinatın da bir sonu var. Onun ölümü, kıyamet vaktindedir. Kıyamet esnasında dünya hayatında bizim sevdiğimiz, değer verdiğimiz ve bağlandığımız her şey, dağlardan bağlara kadar, çiçeklerden yıldızlara kadar, görkemli saraylardan en ince sanatlara kadar parça parça olacak… Yani fânidir. Daha sonrasında süren yolculukta bize arkadaşlık etmeyecek…

Bediüzzaman daha sonra asrımızı gösteriyor. Her insanın yaşadığı asırdakilerle öyle veya böyle gönül bağı, ihtiyaç ve saire bağları kurulduğunu, bütün bu bağların 100 yıl tamamlanana kadar günden güne koptuğunu ifade ediyor. Bu bağların çoğunun bize arka çevirip terk ettiğini, berzah seferinde arkadaşlık etmediğini izah ediyor. Bu bölüm asrımızın kıyameti…

Asrımız içinden de Said Nursi halkayı daraltıyor. Bizim ömrümüzün sonuna işi getiriyor. Yani bizim kişisel kıyametimize… Sevdiğin ve bağlandığın mal, mülk, diploma, makam, mevkinin hiç biri, değil kabre seninle girmek, kabir kapısına kadar seni uğurlamaz, diyor.

Sonra işi daha da daraltıp ömrümüzün bir safhası olup kadınlar için güzellik ve erkekler için kuvvetin zamanı olan gençliğe sözü getiriyor. Her bir insan gençliği seviyor. Gençlik hayatın baharıdır. Potansiyel yetenekler, gençlik baharında çiçek açarlar. Bununla beraber gençlik ömrün en tehlikeli dönemidir. Bediüzzaman da bu kısma değinerek gençliği tarif ediyor: “ Bir-iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… ” İnsanların günahları genelde gençliğe aittir veya gençlikte başlıyor.

Sonra Said Nursi işi tekrar daraltıp ömür boyunca tadılan, çoğu insan açısından hayatın varlık gayesi sayılan zevk ve lezzetlere konuyu getiriyor. Meşru ve gayr-ı meşru olsun maddi hayatın zevk ve lezzetleri, madde sadece an içinde var olduğu, geçmiş ve gelecekte bulunamadığı için, maddi zevk ve lezzetler de anlık oluyor; kısa süre içinde bitiyor. Eğer tadılan lezzetler meşru ise hayıflanmalara, “ Keşke bitmeseydi ” diye acılı şikâyetlere ve yaralı ruh hallerine yol açıyor. Eğer gayr-ı meşru ise zehirli bir bal gibi oluyor. Anlık zevk verse de sürekli bir acıya yol açıyor…

İnsanın dünya ve maddi hayat ile halka halka şeklinde, farklı süre ve periyodlara dayanan ilişki ve irtibatlarını bu silsilede görebiliyoruz. Burada Bediüzzaman bir nokta koyuyor: Ölüm sonrası bir yolculuğun var. Dünya hayatında inkılablar yaşıyorsun; bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe, oradan olgunluğa, ondan sonra yaşlılığa… İşte bu yolculukta birçok şey ezilip, dağılıp gidiyor. O şey istemese dahi, insan istemese dahi… Fakat insandaki bir yön gitmemelerini istiyor. Berzah âleminde de anne karnındaki bir bebeğin büyüyüp doğması gibi insanın manevi halleri, şekilleri ve oraya has suretleri var. O esnada da birçok şey insandan ayrılıyor. Ayrıca Âhiret hayatında da çok inkılablar olacak. Buradaki birliktelikler orada birbirinden kopacak… Aklını düzgün kullanan ve risklerden çekinen bir kişi için, onu ebediyet Cennetine götürmeyen, bir süre sonra ondan ayrılmaya mahkum şeylere gönül bağlaması hakikat noktasında kendine bir zulümdür.

