Etiket arşivi: eymen akça

İhlas risalesi okuma notları-5

İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz. Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler,o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor. Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. 

* bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için: Organize hizmette yapılması gereken şey: Bütün potansiyel yeteneklerini hizmet için kullanmak… Bunun da yolu, vazife taksiminde kendisine düşen görevi mükemmelce yaptıktan sonra hizmeti eksik kalan kişinin hizmetini tamamlamakla oluyor. Yani kusur görüp tenkid etmek yerine, görülen kusuru tamamlamak… Buna, tashih denilir. Ki bu, hem Allah’ın razı olduğu bir tavırdır; hem kardeşini kazandırır; hem hizmetin düzgün yürümesine yarar, hem kendi yaptıklarının da işe yaramasına vesile olur; hem de başkalarına misal olur. Tenkid, kolay; tashih, zor… Burada kişiye bu ufku kazandıracak şifre “ Umumi maksad ” dır. Yani bütün cemaat tek bir gaye için çalışıyorlar. O da “ insanların imanlarını kurtarmak… ” Yapılan bütün işler, çekilen bütün sıkıntılar, katlanılan bütün fedakârlıklar, “ insanların ebedî hayatı kurtulsun ” diye… Bu şuurda olan kişi, tenkid değil tashih yapar; problem çıksa alttan alır, mahviyeti yaşar; “ Dava için her şey yapılır, her şey feda edilir ” der ve yapar. Kardeşlerin birbirine ikaz tarzı da sahabeler gibi: “ Hani biz kendimizi ve malımızı Allah’a satmıştık? Hani Allah için yaşayacak ve Onun yoluna hizmet edecektik?! ” olacak. Ta ki, kardeşimiz darılmasın, gücenmesin…

* hakikî bir tesanüd: Tesânüd, dayanışma demektir. Dayanma ise, kendi güçsüzlüğünü görmekle ilgili… Kendini, kendi başınayken güçsüz gören birisi, kendinden daha güçlü birine dayanmaya çalışır. Bu işe, “ istinad ” denilir. Allah’ın kudreti, hakiki “ nokta-i istinad ” dır. Allah’ın kudretine dayanan Onun kudretinden bir parıltı alır. Bu parıltıyı alan kişilerin birlikte ve beraberce hareketlerine “ tesânüd ” denilir. Tesânüdün hakiki hali ise, beraberce hareket ile olur. Küçük iplerin, halat oluşturmak için birleşmeleri; aynı anda 40 kişinin ağır bir cismi itmelerinde gözüken toplu güç, hakiki tesânüdün alametleridir.

* ittifak: Hareketini ve faaliyetini başka birine veyahut birilerine uydurmak demek… İttifak, kuvvet doğurur. Var olan ferdî güçlerin, toplu halde gözükmeleriyle, ferdin yapamayacağı güç işleri cemaatin yapabilmesine yol açar. İttihad, nasıl ki şahsî fikirleri birleştiriyor, havuz yapıyor; ittifak da, şahsî kuvvetleri birleştiriyor, enerji santrali kuruyor. İstişare de, şahsî iradeleri birleştiriyor, bir şahs-ı manevi teşkil ediyor.

* gaye-i hilkatlerine yürürler: Burada bir şifre var. Ya Nur Talebeleri ruhen ve cismen, hak ve hakikate hizmet etmek üzere yaratılmışlar; ondan başkasıyla kalb ve ruhları mutmain olmaz manasına gelir. Veyahut bütün insanlar hak ve hakikate hizmet için yaratılmışlar ve bu dünyaya gönderilmişler manasına gelir. Bu durumda Nur dairesinde ve özellikle Nur Fabrikası olan kişiler insanın hilkatindeki gayeyi kendilerinde gerçekleştirirler manası çıkar. Her insana Allah’ın koyduğu donanım ayrı ve tayin ettiği hizmet ayrı… Kimisi dil olacak, anlatacak; kimisi göz olacak, görecek-gösterecek; kimisi kalb olacak, sevecek-sevdirecek; kimisi akıl olacak bilecek-bildirecek… Her istidadın bu hizmette payı, yeri ve vazifesi var. Ortak gaye, “ İman kurtarmak…

* ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler: Nur dairesinde Risalelerle dine hizmet etmeye çalışanlar 2 sınıf: Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları… Hitaba göre, Üstad kendini ve bazı talebelerini Kur’anın hizmetkârları olarak görüyor. Bu hizmetkârlar, Nur fabrikası denilen “ Saadet fabrikası ” nın çarkları ve    “ Selamet sefinesi ” nin hademeleridir. Hakiki Kur’an hizmetkârları, selâmet sefinesinde çalışanlardır. Üstad şöyle demiş bu şifreler sadedinde “ İttifakta, kuvvet var. İttihadda, hayat var. Uhuvvette, saadet var. İtaat-i hükûmette, selâmet var. ” Selâmet, saadeti elde eden kişilerin Allah’ın sosyal kanunlarına göre hareket etmeleri, insanları bu konularda irşad etmeleriyle alakalı… Nur fabrikası, mesud ferdler yetiştiriyor; Selamet sefinesi ise, böyle ferdlerle, Allah’ın emirlerine ve yasaklarına göre kurulmuş bir devlet getiriyor…

* Risale-i Nur Şakirdleri, Risaleleri, Üstad’ın eserleri ve kendi zihninin mahsulü olan hakikatler olarak okuyan ve kabul edenlerdir. Kardeş grubuKur’anın hizmetkârları ise, Risalelerin tamamen İlâhî ilhama ve ilhamın çeşitleri olan tuluat, sünuhat, zuhurata dayandığını ve Kur’anın manası olduğunu anlayanlar… Kur’anın İlahî ilim olduğunu ve bu ilmin mucizeliğini idrak eden ve tebliğ edenler… Talebeler grubu… İlk grupta hem nefsaniyet, hem de enâniyet olabilir; fakat ikinci grupta nefsâniyet olamaz ama enâniyet olabilir. Kur’anda ilimle dine hizmet etmeye çalışan 2 sınıf âlim var: Ahbar (İlimle parlayanlar) ve Rabbâniler (İhlaslı ilimle kendileri terbiye olup insanları da terbiye eden kişiler)… Kardeşler, Ahbar sınıfına; talebeler ise, Rabbâniler sınıfına giriyor… Kur’an, Ahbârın nefsaniyet taşıdığını anlatma sadedinde “ Ey iman edenler! Bilin ki Yahudi din bilginlerinin (Ahbârın) ve Hıristiyan din adamlarının (Rahiplerin) birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ” diyor.[1] Ama Rabbaniler için Kur’anın asla böyle bir hitabı yok… Fakat Onlar da enâniyetle avlanabiliyorlar. O yüzden başka bir âyet bu her iki gruba “ Benim ayetlerimi, yok denecek kadar az menfaatler için satmayın ” diyor.[2]

* Üstad, Kur’anın hizmetkârlarının özelliklerini şöyle anlatır: “ İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler. Kudsî daireye girmenin yolu, kudsiyet kazanmakla olur. Bu da sırr-ı ihlasla, maddi menfaatleri terk etmekledir. Yani nefsaniyetten sıyrılmakladır. Kur’anın hakkı anlatışındaki mucizeliği anlamak… Yani zihin akıldan ötede zekâ ve fetânet ile çalışacak… Nura, ihlasa, imana kuvvet verecek… Demek kişinin kendisi nura erecek ki nur versin; hem ihlası kazanacak ki kazandırsın; hem imanı kuvvetlenecek ki başkasına kuvvet versin…

* Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız: O halde, Gül Fabrikası grubu bu şahs-ı manevinin kalbi; Nur fabrikası ise, ruhu ve beyni hükmündedir. Hiçbir organ hiç birini tenkid etmeyecek… Hidayet Hizmeti denilen şahs-ı manevinin eli-kolu-gözü-kulağı-kalbi-aklı hükmündedirler. Bu organların hepsiyle insan, insan olduğu gibi Risale-i Nur Şakirdleri denilen kardeş ve dost grupları ve Kur’anın hizmetkârları denilen talebe grupları ile hidayet hizmeti, hidayet hizmetidir. Herkes vazifesini yapsa hiçbir sıkıntı olamayacak.

* hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz: Saadet-i ebediye, Cennete sultan yetiştirmek demektir. İnsanın mutluluğu ancak bir saltanat sahibi olduğunda mümkündür. Ahiret saltanatının yolu, burada Allah’ın halifeliğini kazanmaktan geçiyor. Halifeliği kazanmanın yolu da, kendi iç dünyasını özellikle ruhunu ve sırrını Allah’ın nuruna, isimlerine ve zâtına ayna kılmaktan geçiyor. Aynalığın da yolu, tâlim (hakikati öğrenme) ve cihaddan (ihlasla hakikati tebliğ etmeden) geçiyor… Yani hak ve hakikat uğruna, kendini ve her şeyini harcamak… Hakkın her şeyden daha değerli olduğunu hayatıyla ispat etmek ve gerekirse Hakkın ilanı için ölmeyi tercih etmek… Hak için ölene “ Şehid ” denilir… Ebediyeti idrak etmeyen, ruhunun ebediyetini hissedip yaşamayan bu saadeti kazanamaz. Bu hissediş dünyada da olabilir. Bunun da yolu, ruhun hakikat ve sırrını bilmek; ruhunun Allah ile bağını çözmek; sonra da ruhunun mükemmelleşmesi için gerekli şeyleri idrak edip onlara göre yaşamaktır. Bunlar da, tâlim ve cihaddır. Bunlara göre bir hayat yaşayanlar, dünyada dahi saadeti yaşarlar. Sahabelerin kadını ve erkeği hepsi bu manayı elde ettikleri için o asra “ Saadet Asrı ” denilmiş… Yani Ahiret sultanlarının, dünyadaki Allah halifelerinin asrı…

* Tarikatlar, Ahiret paşalarını yetiştiriyorlar. İnsanların kalplerini işlettiriyorlar. Nur hizmeti ve sahabe yolu ise, Ahiret sultanlarını yetiştiriyor. İnsanların ruhlarını işlettiriyor. Kastamonu Lahikasında Mehmet Feyzi Ağabey şahsında bütün Nur Talebelerine verilen derste ifade edildiği üzere… Tarikat, marifetullah ve muhabbetullah ile iş görüyor. Nur hizmeti ve sahabe yolu ise, marziyat ( Allah’ın razı olduğu şeyler ) ve ubudiyet ( Allah’a karşı acz ve fakrını yaşama ) ile iş görüyor. Kastamonu Lahikasındaki ilgili mektup okunabilir… Tarikatten gaye, insanları ruha yükseltmektir. Çok az kişi bu seviyeye çıkar. Nur hizmetinde başlangıç ruhtur ama bu seviyeyi idrak edenler de, çok çok azdır. Talebe, azdır; kardeş, çoktur.

* sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz: Buradaki Dârüsselâm, iki manada ele alınır. Birisi şu an Müslüman idaresi olmayan bu memleketi, Kur’anın ve hadisin hükümleriyle idare edilecek hale getirmeye çalışan hizmetçileriz. Diğer manası ise, Darüsselâm denilen Cennet tabakasına Müslümanları götürmeye çalışan hizmetçileriz demektir. Saadet fabrikası hizmeti, üstadlık işi; selamet sefinesi hizmeti ise, mürşidlik işi… Nur hizmeti, adı koyulmamış bir üstadlık ve irşad işi yapıyor… Mürşidler, makam-ı Süleyman’da (AS) insanlara tahkiki İslamiyet dersi veriyorlar. Fısk, isyan ve küfürden insanların kalplerini iğrendiriyor, Allah’a sâdık kudsiyet mâliki kullar yetiştiriyorlar. Üstadlar ise, makam-ı İdris’te (AS) tahkiki iman dersi veriyorlar. Dalâlet (hakikatsiz fikir), bâtıl (haktan kopuk bakış), inkâr, gaflet, cehâlet, şirk gibi karanlıklardan ruhu kurtarıp nura, huzura ve şuura kavuşturuyorlar. Allah’ın sıddık kullarını yetiştiriyorlar. Üstad tahkiki iman-saadet, tahkiki islamiyet-Dârüsselam ilişkisi bağı manasında şöyle der: “ …Daha bunlar gibi gûnâgûn ubudiyet vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet ile mücehhez, emin bir halife-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve beka verdi. ” ( 11. Söz )

* Bu sefine, Hz. Nuh’un (AS) sefinesidir. Geminin kaptanı, Hz. Peygamber (ASM); işçilerinin başı, Üstad… Devir, Ahirzaman ve manevi bir tufan var… Madde, kesret, meşgaleler ve maddiyat, bir deniz fırtınası ve tufan olmuş; kalpleri ve ruhları boğuyor. “ Çokluk, çoğalma, çoklukla meşgul olma sizi oyaladı, eğlendirdi de tâ kabre kadar vardınız. ” (Tekâsür suresi, 1-2) Bunlardan kurtulmanın tek yolu, Kur’anın düsturları ve hakikatleri ile yapılmış bu sefineye atlamak ve sahil-i selamete ermektir.

* dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı: Sırr-ı ihlas, maddi menfaatleri ve beklentileri ortadan kaldırır. Kişiden nefsaniyeti giderip bencillikten kurtarır. Kudsiyete eriştirir. Kalbini tedavi eder. Fakat bu kişilerde enâniyet olabilir. Hatta “ Biz en iyi grubuz ” şeklinde bir cemaat enaniyeti de olabilir. Bu noktada Üstad şöyle diyecek: “ Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu…Sırr-ı ihlas, grup içinde ve 4 kişilik cemaat içinde; sırr-ı uhuvvet ise, Nurun hizmet havuzunda yaşanır. Sırr-ı uhuvvet, şahsiyetini, Nurun şahs-ı manevisinde eritmektir. Sırr-ı hakikat ise, enâniyetini, Risale-i Nurun hüviyetinde eritmektir. Sırr-ı ihlas, kudsiyete ve Kuddûs ismine; sırr-ı uhuvvet ferdiyete ve Ferd ismine; sırr-ı hakikat ise, hüviyete ve Hüve ismine aynalık kazandırır. “ Ene’yi yırtıp Hüve’yi göstermek ” kısmı Hakikatte fâni olmakla gerçekleşir. Hakikatte fani olana, “ Sıddîk ” denilir. Bütün nebiler sıddıktır. Bu fânilik aşamaları, ruhu tedavi eder; onu benlikten kurtarır. Burada parola söz şudur: “ Allah bilir, ben bilmem. ”

* sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz: Sırr-ı ihlas olmadan, ne tesânüd olur, ne ittihad… Ne de bunların hakiki hali… Önce tesanüd ile güçler birleşecek; sonra ittihad ile fikirler ve ruhlar birleşecek… Sonra bunlar hakiki hale gelip ayrılmaz bir bütün, bölünmez bir birlik teşkil edecekler… İnsanın organları ve insanın ruhu gibi… İnsân-ı kâmil modeli sırr-ı ihlasla kurulur… Nur Fabrikası ve Selâmet sefinesi, sırr-ı uhuvvet ile… İfadeler şöyle: “ birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler… ” ve   “ Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu…

* Sırr-ı ihlas, bu hizmette farzdır; zaruri bir kanundur. Sırr-ı ihlas olmadan ne ferd dine hizmet edebilir, ne de cemaat halinde hizmet edilir. Sırr-ı ihlas için de, Allah’ın rızasını ve kabulünü hedeflemek temeldir. Allah rızası hedeflenmeden dine hizmet edilmez. Dine hizmet için sırr-ı ihlasa muhtacız, hem de din hizmeti o olmadan olmadığı için de mecburuz.

* Sırr-ı adediyet: Basamak değer sırrı… Yüzler, onlar, birler basamağı şeklinde sıralanınca ve vazife dağılımı yapılınca 1’ler 111 oluyor. Yükün ve vazifenin çoğu baştaki bir’in başına yükleniyor. “ Kavmin Efendisi kavme hizmet edendir ” manası burada görünüyor. Baş olmak, hizmetçi olmak demek… Her şeyi hesap etmek demek… Kendini unutmak demek… Nefis bu manasıyla baş olmayı değil son olmayı ister… “ Külfet ve hizmet makamında kendini unutmak nefs-i emmârenin muktezasıdır ” manası…

* Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır: 111 halini alınca önceden 3 ayrı sayı vardı, şimdi tek bir sayı var: 111… Yani ne benlik, ne şahsiyet, ne nefsaniyet kalıyor… Bu manayı tam becerince kişi 111 rakamını yansıtacak hale geliyor. 111’den tek bir rakam ayrılsa, darmadağın olur. İttihad böyle bir şey… Tesânüd ve ittifak, kuvvet kazandırıyor; ittihad ise, kıymet kazandırıyor.

* Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu: Önce kuvvete erilir; sonra kıymete… Önce güçler birleşir; kuvvet kazanılır; sonra fikirler ve ruhlar birleşir, kıymet kazanılır. 4444’teki her basamak görünüşte 4 fakat içlerinde 1111 kuvvet ve kıymet taşıyorlar. Baş olan grup 4000 vazifeyi yapmakla sorumlu… Maksad, bilerek ve şuurunda olarak hedef yapılan şey demektir. Nur dairesinde maksad, “ İmana, ihlasa, nura kuvvet vermek… ” Vazife, insanların imanlarını güçlendirmek; askerlik… Savaştaki askerler gibi uygun adım hareket etmek gerekiyor ki büyük bir cephe açılmış görünsün… Sırr-ı uhuvvet, şahsiyetindeki meziyetlerini gizlemek ve terk etmekle olur; sırr-ı hakikat, enâniyetindeki (kendindeki) faziletlerini örtmek ve terk etmekle…

* hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine: Sırr-ı ihlas, 1111 içindeki 4 kişinin kendi aralarında yaşadığı ihlasın sırrı; hakiki sırr-ı ihlas ise, 4444 içinde 4’er kişilik grubun ferdlerinin diğer grupların fertlerine karşı yaşadığı ihlas sırrıdır. Kudsiyete gerçek manada bu zaman ulaşılır. Hakiki sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvetin de başlangıcıdır. Hakiki sırr-ı uhuvvet de, sırr-ı hakikatin başlangıcıdır. Hakiki sırr-ı ihlasta belirti, fedakârlık… 4 kişi içinde kolay… Çünkü meşrebine uyanlarda nefsini aradan çıkartıyorsun; asıl zoru meşrebine ters olanlarda nefsini aradan çıkarmak… 16 kişide yaşanınca ihlasın sırrı, hakikate eriyor. Kuddûs ismine, gerçek aynalık o zaman oluyor. Demek aynalığın da sûrî ve hakikîsi var…

[1] Tevbe suresi, 34.

[2] Mâide suresi, 44 ve diğerleri.

Devam edecek…

İhlas risalesi okuma notları – 4

İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

* Cemaati bozan 4 hastalık: Rekabet, tenkid, itiraz ve ayıbını görmekRekabet, eller arasında; tenkid, gözler arasında; itiraz, kulak ve dil arasında; ayıb görme de, kalb ve ruh arasında… Bir kişi, nefsin bencilliğinden kurtulabilir fakat enâniyetten kurtulması zaman alır. İşte kalp, ruhun enâniyetini görse de ilan etmeyecek, “ Birbirinin kusurunu örter ” düsturunu yaşayacak. Settâr ismine ayna olacak. Eller, aynı anda beraberce iş görürler. Vücud, onlarla işlerini halleder. Aralarında vazife taksimi vardır. Kural olarak sol el, sağ ele yardımcı olacak. Bu açıdan sol ele, Arapça’da “ yesar ” (yardımcı) denilmiş. Çünkü ekseriyetle işlevsel el, sağ eldir. Rekabet hissi, bu yardımcılık meselesinden çıkıyor. Herkes, ben baş ve hâkim olmak istiyorum, diyor. Rekabet, birbirinin zararını ister şekilde yarışmak demektir. Birbirinin yararını isteyerek yapılan yarışa, müsabaka denilir. Müsabaka, Allah’ın emridir.[1] Bu noktadan eller, “ Birbirinin vazifesine muavenet eder ” düsturunu yaşayacaklar. Gözler, birbirini tenkid etmeyecek. Çünkü canlıda tek göz olsa, görme alanı çok daralıyor. Diğer gözün varlığı öbür göz için kazanç sebebi ve vazifesini mükemmel görmesine yardımcıdır. İkinci göz çok iyi görmese de, ilk göz için yeni perspektif kazandırır; görme alanı büyür. Tenkid için, kusur görmek gerekir. Bu da, gözle olur. Gözler, değil eksik ve kusurları görmek; “ Birbirinin ihtiyacına yardım eder ” düsturunu yaşayacak. Dil ve kulak, tebliğin vazgeçilmez iki unsurudur. Sağır olan, dilsiz olur. O yüzden dilin kulağa itiraz hakkı asla yoktur. İtiraz, küserek yüzünü çevirmek demek… Kulak, baba; dil, oğul gibi… Kulak iyi duymazsa, akıl iyi anlayamaz; dil de, aklın tercümanıdır. Bu yüzden dilin işe yaraması, kulağın çok iyi duymasına bağlıdır. Bu noktadan dilin işe yararlığı, kulağa bağlıdır. Dil, kulağa itiraz edemez. Ancak yanlış anlaşılmaları önlemek için, meselenin doğrusunu sorarak “ Birbirinin noksanını ikmal eder ” düsturunu yaşar.

 * Rekabet yerine, müsabaka; tenkid yerine, takdir olsa ve “ Kardeşim ne kadar iyi görmüş ve düşünmüşsün ” dese; itiraz yerine, itaat ve kabul olsa; ayıb görme yerine, müsamaha olsa o vakit 1.111 meselesi gerçekleşir. 1111’deki 4 kişi vazife dağılımı yapacak: Birler basamağı, elleri; onlar basamağı, gözleri; yüzler basamağı, kulak ve dili; binler basamağı ise, kalb ve ruhu temsil edecek. Yani binler basamağı grubun fikir ve his babası olacak… Yüzler basamağı, sözcüsü ve dış dünyayla muhaberecisi olacak… Onlar basamağı, dış âlemi inceleyecek, okuyacak ve grubun istikbalini düşünecek… Birler basamağı ise, kaba işleri görecek… Bu taksimat, 1111’i teşkil edecek kişilerin özellik ve yeteneklerine göre görev dağılımı yapılmasını ve olması gereken sistemi bize bildirir. Görev dağılımı olmakla birlikte yardımlaşma da olmalı…

 * Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner: Hayat, ruh ile bedenin teması sonucu ortaya çıkan faal yapı… Maddi alameti, vücud sıcaklığı yani ateş… Ölüm, hayat ateşini söndürüyor. O halde bir cemaati yekvücud yapan, onu diri tutan ve bütün organlar arasında hükmünü gösteren sıcaklık nedir? Muhabbet sıcaklığı ve meveddet ateşi… Yani kardeşlerin birbirine karşı samimi sevgisi ve birbirine şefkati… Sevgi dolu şefkat nasıl doğacak? Birbirini takdir ile… O halde, cemaatin tutkalı, sevgi dolu şefkat; onun da kaynağı kardeşlerin birbirinin yaptıkları hizmeti takdirleri ve birbirlerinin emeklerine hürmetidir. Tenkid, cemaatin katilidir. Tenkid, soğukluk getirir. Yani enâniyet soğukluğu… Bu da, manevi ölümdür.

