Etiket arşivi: eymen akça

Allah’ın Varlık ve Birlik Delili Olarak Evrensel Faaliyetler-1

İnsan, bütüncül bakabilecek ve soyutlama özelliğine sahip bir akıl; bütünlüğü hissedebilecek ve sınırsız duygular sahibi bir kalb; her şeyden istifade edip sindirecek bir nefis ile dünyaya geliyor. İnsanlık tarihi şahiddir ki, her insan aklıyla tevhid yolcusu, kalbiyle vahdet izcisi, nefsiyle varlık sözcüsüdür. Bu manada peygamberler insanlığın hakikat üstadları, hak mürşidleri ve varlık azizleridirler. Onların rehberliğinde bütün insanlar marifet, muhabbet ve şükür noktasında ebedî bir yükselişe geçiyorlar. Allah’ın marifetiyle, semavi ve baki hakikat kapılarından ebedî Âhiret âlemine fikren, hissen ilerliyorlar. Fani hayat içinde sonsuzluğu soluklayacak bir kudsiyet ve ulviyeti elde ediyorlar. Peygamberlere tabi olmayan insanlar ise, dünya denilen çürük tahtaya saplanıp kalan paslı bir çivi konumuna düşüyorlar. Peygamberlerin açtığı kudsi ve nurani vahdet ve tevhid yolunu Kur’andan ders alan Said Nursi bize aldığı dersi ilgili sahalarıyla şu şekilde sunar:

Varlık, Hayat ve Kanunlar

Bediüzzaman, vahdet ve tevhidi, yaratılışın temellerini ve meyveleri anlattığı 24. Mektub isimli eserinde, Cenab-ı Hakk’ın icraatlarının bütün kâinatı içine alacak kanunlar şeklinde olduğunu; bu kanunlara zerreler ve güneşler, çiçekler ve yıldızlar, insanlar ve gezegenler v.s. her şeyin tabi olduğunu ifade eder. Nasıl bir ülkede, tek bir kanun ve anayasa vardır. Bütün ülke halkı o kanuna tabidir. Fakat insanların kanunları âcizliklerinden sadece insanlara hükmeder. Aynen onun gibi kâinat denilen sistem de bir ülke ve memlekettir. Bu memleketin Melik-i Muktediri, Mâlikü’l-Mülk olan Allah’tır. Onun da koyduğu kanunları vardır. Bu kanunlara “ sünnetullah ” veya “ âdetullah ” deniliyor. Fakat insanlar âleminde olanın aksine bu âlemdeki her nesne bu ülkenin vatandaşı olduğu için aynı kanunlara tâbidir.

Yaratılış Sistemi ve Varlık Gayesi

Nasıl insanların kanunları vatandaşların rahatı ve huzuru için çalışıyor. Hem devlet, vatandaşı olan çocukları yetiştiriyor ve gerek kendi yapısında gerekse serbest piyasada onlara çalışıp kazanma, servet ve lükse erişme imkânı sunuyor. Bunun mukabilinde kanunlarına itaati, gerektiğinde de vergi vermesini şart koşuyor. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk kendi mülkü olan bu kâinat sistemine, Melik-Kuddûs-Selam isimlerinin işaretiyle, Onun krallığını ve melikliğini kabul etmek, nefsanilik ve bencillikle kâinatı kirletmemek şartıyla, kendine ve başkasına zarar vermemek ve her şeyle barışık yaşamak itibariyle dâhil olanları Mümin-Müheymin isimleriyle emniyet ve himaye altına alıyor. Bu kişiler Allah’ın sistemi ile bütünleşmiş hale gelen bir manzara sergiliyorlar.

Buna mukabil Cenab-ı Hakk Aziz-Cebbar-Mütekebbir isimleriyle de Firavun gibi izzet-ceberut ve kibir iddiasına kalkıp bencilleşen kişi ve nefisleri, diğer insanlara ve mahlukata zorbalık yapanları, onları ezmeye ve sindirmeye çalışanları tokatlıyor… O (CC) da kâinat mülküne ve sünnetullahına tabi olanlara kâinattaki imkânları istifade vesilesi kılıyor. Onun mülküne bu manada girenler zaman içinde potansiyel yeteneklerini açıp kemale eriyorlar. Yaşadıkları iyi-kötü, acı-tatlı her şey ise onların kemale doğru celal ve cemal eşliğinde yürüyüşleri oluyor. Bu manada Allah’ın kanunları terbiye edicidir. Bu terbiyeye, “ Rububiyet ” denilir. Cenab-ı Hakk’ın Rabb ismi, Rububiyet ve terbiye sıfatı faaliyeti gerektiriyor. Özellikle zıt mahiyetli faaliyetleri… Musibet ve nimet gibi, gece-gündüz gibi, sıkıntı-ferah gibi…

Esma-yı Hüsna’nın Sınıfları

Esma-yı Hüsnanın bir kısmı, sıfata dayalı isimlerdir. Hayat sıfatına dayanan, Hayy gibi; kıyam sıfatına dayanan Kayyûm gibi; ilim ve kudret sıfatlarına dayanan Alîm ve Kadîr gibi… Bunlara “ Uluhiyet isimleri ” deniliyor. Bir de bu sıfatlara dayanan faaliyetlerden kaynaklanan isimler var. Mesela kim diri ve hayattar ise, başkasına o hayat verebilir. Bu manada hayat vericiliğe “ ihya ”; ihya edici olana ise, “ Muhyî ” diyoruz. Bu manada Muhyî ismi, fiile dayanan isimlerdendir. Mesela ikram fiiline dayanan Mükrim, ihsan fiiline dayanan Muhsin, izhar fiiline dayanan Muzhir… Bazen de fiil, terbiye vezninde olur. O zaman Mürebbi ismi tecelli eder. Bu manada tebdil fiiline dayanan Mübeddil, telvin ( renklendirme ) fiiline dayanan Mülevvin gibi yüzlerce isim var. Bunlara “ Rububiyet isimleri ” deniliyor. Cevşen’deki 1001 isimden 250 tanesi sıfata dayalı isimleri anlatır. 750 tanesi ise fiile dayalı isimleri anlatır. Mesela 1. Bab Uluhiyet isimlerini anlatır; 17. Bab ise Rububiyet isimlerini anlatır. Uzun cümleler ise bu iki grup ismin izahları ve Efendimiz (ASM) tarafından şerhidir.

Bediüzzaman 24. Mektub’un 1. Makamı’nda kâinatın bir “ vahdet ” içinde olduğunu ve yekpare bir sistem olduğunu işler. Çok sayıda delillerle izah ve isbat eder. Aynı Mektub’un 2. Makamı’nda ise kâinat fabrikasının işleyişini, ondaki faaliyetlerin külliliğini, zerreden kâinatın tamamına kadar aynı fiil, aynı kanun ve aynı hakikatin Rabb ve Rahman isimlerinin tecellisi olarak meydana geldiğini anlatıyor.

Tebdil, Tağyir ve Tahvil Hakikatleri

Said Nursi bu fiilî hakikatleri şöyle örneklendirir ve kâinatta okur:  “ Evet, Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.

Mesela burada “ suretini değiştirme ” den bahsediyor. Buna Arapça’da “ tebdil ” denilir. Bilindiği üzere eskiden Padişahlar tebdil-i kıyafet yaparak halkın içine girerlerdi. Tebdildeki gayeyi ise, Üstad, tazelendirme ve yenileme olarak sunuyor. Tebdil fiili, Esma-yı Rububiyet’ten olup Cevşen’de de geçen “ Mübeddil ” isminin tecellisidir. Bu isim

  • Bizim kirli elbiselerimizi değiştirip yerine yeni ve güzellerini giyme arzumuzda…
  • Evimizin bazen dekorasyon ve dizayn şeklini değiştirmemizde…
  • Hatta dinen yanlış olsa bile canlıların genetiğini değiştirerek daha güzelini arama çabasında…
  • Kısacası görüntü değişikliğinin olduğu her yerde ve her zamanda tecelli eden külli bir isim ve hakikattir.

Şu âyet işin en geniş çapını şöyle verir: “ Yevme tübeddelü’l-arda gayra’l-ardi ve’s-semâvât[1] ( O kıyamet ve Âhiret günü yeryüzü başka bir yeryüzüne; gökler de başka göklere çevrilir, değiştirilir )

Hatta Cennet’te suretler çarşısı olduğunu, insanın istediği sureti satın alıp o surete büründüğünü bildiren hadis-i şerifin[2] ifade ettiği ebedî tebdil-i suret manzarası da Mübeddil isminin ebedî bir tecelli dairesini bize haber veriyor.

Kısaca her şeyin suretini değiştiren O’dur. Sebepler değiştiriyor görünse de, hakikatte değiştiren ve değiştirmek isteyen O’dur.

Tahvil, hal değişimi demektir. Tağyir ise başkalaşma, başka bir mahiyete bürünme manasındadır.