İşte burada Bediüzzaman insanın içinde bulunan bir latifeden yani manevi özellik ve cihazdan bahsediyor ve bize sesleniyor: “ Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez.[4]

Buradaki latife, insan ruhudur. Ruh, ebediyet ister. Her yöneldiği şeyde ebediyeti arar. Ebediyet cilvesi taşıyan işlere odaklanır; onda kendini kaybeder. İlim, hikmet, muhabbet gibi… Fânilere tenezzül etmez, edemez…

İnsan ruhu, diğer insanların rızasını, teveccühünü, takdirini ister görünür. Tâ ki bu sayede kendini sevdirsin; onlardan ona zarar gelmesin… Yani ruh esasında emniyet arar. Dünyevi tazyikler ve korkular ruhu ezer, hayatı ona bir zindana dönüştürür. Bu manada ruhun nefes alacağı nokta her şeyin bir elden idare edilmesi, her şeyin tek bir iradenin kontrolü altında olmasıdır. Bu ise Rene Guenon’un tespit ettiği üzere “ Ebediyet denilen Huzur-u Mutlak ” hakikatiyle mümkündür.[5] Mutlak Huzur ise, Allah’a mahsus bir realitedir. Ruhun ferahı, nefes alması ve memnuniyeti Ebedî Zât olan Allah’a odaklanmasında, Onun rızasını, teveccühünü, takdirini kazanmasındadır.

Evet ruhun muhtaç olduğu “ mutlak emniyet ” i ona verebilmek, her şeyi bizzat ilmiyle yaratan ve idare eden Allah’a mahsustur. Bu noktada ruhun kendini her an Allah’ın huzurunda Onun tarafından kuşatılmış olarak hissetmesi, her şey gibi kendisinin de Onun idaresi ve tedbiri altında olduğunu fark etmesi, her şeyin ipi elinde olan Allah dilemedikçe hiç kimse hiç kimseye zarar veremediğini Tevhid ile görmesi ruha nefes aldıracak tek penceredir.. Bu seviyeyi Muhyiddin-i Arabi “ tevhid-i ehadiyet ” olarak isimlendirir.[6]

Ruhun bu arzusu, arayışı ve tatmini onun fıtratının gereğidir. Ruhun vatanı, Nur âlemidir. Allah’ın nurunu görmeyen bir ruh için dünya karanlık bir gurbettir. Fakat ne zaman bu âlem içinde Allah’ın nurunu görmeye başlar o vakit dünya onun vatanı olur. O zaman herkes ona gurbette görünür.

3.Nota’yı Said Nursi dünyanın fâniliği ve insanın dış dünya ile bağına ayırır. Kıyamet, dünyanın ölümüdür. İnsanın ölümü ise, küçük kıyamettir. Her bir insanın, Bediüzzaman’ın “ hususi âlem ” dediği kişiye özel bir dünyası bulunuyor. İnsan öldüğünde bu hususi âlem yıkılıyor ve çöküyor. Bu da hususi kâinat olduğundan onun ölümü de bir çeşit kıyamettir.

Fakat başka bir açıdan dünyanın ölümü küçük kıyamet sayılabilir. Çünkü dünyanın ölümü veya diriliği insanın Âhireti hakkında kesin bir hüküm vermiyor. Fakat insanın ölümü insanın Âhireti hakkında bir mühür oluyor. Ömür defteri ecel mührüyle damgalanıyor; hayat mektubu mevt ile hâtimeye eriyor. Bu açıdan insanı bire bir ilgilendirdiği için psikolojik manada insanın ölümü asıl ve büyük kıyamettir. Dünya, insan doğmadan da vardı; insanla da var; insan öldükten sonra da var… Biz gelip gidiyoruz… Geniş plandan bakılınca, üstünde yaşadığımız gezegen de bir gün geldi, o da yaşıyor ve bir gün oda gidecek ve bitecek… Daha geniş planda içinde bulunduğumuz kâinat da varlık âlemine geldi; şimdi varlığı devam ediyor; fakat o da her varlığı başlayan gibi bir gün bitecek… Fânilik mührünü ölümü olan kıyametle gösterecek. Bu açılardan “ kıyamet-i Kübra ”, mevtimiz; “ kıyamet-i suğra ” ise, dünya ve kâinatın mevtidir.