 * Hayat, bütün organların ruhun idaresi altında beraberce çalışmasının eseridir. Eğer ayrışma başlarsa vücud ölür. Normal bir vücudda, eller kopsa; gözler kör olsa; kulak, sağır ve dil, lâl olsa, kalb çalıştığı sürece ve ruh durduğu sürece ölüm olmaz. Aynen öyle de kalp ve ruhu sağlam 1 kişi var olduğu sürece inşallah cemaat tekrar kurulur. Fakat o da olmasa, iş biter. Cemaatte de öyle… Cemaatin kayyumu, kalb ve ruh konumundaki kişilerdir. Başta bulunan, cemaati idare eden, binler basamağındaki kardeştir. O, hak ve hakikate göre bir istekte bulunsa ona itaat farzdır. Ona “ ülü’l-emr ” denir. Yani “ Hakikat ruhunu taşıyan kişi… ” Âyet var: “ Allah’a, Resulüne ve sizden olan ülü’l-emre itaat edin.[2] Zâten Kur’an ruh için, “ emr-i Rabbanidir ” diyor.[3] Bu manada bir cemaatin başı, ruhun hayat mertebesinde yaşayan, mahiyetindeki emr-i İlahiyi sergileyen kişidir. Ruhani olmayan baş olmamalı!

 * Hayat, organların ittihadından ortaya çıkıyor. Yani birleşmeleri… Risalenin başındaki âyet “ Çekişmeyin, gevşer ve çözülürsünüz; ruhunuz, gücünüz, size has kokunuz gider ” diyerek bu meseleye dikkat çekiyor. Bu düstur, o âyetin izahıdır. Cemaati bir vücud haline getiren şey birbirine yapışmak, tutunmak, birbirine sarılmak ve sevmektir. Bölen ise, tenkid, rekabet, itiraz ve ayıb görmelerdir.

 * İblîs, ene’si olanı avlar. Ene’si olana ilk oyun; tenkid yaptırtmak… Tenkid, var olan cemaati parça parça eder; kurulma aşamasında olanın kurulmasını engeller. Bu oyun tutmazsa ikinci oyun fazilet-furuşluk yaptırmak… Bu ise, cemaatten parça kopartmaya çalışmadır. 1111 den 1 kişi ayrılsa, cemaat otomatik olarak 111’e düşerler. Değer ve güç 10 kat azalır. Birinin fazilet isbatı hem ona hem gruba 10 kat değer kaybetmeye mal olur. Eğer faziletfuruşluk devam eder ve cemaatten 1 kişi daha ayrılırsa cemaat yıkılır. Çünkü hadis-i şerife göre cemaat, 3 kişi ile kurulur.[4] Zamirler diliyle söylersek 3 kişi ve hatta 4 kişi “ Biz ” diyebilir ve derler. Çünkü bu Biz’in içinde “ Ben, Sen ve O ” şeklinde bütün kişi zamirleri var. Fakat iki kişi “ Biz ” diyemez. Çünkü çoğul değil… Arapça’da, çoğula, cem’ denilir. “ Cem’in ekalli, 3’tür ”[5] denilir. Yani çoğul en az 3 kişiden meydana gelir. Mesela: Şehadet mertebesi kazanan 1 kişiye “ Şehîd ”, 2 kişiye “ Şehîdeyn ” veya “ Şehîdân ”, 3 kişiye ve fazlasına ise “ Şühedâ ” denilir. Demek fazilet-furuşluk da neticede cemaat halinde hizmeti bitiriyor.     

 * hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır: İnsan 3 şey: Hayat, Ruh ve Cisim… Cismi, zerrelerin birleştirilmesiyle yapılıyor. Zerreler ruh denilen, manevi yapı ile bir araya getiriliyor. Ruh, bütün organlarda ve hücrelerde hükmederek organize bir yapı teşkil ediyor. Ruh, çokluk halindeki maddeyi, bir ve tek hale getiriyor. Ruhun temeli, Allah’ın birliğinin tecellisidir. Buna, ehadiyet tecellisi denilir. Bu birlik tecelisi ile, madde birleştirilip organlar yapılır ve organize yapı oluşturulur. Bu yapıya, hayat deniliyor. Hayat, vücud ısısı ile kendini gösteriyor. Hayat sönse, ruhun vücud ile teması kesilmiş demektir. Cisim, ruh kuşu için kafestir. Hayat ısısı, bu kafesi, ruha hoş gösterir. Isı giderse, kafesin kapısı kırılmış demektir. Kafes kırılınca ruh kuşu, vatanına kaçar. Kuşların vatanı, manevi âlemin ağaçlarıdır. Bedeni beden yapan ondaki ruh olduğu için, ruh gidince cisimdeki zerreler de dağılırlar.

 * Buraya kadar, insan modeli idi. Yani “ İnsân-ı Kâmil ” nasıl olunuru anlattı. “ Onun organları kulluk vazifesi yapar, Allah’ın rıza ve kabulünü arar ” dedi. Bu manayı cemaate uyarladı. Sonra fabrika modeli geliyor. Yani saadet üreten “ Nur Fabrikası… ”

 * Nur Fabrikası’nda, organlar yok; çarklar var… Bu şuurlu çarklar arasındaki problemler: Rekabetlice birbiriyle uğraşmak; öne geçmeye çalışıp tahakküm etmek (zorbalık yapmak, söz geçirmeye, emretmeye çalışmak); kusur görüp tenkid etmek… Netice, çalışma ve koşturmaya şevki kırarak âtıl kılmak… Fabrikada bir çark durursa, diğerleri de çark eder. Mecburen herkes çalışacak… Bu da gösterir ki Nur Fabrikası’nda naz-niyaza yer yok… Emir ve uygulama var. Ne nefis, ne ene…

* Fabrika çarklarının hareketleri birbirlerine bağlıdır. Birisi hareket edince diğerini de döndürmüş oluyor. Nur Fabrikası bu haliyle 1111’e değil 111’e benziyor. 1111’de bir kişi olmasa da cemaat hizmeti olur. Ama 111’de olmaz. Çarklarda 1 çark durduğu zaman fabrika durduğu ve cemaat hizmeti bittiği gibi 111’de de bir kişi ayrılsa cemaat dağılır. Belki Nur Fabrikası hizmeti, 111 tarzında yapılabilir, diyebiliriz.

[1] Maide sûresi, 48.

[2] Nisa suresi, 59.

[3] İsra suresi, 85.

[4] “Bir köy veya kırda 3 kişi birlikte bulunur da namazı aralarında cemaatle kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp mağlûb eder. Şu hâlde cemaate devâm ediniz. Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt kapar.” (Ebû Dâvûd, Salât, 46/547)

[5] Lem’alar, 7. Lem’a, Bir Tetimme, Bu Tetimmeye İkinci Bir İzah.

 İHLAS RİSALESİ OKUMA NOTLARI-3

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.

* Birinci Düsturunuz: Düstur, bir canlı türünü veyahut bir sisteme tabi her ferdi bağlayan İlâhî irade tecellisi… Düstur, kanunun maddi dünyada ferd bazında görünen halidir. Düsturda istisna olmaz. Yani İhlas, iman vazifesinin ve ilim hizmetinin görülmesi noktasında şahsa zimmetli bir borçtur. İhlas olmadan bu vazife ve hizmet görülemez.

* Amelinizde…: Amel, bir gayeye erişme amaçlı olarak yapılan fiil ve hareket demektir. Bir Nur talebesinin insanlarla ilişkisinde de 2 gayesi var: İman vazifesi ve ilim hizmeti… Yani imanları takviye ederek, kalplere kudsiyet kuvvetiyle tesir etmek ve ilimde derinleştirmekle akılları nurlandırmak… Bunlar için de lazım olan sır: İhlas…

* Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı!: Rıza-yı İlâhî, insanın ruh aynasının Allah’a yöneltilmesiyle olur. Bir aynanın 2 yüzü var: Siyah taraf ve parlak taraf… Eğer bir aynanın siyah tarafı güneşe ve parlak kısmı yeryüzündeki nesnelere dönükse o ayna, parlak yüzeyine yansıyanları gösterir. İşte Güneş, Hakk; yaratılmışlar da halk… Hakka sırtını ve siyah tarafını çeviren bir insanın kalbi ve ruhu, halka yüzünü ve özünü dönmüş demektir. Kalp, samimi ve sıcak bir sevgili; ruh ise, halis ve teselli verici dost arar. Bu sevgili ve dost arayışı ister Hakk tarafında olsun ister halk tarafında olsun, kalp ve ruh için şaşmaz bir kanundur. Ayna, ne tarafa yönelirse, o tarafın yansımasını alır. Eğer karşı taraf yüzünü ve özünü ona çevirmezse, siyah ve karanlık tarafını ona çevirirse, bu ayna onların parlak yüzünün iltifatını ve teveccühünü kazanmaya çalışır. Bunu elde etmenin yolu, onlara kendini sevdirmektir. Bunun da yolu, eğer kendinde güzellik varsa, sergilemek ( şöhret ); eğer mükemmellik varsa, göstermektir. ( riya ) Ta ki, kendine dikkati çeksin. Eğer rızası istenilen uzaktaysa, kendinin cemal ve kemalini duyurmaktır. ( sum’a ) Bu aşama, sevgili ve dost olmaya çalışma kısmıdır. Eğer cemal ve kemali yoksa, ikinci çare, o rızası aranılanın her arzusunu harfiyen yerine getirmektir. Bu da, ona “ abd ” ( âciz kul ) ve “ memluk ” ( fakir köle ) olmaktır. Kim neye yönelirse onun iç dünyası ona ayna olur, onun tecellisini alır. Böyle olduğu için, kalbi onun sevgisiyle, hayali onun tasavvuruyla, dili onun zikriyle meşguldür. “ Arifin fikri neyse zikri odur ” meselesi… Yani kişinin iç dünyası neyle dolu ise ondan başka kişilere de hep o meşgul olduğuna ait medih veya şikayet, övgü veya kırgınlık v.s. şeyler akseder. Yani ayna kimin tecellisini alırsa, ona bakan kişilere o tecelliyi gösterir. Allah için ayağa kalkmak, hareket etmek de, kalb ve ruhunu Allah’a çevirmektir. Kalbini Ona çeviren, Onun sıcak muhabbetini alır ve kullara aksettirir; Ona ruhunu çeviren Onun nurlu ilmini alır ve kullara yansıtır. Bu cihetten sohbetteki manevi sıcaklık ve Allah’a kalbî yöneliş şiddeti, kulların kalbinde o derece tesir uyandırır. Ruhun Ona odaklanışında ve Ondaki faniliği sohbetin nuraniyet şiddetini artırır. Yani O sohbet “ Allâhu nuru’s-semavati ve’l-ard[1] ayetinin tecellisini alır ve aksettirir. Bu tecelli, muhabbet ve aşk ile Allah’tan alınır; re’fet ve rahmet ile kullara yansıtılır. Bu, kalbin aynalığı… Hem bu tecelli, şevk ve iştiyak ile Allah’tan alınır; şefkat ve rıfk ile kullara aksettirilir. Bu, ruhun aynalığı… Sohbetin hakiki sohbet oluşu, sohbet edenin sohbettekilere rahmet ve re’fetiyle; şefkat ve rıfkıyla ölçülür. Bunlar rızaya mazhariyetin alametleri…

* Madem tebliğde rıza-yı İlahi olmalı! O halde, Allah’ın razı olduğunu bildirdiği ve resulünün de devamlı uyguladığı işler baz alınmalı! Hadis var: “ 5 şey resullerin sünnetidir. Haya, hilim, hacamat, misvak kullanmak, güzel koku sürünmek…[2] Haya, üslubu ve bir erkeğin kadınlara karşı yapacağı tebliğin tarzını tayin eder. Hilim, sabır içeren akıllılıktan kaynaklanan bir yumuşaklık… Bunlar hizmetin manevi cephesi… Hacamat, kan temizliğidir. Çünkü hacamat, kanın kirliliğiyle şahsa bulaşan cinlerin tesirinden kurtulmayı sağlar. Cinler, tebliğe engel olur. Misvak, diş ve ağız temizliği; güzel koku ise, beden temizliğidir. Bunlar da tebliğin maddi cephesi… Yani hakkı anlatacak kişi her şeyiyle insanlara model olacak tarzda olmalı; bir eksiklikle halkın karşısına çıkmamalı… Bunlar gibi, istiğna ( halktan maddi bir şey almama ), azim, cesaret, sebat, metânet, muhataba az ve öz konuşma, yaşadığı ve yaptığı fiilleri anlatma, hakkı söylemekten çekinmeme, her şeyin Allah ile bağını gösterme gibi Allah’ın razı olduğu şeyler o sohbet eden kişide bulunmalı…

* Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok: Burada anahtar kelimeler, Onun rızası; halkın ve herkesin küsmesi; ehemmiyet vermedir. Allah, hak ve hakikatten razıdır. Allah, hak ve hakikate aykırı şeylere gazaplanır. Hak ve hakikati bilen, onlara göre hareket eden bir kişinin bu fiiline karşı halk 3’e ayrılır:

  1. Hakka ve hakikate gerçekten değer verenler… Bunlar, o tebliğ yapandan hemen razı olurlar. Bunların rızasını aramaya gerek yok, zaten fıtrî olarak meyilliler. Bunların rızası için bir şart şu: Onların rızasını, yani manevi yönelişini beklemeyeceksin! Bu manevi istiğnadır. Beklemezsen gelirler, bekler isen giderler. İstiğnada izzet var, ihtiyaçta zillet var. İstiğna, davanın yüceliğini ve insanların ona muhtaç oluşunu hissettirir. Oysa beklenti, bunu kırar.
  2. Hak ve hakikate değer vermeyenler… Bunlar câhiller, nankörler, inkârcılar, enâniyetlilerdir. Bunlar bilse ve görse dahi hak ve hakikate gelmezler. Bunlar razı olsa ne olur, olmasa ne olur! Onların gelişini beklemek ve onlara şefkat etmek değil, hiç beklememek lazım. Beklenilmezse şu mesaj verilir: “ Ben ve bu dava sana muhtaç değiliz, sen ona muhtaçsın. Sen olmasan da biz varız ama biz olmasak sen maddeten ve manen mahvolursun.
  3. Hakka ve hakikate maddi menfaat için değer verenler… Bunlar Mekke devri gibi maddi menfaatin olduğu devirlerde değil, Medine gibi rahatlık ve maddiyatın da hak eline geçtiği devirde ortaya çıkarlar. Yani bunlar yanar-döner münafıklardır. Bunların rızası ve takdiri hiçbir işe yaramaz. Eğer bir kişi hakkı tanıyor ve görüyor; hakikati delilleriyle biliyor ve kendine ve başkasına ispat ediyorsa; onun tebliğiyle muhatapların iradeleri bocalıyor, vicdanları uyanıyorsa ve buna rağmen bütün halk ondan kaçsa bu gösterir ki o halk ya kâfirdir, ya münafık…

 * Rıza, kalpte ve ruhta Allah’ın tecellisini hissettirir. Rıza, Esma-yı Hüsna’ya mazhariyettir. Rıza, kalp ve ruhun, Hakikat Güneşi’nin cilvelerini almasıdır. Allah’ı iç dünyasında hissetmeyen başkasına nasıl hissettirebilir! Sevecek ki sevdirsin; bilecek ki, bildirsin!  

 * Rızaya mazhariyetin 2 alameti:

  1. Halkın rızasına önem vermemek;
  2. Halkın kabul etmemesiyle üzülmemek, etkilenmemek

            Sohbette riyanın olduğunun alameti, halkın takdiri değer ifade ediyorsa, halkın tenkidi ve reddetmesi üzüyorsa demek o tebliğde nefs ve ene var. O sohbetle kişi, ene’sini gösteriyor, kendini sevdiriyor.  

 * Ehemmiyet, en önemlilik, himmetle ve yoğun bir çalışmayla üzerinde durulmayı hak ediyor olmak demek… Bu gösterir ki, tebliğcinin dünyasında himmeti hak eden en baş şey rıza-yı İlahiye ve kabul-u Rabbâniye erecek şekilde manen derinleşmek; nefs ve ene’den kurtulmaktır.  

 * Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok: Burada anahtar kelimeler Onun kabulü; halkın reddetmesi ve tesir sahibi olmaktır. Kabul, kabiliyet ile aynı kökten geliyor. Yani kabul, manevi âlemde kalıcılaşmak, orada büyümek demek… Tıpkı çekirdeğin filizlenip büyümesi gibi… Önce rıza, sonra kabul… Rıza, ruhî bir hayata istidad kazanmak demek; kabul ise, bu hayatı yaşamaya başlamak demek… Bu ilişkiyi ifade sadedinde Hücumat-ı Sitte’de “ rıza-yı İlahi, kabul-u Rabbani ” tabiri geçiyor…[3] Rıza, Uluhiyet ile; kabul, Rububiyet ile ilgili… Rububiyette faaliyet var. Öyleyse, rıza-yı İlahiye eren kişinin ruhunda bir çekirdek ekilir; kabul-u Rabbaniye erende ise, bu çekirdek filizlenmeye başlar. Yine aynı yerde Üstad “ rıza-yı İlahi, kabul-u Rabbani ” arasına “ iltifat-ı Rahmani ” de ekliyor. Yani ruhun açılması için Rahman isminin de bir yönelişi lazım. Ulûhiyette celal var; Rahmaniyette cemal… Yani kul, ruhunun açılmasını isteyecek; istediğini de ısrarı ve ciddiyeti ile gösterecek…

 * Kabulün zıddı, redd… Yani geri döndürülmek… Kabul ise, kapıdan içeri alınmak demek… Bir kişinin kabule erdiğinin alameti, halkın kınamasına ve reddetmesine üzülmemesi ve etkilenmemesidir. Niçin insan böyle menfi bir şeyden etkilenmez? Çünkü içinde o an öyle büyük bir müsbetliği hissedip yaşar ki başkasının reddi bir şey ifade etmez. O müsbetlik, ruhunda Allah’ı hissetmektir. Bu hissediş, insanın aradığı ve asıl sevdası olan “ saadet ” ile olur. Kabul, saadet-i ebediyeyi yaşamaya başlayıştır.

 * O razı olduktan ve kabul ettikten sonra…: Halkın kabul etmesi, ya Hakk namınadır veyahut nefisleri ve ene’leri namınadır. Eğer nefis ve ene’leri namına ise, nefis ve ene’ni iyi kullanmakla onları avlayabilirsin. Fakat bu geçici olur. Eğer Hakk namına kabul etmeleri ise, bunun için önce senin Hakk katında bir yerin olmalı. Önce Allah senden razı olacak, sonra seni kabul edecek. Ondan sonra “ isteyecek ”, sonra “ hikmeti iktiza edecek ” sonra “ sen talep etmezsen ” ancak verecek. Yani 5 adım var.  

 * Rıza ve kabul ile, ferd yetişir. Böyle ferdlerle, cemaat kurulabilir. Cemaat halinde hizmet, böyle ferdler ile yapılabilir. Cemaat halinde hizmet için önce 1 kişinin ferdiyete ermesi lazım. Bu da rıza ve kabule ermesi ile olur. Rıza, bilkuvve ferdiyet; kabul, bilfiil ferdiyet… Rızada, kişi Allah’ın Ehad isminin cilvesine erer. Ruhu, cilve-i Ehadiyeti alır. Fakat insanlara bu cilveyi göstermez. Bu göstermenin yolu, kabulden geçer. O da, kişinin şahsiyetinin, dava kardeşlerinde ve kişinin enâniyetinin, hakikatte erimesi ile elde edilir.

 * Sıradan bir kişi, Hakk katında “ 0 ” ( Sıfır ) dır. Eğer rızaya ererse, Hakk katında “ 1 ” ( Bir ) olur. Eğer kabule ererse, halk katında da “ 1 ” olur. Gerçek birlik, budur. Kabule eren birisi, diğer 1’ler ile birleşip 1.111 oluşturabilir.

 * Büyük düşünen, gerçekten Allah’a hizmet etmek isteyen kişi 1 olabilir. Bu noktada ferdiyete eren birisi 2 kişi daha bulmalı ki, cemaat olsunlar, organize hizmet etsinler. Bu noktada 2. Aşama 3 adım… Ferdiyete eren birisi, “ Allah’ın istediği, murad ettiği ”, hikmetinin de “ Uygundur ” dediği bir kişiyi yetiştirebilir. Burada ona düşen vazife “ Beklentisiz olmak… Gelirse keyfi bilir, gelmezse ne yapalım ” diye düşünmektir. Dine hizmet gönül işi… Dini, delilsiz, mucizesiz olarak gönlüyle kabul eden bir Ebu Bekir (RA) bütün sahabelerden daha değerli ve üstündür. Bu sır var orada…

 * Bir kişinin ferd oluşu, rıza ve kabule dayanır. Kabule eren ferdlerden cemaat kurulur. Cemaat halinde, dine gerçek manada hizmet edilir. Bu aşamaların hepsinin temeli rıza-yı İlahidir. Rıza olmadan, kabul de olmaz. Bu cihetten, “ Bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasıesas maksat yapmak gerektir. ” Yani bu hizmette gaye, hizmet eden kişi açısından, rızaya ermektir ve rızanın sonsuz mertebelerinde yol almaktır. Yani dine hizmetin ücreti, kendi içindedir. Dine hizmetin ücreti, “ rıza ” dır, ekstra bir ücreti yoktur. Bunun için bütün peygamberler ittifakla şunu demişler “ Ey insanlar, Biz, sizden bu hizmetimize karşılık bir ücret istemiyoruz. Dine hizmetin rıza ve kabulden başka bir ücreti varsa o da Rabbü’l-Âlemîn’e aittir. ” Üstad da demiş “ Rıza-yı İlâhîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş.[4]

 * Maksad, bilerek istenilen, şuurluca yönelinen şey demek… Yani rızanın önemi ve ihlasla bağını bilmek bu hizmette vazgeçilmez prensiptir. Bu cihetten ihlasla rıza-yı İlahiyi elde etmek veya buna çalışmak temel hedef olmalı; hem de şuurunda olarak yönelinen ve istenilen bir hedef…   

 İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz.

 * 2. Düstur: İlk düstur, iç disiplinleri anlattı. Önce Onun adına iş yapmakla kendin hakkında Onun rızasını kazan ( 1. Adım ); sonra kendini Onun katında kabul edilmişlerden kılmaya çalış ( 2. Adım )! Sonra Onun razı olduğu ve istediği şeylerden razı olmayı ve istemeyi öğren ( 3. Adım )! Sonra Onun hikmetine ve kazasına teslim ol! Hikmet, ilim, şuur, kasd, ihtiyar ve iradeden meydana gelir. Onun her yaptığı iş, ihtiyar vasfına dayanır. İhtiyar ise, en hayırlı ve en seçkin olanı tercihtir. Onun hikmetine itimad etmeyi öğren ( 4. Adım )! Sonra da Onun için yaptığın bu işten netice bekleme! Ne maddi beklentiye gir, nefsaniyetin ortaya çıksın; ne manevi beklentiye gir enâniyetin ortaya çıksın! Çünkü Allah “ Hizmet et! Senden tebliğ yapmanı istiyorum! ” dedi. “ İnsanlara hidayet ver ” demedi. “ Çünkü hidayet, Onun elinde! ” Kendi elinde olan bir şeyi Allah kuluna yüklemez. Demek insanların hidayetini beklemek, hidayeti kendi elinde görmekten kaynaklanıyor. Yani ilahlık iddiası… ( 5. Adım ) İkinci düstur ise, cemaat içindekilerin ilişkilerini düzenleyecek. Nasıl kişinin gayb ( rıza ile ) ve şehadette ( kabul ile ) ihlaslı oluşunu engelleyen 2 engel vardı. Cemaat içinde de ihlası yaşamasını engelleyen 2 şey var: Tenkid ve faziletfurûşluk

 * Eskiden paralar, yalnızca metaldendi. Gerçek paralar, “ altın ” madeninden yapılırdı. Sahteler ise, “ bakır ” madeninden… Çünkü altın ve bakır, hemen hemen aynı renk… Fakat işin ehli, farklarını anlarmış. Bir paranın altın mı bakır mı olduğunu anlayana “ nâkid ” veya   “ nakkad ” denilirmiş. Yaptığı teste ise, tenkid denilirmiş. Yani tenkid, bir şeye “ Sen  bakırsın ” diye bakmaktır. Hakiki ilim, altın gibidir. Böyle ilim, muhatabı akrebiyete erdirir. Bu ilim muhatabın ruhunu açar; ona, Hakikat Güneşi’ni gösterir. Mâlûmât ise, bakır gibidir. Mâlûmât, dıştan parlak ve güzel, ama özde ruhsuz ve tesirsizdir. Bütün bildikleri, kabuk işi olan ve mâlûmât çıkan, gayb âlemine eli boş giren kişiye, “ müflis ” denilir. Yani bütün sermayesi bakır çıkan kişi veyahut bütün bildiklerini bakırlaştıran adam…[5] İşte dava kardeşlerini tenkid etmek, enâniyetten kaynaklanır. “ Ben, altınım; sen, bakırsın ” demedir. 4 tane 1’i 1111 yapmak ittihad ile olur. Üstad der: “ İttihad ise, cehl ile olmaz. ”[6] Yani altın gibi ilimle, hakikat ile ittihad olur. Birbirlerini bakır görenler kaynaşamazlar, birleşemezler.