  • Nesnelerin katı-sıvı-gaz halleri arasındaki değişimlerde,
  • Canlıların hasta ve sağlıklı, yorgun ve dinç şeklinde halden hale girmelerinde,
  • İnsanın psikolojik dünyasının ve ruh ikliminin değişkenliklerinde,
  • Ekolojik ve fizik dünyanın karanlık-aydınlık, sıcak-soğuk zıt durumlarında,
  • Ülkelerin savaş-barış, saldırı-müdafaa gibi farklı farklı hallerinde,
  • Toplumların yükseliş ve olgunlaşma, alçalış ve bozulma gibi süreçlerinde “ tahvil hakikati ” nin icraatlarını görebiliyoruz.
  • Karanlık enerjinin asit-baz-alkali-radyoaktif-katı-sıvı ve gaz şeklinde elementleşmesinde…
  • Cansız maddelerin bitki denilen fabrikalarla tatlı-ekşi-mayhoş-acı mahiyet kazanmalarında…
  • Kurumuş bitkilerin hayvanların bünyesinde sinir-kas-deri-damar-kan-yağ-süt ve et haline gelmelerinde…
  • Bir yağ ve kıkırdak parçası olan göz ve kulağın, şuur ve akıl sayesinde, kâinatı okuyan bir bilim adamı ve derinden duyan bir sanatkâr seviyesine yükselmesinde…
  • Bencil, ahlaksız ve nankör insanların vahyin kutsallığı ile fedakâr, şükredici bir ahlak âbidesi haline gelmelerinde…
  • Saldırgan, yıkıcı ve işgal edici milletlerin hak ve hakikatin, adalet ve nizamın keskin kılıcı haline gelmelerinde “ tağyir hakikati ” nin azametli etkisini ve icraatlarını görebiliyoruz.

Kâinat ve maddiyatta, maneviyat ve ruh dünyalarında meydana gelen sürekli tahvil, tebdil ve tağyir hakikatlerini müşahede eden ve kendi hayatlarında gözlemleyen ehl-i hakikat, “ Değişim, yaratılışın ruhudur. Hayat, sürekli bir yükseliştir. Allah’tan gayrı sâbit bir nesne ve varlık olamaz ” diye hükmetmişler. Ehl-i tasavvuf ise, “ Beka ve devam, sabitlik ve değişmez öz ancak Allah ile mümkündür ” diyerek bunu “ beka billah ” olarak kodlamışlar.

Tahrik Hakikati ve Tevhid

Bediüzzaman bu konuda şöyle der: “ Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.[3]

Said Nursi burada hareketlendirme, döndürme, çevirme ve gezdirmeden bahsediyor. Atomların çekirdeği etrafında elektronlarının dönmesi, aynen dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında dönmesi gibi birbirine benziyor. Demek Allah’ın sisteminde ana bir nesne etrafında diğer şeylerin dönmesi kanunu var. Bu manada

  • Mekke’de hacıların Kâbe etrafında dönmeleri…
  • Bütün canlıların rızkın peşinde koşup etrafında dönmeleri…
  • Kadın denilen güzelliğin etrafında erkeklerin dönmeleri…
  • Çocukların anne-babaları etrafında dönmeleri…
  • Para ve mal tutkunu kişilerin zenginlerin etrafında dönmeleri…
  • İlim ve maneviyat sevdalılarının âlim ve mürşidlerin etrafında dönmeleri…
  • Yıldızların galaksi merkezi etrafında dönmeleri…
  • Galaksilerin kâinatın merkezi etrafında dönmeleri
  • Ve nihayetinde bütün yaratılmışların Allah’ın cemal, kemal ve Zâtının tecellileri etrafında pervane gibi dönmeleri aynı kanunun ve hakikatin tecellileridir.

Kâinatta hareketsiz hiçbir nesne yoktur. Her şey bir harekete başlar; sonra o hareket bir hedefe kilitlenerek o hedefi meyve verecek şekilde bir yörüngeye oturtulur. O nesne ve kişi, o hedef uğrunda akar durur. Bu manada her şey kendine has yörüngesinde yüzer. Yasin suresinin 40. Âyeti “ Ve küllün fî felekin yesbehûn ” ( Her şey kendi yörüngesi içinde, o yörüngeye hapsolmuş bir şekilde yüzüyor ) âyeti bu meseleyi anlatıyor. Âyetteki, “ ” ( içinde ) edatı, yörüngesi dışına çıkamadığını ifade eder.

Buradaki kanun, hareket ve faaliyetin olduğu, dönüşün ve çevrilişin olduğu her yerde geçerlidir. Buradaki Esma-yı Hüsna’lar Muharrik ( her şeyi hareketlendiren ) ve Müdevvir ( her şeyi döndüren ve idare eden ) isimleridir… Tevhid-i Rububiyet hakikati gereği, hiçbir nesne kendi başına hareket edemediği gibi hiçbir kişi de kendi başına hareket edemez. Her nesne ve her kişi -ki buna hür irade sahibi insanlar da dahildir- belirli bir yörünge içinde hareket ettiriliyor. Aksi halde dünyada ve kâinatta düzen olmaz ve kalmazdı. Tebdil fiilinde denildiği gibi diyebiliriz:

Hareket ettiren O’dur. Gezdiren O’dur. Yüzdüren O’dur. Hedefe erdiren O’dur. Meyve verdiren O’dur. Döndüren O’dur. Söndüren O’dur.

Bu manasıyla âlemdeki farklı yörüngeli, farklı tarz ve hızdaki külli harekete rağmen kâinatta var olan ve devam eden düzen gösterir ki, her şey Allah’ın kontrolü altındadır. Kontrol hakikati ise, Aristo’nun İlk Muharrik tespitini, “ Tek Muharrik ” seviyesine yükseltir. Her an, her yerde ve mekânda mahlukatı, canlıları ve şuur sahiplerini doğrudan doğruya Allah’a bağlar. “ Külle yevmin hüve fî şe’nin[4] ( O her gün bir özlü bir fiil içinde faaldir ) âyetine delil olur. “ Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin; hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar…[5] hadisinin sonsuz ufkuna bizi yakınlaştırır.

Tecdid ve Tazelenme Hakikati

Said Nursi tevhid delillerine şöyle devam eder: “ Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.

Burada fiil, tazelendirmek, Arapçasıyla tecdid… Eğer metne dikkat edilirse akla ” Müceddid ” ile ilgili hadis gelecektir.[6] İnsanların bedenindeki sureten değişimi ve hareketi yapan, bunu maddi hayatın sıhhati için devam ettiren ve önem veren Allah elbette insanlığın manevi hayatını değiştiren ve yenileyen, onlara taze bir ruh ve hayat katan yenileyicileri göndermiştir. Cenab-ı Hakk eski ümmetlerde her yüzyılda bir nebi göndererek önceki resulün dininde bir tecdid yapıyordu. Bu ümmette ise aynı kanun her yüzyılda bir Müceddid gönderilerek yapılıyor. Müceddidler dinin çiğnenen hududlarını tekrar ortaya çıkartıyor, hadsizlik yapanlara hadlerini bildiriyorlar.

Evet bütün tamirler ve restorasyon çalışmaları bir yenilemedir. Bu yenileme kanunu

  • İklim değişiklikleri ile yeryüzünün değişmesi ve tazelenmesi ile,
  • Bağımızın ve bahçemizin son baharda bozulup kışta silinen güzelliğinin ilkbaharda yaprak ve çiçeklerle, yaz mevsiminde meyveler ve olgunlukla tazelenmesi ile;
  • Bedenimizin hücrelerinin ölüp dağılmaları ve yenilerinin yapılması ile;
  • Bizim eskiyen elbiselerimizi çıkartıp yerine yenilerini giymemizle;
  • Demode olan şeyleri terk edip modaya uymamızla;
  • Piyasalara yeni firmaların girmesi, eski firmaların çekilmesi ve silinmesi ile;
  • Herhangi bir gruba yenilerin katılması suretinde taze kan gelmesi ile;
  • Fıtrattan uzaklaşan Yahudiliğin saf İsevilikle, bozulan İseviliğin de İslamiyet şeklinde tazelenmesi ile,
  • Din hizmetlerinde çıtayı yükseltecek taze dimağların ve temiz kalplerin eklenmesi ile;
  • Ömer’in (RA) İslam’a girmesi ile;
  • İslam’ın Medine’de devletleşmesi ile;
  • Kıyamete yakın zamanda bozulan İslam ümmetinin Mehdi’nin askerleri vasıtasıyla tazelenmesi ve dirilmesi ile;
  • Kıyamette yıkılan ve harap olan kâinatın âhiret ve Cennet şeklinde yeniden inşa edilmesi ve taze bir varlığa kavuşması ile;
  • Cennet ve içindekilerin ebedî bir bahar ve yaz şeklinde devamlı tazelenmesi ve farklı farklı güzellikleri sergilemesi ile;
  • Hadisin[7] ifadesine göre Rüyetullah’a erişen her müminin sarayına döndüğü zaman hurilerince tanınamayacak derecede güzelliğinin artmasıyla ebedî tazelenmesi şeklinde bütün âlemleri içine alan bir Rububiyet fiili ve hakikatidir.