Bediüzzaman bu Nota’da insanın ölümünün kolaylığını ve her an gerçekleşebileceğini, insanın hususi âlemi ve kâinatla ilişkilerini ayna misaliyle çok net olarak gösteriyor. Ayna, camdan yapılır. Cam ise, en kırılgan cisimlerden biridir. Kemik kırılsa da kaynar; et, yırtılsa da iyileşir. Fakat cam kırıldı mı bir daha eski ayarına dönmez. İnsanın hâli, elde tutulan aynaya benziyor. Her bir insan İlâhî Kudret Eli’nde tutulan bir ayna gibi… Öyle bir ayna ki, karşısında kâinat var. Kişiler kâinatı evi gibi görür. Bu manada hâne gibi ona yansır. Kendini güvende hisseder. İnsan evinde kendini güvende ve sükunet içinde hissediyor. Bu yönüyle eve, Arapça’da ” mesken ” ( sükunet bulma yeri ) denilir. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ iman boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede kişinin algısına göre kâinat muntazam bir şehir olarak görünür. Kişi o intizama uymakla şehrin düzenine tabi olur; o düzenin nimetlerinden istifade eder. Kişi bencilliği terk ederek kudsiyet elde eder. Kudsiyetin verdiği selamet ile iklimi ile, kavgasız bir hayata tabi olduğunda İslamiyet ona kâinatı bir şehir gibi istifade sahası olarak sunar. Kılınan namazlar, âlemin nizamını ona gösterir. Bu manada kendini kâinat şehrinde bir vatandaş gibi hisseder; ufku büyür. İnsanın dış dünyaya bu ufuktan bakışı dinin “ İslam boyutu ” yla ilgili…

Daha ileri seviyede ise, insan kâinatı bir güzellik bahçesi olarak görür. Kendini o güzellik bahçesinin nadide bir gülü, hakikati şakıyan bülbülü gibi hisseder. Kainatın güzelliğini tamamlayan, onu aşk ile süsleyen bir figür halini alır. İnsanın dış dünyaya bu şekilde bakışı dinin “ ihsan boyutu ” yla ilgili… Bu seviyeye gelen kişiye her şey güzel olarak görünür veya ondaki gizli güzellikler görünür hale gelir.

Kâinat insana bu 3 seviye ve şekilde yansır. İnsanın iç dünyası öfkeliyse vicdan aynasının rengi değişir ve kâinatı öyle görür ve hisseder. Eğer karamsarsa, algıda seçicilikle kâinattaki hüzünlü ve geçici şeyleri görür hale gelir. Eğer tefekkür ehli olarak berrak bir vicdan aynası ile kâinata yönelirse her şeyi olduğu gibi görür ve hisseder. Bu seviyeyi Hz. Peygamber (ASM) “ hakkı hak olarak görme, ona tabi olup rızıklanma; bâtılı batıl olarak görme ve ondan uzak durmakla rızıklanma ”[7] olarak ifade eder ve Rabbinden talep eder. Mal ve mülk, evlat ve eş işin esasında insanın dışındadır; onlar insana yansır. Biz, onların bize yansıyan görüntüsünü ve göreceli sorumluluğunu taşımaktan âciziz, yoruluyoruz. Onları yaratma, yaşatma, bedenlerini idare etme, ihtiyaçlarını giderme, onları koruma ve saklama vazifeleri hakikatiyle bize kalsaydı mahvolurduk. Endişeleri insanın ruhunu ezmeye yetiyor. İnsan âciz ve zayıf beline dünyaları yük yapıyor. Ölümle hayat aynamız kırılınca, her şey geride kalıyor ve onlar dünya hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Mesela bir mahkum kendisi içerideyken ailesi hayatlarına güzelce devam ediyorlar. Aynı durum herhangi bir insan öldüğünde de olacak. Mühim olan nasıl ömür geçirildiği; dış dünyayla irtibatın hakkını verip tehlikelerinden kurtulup kurtulunmadığı, ebediyetin mutlak huzur ve mutluluğuna erişilip erişilmediğidir.

Dış dünya, bir imtihandır. Bu imtihanı verip dış dünyayı kendisi için Allah’a ayna, Allah’tan gelen bir mektup ve bir hediye, Allah’a götüren bir yol ve vesile; Allah’a varan bir araç ve vasıta kılan kişi; Âhirette Cennet’ten o nispette istifade eder. Cennet, Onun için birçok kişiye göre daha farklı görünecektir. İmtihan hakikatinin sırrı, kalite kanununa tabi olarak, kalitenin sonsuz mertebelerinde yol almak ve tekemmül etmektir. Elbetteki dünya hayatında bütün ruhuyla Allah’a odaklanıp kemale eren bir kişi ile madde-mana dengesini tutturamayıp Cennet’e kendini zor atan bir kişinin ebedî hayatlarının standartları aynı olmayacak… Vakıa suresinde anlatıldığı üzere…

Yukarıda izah ve şerhini yapmaya çalıştığım 1. ve 3. Nota’nın asıl metinlerini aşağıya aktarmak istiyorum. Çünkü herkesin istifade ve idrak çapı seviyesine göre ve farklı farklıdır. Bunun için okuyucunun müellifle doğrudan muhataplığı açısından bu aktarım önem arz ediyor:

BİRİNCİ NOTA: 

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki: Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabiyle senden müfarakat eden ( ayrılan ) bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Husûsan senin asrının inkırâziyle ( çöküp dağılmasıyla ) seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve husûsan seni kabir kapısına kadar teşyi’ etmeyen ( uğurlamayan )… husûsan bir iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan… husûsan senin rağmına olarak husûlü ( elde edilmesi ) anında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir. Eğer aklın varsa; uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvarında ( formlarında ) ve dünyevî inkılâbâtının müsâdematı ( darbeleri ) altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden kederlenme. Sen kendi mâhiyetine bak ki:

Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtîfe var ki, ebedden ve ebedî Zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivasına ( Ondan başkasına ) tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine mutî ( itaatkar ) olan o sultanına itaat et, kurtul!..

ÜÇÜNCÜ NOTA: 

Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his ( his yanılgısı ) nev’inden gâyet muvakkat dünyayı lâyemut ( ölümsüz ) ve dâimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sâbit ve müstemir ( devamlı ) gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sâbit telâkki ettiğinden, yalnız Kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve husûsi dünyan, dâimî zeval ve fena darbesine ma’rûzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan ( yanılgın ) şu misale benzer ki:

Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî ( görüntü tarzı ) bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna ( en hafif ) bir hareket ve küçük bir tegayyür ( başkalaşma ) âyinenin başına gelse, o misalî hâne ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakîki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fâide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana âid şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ( ölçü ) ve mîzan ( tartı ) iledir.

Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hâne ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..

[1]Her nefis ölümü tadıcıdır.” ( Âl-i İmrân Sûresi, 3:185 ) Ve “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” ( Zümer Sûresi, 39:30.)

[2] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 21. Lem’a, 4. Düstur.

[4] Lem’alar, 17. Lem’a, 1. Nota.

[5] Bakınız, Varlığın Mertebeleri…

[6] Bakınız, Tedbirat-ı İlahiye, Ahmed Avni Konuk şerhi…

[7] İmam-ı Gazali, İhya-yı Ulumu’d-Dîn.

4 Hatve Notları-5 (Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

HATİME

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı, hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur’anın hikmetine dair olan yirmialtı adet Sözler’de geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

 Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki: dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki: nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane dâvaları bulunmaz. Çünki: acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünki: kâinatı ehl-i vahdet-ül vücûd gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip “Lâ mevcûde illâ Hû” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, “Lâ meşhude illâ Hû” demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcûdâtı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedârlık vazifesinde istimal ederek mânâyı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

Elhasıl: Mevcûdâtı mevcûdât hesabına hizmetten azlederek, mânâyı ismiyle bakmamaktır…

* Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tariki: Bu 4 esas, bir manevi yol meydana getiriyor. Buna 4 Hatve deniliyor. Yani 4 adım… Adımlar ard arda yapılır ve mesafe aldırır. Demek ilk adım, aczdir; ikinci adım fakrdır; üçüncü adım, şefkattir; dördüncü adım, tefekkürdür. Acz hissedilmeyince, insanda var olan fakr da hayali kalır. Fakat acz ve hiçlik hissedilince, fakr da hakikileşir. Fakr en şiddetli haliyle, aşktır. Aşk ise, sarılmak demektir. Yani Allah’ın Varlığına sarılmak ve tutunmak… Fakat bu gerçek manada acz ve hiçliğini hissetmekle olur. Çünkü bu durumda, Allah’a karşı fakr, aşk hali sergiler. Allah’ın gazabı, böyle bir kişi için hiç olmak, varlık cennetinden yokluk cehennemine düşmek manasına gelir ve böyle bir his verir. Bu şekilde acz ve fakr ile, kendisi var olur. Şefkat ile, başkasının varlığına çalışır. Tefekkür ile de, bu manevi ve maddi varlığın külli tarzda sâbitleşmesine çalışır ve sâbitliğini sağlar. Tefekkür, bu sâbitliğin rıza ile elde edilebileceğini bildirir.