 * Enâniyetin 2 oyunu ve eneyle 2 aşamalı savaş:

  1. a) Tenkid… Bu “ Yalnızca ben altınım, bende başkası bakır ” demektir. Bunu aşan kişinin enâniyetle savaşında 2. Aşama ortaya çıkar:
  2. b) Faziletfuruşluk… Bu da “ Başkaları da altın ama yalnızca ben 24 ayarım ” demektir.

 * Tenkid, kusur görmeye dayanır. Kusur gören kişide, bir de rekabet hissi varsa, tenkid eder. Dili bir yılan gibi olur; kelimelerle kardeşlerini ısırır, zehirler. Kusur görmek, kusur araştırmaya dayanır. Buna, “ tecessüs ” denilir. Yani menfi görünen bir durumda casusluk yapma… Bu ise, haramdır. Tecessüsün kökü ise, su-i zanna dayanır.[7] Su-i zan eden, menfi bakar. Menfi bakan, kusur görür. Kusur gören, tenkid eder. Tenkid eden, muhatabın manevi gücünü kırar; şevkini söndürür, hizmetini baltalar. Üstad şöyle der: “ Saik-i tenkid, aşk-ı hakikat olmalı! Sahabe ve Tâbiîn devrindeki gibi… ”[8] Sonra bakmış muasır tenkidçilerde aşk-ı Hakikat değil aşk-ı ene hükmediyor, şöyle fetva veriyor: “ Tenkid, eğer Hakikat namına olsa, Hakikati rendeler. Eğer nefs namına olsa Hakikati tahrip eder parçalar… Samimi, sıcak kalplerden çıkan sohbetler tenkid edilmemeli… ”[9] Bu hizmette tenkid, haramdır. Bununla mücadelenin yolu, “ takdir ” dir. Kim Hakk namına ne kadar yapmışsa, kim ne kadar biliyorsa o kadarını takdirdir. Takdir, takdiri doğurur. Bu da, muhabbeti netice verir. O da, kaynaşmayı ve birleşmeyi sağlar. Tenkid, “ Neden daha iyisini yapmadın veya bilmedin ” demedir. Bu da, var olanı yok saymak ve yok etmektir. O da verilen emeğe, ortaya çıkan hakka hürmetsizliktir. Bu da, nankörlüktür.

 * Faziletfurûşluk hastalığı da, “ Sen tepesin, ben dağım ” demek gibidir. Oysa maneviyatta görünmek değil görünmemek esastır. Buzdan bir tepe de görünür, dağ da görünür. Ne kadar büyüse o kadar görünür. Böyle görünme, azamet ile olur. Azamet arttıkça zuhur olur. Buz, etrafındaki suyu dondurmakla büyür. Enâniyet de, almakla büyür. Enâniyet, buzdağıdır. Oysa maneviyat ve fazilet âleminde almakla değil vermekle büyünülür. Değil buz olmakla görünmek, eriyip su olmadan fazilet dünyasına girilmez. Buna, mahviyet ( silinme ) denilir. Buz olanda fazilet değil ancak rezilet olur. Fazilet dünyasında ilk adım buharlaşıp havaya çıkmakla daha bir görünmez olmaktır. ( Sabır seviyesi ) Çünkü su görünür. En azından dokunulur. Ama hava öyle değil. İkinci aşama su buharının nâr-ı aşk ile yanarak nura dönmesidir. ( Aşk seviyesi ) Son aşamada Hakikat Güneşine yükselip tamamen kaybolmak asıl hedeftir. ( Şevk seviyesi ) Fazilette 3 aşama: Buharlaşma, yanma ( tam soyutlanma ) ve teali ( yücelme )… Bunlar manevi âlemdeki yükselişin yollarıdır. Reşha mesleğidir. Manevi âlemde büyüme ulviyetle olur. Ulviyette ilerleyen “ derecât-ı ulâ ” ya ( yüce derecelere ) erer. Hadis var: “ Ufukta akşam vakti yıldızlar tulu ettiği vakit ufka bakan kişi semada o yıldızları gördüğü gibi derecât-ı ulâ ehlinin tahtları da öyle uzaktan görünür. Ebu Bekir ve Ömer, derecât-ı ula ehlindendir.[10]

Devam edecek…

[1] Nur suresi, 35.

[2] Taberânî.

[3] Mektubat, 29. Mektub, 6. Kısım… Bu kısmın diğer adı Hücumât-ı Sitte’dir.

[4] Emirdağ Lahikası-II, 78. Mektub.

[5] Sözler, 18. Söz, 1. Makam, 1. Nokta.

[6] Âsâr-ı Bediiyye, Rumuz, İttihad-ı İslam Bahsi.

[7] Hucurat suresi, 12.

[8] Âsâr-ı Bediiyye, Tuluat, Tenkid Bahsi.

[9] Osmanlıca Lemeat.

[10] İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gabe.

İHLAS RİSALESİ OKUMA NOTLARI-2

Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir duayı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır. Madem ihlasta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi’ olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ul oluruz.  âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi’-i cüz’iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm   demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın. İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun. ( 21. Lem’a )

* şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye: Demek o zamana kadar Kur’an hizmeti yapılmış… Yani ilim ve hikmetle, zihinlere hitap edilmiş… İman vazifesi görülmemiş. Oysa, iman vazifesi ve Kur’an hizmeti omzumuza İlahî ihsan olarak konuldu diyor. Omuzda, tabut taşınır. Sırtta, yük… Demek bu işler, “ Tâbut-u Sekîne ” dir. İnsanları sekinete eriştirecek bir faaliyet yaptırılacak. Tâlut ve askerlerinin, Câlut’a karşı savaşmaları gibi…

* hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez: İhlasın sırrı, kudsiyeti yerleştirir. Bu yerleşme olmadan Kur’an’a hizmet güdük kalır. Organize hizmetle iş ebedileşir, bir havuz olur. Yoksa ferdî çalışma şahsın ölümüyle biter. Organize hizmet, Kevser havuzu olur. Kevser ve kesret aynı kök… Sırr-ı ihlas, kesreti, “ cemaat ” haline getirir. Cemaatin ruhu, asırlar boyunca yaşayarak hizmet eder.

* hem şiddetli mes’ul oluruz. “ Welâ teşteru biâyâtî semen kalîlen âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye: Ayetteki semen, maddi dünya malı demek. Kalîlen, neredeyse yok denecek derecede az olan demek. Lâ teşteru ise, zaman zaman bu satış teklifi yapılacağını bildirir. “ Size her ne zaman âyetlerimi yok denecek kadar az bir dünya malı ve menfaati için satın teklifi gelirse asla satmayın, satmayacaksınız! ” diyor. Burada nehiy var. Yani “ Nihayete erdirin! Son verin, bu pis işe! ” Nehyin zıddı ise, emir… İrade sıfatının celalli yansıması, nehiy; cemallisi, emir… Emri yapmak, salahat; nehiyden kaçınmak, takva… Nehyedileni işlemek, fücur; emredileni yapmamak, fısk… Esma-yı Hüsna’dan Âmir ( Emreden ) ve Nâhî ( Nehyeden ) isimleri var. ( 91. Bâb ) Sırr-ı ihlas, kaynaşmayı; kalplerin muhabbetle birbirine ısınmasını sağlar. Sırr-ı ihlas, 4 tane 1’in 1111 olmasını sağlar. Nefse hitap eden şeyler, 4 tane 1’in 1111 olmasını engeller. Bunlar “ maddi menfaatler ” ve “ süflî hisler ” dir.

* saadet-i ebediye zararına: İhlaslı olmak, kişiye ebedî saadeti kazandırır. Nefsaniyetten ( bencillikten ) kaynaklanan süfli hisler ve maddi menfaatler, insan ruhunun ebedî mutluluğunu engelliyor. Ruhlaşmak, ruhî bir hayat yaşamak kişiyi mutlu eder. Bu da cüz’î yaşamaktan kurtulma nisbetinde olur. Maddiyat, kişiyi dar düşündürtür; süflî hisler de ruhu daraltır, kendinde boğdurur. Mesela beni görsünler ( riya ), beni duysunlar ve bilsinler ( sum’a ) gibi… Bu manada “ ben ” dardır; “ biz ” ona göre daha geniş ve ferahlatıcıdır. “ O ” ise, mutlak ferahtır. Çünkü “ Hüve ” de, sınırlılık ve taayyün yoktur.

  * mânâsız: Nefsanilikte mana olmaz. Mana, hakikate götürür. Hakikat ise, nefsin ateşlerini söndürür. Yani nefis, “ Düşünme! Bencilce hislere kapıl! ” diyor.

* lüzumsuz: Lüzum, olmazsa olmaz değerde olan demek… Nefis, küçük şeyleri dağ kadar büyük görür; hakikatte büyükler şeyleri ise, küçük görür. Kendisiyle ilgiliyse, pire dağ olur; başkasının dağ gibi acısı, ona sinek ısırması gelir. Ufak şeylere takılmalar hep nefsin hastalıklarıdır. Nefsin varlığını gösterir.

* zararlı: Zararlı bir şeyi insan neden tercih eder? Çünkü o şeyin anlık bir menfaati vardır. Anlık menfaat, daimî zarar doğursa, nefis sadece menfaat kısmını görür. O menfaati tatmak ve yaşamak ister. Cüz’î menfaat, küllî fazileti kaybettirir. Ümmü Süleym ve Ebu Talha (R.Anhuma), bir akşam yemeğini yeme konusundaki cüz’î menfaati terk ettiler ama ebedî fazileti ve külli şerefi kazandılar. O akşam yemek yememekle ne onlar öldü, ne de aç yatan çocukları… Ama ruhları dirildi; Allah onları ebedî kelamıyla övdü.

* kederli: Keder, kalbin kirliliğinden dolayı insanda meydana gelen bulanıklık ve iç sıkıntısı demek.

* hodfuruşâne: Kendini pazarlamak, kendini satmak… Bu da, süflî bir his… Neden nefis kendini satar? “ Sevilsin ” diye… Neden kendini sevdirir? “ Tapılsın ” diye… Niye kendine taptırır? “ Kusurlardan takdis edilsin, kemalatı medhedilsin ” diye… Niye bunları yaptırır? Çünkü bu şekilde kendini “ iyi ” hisseder ve “ kendini kandırabilir. ” Bunları duymak ve görmekten pis bir zevk alır…

* sakîl: Sıklet sahibi, ağır demek… Ruh, hava gibidir; hafiftir. Ene ise, havanın yoğunlaşmış hali olan suyun, katılaşmış ve ağırlaşmış halidir. Ene’den kurtulan su gibi latif, hayat verici ve yumuşak olur; enâniyet ise kişiyi, buz gibi katılaştırır ve öldürücü kılar. Hem maddiyat, ruhun sırtındaki yüktür. Ruh kuşu, sırtındaki yükle uçamaz, yere yapışır kalır. Madde ve günah yükü onu ağır kılar. Rahman suresi 31. âyet, günahkâr ve bencil ve enaniyetli oldukları için cinlere ve insanlara “ sekalân ” ( ağır, iki canlı ) der. İhlas, ruhu, maddeden soyutlar; hafifleştirir. Kalbindeki minnet yükünden, ruhundaki korku yüklerinden onu kurtarır. Minnetini ve korkusunu Allah’a karşı kılar. ( 3. Söz )

* riyâkârâne: Riya, kendini kemalli ve mükemmel göstermek demek. Nefsin iki temel hastalığından birisidir. Diğeri ise, sum’aGörsünler ve desinler tutkusu… Yani kendini ispat… Kendinin en iyi olduğunu, en mükemmel olduğunu ispat sevdası… Neden bu his var? Çünkü insan Allah’ın mükemmelliğine ayna olmak için yaratılmış… Hissin varlığı doğru ve güzel, ama kullanıldığı yer yanlış ve çirkin…

* Hissiyât-ı süfliye: Ene’yi okşamak, hubb-u cah ve havf damarları gibi… Bu kısım, sırr-ı uhuvvetin düşmanı… Kişiyi enâniyete sevk ediyor.