Bu cihetten yenilenmeme, yenilenmeye çalışmama, gündemine yeniliği koymama aslında Rabb ismine aykırıdır. Allah’ın terbiye sistemiyle bir çatışma ve çarpışmaya girmedir. Bu hassas noktaya binaen bir insanın yaptığı tevbe, bir yenilenme arzusu ve iradesidir. Ki Cevşen ve Kur’andan anlaşıldığı üzere bir kul için en üstün makam veya o makama erme vasıtası sürekli tevbe etme, Allah’a yepyeni bir irade ve niyet, kasd ve hüviyet ile yönelmedir.

Buradaki Esma-yı Hüsna “ Müceddid ” ( Yenileyen ) ismidir. Bu isim kendini zerrelerden kâinatın tamamına, dünyadan ebedî Âhirete kadar geniş çaplı gösteriyor. Yenilenmek isteyenleri ikramıyla; yenilenmek istemeyenleri celaliyle değiştiriyor, tazelendiriyor. İşin hakikatinde yenileyen O’dur, yenilenme arzusunu veren O’dur, yenilenmeyi güzel gösteren O’dur, yenilenmeyi yapan O’dur, yenilenmeyi sürekli bir arayış ve ebedî bir tatlı yolculuk kılan O’dur.

İhya Fili ve Diriliş Hakikati

Said Nursi tevhid delillerine şöyle devam eder: “ Hem o Sâni-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihyâ eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihyâ eder. Ve o kanunla küre-i arzı yine o baharda ihyâ eder. Ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihyâ eder. Şu sırra işareten,  [ Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” ( Lokman Sûresi, 31:28 ) ] Kur’ân ferman eder.

Burada konu ise, ihya edilmek… Yani ölümünden sonra diriltilmek veya çekirdek ve yumurta halinde olan bir şeyin ilk kez ağaç veya bir canlı şeklinde diriltilmesidir. Bu konuda Yasin sûresi 78-79. âyetler “ İnsan ölüp kemikleri çürüyünce insanı kim diriltebilir, diye meydana okuyan müşrike hitaben ‘ De ki, onu ilk kez kim topraktan diri olarak yaratan ve çıkartan kim ise ikinci kez da o yaratacak ve hayatlandıracaktır. O, bütün yaratma şekillerini ve modellerini bilir ” der. Nasıl yer çekimi denilen kanunla her nesne nerede olursa olsun küre-i arz tarafından kendine doğru çekiliyor. Her cisim kendine has bir muhataplıkla çekim kanununa tabidir. Aynen öyle de kâinatın tamamında bir ihya kanunu var.

  • Her bir sinek bu kanunla diriltildiği gibi, her bir çınar ağacı ve bütün ağaçlar da o kanunla diriltilir;
  • Bütün otlar ve çiçekler o kanunla diriltildiği gibi bütün kuşlar ve yumurtalar da o kanunla diriltilir;
  • Bütün cinler o kanunla hayatlandırıldıkları gibi bütün insanlar da o kanunla diriltilirler;
  • Uyku ölümün kardeşi olması sırrınca uyumakla ölen her insan, hayvan ve bitki aynı ihya kanunuyla diriltilirler;
  • Yeryüzü kışın ölüp baharın yağmur sularıyla diriltildiği gibi mahşer günü de rahmet-i İlahi yağmuruyla aynı kanunla bütün ölüler diriltilirler;
  • Ölmüş ve manevi açıdan kurumuş toplumlar ve fıtratlar nebilerin getirdiği imanla diriltildiği gibi sosyal açıdan kıyameti yaşamış ve darmadağın olmuş toplumlar, medeniyetler ve ahlaklar, resuller ve ülü’l-azm resuller eliyle diriltilirler;
  • Ölmüş kalpler mürşidlerin elinde diriltildiği gibi kurumuş akıllar âlimlerin, kararmış ruhlar ise üstad-ı kudsi-yi nuranilerin ellerinde diriltilirler.
  • Dünya ve içindekiler böyle külli bir kanunla diriltildikleri gibi Cennet ehli ebedî feyizlerle, nurlarla devamlı diriltilirler.
  • Cennet ehli ihya edildikleri ve diriliklerine dirilik katıldığı gibi ebedî saadet ehli rüyetullah ile diriliğin mertebelerinde yol alarak ebedî ve sermedi ihyaya erişirler.

      Mahlukat ve dünya fanilik zindanı ve ölümlülük prangasından kıyametle kurtularak taşı-toprağı ile diri olan Âhiret şeklinde ebedî diriliğe erişirler. “ Dünya hayatı oyun ve eğlencedir. Âhiret ise yeminle derim, her şeyiyle diri olan yerdir. [8] Din, insanı diriliğe çağırır. Ölüler ve ölü kalmak isteyenler dine kulak vermezler. Çürümekten muzdarip olan, kendini yokluk ejderhasına yem olarak hisseden ve günden güne manasızlaşmakla ruhunun ezilmesinden kurtulmak isteyenler şu âyeti duyarlar: “ Allah ve resulü sizi, sizi ihya edecek işlere çağırdığında onlara icabet edin ve etmekte istekli olun.[9]

Burada Esma-yı Hüsna Muhyi’dir. Ölü maddeyi, hayat ile dirilten O’dur. Manası bilinmemekle manen ölü sayılan âlemleri zişuur olan insan ve cinlerle manen ihya eden O’dur. Şuur sahibi olarak yaratılan fakat şuursuzca tavırlarıyla kendilerini manen ve maddeten öldüren cinleri ve insanları, nebiler ve resuller, kitaplar ve vahiyler göndererek dirilten O’dur. Dindarlıkları maddeciliğin ve nefislerinin baskısı altında ölmeye yüz tutan ümmetleri “ müceddid ” denilen ihya edicilerle dirilten O’dur. Hayatın kıymetini kavrattırıp hayatı iman ile ihya eden, islam ile iman çekirdeğini ihya eden, ihsan ile islam ağacını meyve verdirmekle ebedî ihya eden O’dur. Ona iman edenlerin bâki istidad ve ruhlarını, Cennet ve Ebedî Saadet ile ebedî ihya eden O’dur. Hayatın muazzam hakikatini ve Kâbe gibi konumunu kavrattırarak hayatı maddi ve manevi nimetlerle, zevk ve lezzetlerle bezeyen ve Kendi Hayat-ı Mukaddese’sine o fani hayatları bağlayarak hizmetkarı kılan ve o küçücük hayatları Kendi hayat-ı zâtiyesine ayna kılan O’dur. Zâtî ve mutlak bir hayatla yaşayan O’dur. Her şeyi yaşatan O’dur. Yaşatmak isteyen O’dur. Yaşamayı sevdiren O’dur.

Üstad burada Rububiyete dair bazı Esma-yı Hüsna’yı ve onların külli tecellilerini dünya ve Âhireti içine alacak şekilde anlattı. Cevşen’deki bütün isimlerin bu şekilde en küçükten en büyüğe, bir ferdden bütün türlere kadar dar ve geniş çaplı, farklı surette ve tarzda tecellileri var. Bütün bu fiillerin aynı anda aynı el tarafından, bizim zerrelerimiz ve bedenimizden bütün zerrelere-bedenlere-cisimlere-dirilere-âlemlere kadar tecellilerini birden hayal gözümüzün önüne getirdiğimizde Rububiyetin sırrını görebiliriz. Rububiyetin sırrı, Hâkimiyet’tir. Yani her şey Allah’ın Rububiyet avucunda, Onun kontrolü ve Hâkimiyeti altındadır. Onun iradesi olmadan Dünya ve Âhiret âlemlerinde, madde ve mana dünyalarında hiçbir şey olamaz. Her şey Onun terbiyesinden gelir; celal de gelse, ikram da gelse, lütuf da olsa kahır da olsa… Bu noktada Niyazi-i Mısrî Hz.leri şöyle der:

 Lütf u kahrı şey’-i vâhid bilmeyen çekti azap

Ol azaptan kurtulan olur sultan anlar bizi

( Lütuf ve kahrı tek bir şey olarak bilmeyen azap çeker. Bu ikisini aynı şey gören kişi azaptan kurtularak bir manevi sultan olur. Sultan olunca ancak Bizi anlar. )

[1] İbrahim sûresi, 48.

[2] Hadis-i şerifin kaynağı ve tam metni şu şekilde: “ Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: ‘ Cennet’te bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın sûretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o sûrete girer. ” (Tirmizî, Cennet 15).

[3] Mektubat, 24. Mektub, 2. Makam, Mukaddime, 1. Mebhas.

[4] Rahman suresi, 29.

[5] Tirmizî, Daavât 149, (3607, 3608).

[6]Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir. ” (Ebu Davud, Melahim, 1).

[7] Hadisin tam metni  ve kaynağı şu şekilde: “ Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: ‘ Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları:
-‘Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!’ derler. Erkekler de:
-‘Sizler de, Allah’a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!’ derler.
” (Müslim, Cennet 13).

[8] Ankebut suresi, 64.

[9] Enfal suresi, 24.