* Hakikatin ilmine, şeriatin hakikatine, Kur’ân’ın hikmetine: Burada birçok bahis var. Mesela, hakikat-şeriat bahsi… Bu yön tasavvuf ehline bakıyor; tarikat ile ilgili… Tasavvufta 4 mertebe anlatılmış: Şeriat-Tarikat-Hakikat-Mârifet… Burada şeriatı, kabuk ve zâhir kabul ediyorlar. Fakat sistemi çözen hakiki ehl-i tarikat şöyle sıralama yapmışlar: Zâhir-Tarikat-Hakikat-Hakk (Sır)… Bu noktada, hakikati ihata etmek, “ ilim ”; hakkı ihata etmek, “ mârifet ” diye adlandırılmış. Bu sistemde, şeriat, hakk ve mârifet boyutunun adıdır. Üstad, şeriatın hakikati bilinmeyince böyle hatalar yapıldığını bildirmiş. Şeriat, insanın cismi ile ruhunu; hem insan ile diğer insanları ve kâinatı barıştıran sistemdir. Bu sistem, hakikatten ötesi ile olur. İkinci bahis, ilim-hikmet bahsi… Bu yön, kelam âlimlerine bakıyor. İlim, hakikate; hikmet ise, hakka ve sırra dairdir. Bu noktada hikmet, vahyin Kur’anî cephesini; ilim ise, Furkanî cephesini ifade eder. “ Kur’andadır hakk hikmet ispat ederim muhalif felsefeyi beş para saymam/ Furkandadır elmas hakikat dercân ederim sen gibi satmam[1] ifadesinde Üstad Bediüzzaman bu farkı açarç Hikmet, kasd, şuur, irade, ihtiyar ve ilimden meydana gelir.[2] Hikmet, ilimden daha ötesidir. Hikmet, bir şeyi bağlantılı olduğu şeylerle beraber bilmektir. Bu cihetten hikmet, zihinde bir harita oluşturur. Böyle harita-vari şekilde ispata yönelik manzara sunan delile ilm-i mantıkta “ hüccet ” denilir.[3] Hüccet, o nesneyi Kâbe gibi merkeze koyar; âlemdeki nesneleri onun etrafında saf tutan hacılara benzetir. İşte vahyin Kur’anî cephesi, şehadet âlemlerinin haritasını sunan “ Hüccetullahi’l-bâliğa ” dır.[4] Bir meseleyi hakikatiyle bilmeye, tahkik; hikmet ve sırrı ile bilmeye, tedkik denilir. Bu şekilde ilim ve hikmetiyle bilerek iman ve âmelde bulunmaya, “ tahkikî iman ” deniliyor. Bu, kelam âlimlerinin sözüdür.

* Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir: Nefs-i emmâre, kendini güçlü zanneder ve hisseder. Âcizliğini bir musibet veyahut herhangi bir his ile hissettiğinde karşısında Kadîr olarak Allah’ı bulur. Neden Zü’l-Celâl? Çünkü kudretin celalli tecellisi, aczi hissettirir; kudretin cemalli cilvesi, var eder ve varlığı hissettirir, lezzet verir. Bu yüzden nimette, gaflet; musibette, huzur vardır. Musibet, gaflet perdelerini yırtar. İnsana kulluğunu hatırlatır ve cidden hissettirir. Çünkü çaresizliğini gösterir. Bir kişi, çâresiz, âciz, musibetin esiri ve mahkûmu olduğunu gördüğü ve hissettiği anda kudretli birini arayışa geçer. Bu bir manevi seyr u süluku başlatır. Fakat bu yol çok kısadır. Maddi ve manevi hiçbir perde olmadan doğrudan doğruya Kadîr-i Zü’l-Celâl bulunur. Neden? Her nefis, kendisinin suçlu olduğunu bilir. Her musibet, o suçluluk hissini uyandırır. Bu cihetten nefis, hemen kendisini kınamaya başlar. Aslında her nefis, başına bir şeyler gelmesini bekler. Gelince de Allah’tan geldiğini bilir fakat dışarıya bunu göstermek istemez. Yalnız kaldığında Rabbine yalvarır. Dışarıya güçlü ve aziz gözükmek ister. Bunun için kendini müdafaa eder, aklar, abartmaya kaçar, yalana tevessül eder. İşte çok kısa ve en kısa bir yol! Neden kısa, çünkü acz hissedilince sen Allah’a gitmiyor, onu aramıyorsun. Çünkü O, yaşadığımız acı, musibet ve sıkıntı ile bize yakınlığını hakka’l-yakin hissettiriyor. O yüzden yol çok kısadır. Hz. Yunus (AS) bu kısa yolu, balık karnında iken görüyor. “ Zâlim, benim; Âdil, Sen… Hak ettim bu acıyı ” diyor.