* Menafi-i cüz’iye: Nefsin hoşlandığı şeylerTamah, tenbellik ve tenperverlik damarları gibi… Bu kısım sırr-ı ihlasın düşmanı… Kişiyi nefsâniyete sevk ediyor.

  * Bu maddelerin hatırına ihlas kırılınca şu 3 madde de gerçekleşiyor. Bu yüzden âyette şiddetle kızılıyor.

* hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz: Yani dine hizmet eden birisi, din ve davanın temsilcisidir. Yapacağı yanlış, dine ve davaya laf götürür. Hem hizmet sistemi, yekpare bir fabrika gibi… Bir çarklı dönmeyi bıraktı mı veyahut ters dönmeye başladı mı ya fabrika yıkılır; veyahut o çark sökülür yerine iş gören çark takılır. 2 ihtimal var. Eğer cemaat 3 kişi ise, fabrika yıkılır. Çünkü 3 kişiden az sayıda cemaat olamaz. Eğer 4 kişi ise, o çark sökülür. “ Sensiz de olur ” denilir. Ankebut suresi diyor: “ Senin nefis ve malını satmakla yapacağın cihad dahi senin lehinedir. Allah’ın sana ihtiyacı yok. ” Eğer fabrikayı Allah yıkarsa, o kişinin başına da âhiret âlemi yıkılır. Şener abi der: “ Bir nur talebesi düşerse, Onun günahını ancak mizan-ı Kübra tartabilir. ”

* hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz: Maddi menfaatlar, cüz’î hisler için davayı satmak, ihlası ve uhuvveti bozmak insan dünyasında Kur’ana hürmeti kırar. Kur’ana saldırmak demektir. Kur’an hizmeti, kudsiyetle, sırr-ı ihlasla olur. Maddi menfaatler, kudsiyeti bitirir. “ bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır.

* hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik: İman hakikatleri, küllidir; kudsiyet sahibidir. O, nefislere tabi ve alet olamaz. Bilakis onlar varsa nefis arınır, temizlenir. Dini, geçim kaynağı yapmak, imandaki kudsiyeti öldürür. O kişinin kalbi ölü kalır, muhataplarının kalbini de diriltemez. Kudsiyet, kalpleri hayatlandıran iksirdir. Kudsiyet, sırr-ı ihlas içinde bulunur.

  * Dine hizmet edenlerin hukukuna tecavüz eden, Kur’an hizmetine taarruz eden, imana hürmetsizlik eden 2 grup kişi vardır. Âfâkî ve enfüsî… Yani İslam toplumu dışında ve İslam toplumu içinde olanlar… Âfâkîler, kâfirlerdir; enfüsîler ise, münâfıklar… İşte bu süflî hislerle, maddi menfaatler için ihlası kıran kişi münafıklık yapmış olur. İhlas kulesinin tepesinden, nifak gayyasına düşer. Ortada tutunacak yer bulamaz. Münâfıkın zıddı, muhlistir. Devamlı dava kardeşiyle uğraşan, hiç alttan almayan, devamlı problem yaratan kişi düşmana yardım eden iç düşmanlardan biridir. “ Hani Allah’a nefsini, bütün hislerini, benliğini, şahsiyetini ve malını satma sözü vermiştin! Hani nerede ahdine sadakatin! ” Sahabeler birbirlerine hep bunu hatırlatıyorlarmış. Malı satmak, nefsâniyetten kurtarır; sırr-ı ihlasa erdirir. Nefsini ( kendini ) satmak ise, enâniyetten kurtarır; sırr-ı uhuvvete ve sırr-ı hakikate erdirir… Mal düşkünü, nefs-i emmâre; kendine düşkün, şahsiyet ve enâniyet… 6. Söz bunu anlatıyor. Hasan Feyzi Ağabey 6. Söz hakkında şöyle der:

Mu’cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz,

Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz.

Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfatı,

Verdim de arındım ona hem zat ve hayâtı.

Müflis ve fakir bekliyordum şimdi kapında

Tevhide eriştir beni, gel vârını sun da.

“Ben!.. Ben!..” diye yazdımsa da sensin yine ol Ben,

Hiçten ne çıkar, hem bana benlik yine senden.

Affet beni ey affı büyük lütfu büyük Risalei’n-Nur!

Bir dem bile hem eyleme senden beni yâ Rabbenâ mehcur!

Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur!

Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur.

Ey nur-u ezelden gelen nur-u Muhammed (asm.),

Ey sırr-ı imandan gelen nur-u müebbed!…

* Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır: Mânilerden 6 tanesini 29. Mektub, 6. Kısım’da anlatıyor. 2 tanesini de bu risalede anlatacak. Şeytanlardan kasıt ise, ya bildik cinnî şeytanlar veyahut münâfıklar… Cinnî şeytanlar insanın nefsaniyetini tahrik ediyorlar. Korku damarına giriyorlar.

* Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak: İhlasın kuvvetlerinde ilerleyen kişi bu manileri aşar, bu şeytanları alt eder. İhlasın kuvvetleri, kalpteki muhabbetullah, muhabbet-i resulullah ve muhabbet-i cihad ile kendini gösterir. Kalbinde ve hislerinde bunlar olmayan, kalbi canlı olmayan kişi tutunamaz. Kalb canlandıkça, nefsin hâkimiyeti gider ve biter. Kalp, canlılığını Cenâb-ı Hakk’a, Hakka ayna Resule ve Hakk yolunda çalışmaya muhabbet ve aşkıyla gösterir. Çünkü cihad da kişiyi Hakka ayna haline getirir. Hem böyle birisi, Allah’ın kullarına karşı, rikkat ( yufka yüreklilik), re’fet ( acıma ), merhamet, hilim gibi hisler taşır. Hadis var “ Men lem yerhâmi’n-nâse lem yerhamillah ”[1] ( İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez. )

* İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz: Yılan, dış düşman; akreb, iç düşman… Kâfirler ve şeytanlar, dilleriyle dine zarar vermeye çalışırlar, yılanlık yaparlar. Dış düşmanlık… Akreb, kelime olarak en yakın demek… Gizlice omzumuzda yürüdüğü, ayakkabımızın içine girdiği için Araplar ona, akreb demişler… Bu manada nefsimiz, akrebdir. “ Senin en zararlı düşmanın iki yanın arasında bulunan nefsindir ” hadisi bunu ifade eder. İhlası kıran ve kaynaşmayı engelleyen 2 şey var: Kardeşini tenkid ve faziletfuruşlukBaşkasını eleştiren ve dili ile insanları sokanlara, yılan denilir. İşte kardeşini tenkid, yılanlık yapmaktır. Faziletfuruşluk ise, nefisten de bize yakın olan enaniyetin yaptığı zehirleyici tavırdır. Faziletfuruşluk, akreblik yapmaktır. Tenkid etmeyen ve birbirini takdir edenler ancak, sırr-ı ihlası yaşayabilirler. Çünkü aralarında muhabbet oluşur. Birbirlerinin faziletlerini kendilerinin gören ve kabul edenler ancak, sırr-ı uhuvveti yaşayabilir. Çünkü birbirlerine karşı şevk ve iştiyak oluşur. Birbirlerinde teselli bulurlar. Birbirlerini anlarlar.

  * Neden Hz. Yusuf’u (AS) misal veriyor. Çünkü o, muhlas. Fakat bu ihlasıyla beraber, nefs-i emmâreden şikayet etmiş. Bir peygamberin nefsi, emmâre olamaz. Olsa, nebi olamaz. Buradaki nefs-i emmâre, mecâzî nefs-i emmâredir. Bu nefis, herkeste bulunabilir. Hz. Yûsuf (AS) diyor ki, “ Mecazi nefs-i emmareden ancak Rabb-i Rahîm kurtarır. Kul kurtulamaz. ” Öbür âyet diyor, “ Biz kurtardık; çünkü o muhlas kullarımızdandı. ” Şehvet ve maddi zevkler, nefs-i emmarenin aradığı şeyler… Manevi zevkler ise, enâniyetin… Takdir edilmek, beğenilmek, övülmek enâniyetin habis zevk ve lezzetlerindendir. Ayet diyor “ Bizim verdiklerimizi kendinin görüp onlara âciz sırtını dayayıp ferahlanmakla tanınan ve yapmadığı şeylerle övülmeyi seven kişilerin azaptan kurtulacağını hesap etme, hiç zannetme! Onlar için acı dolu bir azap var. ” ( 18. Söz’ün başı )

* Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın: Neden önce enâniyet? Çünkü o daha tehlikeli ve en çok aldatan da o… Aldattığı fark edilmiyor bile… Enaniyet, kişiye, kendini bir haklı gösterdi mi gerisi geliyor… İblis, bir kere kendinin haklılığına inandı, Allah’a da çamur attı, kullarını da batırdı; iş nereye vardı… Çünkü İblis’te enaniyet vardı. Hz. Âdem’i (AS), İblis’ten üstün kılan Allah’a karşı ihlası, tevbesi, istiğfarı ve ilticasıdır. İblis’i batıran ise, enâniyeti, gururu ve inadıdır.

Devam edecek…

 

[1] Tirmizî, Birr 16, (1923).

İHLAS RİSALESİ OKUMA NOTLARI-1

( 21. Lem’aya Dair )

 Yirmibirinci Lem’a

 İhlas hakkında

 (Onyedinci Lem’anın Onyedinci Nota’sının yedi mes’elesinden Dördüncü Mes’elesi iken, ihlas münasebetiyle Yirminci Lem’anın İkinci Nokta’sı oldu. Nuraniyetine binaen Yirmibirinci Lem’a olarak Lemaat’a girdi.)

Bu Lem’a lâakal her 15 günde bir defa okunmalı!

“ Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:

Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir duayı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır. Madem ihlasta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi’ olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ul oluruz… ”

 * 15 günde en azından 1 defa okunmalı! Çünkü okunanların hazmedilmesi lazım… Hazım ise, Allah için olmakla olur. Yoksa akılda kalır. Kadında, “ nefsaniyet ” e; erkekte ise “ enaniyet ” e yol açar. İhlas, nefsaniyeti aştırır; uhuvvet, enaniyeti aştırır. Enaniyet, erkeklerde olduğu için Hz. Peygamber (ASM) hanım sahabeleri birbiri ile kardeş yapmazken, erkek sahabeleri hem Mekke’de hem de Medine’de kardeş yaptırıyor.

* Risaledeki 1. ayet, 2. Düstur’un özüdür. 2. âyet, 1. Düsturun özüdür. 3. ayet, 3. ve 4. Düsturun özleridir. 4. ayet ise, ihlasa mani hadiselerle ilgilidir.

* İlk âyetin meali: “ Karşılıklı niza çıkarmayın, çekişmeyin! Çekişirseniz, hemen akabinde gevşersiniz, çözülürsünüz; birliğiniz gider. Birlik gitti mi, bir ehadiyet cilvesi olan ruhunuz, bir hüviyet cilvesi olan manevi kokunuz, hizmet sefinenizi yürüten İlahî rüzgârınız gider. Bu rüzgâr, size hastır, onu kaybedersiniz.”