Sabır ve Tahammül-3

Zaman Algısı ve Sabır

İnsanın fıtratı, aklın verdiği zaman-üstü algı sayesinde geçmiş zamanı görebildiği gibi, gelecek zamanı da görebiliyor. Her bir insanda geçmiş ve gelecek algısı bulunuyor. Geçmişi düşünmek, o zamanda yaşadığı ve elinden çıkan güzellikleri kişiye hatırlatmakla kişide hasret ve hüzün duygularını uyandırıp alevlendirdiği gibi; gelecek zamanı düşünmek de, kişinin o zamanda yaşayabileceği ve gelmesi muhtemel her türlü olasılığı kişiye gösterir. Geçmişe bakışta, kişinin nefsi ve hırsı aklı yönlendirdiği için kişide hüzün ve hasret ateşleri yanmaya başlar. Gelecek zamana bakışta ise, kişiyi benliğin vehim duygusu ve hayal gücü aklı yönlendirir. Vehim duygusu, baskıcı karakteri ve savunma psikolojisi eksenli güçlü yapısıyla kişiye daima olumsuz ihtimalleri, karanlık ve tehlikeli durumları gösterir. Bu ise, kişide gelecek zamana karşı bir korku, endişe ve telaş uyanmasına yol açar. Bu manada her insan geçmiş zamanın alevli hüzünleri ve gelecek zamanın kişiyi kilitleyen korkuları arasında sıkışık bir vaziyet içindedir.

Gelecek zaman, kişiye doğru gelen, nasıl gerçekleşeceği belirgin olmayan karanlık yapısıyla kişiyi karşısında âciz bırakır, ona çaresizlik hissi verir. Geçmiş zaman ise, elden çıkan ve giden güzellikler, nimetler ve imkânlarıyla insanı muhtaç düşürür, ona yoksulluk hissi verir.

Bu noktada din, çaresizlik, korku ve telaş ile Allah’a iltica eden insanın, “ iman nuru ” ile, gelecek zamana ait bütün endişelerini izale eder. Her şeyin Allah’ın ilmi, hikmeti ve inayeti dâhilinde, belirli bir düzen içinde, kulun hayrına olacak şekilde daima tahakkuk ettiğini gösterir. Bu noktada geçmişte yaşanmış güzellikleri delil olarak sunar. Çünkü o güzellikleri içeren anlar, daha öncesi zamanlar açısından bir gelecek zamandır. İman nurunun açtığı bu pencere, insan ruhuna nefes aldırdığı gibi, benliğin endişelerini dindirip ruhani duygularına sükûnet verir.

Geçmiş zaman konusunda hasret, melankoli, hayal kırıklıkları içinde Allah’tan medet dileyen kişilerin ise din, “ iman kuvveti ” ile bütün hüzünlerini söndürür. Yaşanan her türlü güzelliğin tükenmez bir rahmet hazinesinden geldiğini, rahmet hakikatinin şükretmek kaydı ile daha fazla ikramları insana tattırmak isteyen bir yapıda olduğunu gösterir. Bu noktada şükredilen nimetlerin bereketlendiği her hadiseyi bir delil olarak sunar. Bu durum ise, kalbi sevinçlere gark ettiği gibi, nefsin hüzünlerini söndürüp hırsını tatmin eder.[1]

Sabrın Din Hakikati İle İlişkisi

Hz. Peygamber’in bildirdiği, Kur’anın ifade ettiği üzere din hakikati, iman-islam-ihsan şeklinde 3’lü bir yapıdır.[2] Bu 3 vasfı elde eden kişiye mümin-müslim ve muhsin denilir. Hz. Peygamber (ASM) mümin ve müslim vasıflı kişinin özelliklerini Veda Hutbesi’nde şöyle tanımlar: “ Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların, mallarına ve canlarına za­rarı dokunmayacağından emin olduğu ki­şidir. Müslimin kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir.[3] Diğer bir hadiste ise “ Muhsinin, Allah’ı görüyor gibi ibadet eden kişi olduğunu ifade eder.[4]

Mümin olarak başkalarına güven verebilmek, şefkat ve doğruluk hakikatlerini yaşamakla mümkündür. Yalan ile güven bir birine zıddır. Bir insanın şefkat ve doğruluk hakikatlerini başkalarına karşı yaşayabilmesi için öncelikle kendisinin Allah’ın emânı altına girmesi, kişisel korku ve endişelerinden kurtulması şarttır. Bunun tahakkuku ise, Allah’a ve kendi fıtratına karşı dürüst ve samimi olmayı zaruri kılar.

İnsan fıtratının bu yapısı noktasında Kur’an çok ilginç bir şekilde sabır ve iman arasında bağ kurar. Şöyle ki, Kur’ana baktığımızda en sık karşılaşılan cümlelerden birisi “İllelezîne âmenû ve amilu’s-sâlihât[5] ( İman edenler ve sâlih ameller yapanlar hâriç… ) cümlesidir. Kur’an birkaç yerde bu ifadeyi şöyle değiştirir: “ İllelezîne saberû ve amilu’s-sâlihât[6]( Sabredenler ve sâlih ameller yapanlar hariç… ) Kur’anın kendi kendini tefsiri noktasında bu âyetleri okursak;

İman ve emniyet duygusu, korkulardan kurtulmak ve kurtarmak ile ilgilidir. Korku hissi ise, insanda çaresizlik ve âcizlik halinde zuhur eder. İnsan, onun gücünü zorlayan durumlara karşı önce sabreder, sonra tahammül etmeye çalışır, sonrasında korku doğar, sonra yapabilirse korku unsuru olan nesneden firar eder ve Allah’a sığınır. Eğer bunu yapamazsa çaresizlik içinde ağlar, sızlanır ve yalvarır. Bu noktada iman ve sabır arasında çok derin ve köklü bir bağ bulunduğu görünüyor.

Kur’anın insan fıtratı ve zaman ilişkisine ait acz-iman-sabır sistematiği tam idrak edilirse, fakr-islam-şükür şeklinde diğer bağlantı noktaları da görünecektir. Bu manada din, sabır ve şükürden meydana gelen bir düzendir, denilebilir. Bu sistematik yapı anlaşıldığında bazı Kur’an âyetlerinin dayandığı temeller de akla görünür. Mesela:

Eğer siz iman etseniz ve şükretseniz, Rabbim neden size azap etsin?[7] Buradaki şükrü, İslamiyet ve sâlih ameller olarak ele almazsak, “ Ben iman etsem ve şükretsem, namaz kılmasam, zekât vermesem ve oruç tutmasam da olur ” mantığına insanlar varabilirler. Oysa Kur’an başka bir ayetinde Cehennem ehlinin konuşmalarını şöyle aktarır: “ Biz namaz kılanlardan değildik; yoksula da yedirmezdik ” der.[8] Demek Kur’an âyetleri arasındaki ince bağlantılar göründüğünde, akla gelebilecek her türlü olumsuz hâlin cevabı hesap edilerek vahyin gönderildiği anlaşılacaktır.

Diğer yönüyle Kur’an, sabır hakikatini idrak ederek maddeyi aşan, bedenindeki kuvveti aynen bir çekirdek gibi tüketerek ruhen yeşermeye çalışan bir kişinin iman hakikatlerinde yol alabileceğini vurguluyor diyebiliriz. Evet, imanda yükseliş sabır ile mümkündür. Çünkü sabır, Allah’tan gelen musibet, hastalık, bela, kaza, âfet gibi bütün hadiseleri İlâhî adalet ve hikmetin olağan birer icraatı, Allah’ın Celal sıfatının ihtişamlı tecellileri olarak bilmek ve Allah’ın bütün fiillerinden râzı olmaktır. Elbette ve elbette Allah, kâinatın sırlarını, marifet nurlarını ve yaşananların manalarını Ondan her halükarda razı olan sabırlı kullarına açacak ve onları yükseltecektir.