* En keskin tarik olan aşk: Aşk, doğrudan doğruya Zât’a yöneliktir. Bu cihetten en keskin tariktir. Acz, Kadîr ismine bakar. Kadîr ismi de, Zât’a nurlu bir perdedir.[5] Acz, doğrudan doğruya Allah’a yol açsa da, nurlu perdede kalır. Fakat aşk, Zât’a bakar. Fakat aşk, kişinin kendisine karşı aşktan kafasını kaldırsa doğrudan doğruya Allah’a aşka dönüşmez, başka bir perdeye takılır. Buna, “ mâşuk-u mecâzi ” denilir.

* Onun zevâlini bulduktan sonra: Aşkta sevilenin cemalli olması ve cemalinin bâki ve daimi olması zaruridir. O yüzden zâil bir cemal, kalb için sevilecek yapıda değildir. Çünkü kalb, çirkini ve çirkinleşeni sevemez. Oysa Allah, kalb için ilk anda Mahbûb’dur. Yani              “ hüsün ” sahibi… Marifet arttıkça, Allah, kalb için Vedûd olur. Yani “ cemal ” sahibi… Mârifet daha da arttıkça, Allah, kalb için, Mâşuk olur. Yani “ kemal ” sahibi… Mârifet daha da artsa Allah, kalb için artık, Meşhud olur. Yani görünen… Mârifet kalb gözündeki perdeleri açar, Onu görür hale getirir. Mârifet ebedî şekilde artmakla, Allah’ın cemal ve kemali mutlakıyete doğru kulun dünyasında inkişaf eder. Kalbin aradığı gerçek sevgili böyledir.

* Şu tarik daha eslemdir: Tarihen de sâbit, birçok kişi bu yolda kaybetmişler. Fakr kanadına dayanan aşk, manevi sarhoşlukla birçok hataya sebep olmuştur. Oysa Hakikat-i Ahmediye (AS) olan hakiki velâyet ve ubudiyet, acz ve fakr kanatlarıyla olur. Hakikat-i Muhammediye (AS) olan risalet ve hilafet, şefkat ve tefekkür kanatlarıyla olur.

* Nefsin şatahat ve bâlâpervâzâne dâvâları: Şatahat, enâniyetten kurtulamayanlarda olur.[6] Gördüğünü hakikat zannetmekle, tecelliyi hakiki hayal etmekle ortaya çıkan bir haldir. Nefis, Allah’ın ona verdiği “ kâinatta tasarruf ” gibi hadiseleri kendine atfeder. Bu, bir imtihandır. Halk da bunu yanlış anlayınca o kişiyi, kendi başına o tasarrufu yapabilecek zanneder. Oysa velinin yapacağı sadece kavlî veya fiilî bir duadan ibarettir. Veren, Allah’tır. Kutub, Kayyum ismine; Mehdi, Hâdi ismine; Gavs, Muğîs ismine ayna olur. Aynaya cilve gelmezse, ayna parıldamaz. Burada acz, olmazsa olmaz bir hususiyettir.

* Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor: Sahabe yolu, insanın aslî malı olanı insana gösterir. Ancak o malı sahiplenebileceğini bildirir. İnsanın aslî malı, kudret değil acz-i mutlak; gına değil fakr-ı mutlak; kemal değil kusur-u mutlak; cemal değil naks-ı mutlak; ilim değil cehl-i mutlak; şuur değil gaflet-i mutlaka; izzet değil zillet-i mutlaka; ulviyet ve azamet değil süfliyet ve hakaret-i mutlakadır…[7]

* Bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır: Yani herkes rahatça gidebilir. Herkes bu yolda yol alabilir. Şâkire de yer var, zâkire de; ârife de yer var, âşıka da… Ârif, “ Her şey Onu anlatıyor, tanıtıyor ” der. Zâkir, “ Bana her şey Seni hatırlatıyor ” der. Âşık “ Her şeyde cemalini görüyorum, ey Sevgili ” der. Şâkir, “ Her şey bu muhtaç biçareye Senin ikram ve ihsanındır ” der. Fakat hepsi de her şeyi Allah’tan görür.

* Huzur-u daimî kazanmak için: Gaye, daimî huzur kazanmak… Yani hiçbir şekilde Allah’ı unutmamak… Bunun da yolu unutmaya sebep olacak şeylerden uzak durmaktır. Vahdet-i Vücud ehli, mânâ-yı harfî ile musibet ve nimetlere, özellikle musibetlere bakamadıkları için en kısa çözüm olarak kâinatı yok saymışlar. “ Maddi dünya yok ” demişler. Vahdet-i Şuhud ehli ise, nesnelerin melekûtunu görmüş, mülk cihetini görmemiş… Bu, nesneleri var saysa da onları cemali gösterir olarak görüyor. Fakat nesneler arasındaki bağları göremediği için “ rü’yet ” e eremiyor. Yani kemal-i İlâhiyi göremiyor. Şuhudda akıl gözü devre dışı… Yani kâinat yine okunmuyor.

* İdamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden: Allah, “ Var ve görünüyor ” diyor. O cihetten “ Yok ve görünmüyor ” demek Kur’an açısından yanlıştır. Kâinat ve insan, var; kâinat, insana musahhar… Kur’an böyle anlatıyor. Kâinat, vâhidiyet ve sıfata; insan, ehadiyet ve zâta aynadır. Nasıl kâinat, insana boyun eğiyor; aynı şekilde İlâhî sıfatlar da Zât-ı Akdes’e musahhardır. Bu hakikat kâinatta insan-kâinat ilişkisi ile ilan ediliyor.

* Sarf-ı nazar edip: Bütün problem nazarı yanlış kullanmak… Nazar, akıl gözüdür. Akıl, sebeplere ve tabiatlara takıldığı için; sebepler eliyle gelen musibetleri Allah’a veremediği için kâinatı okumaya çalışmak kalb ve ruhu kesrette boğar. Üstad burada formül veriyor: “ Aynı hadisede 2 sebep var: Zâhiri ve Hakiki… Zâhirî sebep, zulmeder; fakat Hakiki Sebep, aynı o hadisede adalet eder. Adalet-i İlâhîyi görebilmenin yolu itham tokmağını nefsin kafasına indirmektir. Nefis ezildikçe hakikat zâhir olur. Yani ‘ Yine nerede yanlış yaptım ki başıma bu geldi ’ deyip kusurunu araştırmakla enfüsteki karanlık perdeler aydınlanır. Musibet, enfüsteki karanlık perdeleri açtırmak içindir. Buna, tezkiye-i nefs denilir. ” Ehl-i Vahdet, Üstad’ın bu yolunu bulamamışlar. Allah’ın, dış sebepler eliyle nefsi tezkiye ve terbiye ettiğini görememişler. Görseler, Ehl-i Tevhid olurlardı. “ Ma esâbeke min hasenetin fe minallah ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik[8] ( Sana ne hasene isabet ederse o Allah’tandır; her ne kötülük isabet ederse o kendi yüzündendir ) âyetini anlarlardı. Bu ayetin ilk kısmı Elhamdülillah’ı; ikinci kısmı ise Sübhanallah’ı ders verir. “ Nimet Ondan, Ona şükret; kusur senden, kendini kına ve Onu tesbih et. ”

* Mevcudatı kendileri hesabına hizmet: Bir şey ya kendisi için vardır veyahut başkası ve başkaları için vardır. Kendisi için var olana İlah denilir. Başkası veyahut başkaları için var olana kul denilir. Eğer akıl, mana-yı harfî ile bakmazsa, her bir şeyi başka şeylerle bağlı ve Allah ile bağımlı görmezse farkına varmadan o nesneye İlahlık atfeder. Onu kendi kendine var, kendi kendisi için var kabul eder… Buna, gaflet denilir.

* Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam: Her nesne bir fıtrat sahibidir; o fıtrata göre hareket eder. Bu zaruri ve kanuni hareketle, fıtratı veren adına çalışır. Bu cihetten kendisine değil, fıtratı veren için ve Onun kurduğu nizam için çalışır. Kur’an zaten buna, “ insana her şeyin musahhar kılınması ” ile işaret ediyor. İnsan ise, kendisi için değil, Allah için olmakla mükelleftir. Diğer nesneler, şuursuzdur; O ise, şuurluca bunu yapmakla vazifelidir.

* Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde: Kâinattaki nesneler, Esma-yı Hüsnâ’ya ayna ve mazhar olacak; insan ise, ehadiyet ile Zât’a ayna olacak. Zât’a ve Şahsiyet-i İlahiyeye ayna kim ise, halife Odur. Her şey, halifeye musahhar edilir. Mazhariyetin zıddı, “ masdariyet ” tir. Yani işin çıktığı yer, başnokta… Mesela güneş, ışık için masdar gibidir; o ışık bir aynaya gelse, ayna üstünden bize aksetse o vakit ayna mazhar olur. Yani güneşin göründüğü yer… Mazhariyet, içindeki Zâhir ismi ile, vücud hakikatine bakar. Önceki bölümdeki Vâcid-Mevcûd meselesi… Yani Allah’ın varlığını ve varlığının birliğini bildirmek… Ayna, Arapça’da mir’attır. Yani bir şeyi, kemaliyle gösteren nesne… Bu noktada ayna, cemal ve kemali gösterici demektir. Önceki bölümdeki Şâhid-Meşhûd meselesi… Allah’ın zât ve hakikatini, zâtının ve hakikatinin birlik ve tekliğini bildirmek ve göstermek… Aslında aynaya Arapça’da “ mişhed ” denilmeli… Çünkü aynanın kendisi cemali gösterir. Fakat Araplar, aynanın manevi derinliği içine koca kâinat girdiğini ve her şeyi bağlantılı olduğu şeylerle beraber gösterdiğini gördükleri için, bu hal de mükemmel bir yansıtmayı ifade ettiği için “ mir’at ” demişler.

* Mânâ-yı harfî nazarı: Yani, Tevhid nazarı… Buza ve buhara bakınca, suyu görmek… Onları suyun tecellileri olarak görmek… Bunun zıddı Şirk nazarı, yani mânâ-yı ismî… Akıl, Allah’a satılırsa Tevhid’e yükselir; satılmazsa sahibini hüzün ve korku dolu şirk cehennemine yuvarlatır.

* Mutlak gafletten kurtulup: Gaflet, çevresindekilerden habersizlik, çevresindekilerin hakikat ve sırlarıyla kendisine ne anlattıklarını fark edememek demektir. Allah’ın nesneler ve hadiseler diliyle kendisiyle konuştuğunu görememek, bilememek, fark edememek demektir. Gaflet-i Mutlakanın zıddı huzur-u daimîdir; bunun bir ilerisi şuur-u daimîdir… Allah’ın, kendisini ihata ettiğini; çevresindeki nesneleri ihata ettiğini, hatta o nesnelerle geniş bir daire yapıp insanı bir daha ihata ettiğini bilmek… İnsan, Kâbe; nesneler, o Kâbe’ye yüzü dönük saflar… Bu saflar halka halka bütün kâinatı içine alıyor. İşte huzur-u daimiyi, “ Nerede olursam olayım, ne zamanda olursam olayım Allah beni biliyor, görüyor ” hakikatini kâinat ve bütün var edilmişler çapında bilmektir. Yani Allah’ın ilminin haricinde olmak mümkün değildir. Ya perdeli ilmi içindesindir. Buna “ şehadet âlemi ” denilir. Veya perdesiz ilmi içindesindir. Buna “ gayb âlemi ” denilir. İnsan, ilm-i İlâhî olmadan var olamaz. Çünkü insanın cismi, kudretle burada yapıldığı ve bu ilimle olduğu gibi; insanın ruhu da ilim ve emir ile yapılır. İnsan, ilm-i İlâhî tezgâhında dokunmuş bir hakikat perdesi ve şuur tülü ve dantelasından ibarettir. İlâhî irade ve ilim cilvesiyle vardır. İşte dünyada bunu fark etmek, her hadisede İlâhî ilim kamerini ve nurunu; İlâhî irade güneşini ve ziyasını görmek mutlak huzur ve daimî huzur verir. Neden daimi huzur? Çünkü bir an bunu taşımak değil, devamlı taşımak lazım. Musibet denilen karanlık gece ve perde arkasındaki Hikmet Güneşini gör; nimet denilen gündüz ve tül arkasındaki Rahmet Güneşini gör…

* Herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır: Her şey bir tarik olur, Onun nuruna bizi götürür. O şey bir hakikati bildirir. O hakikat bizi Hakka eriştirir. Çünkü bütün hakikatler Hakk isminin cilvesidir. O şeyin, hakikati, ilimden; zâtı, hikmeti ve sırrı, irâdeden; vücudu ise, kudretten bir cilve ve nurdur. Hakk’tan kopuk düşünülemez. Mutlak Tevhid ve Külli Teslim gereği…

[1] Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Karadut’un Bir Meyvesi.

[2] Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55. Lisan Bahsi.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl Îcaz, Hüccet Bahsi.

[4] En’am suresi, 149.

[5] Sözler, 27. Söz, Zeyl.

[6] Mektubat, 29. Mektub, 9. Kısım, 4. Telvih.

[7] Hizbü’l-Envâri’l-Hakaikı’n-Nûriye, Münâcât-ı Veyse’l-Karanî.

[8] Nisa suresi, 79.