* İkinci âyetin meali: “ Bir iş için ayağa kalkacaksan Allah için kalk! Allah için kıyam et, toplum içinde zuhur et! Bu kıyamın, tevazu ve itaatkârlık içinde bir boyun eğme şeklinde olsun! ”

* Üçüncü âyetin meali: “ Her kim şuurluca çalışarak nefsini kendi kendine arındırırsa o, yakında maddi ve manevi bütün ateşlerden kurtularak felaha erecektir. Yani Allah ile arasında perde kalmayacak… Her kim de, şuurluca, nefs-i emmaresini günahlara gömerse, daldırırsa o da yakında çok büyük kayıplara uğrayacak. ”

* Dördüncü âyetin meali: “ Allah’ın âyetlerini, hükümlerini, keramet-ikram ve mucizelerini yok denecek kadar az bir dünya malı için satma! Bu teklif sana her ne zaman yapılırsa yapılsın uzak dur! ”

* Ey Ahiret kardeşlerim: Risale okuyanlardan “ Kardeş ” sınıfında olanlar için geçerli… Neden önce bunlar? Çünkü 2 topluluk olsa, önce çoğunluğa hitap edilir. Kardeşler, talebelerden daha fazladır.

* Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım: Bunlar “ Talebe ” grubu… Bunlar davayı sahiplenenler… Davaya ruhlarını açanlar… Kardeşler, kalplerini açanlar… Yani talebeler, Üstad’ın sahabeleri…

* Bilirsiniz ve biliniz: Üstad, bir şeyin hakikatine inmeyi, o şeyi hakikatiyle görme ve bilmeyi ilim sayar. “ Bilirsiniz ” demekle, siz ihlas hakkında tahkik sahibisiniz. “ Biliniz ” le, “ Siz artık, ihlasın sırlarına inin! Şimdi size, tesbit ettiğim, her biri bir sır olan, ihlasa dair nur ve kuvvetleri söyleyeceğim ” diyor.

* İhlas, kelime olarak, özü ve hakikati kabuktan kurtarmak demek. Yani benimsemek, özümsemek, işi özleştirmek, hakikatli hale getirmek; meselenin kabuğundan özüne inmek demek… Bir işin özüne inmek, onda fani olmakla olur. Fani olunan iş, sağlam ve harika olur. Bu noktadan, ihlassız iş ruhsuz olur, beğenilmez. Buna binaen dünyada dahi başarı ve özlü iş, köklü çalışma ve neticeli faaliyet ancak ihlasla olur. Hele uhrevi işler, ihlassız mümkün değil.

* En mühim bir esas: Mühim, devamlı önem taşıyan, hakkında yoğun dikkat isteyen ve hak eden demektir. Esas, temel, işin üzerine kurulacağı merkez demektir. Maddi dünya binaları, toprak ve zemin üzerine temellendiği gibi, din hizmeti de hakikat zemini ve toprağı üzerine temellenir. Hakikatsiz hiçbir şey yapılamaz. Hakikat zeminine, din hizmetini oturtan, bağlayan ve kökleştiren unsur, ihlastır. Kişi ve hizmet, ihlasa göre kökleşir; vicdanlarda ve ruhlarda yerleşir. Temelin kuvvetli oluşuna göre, üstüne dikilecek binanın büyüklüğü değişir. Büyük ihlas, büyük hizmet demek…

* En büyük bir kuvvet: Buradaki kuvvet, manevi güçtür. Kuvvet, kudretin tecellisidir. Kudret, kişinin aczini hissetmesine göre tecelli eder. Üstad, Nokta Risalesi’nde der ki: “ Kudret kimdeyse, tesir ondadır. ” İnsanlara yapılan hizmette, manevi kuvvet ve kudret lazım ta ki, muhataplarda tesir olsun. Kuvvet, hakiki kuvvetse, “ büyük ” olur. Yani Kibriyalı… İşte manevi, Kibriya taşıyan kuvvete bizi ulaştıracak pencere ihlastır. Kendi âcizliğimizi hissetme, aczimize iman etme nisbetinde biz Allah’a sığınırız. Yoksa kendi kuvvetimize güveniriz, kendimize dayanırız.

* Hakiki iman hizmeti, ilim ve ihlasın birleşmesiyle yapılır. İlim, nur verir; ihlas kuvvet verir. İlim, muhatabın aklını tenvir eder; ihlastaki kuvvet ise, büyüklüğüne göre muhatabın gönül, kalb, ruh, vicdan ve nefsine tesir eder. Tarihte görülmüş ki, medrese hocaları, ilimle hizmet etmeye çalışmışlar. Fakat meyveleri “ enâniyet âbideleri ” olmuş… Tekke ehli ise, ihlasla hizmet etmişler. Meyveleri, yüz milyon evliya olmuş. Bazı istisna şahıslar enâniyetini ayak altına almış, tekkedeki bir mürşide boyun eğmiş. Bunlar ilimle ihlası cem etmişler “ asfiya ” olmuşlar. Asfiyalara, “ mürşid-i kâmil ” denilir; sırf ihlasla hizmet edenlere ise, “ mürşid ” denilir. Bu noktadan ihlassız dine hizmet edilmez. Ediyorum diyen, kadınsa, nefsaniyetine; erkekse, enâniyetine hizmet eder.

* Hizmetteki tesir, manevi kuvvete dayanır. Manevi kuvvet ise, ihlasa dayanır. İhlaslı kişide, “ kuvve-i kudsiye ” oluşur. Bu kudsi kuvvet ile, kulların Allah ile aralarındaki karanlık perdeleri kaldırırlar. Böyle kişilere (K.S.) denilir. Bunlar, velilerden “ Aktab ” ( Kutublar ) denilen grupturlar. Yani (KS) olmayan, dine hizmet başlatsa da devam ettiremez.

* En makbul bir şefaatçi: Şefaat, kuvveti yetmeyen kişinin destekçisi olma, omzuna girip onu yürütme, gitmek istediği yere onu götürme demektir. Teheccüd namazı, şefaat etme özelliği kazandırır. Makam-ı Mahmûda eriştirir. ( İsra Suresi ) Bu cihetten, teheccüd kalpteki imana kuvvet verir, diyebiliriz. Burada Üstad, ihlasın, biz aciz ve güçsüz düştüğümüz durumda İlahî kudretin ekstra tecellilerini bize çekecek ve bizim hizmetimizi yürüttürecek özellikte olduğunu söylüyor. Bu mevzuda en ileri seviye şudur: “ Her talep ettiğinde şefaati çekmek… ” Bunu da “ makbûl ” ( devamlı kabul edilen, maddi neticesi görülen ) kelimesiyle söylüyor.

* En metin bir nokta-i istinad: Nokta-i istinad, âciz ve zayıfların dayanak noktası, kendisiyle güçsüzlüklerini giderdikleri merci ve merkez demek… Allah’ın kudreti, bütün her şeyin ve bütün kuvvetlerin dayanağıdır. Allah’ın kudreti ve kuvveti nasıldır? Metin… Yani metanet sahibi, azalmaz, eksilmez, zayıflamaz; gerçek ve hakiki kuvvet… Cevşen’de var: ” Yâ ze’l-kuvveti’l-metîneh ” ( Ey metin kuvvet sahibi, ey gerçek güç sahibi Zât! )

* Kâinat ve içindeki her şey 2 şeyin eseridir: Kudret ve ilim… Kudret, 2 şekilde tecelli etmiş: Sabit tecelli ve seyyal (akışkan) tecellîSabit tecelli, zerreleri meydana getirdi. Seyyal tecelli ise, her şeye hareket veren kuvvet olarak göründü. Zerrelerden meydana gelen sabit yapıya “ vücud ” (varlık) denilir. Kudretin seyyal tecellisinin celalli kısmına, “ havl ”; cemalli kısmına “ kuvvet ” denilir. Bu cihetten her faaliyet kudretin eseridir. La havle ve la kuvvete illa billah… Yani yıkmak ve yapmak Allah’a mahsustur. İlim ise, 2 şekilde tecelli etti: Sâbit ve seyyal (akışkan) tecelliSabit tecelli, ruhları ve ene’leri meydana getirdi. Seyyal tecelli ise, her şeyi aydınlatan nur olarak göründü. Ruh ve ene’lerden meydana gelen sâbit yapıya, “ hakikat ” (gerçeklik) denilir.

* Üstad, nokta-yı istinad kısmına kadar, kâinattaki kudretin perdelerini anlattı. İhlas, işin özüne inmek olunca, madde ve kuvvetin özü, her şeyin varlığı ve devamı noktasında dayanağı nedir, sorusuna cevap verdi. Bu gördüğün vücudun ve kuvvetin hakikati, “ kudret ” tir. Gel, sen bu hakiki, aslî ve tek olan kudrete dayan. Aczini hissetmen, bu dayanışın vesilesidir, diyor. 1. Söz’de, “ Aczin ve fakrın, Onun dergâhında en makbul bir şefaatçi hükmündedir ” der. Aczi hissetmeye göre, gelen kuvvet büyür; fakrı hissetmeye göre de, gelen bereket tükenmez olur.

* Kudret ve ilim iç içedir. Allah’ın sıfatları Kendinde beraber ve ayrılmaz şekilde oldukları gibi, tecellilerinde de, bir ve beraberdirler. Bu, ehadiyet hakikatinin gereğidir. Bu cihetten, Üstad, maddede ihlasın verdiği nur ile, kudret içinde ilmin sabit tecellisi olan hakikatin var olduğunun görülebileceğini bildiriyor. Demek buraya kadar, Samed ismi; buradan sonra Ehad ismi görülecek. Sahabeler, Hz. Peygamber’in (ASM) bildirmesiyle, insanın ihlas ile Ehadiyet ve Samediyete aynalık kazandığını öğrendikleri için bunlardan bahseden sureye “ İhlas   Suresi ” (Özleşme Suresi) demişler. Kalb, kuvvetlere, kudrete, vücuda mazhardır. Ayine-i Samed’dir. Belirtisi, Hakikate aşk ve halktan istiğnadır. Ruh ise, nurlara, ilme ve hakikate meşheddir. Ayine-i Ehad’dır. Belirtisi, Hakka karşı şevk ve halka arşı şefkattir.

* Buraya kadar, Üstad, bizi cisim ve maddeden soyutladı. Senin asıl yönün, ruhun ve hakikatindir. Gel senin cisim kafesin içindeki ruh kuşunu gör, dedi.

* En kısa bir tarik-i hakikat: Hakikat, Allah’ın, senin olmanı istediği hal ve hayat tarzıdır. Hakikat, senin saadet sarayına giriş kapındır. Hakikat senin, ebediyen değişmez, sabit yapın ve programındır. Hakikat, senin mana ifade edeceğin cihettir. “ Ben bunun için yaratılmışım ” diye göğsünü gererek âleme ilan ettiğin özelliktir. Hakikat, senin, o olmadan her şeyi anlamsız ve eksik gördüğün ve bunu bütün benliğinle hissettiğin şeydir. Bu cihetten, hakikat, kişiden kişiye değişir ama her kişide ortak özelliği, sabit manevi varlık olmasıdır. Hakikat ile, Allah bize yakındır. Akrebiyet, hakikate ermedir. İnsanın ruhu, onun hakikatidir. Ruh, İlahî bir nefhadır, yani celalli bir üfürme… Nefes değil… Nefha, kıyamette, Sura yapılan celalli hava ve hüviyet üfürmesidir. Bu geniş çaplılığı için ruh ile riyh (rüzgar) aynı köktendir. İnsan, ruhunu açarsa ve ruhuna göre yaşarsa manevi bir rüzgâr olur. Kuvvetine göre, diğer ruhları kendine çeken bir tayfun ve kasırga bile olabilir. Zaten 2. Düstur bu yöne temas ediyor. Hem ruh ile koku demek olan reyhan aynı köktendir. Her kişinin kendine has manevi kokusu vardır. İnsanın manevi kokusu, onun manevi kimliğini yani hüviyetini bildirir. Nasıl ki leş kokusu gelse, leşi görmesek de orada leş olduğunu biliriz. Aynen öyle de, insanın manevi kokusu, manevi hava olan hüviyette dalga dalga yayılarak kendisinin geldiğini bildirir. Bu cihetten, kokusunu yayanlara kokusunu yayanlar gelir. “ Ashab-ı meymene yani mukarrebler ölünce Onun ruhuna ravh (rahatlık) ve reyhan sunulur. Ruhunu açmayana ise, ruhunu açmayanlar gelir ve sadece selam verirler. ” ( Vakıa Suresi )

* Her insanın hakikati açılmaya, büyümeye müsait bir yumurta ve çekirdek gibidir. Onu açacak formül, yine ihlastır.