Nasıl ki, Hz. Hızır (AS), bir mürşid olarak, Hz. Musa (AS)’dan sabır ve sükunet istedi. O sabretmese dahi bazı icraatlarının hikmetlerini anlattı. Anlatınca da Hz. Musa (AS)’nın dalgalanan duyguları ve heyecanı dingin bir deniz haline geldi. Aynen öyle de Mürşid-i Mutlak olan Allah’ın dergahı hükmünde olan yeryüzünde meydana gelen, kişileri ve toplumları ilgilendiren hadiselerin hikmetleri, sırları, manaları elbette ve elbette sükut ile, sükunet ve rıza ile onları karşılayan sabır ehli kişilere açılacaktır. Allah onları nefsinin maddeci, şahsiyetinin kişisel, benliğinin olumsuz ve saplantılı karanlık düşüncelerinden kurtarıp Hakikatin nurlu ve aydınlık dünyasına çıkaracaktır. Kur’an bu ihraç hakikatini, “ Allah’ın, kendi resulüne ve müminlere salât etmesi ” olarak ifade eder.[9]

Mürşidler, olumsuz gözüken hadiseler yaşatırlar ki, insanlar iç dünyalarındaki tabaka tabaka karanlıkları görüp fark etsinler. Hz. Hızır (AS)’ın yaşattığı 3 vaka gibi… Bu yaşananlar belirli bir sistematik eğitim olduğu için, varacağı noktalar ve vereceği meyveleri de hesap ederler. Mürşidler, terbiye sistematiğini ve ilerleme safhalarını belirtmezler; tâ ki terbiye gerçek manada olsun ve rüşde ermek isteyen kişinin iç dünyasının problemler haritası tamamen belirsin… Bu yönden dolayı mürşidler rüşde ermek isteyen müridlerinden onların iyiliği için sorgusuz ve sualsiz teslimiyet ister ve beklerler. Bu konuyu Kur’an rüşd âyetinin başında şöyle ifade eder: “ Bilin ve ilmine vakıf olun ki, içinizde Allah’ın resulü var. Yani bir mürşid var. Eğer O size çoğu konuda tabi olsaydı siz sıkıntı çekerdiniz. Bu yüzden O size tabi değil; siz Ona tabisiniz…[10]

İlâhî irşad, yaşanan olumsuz hadiselerin hikmetlerini göstererek insanları korku, endişe ve telaştan kurtarır. Bazı kaliteli ruhlar için, o olumsuzluklar “ şükür ” kapısı olur. Bu konuya dair Kur’an “ And olsun Biz, Lokman’a hikmet verdik, Ulûhiyetimin tecellilerine şükretsin diye [11] der. Uluhiyetin tecellileri hastalıklar, âfetler, sarsıcı olaylar ve saire sıkıcı ve acı verici şeylerdir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, yeryüzü dergâhında kişisel ve sosyal hayatta bütün yaşananlar, insanın korku ve üzüntülerden kurtulması, kişinin Allah’ın velayeti altına sığınması ve ebedî mutluluğu elde etmesi içindir. Sabır ve şükür ise, saadet sarayının 2 nurlu ve kudsî anahtarıdır. “ Allah, sabredenlerle beraberdir.[12]

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 26. Lem’a, 7. Reca; Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas, 1-2-3. Noktalar.

[2] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.

[3] Vesaik, 364-367; Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10; Yakubî, 2/110 Kur`ân-ı Kerim, 49/12-13.

[4] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.

[5] Mesela Asr suresi, 3;  Tin suresi, 6 v.d.

[6] Hûd Suresi, 11.

[7] Nisa suresi, 147.

[8] Müddessir suresi, 43-44.

[9] Ahzab suresi, 43 ve 56. Âyetler.

[10] Hucurat suresi, 7.

[11] Lokman suresi, 12.

[12] Enfâl Sûresi, 8:46.

Sabır ve Tahammül-2

                                                                                     

 Rüşd, İrşad ve Sabır

Her insan irşada fıtraten muhtaçtır. İrşad, kişinin rüşde erişmesidir. Rüşdün tanımını bize Kur’an rüşde erenlerin sıfatlarını bildirerek verir: “ Onlar, Allah Resulünün, yani mürşidlerinin kendileri hakkında verdikleri bütün kararlara harfiyen uyan, teslimiyet sahibi kişilerdir. Allah onların kalplerine, imanı sevdirmiştir. Kalplerinin içinde, imanı süslemiş ve imanın ince güzelliklerini göstermiştir. Onları küfürden, fısktan ve isyandan iğrendirmiştir.[1] Yani rüşd, aklın bildiği hakikati, kalbin de sevmesi ve sahiplenmesi; aklın gördüğü bâtıl işlerden, kalbin de iğrenmesidir.

Bu manada her insan, rüşde muhtaçtır. İnsanları rüşde eriştiren kişiye “mürşid” denilir. Mürşidlerin en büyük vasfı, nefisleri tezkiye etmek, benlikleri terbiye etmektir. Kur’an, Allah Resulünün, risâlet vasfı noktasında “nefisleri tezkiye edici” olduğunu vurgular.[2] Bu manada, resul, “mürşid”; nebi ise, “muallim ve üstad” demektir. Nebiler, hakikati ders verir ve öğretirler; resuller ise, hakikate göre bir hayat nasıl yaşanılır, uygulamalı olarak gösterirler. Hakikatin insanın hayatına ilim ve hikmetle, tezkiye ve terbiye ile hükmetme ideali, dinin ana hedefidir. Kişilerin, nefis ve benlikleri bunu istemediği gibi, sosyal çevre, tabiat, zaman ve toplum da bu konuda kişiye birer engeldir.[3] Bu ideali gerçekleştirmede Kur’anın tekrar ettiği 2 husus zaruri olarak belirir:

  1. Sabır
  2. Cihad[4]

İnsan karakterleri ehl-i tasavvufun ve Carl Jung’un tespit ettiği üzere enfüsî ve âfâkî meşreptir, yani içe dönük ve dışa dönük karakterlidir. İçe dönük karakterlerin irşad noktasında ihtiyacı, dışa açılmak; dışa dönük karakterlerin ise, içine dönmek ve kendini sorgulamaktır. Bu noktada cihad, içe dönük karakterlerin ihtiyacını; sabır ise, dışa dönük karakterlerin terbiye yolunu gösterir.

Benlik ve ruh terbiyesinde, kritik nokta konuşma eksenlidir. Dışa dönük karakterli kişiler, konuşmayı seven yapıları ile ifrata düşüyorlar. İçe dönük yapılar ise, gerekli yerde de konuşmaktan çekinmeleri ile tefrit yapıyorlar. Aşırı konuşma, yalana, gıybete, mübalağalara v.s. yol açtığı gibi, konuşmamak da haksızlıklar karşısında susmasıyla kişiyi dilsiz şeytan konumuna düşürür. Bu noktada mürşid-i kâmiller, içe dönük karakterleri hak ve hakikati söyletmekle irşad ederler; dışa dönük karakterleri ise, sükunete ve sessizliğe çağırarak irşad ederler. Dışa dönük karakterlerin fevrî, aceleci ve görünene değer veren halleri irşadlarındaki engeli teşkil ettiği gibi, içe dönük karakterlerin de çekingenlik, korkaklık, tembellik ve erteleyici yönleri irşadlarındaki engelleri oluşturur.

Kur’anda dışa dönük karakterlerin en bârizi Hz. Musa (AS)’dır; içe dönük karakterlerin en mühim sembolü, Hz. İbrahim (AS)’dir. Kur’ana baktığımızda, her ikisinin gaybî bir kişi tarafından irşad edildiğini görebiliyoruz. O zât, Hz. İbrahim (AS)’i konuşturuyor; Hz. Musa (AS)’yı ise, susmaya davet ediyor.

Hz. İbrahim (AS), bu irşad yolculuğunda önce babası Âzer’e, sonra bütün şehir halkına ve en sonunda ülkenin başı olan Nemrud’a Allah’ın varlığını, birliğini, Âhiret hayatını ilim ve hikmet, mantık ve hakikat ile tebliğ eder. En dar dairede babası Âzer tarafından “ taşlanarak öldürülme ” ile tehdid edilmesi, en geniş dairede Nemrud tarafından “ ateşe atılma ” şeklinde muamele görmesi gösterir ki, muhatapları Hz. İbrahim (AS)’in karşısında âciz düşmüşlerdir.[5] Fikirde mağlup olan kişi gurur ve kibirliyse, kaba kuvvete başvurur. Hz. İbrahim (AS)’in hak ve hakikati tebliği, Onun “ cihad ” ı idi. O, içindeki evham ve korkularla savaşıyordu ve galip geldi. Kur’an der: “ Velekad âteyna İbrahîme rüşdehu min kablu ve kânu bihî âlimîn[6] ( And olsun ki, Biz daha önce İbrahîme rüşd verdik. Biz onu biliyorduk. ) İçe dönük bir karakterin, şehrin puthanesine gidip putlarını kırması ve zâlim kralın karşısında korkmadan ve telaş yapmadan rahatlıkla hakkı tebliğ etmesi, psikolojik açıdan bir mucize ve kendin aşma göstergesidir.

Hz. Musa (AS) ile Hz. Hızır (AS)’ın yolculuklarının rüşd amaçlı ve sabır eksenli olduğunu, bu vakayı anlatan Kehf suresinde çok rahatlıkla görebiliyoruz. Şöyle:

60 – Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç adamına demişti ki: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, yahut senelerce gideceğim….”