* En makbul bir dua-yı mânevî: Manevi dua, istidad diliyle yapılan duadır. Çekirdeğin ve yumurtanın duası gibi… Fıtrî ihtiyaç duası, filizlenmiş bir ağacın fotosentez ve hayat için duasıdır. Iztırar duası, ölümden kurtulma duasıdır. İstidad açılmadan, maddiyata geçmeden bu maddi hayat duaları olamaz. İstidad diliyle dua, hemen hemen her zaman kabul olur. Yeter ki sen, istidadının açılmasını iste! Allah’ın senin hakkında takdir ettiği vazife ve o vazifeyle elde edeceğin kemalden razı ol! Gerisi Allah’ın işi… Ortamı kurmak, seni o ortama getirmek, açmak Ona ait… İşte “ Nefsini ve malını Allah’a satmakta bu var. ” Yani bu satışı yapan ve ona göre yaşayan kişi “ Allah’ım, ben benim istediğim gibi olmayayım. Sen beni senin Esma tezgâhlarında istediğin gibi kullan ve işle… Bana ne istersen yap! Sen benim hayrımı benden daha çok istiyorsun ” demiş oluyor. Üstad, ancak böyle birine “ Talebem ” diyor.

* En kerametli bir vesile-i makasıd: Maksad, insanın bilerek hedeflediği şeydir. Âlim ve ârif birisi için Allah, Maksûd’dur. Yani Allah, İradesine mutlak manada teslim olmayı hak edendir. Tasavvufta, Vahdet-i Vücud ve Vahdetü’ş-Şuhud’dan başka bir de Vahdet-i Kusud var. Yani Kasd sahibi İradenin birliği… Nur hizmetinde ise, Tevhid var. Tevhid-i Vucud, Tevhid-i Şuhud ve Tevhid-i Kusud… Bu seviye, Allah’ın irade ettiğini severek ve özümseyerek ve bile bile irade etmektir. Yani kulun iradesi, İlahi iradenin tecelli ettiği yer olur. Buna, Tevhid-i Zât da denilir. En ileri seviyedir. İhlas, bir ameli Allah emrettiği için yapmak, bir günahı Allah nehyettiği için yapmamak ve neticesi olarak da Allah’ın rızasını hedeflemektir. Bu cihetten ihlas, kişinin ruhuna Allah’ın koyduğu ve İradesini belirttiği arzularına, tabi olarak hareket ettiği ve yaptığı işe ruhunu kattığı hallerde çok kerametlerin zuhura gelmesine vesile olur. Bu kerametler, ilmî kerametlerdir.

* Bu bölüm ihlasın nurlarını anlatıyor. Birçok kişiye açılmayan iman hakikatleri, derin hikmetler, ihlas sahibine bir keramet olarak açılır. Risaleler, böyle ilmî kerametlerden ibarettir. İhlas ve uhuvvetle, enâniyetini eritene, Allah bunları veriyor. Mesela Kader Risalesi… Tamamıyla ledün ilmidir.

* En yüksek bir haslet: Haslet, emekle elde edilen manevi mahsül ve özellik demek… Yüksek, âli demektir. Yani ihlasla insan ruhu, ulvileşir, âla-yı illiyyîne çıkar. İhlasla büyüyen bir ruh, manevi âlemin dağlarının yamaçlarında yuva yapan bir kartal olur veyahut bu dağların doruklarında çadır kuran bir sultan ve zümrüd-ü anka olur. Kâinatı tepeden seyreder. İhlas-ı etemm, bütün maddiyatın faniliğini görecek bir manevi yükselişle ve Hakka irtibatla bağlı olmakla elde edilen bir haslettir. ( 4. Düstur ) İhlas böyle kişiyi yükselttiği gibi, ihlasın zıddı olan “ riya ” da kişiyi münafıklığın gayya kuyusuna yuvarlatır.

* Buraya kadar Üstad 4 kuvvet, 4 nurdan bahsetti. Kuvvetler, kalbe destek veriyor; nurlar, ruh ve aklı açıyor. Üstad nur ve kuvvet için şöyle der: “ Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-ü ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dahil olduğundan; o cüz-ü ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i imanla girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u imanla istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder. ” ( 7. Rica ) Kuvvet ve nur, insanın acz ve fakr yaralarına bakıyor. Yani ubudiyetin temellerine… “ Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler. ” ( 11. Söz )

* En sâfi bir ubudiyet: Kulluk, Allah’a karşı acz ve hiçliğini, fakr ve yokluğunu hissetmedir. Bunun en saf ve öz şekilde hissedilişi ihlasla olur. Bu cihetten kâmil manada kulluk ihlasla olur. İhlassız kulluk, riya ve sum’adır. Yani görsünler ve desinler sevdası… Hadiste var: “ Veda haccından sonra Efendimiz demiş ki: ‘ Allah’ım! Bu haccımızı, riyasız ve sum’asız yapılan haclardan kıl!

* Bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında: Bunlara karşı kuvvetle mücahede edilebilir. Hem bu noktada Allah sebepler eliyle, ağabeyleri ve Üstad’ı sıkıştırıyor ta ki, muhlis ve muhlas olsunlar. Aczi son noktasına kadar hissettiriyor ta ki, her şeyi yapanın Kendisi olduğu görünsün. Nefis ve ene’ler aradan çekilsin. Kudsi ve nurlu bir hizmet olsun. Üstad der ki: “ Acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. ” ( 6. Mektub ) Nur alemine, acz kapısından girmeyen, insanlara nasıl nur ve ruh verecek…

* Savletli bid’alar, dalâletler içerisinde: Bunlara karşı nur lazım. Yani ilmî keramet lazım… Bunun da yolu, uhuvvetin yaşanılması… Uhuvvet yaşanılacak ki, şahs-ı manevi oluşsun; ihlasın vesile-i makasıd noktasında kerameti oluşsun. Allah buz dağlarına değil, reşha gibi buhar olanlara ilmî keramet veriyor.

* Bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde: Yani elimizde hiçbir şey yok… Maddi savaş yapamayız. Manevi savaş yapılabilir. Manevi savaşta ilim, mermi; ihlas ise merminin tesirini veren sır. “ İhlassız ilim, eğitim mermisi gibidir. Vursa da öldürmez, en fazla yaralar. ” ( Ceylan Ağabey ) Sebepler diliyle Allah diyor: “ Üstadınıza verdiğim ilme, ihlasınızı ekleyin. O zaman manevi savaş yapabilir ve galip gelebilirsiniz. Sayı şart değil. ”

* Gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye: İnsanlara ulaşma tarzı 2 tanedir: İlim ve iman… İmanı insanlara ulaştırmak, vazifemizdir. Bu noktada biz bir askeriz. Allah’ın saltanatında bir neferiz. Hakiki ilim ve hikmeti, Kur’anla ders vermemiz ise, hizmetimizdir. Bu noktada biz, memuruz. İman vazifesi, gayet ağır ve büyüktür; Kur’an hizmeti ise, umumi ve kudsîdir. İleride Üstad şöyle diyecek: “ Risale-i Nur yoluyla Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın daire-i kudsiyesine girenler, daima ihlasa, nura ve imana kuvvet verecekler. ” Yani nefsaniyetin zıddı, “ kudsiyet ” tir. Enaniyetin zıddı, “ hüviyet ” tir. Kudsiyeti olmayanın ilmi ve hikmeti, tesirsiz olur. O, iman vazifesi göremez. Kudsiyet, sırr-ı ihlasla kazanılır. Hüviyet, sırr-ı hakikatle… İman hizmeti, hakikati yaşamakla yapılır. İnsanlara nur göstermekle, ancak emniyet verilebilir. İman, emniyet vermek, ruhlardan korkuları gidermek demektir. Kur’an hizmeti, kudsiyetle yapılırsa, nefisleri temizler, kalpleri saflaştırır, kişilerin imanına kuvvet verir. Ama onları nura çıkaramaz. İman vazifesi, ağır bir sorumluluk ve büyük (Kibriyalı) bir mesele… Kur’an hizmeti, umumu ilgilendiren ve işin içinde nefsin olmaması gereken bir hadise… Yani istiğna düsturu Kur’an hizmeti için şart. İlmi, dünyaya ve maddiyata alet etmeyeceksin ta ki ilim tesir etsin ve kalplere işlesin.

* Omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş: Bu hizmette liyakat olmaz. Kimse bu davayı hak etmez. Allah bu hizmettekilerin omzuna vazifeyi yüklüyor. Yani “ Ben, senin yapmanı irade ettim. Sizler, muradsınız ” demektir. Yani Allah, bu kişilere okşayarak veya acıtarak bu vazifeyi gördürecek. Çünkü onların ruhlarını bu vazife için yaratmış. Bu ruhların askerlik ve cihad zamanı Âhirzamandır. Hadis var: “ Ruhlar bölük bölük ordulardır. Ruhlar âleminde birbirine alışan ruhlar burada da alışır. ” O halde ruh askerlerinin cihad devri başka başkadır. Âhirzamanda gelenlerin ruhları da bu devre göre hazırlanmış askerlerdir. Allah “ Çıkın ve cehdinizi gösterin. Sizden şehidler elde etmek istiyorum ” diyor. ( Al-i İmran Suresi )

* İhlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz: Kazanılan, kesbedilen ihlas, muhlisliktir. Çok az kişi muhlaslığı çalışarak kazanabilir. Burada o kasdedilmiş olabilir. Çünkü bir şeyin hakikati olmadan, sırrına ve nuruna erilemez. Üstad diyor: “ Muhlis ve muhlas olmadan bu devirde dine hizmet edilmez. Mecbursunuz bunları kazanmaya… Mükellefsiniz bunu yapmaya… ” Muhlis, nefsaniyeti aşar; muhlas, enâniyeti aşar. Veyahut bu hastalıkları aşan kişi, muhlis ve muhlas olur. İblîsin derdi, enâniyettir. “ Ben, muhlaslara boyun eğdiremem ” diyor. ( Hicr Suresi ) Hz. Yusuf, muhlas olduğu için zinaya düşmedi. ( Yusuf Suresi )

* Ve ihlâsın sırrıkendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız: Bu cümle, “ İhlasın hakikatini kazanmaya muhtacız. Çünkü ihlasın sırrı bizde onunla yerleşiyor ” manasında okunur. İhlaslı yapılan her işte, ihlasın sırrı görünür. Ama yerleşmesi, devamlı hale gelmesi ve hakiki kudsiyet halini alması ise ihlasın hakikatine ermekle olur. İhlasın sırrı, kudsiyettir. İhlasın hakikati, rızadır. Rıza-yı İlahi olmadan, kudsiyet olamaz. Kudsiyet, tesir eder. Rıza, Allah’ın memnuniyetidir, yapılan işe Allah’ın müsbet cevap verişidir. Kullarda tesir etme, onlara etki etme ise rıza ile değil “ kabul ” ile, “ makbuliyet ” ile olur. “ Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. ” Kabulde, tesir var. O halde, hakiki ve daimi rıza kabuliyet ve makbuliyette olur. O vakit, yapacağı Kur’an hizmeti ile böyle birisinin ruhu, Ruhu’l-Kudüs’e ayna olur. İman vazifesi yapan birisi, insanlara, vereceği nurlu, halis, süt gibi ilim ile emniyet aşılar. Bu haliyle Onun ruhu, Ruhu’l-Emîn’e ayna olur.

Devam edecek…