65 – Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

66 – Musa ona: “Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi. ( Kale lehu Musa hel ettebuke alâ en tüallimeni mimma ullimte rüşdâ )

[ Bu âyet, bu yolculuğun hedefinin Hz. Musa (AS)’nın rüşdü olduğunu gösteriyor. Öyleyse, Hz. Hızır (AS), Hz. Musa (AS)’nın mürşididir. ]

67 – (Hızır) dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin. ( Kale inne len testetîa maiye sabra )

68 – “İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?” ( Ve keyfe tasbiru alâ mâ lem tuhit bihî hubrâ )

[ Bu iki âyet, Hz. Musa (AS)’nın irşad seyrinin sabır ve sükût merkezli olduğunu bildiriyor. Hz. Hızır (AS), Hz. Musa (AS)’nın bu yolculuğu yarıda bırakacağını kesinkes bildiriyor. “ Len ” edatı, %100 kesinlik içeren durumlarda kullanılır. Hz. Hızır (AS) “Len testetîa” (Kesinkes dayanamayacaksın, buna ihtimal yok) diyor. Gerekçesini ise, ilim noktasında kuşatamadığın bir şeye senin fıtratın dayanamaz, diyor. İhata (kuşatma) ise, geçmiş ve geleceği ile, zâhir ve bâtını ile bir şeyi bilmekle olabilen kesin ilim seviyesidir. Hz. Hızır (AS), Hz. Musa (AS)’ya yaşanan hadiselerin geçmiş ve geleceğe, yerin altına ve üstüne bakan ve görülebilmesi geniş perspektif isteyen sebeplere dayandığını, Allah’ın bu şekilde bir idare ve melekût sistemi olduğunu Hz. Musa (AS)’ya öğretmek istiyor ve kıssanın sonunda da öğretiyor. ]

69 – Musa: “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim” dedi.

70 – (Hızır) dedi ki: “O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”

71 – Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır) gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi: “Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.”

72 – (Hızır:) “Sen benimle asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi.

73 – Musa dedi ki: “Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma.”

74 – Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa: “Kısas olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın” dedi.

75 – Hızır dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?”

76 – (Musa) dedi ki: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.

77 – Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: “İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın” dedi.

78 – Hızır dedi ki: “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim…”

Hz. Musa (AS) gibi dışa dönük, görme eksenli, gördüğüne itibar eden bir fıtrat açısından bu tarz imtihanlar tahammül edilemeyecek birer imtihan idi. Bu yüzden O da sabredemedi. Hz. Musa (AS) sabır ile rüşdü elde edemediği için, Cenab-ı Hak, Onu aynen Hz. İbrahim (AS) gibi konuşmaya, fakat kavl-i leyyin ( tatlı ve yumuşak dil ) ile Firavun’a ve çevresindekilere tebliğ yapmaya sevk etti.

Sosyal Hayat ve Sabır

Hayat yolculuğunda her bir insan çeşitli zorluklar, engeller, musibetler ve sıkıntılar ile ala külli hal karşılaşıyor. Bunlardan yaşlılık, hastalık v.s. gibi kısmı doğrudan doğruya İlâhî takdire bağlı tecelli ediyor. Haksızlıklar, hatalar, saldırılar v.s. tarzı ise, insanlar ve diğer irade sahibi sebeplerin eliyle geliyor. Her insan, bu şekilde sosyal hayat dergâhında bir irşada tabidir. Ayrıca idealist kişilerin oluşturdukları, hak ve hakikate, iman ve islama hizmet amaçlı gruplar; devleti savunma amaçlı kurulmuş askeriye gibi resmi kuruluşların ferdlerinin yaşadıkları zorluk ve sıkıntılar daha çetrefilli ve karmaşık bir seviyeye yükselir. Şeytanlar, düşmanlar ve zararlı yapılar, bu grupların ve askerî yapının birlik ve bütünlüğünü bozmak, kuvvetlerini kırmak ve dağıtmak için her türlü yolu denedikleri gibi, Allah da ihlas ve samimiyetlerini ortaya çıkarmak, cihad aşklarını artırmak, yapacakları vazifenin içinden nefis ve benliklerini çıkartmak için imtihanlarını daha da yoğunlaştırır. Bu noktada Kur’an der: “ Yâ eyyühellezîne âmenusbiru ve sâbirû ve râbitû vettekullâhe leallekum tuflihûn[7] ( Ey iman ile kendilerini inşa edenler! Benden gelen zorluklara sabredin. Birbirinize karşı da sabredin. Benim yolumda nöbet tutun ve aranızda irtibatı artırın. Benim azabımdan korkun ve çekinin ki, felaha erişesiniz. ) Bu âyet,

* “ İsbirû ” diyerek, doğrudan İlâhî İrade’den gelen zorluklara karşı sabrı;

* “ Sâbirû ” diyerek, insanlar ve diğer irade sahibi varlıklardan gelen olumsuzluk dikenlerine karşı sabrı emrediyor.

* Sabır, ruhu olgunlaştırdığı ve ruhlar arası bağlantıya da “ râbıta ” denildiğinden, aranızda şefkat ve anlayışla “ ruh bağı oluşturun ” manasında âyet ileri aşama için “ râbitû ” diyor.

Bu 3 aşama ile o grup çok bedenli tek bir ruh haline geldiği gibi, ekip ruhu ve takım ruhu denilen sosyal bir ruh da ortaya çıkar. Bu külli ruh ve sosyal kişiliğin ortaya çıkması ve devamlılığının sağlanmasında Kur’an “ bir birine hakkı ve sabrı tavsiye etme ” yi vurgular.[8] Sabır ve merhameti bir birine tavsiye etmeyi şiar edinmiş kulları “ Ashâb-ı Meymene ” ( İmanın nuruna ve yümnüne ermiş kişiler ) olarak isimlendirir.[9]

Sabır hakikati, bir grup ve cemaatin devamını sağlayan unsurdur. Bu hayatî yönü Kur’an Enfal suresinde şöyle ifade eder:

  1. 46.Birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz, gücünüz ve ruhunuz gider. Sabırlı olun. Hakikaten Allah sabredenlerle beraberdir.

Sabır unsuru, askerî düzen açısından önemli bir terminoloji olarak Kur’anda zikredilmiş; bir ordunun kalite göstergesi olarak Enfal suresinde sayılmıştır:

  1. 65.Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.
  2. 66.Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.

Dikkat edilirse, Kur’an asker sayısı büyüdükçe “ sabır ” lafzını kaldırıyor. Sayı azlığında meydana gelecek psikolojik açığı, sabrın kapatacağını ifade ediyor. Sayı çokluğunda kişi, kendini güvende hissettiği için, sabrı zikretmiyor.

Dünya hayatı gerek ferdî gerekse sosyal boyutlu olsun, hayatını sabır, merhamet ve hak eksenli geçiren herkes için büyük ve geniş bir medrese, kudsî ve ulvi bir tekke vazifesi görmektedir. Bu medresenin Müderris-i Zü’l-Celali Allah olduğu gibi, Mürşid-i Zü’l-Cemali de Rabbü’l-Âlemîn’dir.

[1] Fısk, emirleri yerine getirmemektir. Amel-i sâlihin zıddıdır. İsyan ise, yasaklanan fiilleri işlemektir. Takvanın zıddıdır.

[2] Cuma suresi, 2.

[3] Ali Şeriati, İnsanın 4 Zindanı.

[4] Mücadele hakikatinin, kansız şekline Kur’anda “ cihad ”, kanlı haline ise, “ kıtal ” denilir. “ Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” ( Tevbe suresi, 73 v.d. ) Münâfık, Müslüman göründüğü için ona kılıç çekilemez; ihlas ve hikmetle onunla mücadele edilebilir. Buna ” cihad ” denilir. Kıtal ise saldırgan müşrik, kâfir ve ehl-i kitap kısmına karşıdır. ( Tevbe, 36; Muhammed suresi, 4 v.d. )

[5] Bu vakaları en dar daireden en geniş daireye şeklinde Meryem suresi, Enbiya suresi ve Bakara suresinde sırasıyla görebiliyoruz.

[6] Enbiya sûresi, 51.

[7] Âl-i İmran sûresi, 200.

[8] Asr suresi, 3.

[9] Beled suresi, 17-18.

SABIR ve TAHAMMÜL-1

Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabr kelimesinin ahlâk terimi olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi mânalara geldiği, karşıtının ceza‘ (telâş, kaygı, yakınma, sızlanma) olduğu belirtilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelimeler karşıt kavramlar şeklinde geçmektedir (İbrâhîm 14/21).[1] Hakikat noktasında ve etimolojik kök olarak sabır, toprak yeme demektir.[2] Kişinin cismi topraktan yaratıldığı ve meydana geldiği için, sabır bu manada cismânîlikten kurtulma ve ruhânileşme demektir. Kur’an bu hakikate dayanarak, kişinin ruh terbiyesinin 2 temel yolu olarak “cihad ve sabrı” gösterir. Bu 2 yol ile, çekirdek halindeki imanların, filizlenip ağaçlaşacağını sık sık vurgular.[3]

Sabır ve Tahammülün Farkları

Bu iki kavram genellikle birbirinin yerine kullanılsa da farklı manaları ifade ederler. Okuduğum fakat kaynağını hatırlayamadığım bir yazıda farkları çok bâriz şekilde ele alınmıştı. Şöyle:

Son devrin mürşid-i kâmillerinden birisi ömrü vefa etmediği için kıymetli bir müridini kemale erdiremeden vefat hastalığına yakalanır. Müridi, şeyhinin vefat edeceğini anlar. Ona sorar:

-“Efendim, Sizin vefatınızdan sonra rüşde ermek için kime bağlanacağım? Kâmil mürşidler iyice azaldı. Bir şahsın kâmil mürşid olduğunu nereden bilebilirim? ” Şeyhi der ki:

-“Evladım! Kâmil mürşidi sabrından anlarsın. Sana sabır ile tahammülün farkını anlatayım. Sabır, menfi bir hadise başına geldiğinde onun tesiri altında kalmayıp yoluna devam etme halidir. Tahammül ise, o menfi hadisenin tesirini yüklenmek, onun etkisi altına girerek yola devam etmeye çalışmaktır. Kâmil mürşid, sabırlı olandır. Sen, sabır ehli birisini bulursan ona intisab edebilirsin. ” Müridi:

-“Anladım, Efendim. İnşaallah tavsiyenize göre hareket edeceğim ” der.

Tahammülün olayların yükünü çekme özelliği ve çoğu problemler kişinin içinde gittikçe büyüyen olumsuz düşünce ve algıya dayandığından bu tarz sıkıntıları çeken kadınlar, rüya âleminde “ hamile ” olarak görünürler.

Sabrın Çeşitleri

            Kur’anın tamamına baktığımızda sabır konusu ile ilgili yaklaşık 100 âyet karşımıza çıkmaktadır. Bu konudaki âyetleri Said Nursi, kendisine sorulan bir soruya cevap olarak şöyle sınıflandırır:

        [4]   de hikmet ve gaye nedir?

Elcevap: Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada (nesnelerin varlık âlemine gelmelerinde), bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş (koymuş). Sabırsız adam, teenni ile (acele etmeden, ağır ağır) hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksud ( hedef ) damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki,

[5] [6] durub-u emsal ( atasözü ) hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki ( ilgisi ve başarılı kılması ), sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:

Biri: Mâsiyetten ( isyan ve günahtan ) kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvâdır; [7]  sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

[8] [9] şerefine mazhar ediyor.

Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’âlini ( fiillerini ) tenkid ve rahmetini ittiham ( suçlama ) ve hikmetini beğenmemek çıkar.

Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ (yakınma) suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup aleyhisselâmın [10] demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah’a şekvâ etmeli; yoksa Allah’ı insanlara şekvâ eder gibi ” Eyvah! Of! ” deyip ” Ben ne ettim ki bu başıma geldi? ” diyerek âciz insanların rikkatini (yufka yürekliliğini) tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.

Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete (Allah tarafından sevilme makamına) kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubûdiyet-i kâmile cânibine (mükemmel kulluk yönüne) sevk ediyor.[11]

Musibetlere Karşı Sabrın Psikolojik Aşamaları

            Musibetler aynen nimetler gibi dünya hayatının 2 değişmez ve periyodik halidir. Gece ve gündüz gibi… “ Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder (durulaşır), kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder (kalkınır), netice verir, tekemmül eder (olgunlaşır), vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak (monoton) istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz (saf, katıksız iyilik) olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz (katıksız şer, kötülük) olan ademe ( yokluğa ) yakındır ve ona gider.”[12] Nimetler, hayat mekanizmasını verdiği lezzet ve zevklerle rahatlatıp gevşetir. Buna mukabil musibetler, hissettirdiği acılarla hayat mekanizmasını gerer, savunma pozisyonuna geçirir. Eğer o vakte kadar bu derece ciddi bir musibetle ile kişi karşılaşmamışsa şikâyet ve sızlanma hali kendini gösterir. Bu manayı Hz. Peygamber (ASM) döneminde yaşanan şu vakada görebiliriz:

Hanım sahabelerden birisinin çocuğu vefat eder. Çocuğunu kaybetmenin acısıyla ağlayan bu kadına Resûlullah (ASM),

-“Allah’tan kork, sabırlı ol!” der. Hanım sahabe üzüntünün verdiği acıyla

-“Benim derdimden sen ne anlarsın!” şeklinde tepki gösterir. Daha sonra kendisine nasihat edenin Resûlullah (ASM) olduğunu öğrenince Ondan özür dilemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (ASM),

-“Sabır ilk darbe sırasında gösterilen metanettir”[13] buyurmuştur.

Musibetin verdiği acı, vehim ve endişe damarlarını tahrik eder. Vehim duygusu ise, kişinin manevi gücünü dağıtmaya başlar. Bu noktada sabır duygusu, kişiye verdiği tevhidî şuur ile, musibetlerin de nimetler gibi yine Allah’ın bir icraati olduğunu gösterir. Tevhid şuuru “ Nimetler, rahmetten ve ikram sıfatından geldiği gibi, musibetler de hikmetten ve celâl sıfatındandır ” diye kişiye telkin yapar. Bu manada sabır, kişinin olumsuza odaklı vehim duygusunun, aceleci nefsinin ve acı çekmek istemeyen benliğinin oluşturduğu karanlıkları aydınlatır. Kişiye Hakikati, güneş gibi gösterir. Hz. Peygamber (ASM) sabrın bu yönünü, “ Sabır, ziyadır; salat, nurdur[14] diye ifade eder. Ziya, güneş ışığı; nur ise, ay ışığıdır.[15]

            Said Nursi, musibet anında her insanın kişisel manada tecrübe ettiği insan psikolojisini; geçmiş-gelecek algısı ve sabır gücü noktasında şöyle tahlil eder:

            Cenâb-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle (zorbalığıyla) ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle (kendi kendine kurgulamasıyla), sabır kuvvetini mazi ve müstakbele (geçmiş ve geleceğe) dağıtıp, hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta —hâşâ— Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü, geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi (acısı) gitmiş, zevâlindeki (bitişindeki) lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne (lezzet alarak) şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes’ut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı (acıları) vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir. Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem (yok) olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak (acı çekmek), sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir (zeka geriliğidir) ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor (yok ediyor).

Elhasıl, nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ (şikâyet) musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder. Birinci Harb-i Umumînin ( Dünya Savaşı) birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:

-“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

-“Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu (sevinçli) yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe (yokluğa) vücud (varlık) rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ (sıfıra yakın) bir kuvvetle merkezi harap eder.” Dedim:

-“Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et (askeri yığınak yap). Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi ( âhiret mükâfatını ) ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret.” O da tamamıyla bir ferah alarak,

-“Elhamdü lillâh,” dedi, “hastalığım ondan bire indi.”[16]

[1] DİA, Sabır Maddesi…

[2] Yakın bir arkadaşımın ciddi bir musibeti vardı. Uzun süredir devam ediyordu. Bu süreç esnasında rüya görüyor ve rüyada ona deniliyor ki, “ Senin biraz daha toprak yemen lazım… ” Rüyadan sonra da musibeti bir süre devam etti ve sonra bitti.

[3] Bakara suresi, 153-156; Âl-i İmran, 142; Muhammed Suresi, 31 v.d.

[4] “Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:153; Enfâl Sûresi, 8:46.

[5] “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.” Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:21.

[6] “Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar.”

[7] “Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:194.

[8] “Allah sabredenleri sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:146.

[9] “Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:159.

[10] “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim’ dedi.” Yusuf Sûresi, 12:86.

[11] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 23. Mektub, 4. Sual.

[12] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 2. Lem’a, 2. Nükte, 2. Vecih.

[13] Buhârî, “Cenâʾiz”, 32, 42; Müslim, “Cenâʾiz”, 14, 15.

[14] Müslim, “Ṭahâret”, 1; Tirmizî, “Daʿavât”, 86.

[15] Yunus sûresi, 5.

[16] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 2. Lem’a, 4. Nükte.

Çekirge İstilasının Çaresi Olarak “Sığırcık Kuşları”

Ekolojik dünya, bir dengeler sistemidir. Bu dengelerden birisi “ Besin Zinciri ” dir. Besin zinciri vasıtasıyla, canlı türlerinin yayılmacı yapısı diğer türler vasıtasıyla sınırlandırılır. Aksi takdirde bir canlının üreme potansiyeli bütün yeryüzünü kara veya denizlerini kaplayabilecek özelliktedir. Deniz canlısıysa, denizleri; kara canlısıysa karaları kaplayabilir.

Hayat ve şuur, Said Nursi’nin tespit ettiği üzere, mutlakıyet özelliğine haizdir.[1] Yine Said Nursi’nin tespit ettiği üzere mutlakıyet, istila edici bir mahiyet taşır.[2] Bu açıdan canlılık, istila edicidir. Mesela 1 mısır tanesi bir tarlaya ekildiğinde ondan çıkan mısır bitkisi 7 koçan verse, her koçanda 100 mısır danesi olsa 1 yıl içinde elimizdeki 1 mısır danesi, 700 dane haline gelir. Elde edilen 700 mısır danesi sonraki yıl tarlaya ekilse aynı şekilde her birinden 7 koçan çıksa ve her birinde 100 mısır danesi olsa ikinci yılın hasat sezonunda elimizde 490.000 mısır danesi olur. Bu çoğalma katlanarak yıldan yıla devam eder. Canlılardaki üreme, hesaplamada görüldüğü üzere matematikteki geometrik seri şeklindedir. Mısır bitkisinin geometrik seri tarzında üremesi eğer mısır ile beslenen canlılar ile dengelenmezse mısır bitkisi iklim şartlarının el verdiği bütün yerlere yayılacaktır. Eğer diğer iklim şartlarına uyum sağlarsa bütün karaları mısırlar istila edebilirler.

Bu çerçeveden bakıldığında, bitki türlerini otobur hayvanlar, otobur hayvanları etobur hayvanlar, etobur hayvanları ise diğer etobur hayvanlar ve insan türü sınırlandırır. Bu şekilde yeryüzünde ekolojik bir dengenin oluşması sağlanır.

Canlılar Âlemindeki Beraberlik ve İç İçe Yaşam

Botanik biliminin keşfettiği, bütün araştırmacıların ve kırsal kesim halkının sürekli gözlemlediği üzere tek bir bitki türüne ait üreme sahası ekolojik düzende yoktur.

Kırlar ve bozkırlar gelincikler, ebegümeçleri, yabani yulaflar, acı kavunlar, devedikenleri gibi farklı özellikte tek yıllık bitkilerin beraberce ve iç içe büyüdükleri bir mozaiktir. Bu durum gösterir ki, canlı türleri bir ekolojik halı oluşturacak şekilde ince ve hassas ölçülerle bir birlerini dengelemektedirler.

Bazen sarmaşıklar ve ağaçlar arasındaki ilişkiler gibi bir birlerinden beslenecek ve bir birlerini destekleyecek bir şekil alan bir ekolojik ilişkiler yumağı bilimin inceleme sahasında bulunmaktadır.

Tek yıllık bitkiler arasındaki bu sınırlandırıcı iç içe yapıyı alçak kesimlerde bulunan kayın, kestane, meşe, fındık, kızılcık, kavak, ıhlamur, akçaağaç, çınar ve karakavak gibi orman ağaçlarının beraber ve yan yana büyümelerinde, yüksek kesimlerde ise çam, ladin, köknar ve sedir gibi ağaçların yan yana büyümelerinde görebiliyoruz.

Bitkiler âleminde geçerli bu durumun bir benzerini hayvanlar âleminde de görebiliyoruz. Afrika’nın savanlarında, Güney Amerika ve Avustralya’nın büyük çayırlarında beraberce ve iç içe yaşayan zürafalar, zebralar, okapiler, aslanlar, filler, su aygırları, gergedanlar ve saire hayvanların oluşturduğu mozaikte bu durum gözlemlenebilmektedir.

Bitkiler ve hayvanların bir birlerinin yaşama ve yayılma sahalarını bu şekilde sınırlamalarını gördüğümüz ve gözlemlediğimiz gibi kuşlar ve böcekler arasında da bu tarz bir ilişkiler ve ekolojik savaş ağı bulunmaktadır.

Tavuk, çulluk, karatavuk, sülün, serçe ve benzeri sivri gagalı kuşların her birisi böceklerle, solucanlar, kurtçuklar gibi canlılar ve tohumlar, meyveler gibi bitkisel ürünlerle beslenerek ekolojik dengenin başka bir boyutunu gözler önüne sererler. Kaşık gagalı kuşlar ise, deniz canlıları, yosunlar ve balıklar ile beslenmekle ekolojinin kara ve deniz boyutları arasındaki ilişkiyi ve dengelemeyi gösterir.

Ördek yavrularını, su kuşlarını avlayarak yiyebilen turna balıkları ve benzeri etçil balıklar ise, deniz canlılarının karadaki hayvan popülasyonunu etkilemesine ve dengelemesine bir örnektir.

Beslenme Amacıyla Olmayan Türler Arası Öldürme Durumları

Canlılar dünyasında bir canlının diğer canlının hayatına son vermesi genel olarak beslenme amaçlıdır. Bu durum genel geçer bir kanun gibidir.

Bununla beraber kurtların hırs ve açgözlülük duyguları, öldürmenin mantığındaki sınırları çiğner. Mesela bir aslan bir koyun sürüsüne girse bir koyunu avlar; diğerlerine zarar vermez. Fakat bir kurt bir sürüye dadandığında boğabildiği kadar koyunu boğar. Kurdun bu can alıcı yapısından dolayı İç Anadolu ve benzeri yerlerde ona “ Canavar ” denilir. Canavar kelimesi Farsça’da can alan demektir.

Bir türün diğer canlı türünü yemediği halde öldürmesi şeklinde istisnai durumlar da ekolojik dünyada çeşitli gerekçelerle görünür. Mesela kediler, fındık faresi ve benzeri fareleri yemek için öldürdükleri halde kediler iri lağım farelerini öldürürler fakat yemezler. Lağım farelerinin zehirli ve kedinin bünyesine zarar verici yapısı onların yenilmesinin önüne geçer.

Çekirgeler ve Sığırcık Kuşları

Beslenme amacı dışında öldürme konusunda en çarpıcı istisnai durum sığırcık kuşları ile çekirgeler arasında geçerlidir. Said Nursi canlı türlerinin istidad dili bilinirse onların çeşitli vazifelerde istihdam edilebileceğini, insanın onları bu şekilde istihdam etmesin onun halifelik makamının hakkı ve gereği olduğunu söylediği yerde sığırcık kuşları ile çekirge ilişkisine değinir. Bu konudaki gözlemlerine dayanarak şu tespiti yapar:

[3]

cümleleriyle Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhisselâm’a, kuşlar enva’ının (türlerinin) lisanlarını, hem istidadlarının (potansiyel yeteneklerinin) dillerini, yâni; hangi işe yaradıklarını, onlara Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet mâdem hakikattır. Mâdem rûy-i zemin (yeryüzü), bir sofra-i Rahmân’dır (merhamet sofrasıdır). İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifâde eden sâir hayvanat ve tuyûrun (kuşların) çoğu insâna musahhar (boyun eğdirilmiş) ve hizmetkâr olabilir.

Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifâde yolunu açarak ve güvercinleri bâzı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyyet-i beşeriyyenin mehâsinine (güzelliklerine) güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok tâifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliyye (evcil hayvanlar) gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler.

Meselâ: Çekirge âfetinin istilâsına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifâde ve teshîri (boyun eğdirmeyi) ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifâde etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tâyin ediyor. En haşmetli sûretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.[4]

Said Nursi’nin bu tespiti corona virüs salgınının yeryüzünü bir zindan haline getirdiği günümüz şartlarını daha zorlaştıran çekirge istilasına karşı 1930 yıllarında yazılmış bir reçete ve tespittir. Bitki zararlılarına karşı yapılan mücadelede yeni yeni kullanılmaya başlayan organik mücadele yöntemlerinden bir tanesini o zamandan ifade eder. Ziraat mühendisleri ve Fransa gibi ülkelerin tarım bakanlıkları tarım ürünlerini böcek istilasından korumak için tarla sınırlarına lavanta bitkisi dikme stratejisini kullanmaya başladılar ve teşvik ediyorlar. Bu şekilde kımıl, süne, danaburnu, yaprak biti gibi böceklerle mücadele için yıllardır kullanılan insektisitlerin tarım alanlarında açtıkları zararları engellemeye başladılar.

Bu manada Said Nursi’nin çekirge istilasına karşı, sığırcık kuşlarından yararlanılması tespiti çok önemli bir yöntem tespitidir. Çin Devleti ülkelerinde görülen çekirge istilasına karşı ördeklerle mücadele etme yöntemini denemiştir. Tavuklara göre daha fazla çekirge yiyebilen ördeklerle mücadeleyi daha etkili bir yöntem olarak keşfettiler, uyguladılar ve sonuç aldılar. Fakat Said Nursi’nin gösterdiği çare daha etkilidir. Çünkü ördeklerin yeme kapasitesi sınırlı olduğu, doyduktan sonra çekirge öldürmeyi bıraktığı, çekirge yemeye başlaması için tekrar acıkmayı beklemesi zorunluluğu çekirge istilasıyla mücadele sürecini uzatıyor. Fakat sığırcık kuşlarının aynen kurtların koyunları boğması gibi, çekirgeleri yemedikleri halde öldürmeleri çok etkili ve kısa sürede sonuç alınacak bir yöntemdir. Bu yöntemde açlık ve tokluk periyodu gibi bir sınırlayıcı husus, mide kapasitesinin sınırlayıcılığı gibi hal bulunmamaktadır.

Sığırcık kuşlarının beyin dalgaları, kendi aralarında iletişim ağları ve konuşmaları keşfedilse, sonra onların iletişim ağına sinyaller yoluyla dahil olunsa onların yönlendirilmeleri ve bir av köpeği gibi kullanılmaları mümkündür.

[1] Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Hatime; Sözler, 24. Söz, 4. Dal.

[2] Şualar, 2. Şua, 2. Makam, Birinci Muktazi.

[3] Ayetlerin mealleri sağdan sola doğru sırasıyla şu şekilde: “Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” (Sâd Sûresi, 38:19) ve “Bize kuşların dilleri öğretildi.” (Neml Sûresi, 27:16).

[4] Sözler, 20. Söz, İkinci Makam, Mukaddime.