Etiket arşivi: Halil İbrahim DEDE

Tuvalet Deyip Geçmeyin

Yıllar öncesine ait, tuvalet temizliği ile ilgili, sosyal mesaj içerikli yazıların umumi tuvaletlere asıldığını hatırlıyorum.

Tuvaletlerin temiz bırakılması ve temiz kullanılması için bilinçlendirici mesajlar..

İlk olarak “nasıl bulduysan öyle bırak” yazısı çıktı sahneye. Tuvaletlerin duvarlarına ve kapılarına asıldı. İnsanlar okudu, ama tuvaleti bulduğu gibi bırakmayı bırakın, tuvaleti tanınmayacak halde bıraktıkları bile oldu. Kamuoyunda karşılık bulmamıştı bu mesaj.

İlk mesaj tuvaletlerde karşılık bulmayıp, yeteri kadar alkış alamayınca ikinci yazı olarak “görmek istediğin gibi bırak” yazısı çıktı sahneye. Bir coşku ve umut ile duvarlara kapılara asılmaya başlandı. Siz bilinçli bir birey olarak görmek istediğiniz gibi bıraksanız bile bir dahakine geldiğiniz zaman, görmek istediğiniz gibi bulamadınız. Belki gerçekten görmek istedikleri gibi bıraktıkları için böyle bırakılmış, düşüncesi akla gelmedi değil. Bu da olmadı. Bu da tutmadı yani.

Üçüncü olarak “lütfen temiz bırakınız” gibi kesin olarak anlatılmak istenen doğrudan ve açık bir şekilde, üstelik gayet kibar bir ifadeyle, yoruma, tevile ve yanlış anlaşılmaya ve de göreceli anlayışlara mahal vermeyecek açıklıkta bir ifadeyle, tuvaletlerin temiz bırakılması yazıları asılmaya başlandı. Yine aynı vahamet, yine aynı temiz bırakmama devam etti. Bu sefer insanların yazıları okumadığı, yada okur yazar olmadıkları kanaatine varacak gibi oldum.

Tamam dedim o zaman. Bu iş eğitim seviyesi ile ilgili dedim kendi kendime. Ta ki Üniversiteyi kazanıp, gittiğim üniversitedeki tuvaletlerin halini gördükten, tuvaletten sonra ellerini sadece suya dokundurup gidenleri ve ıslak ve pis elleri ile kapıları açtıklarını gördükten sonra bunun eğitim seviyesiyle ilgili olmadığını görerek anladım.

Sonuç olarak; aile terbiyesi ile doğrudan ilgili olduğu kanaatine vardım. Aile içerisinde, özellikle anneler nasıl öğretirse, nasıl eğitirlerse hayat boyu öyle devam ettiğine kanaat getirdim. Yani, tuvaleti pis bırakmak ile aldığımız aile terbiyesinin tabiri caizse bir nevi yansımasını bırakıp gidiyoruz…

Bu pis bırakmaların da ciddi bir ekonomik karşılığı olduğu kanaatindeyim.

Güldünüz değil mi? 🙂

Şöyle ufak bir hesaplama yapalım:

Türkiye’de 86 bin 762 cami bulunuyor.[1]

Her bir camide mutlaka bir tuvalet var.

Bu tuvaletlere gün içerisinde ortalama 100 kişinin geldiğini kabul edecek olursak, 1 TL’den 100 TL eder.

Bu 100 TL’yi her bir cami için en alt limit olarak kabul edecek olursak: 86 bin 762 cami olduğuna göre, bir günde, toplum olarak cebimizden çıkıp, tuvalet başında bekleyenlerin cebine giren toplam gelir 8 milyon 676 bin 200 Türk Lirası.

Bir gün için ciddi bir rakam değil mi? (8.676.200 TL)

Bu rakam ayda: (8.676.200 TL X 30 gün)= 260.286.000 TL

Ve yılda da: (8.676.200 TL X 365 gün)=3.166.813.000 TL’ye tekabül ediyor.

Dikkat edin, bir yıldaki maliyeti 3.166.813.000 TL.

Lütfen dikkat edin, MİLYAR TL’den söz ediyorum.

Bu rakam Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve Başbakanlığın da içinde olduğu birçok kamu idarelerinin 2016 yılı bütçelerinden fazla.[2]

Toplumun tamamı tuvaletleri temiz bıraksa, temiz kullansa, bu temizlik işini yaptıkları için ve de mülkü camiye ait olduğu halde, orada oturup, girip çıkandan para alanlara da gerek kalmaz. Bu muazzam miktar da cepte kalır.

 

Camilerde tuvaletlerin paralı olması da ayrı bir saçmalık bana göre.

İnsanın yeri geliyor cebinde tuvalete verecek 1 TL’si bile olmayabiliyor.

Küçük ve büyük abdest sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak mekruhtur (harama yakındır).[3]

Bu durumda olan ve abdest alabilmesi için tuvalete gitmesi gereken ve de cebinde, tuvalet kapısında bekleyen adama verecek 1TL’si olmayan bir Müslümanı düşünün.

Ne yapmalı?

İki ihtimal var: ya cemaat sevabından vazgeçip, namazı camide kılmayacak, gidip evinde kılacak, bu durumda cemaat sevabından mahrum kalacak; yada izzetini ayaklar altına alıp, yüzsuyunu döküp, tuvaletin başında bekleyen adamadan, parası olmadığı için ricada bulunacak, yani bir nevi tuvalet dilenecek.

Çok can sıkıcı bir durum, değil mi?

Bununla ilgili bir düzenleme yapılmalı.

İnsanların zorunlu ve namaz için şart bu ihtiyacı için para alınmamalı.

Cami tuvaletleri ücretsiz olmalı.

Ücretli olacaksa bu verilmesi zorunlu değil, gönüllü olmalı.

Bu ücreti alan bir görevli kesinlikle olmamalı.

Görevli yerine kumbara gibi bir usul uygulanmalı, dileyen kumbara içine atmalı.

Kumbarada biriken bu paraların tamamı camilerin giderleri ve bakımı için kullanılmalı. Artan kısmı da muhtaç kimselere aktarılmalı.

Tuvalet temizliğini Belediyeler üstlenmeli.

Buraya kadar saydığım öneriler, idarecilerimizin üzerine düşen görevler kapsamında.

 

Toplum olarak her birey üzerine düşen görev de başta ebeveynlere düşüyor.

Eğitim ailede başlar diye boşuna denilmiyor. Ebeveynler ve özellikle de anneler çocuklarına tuvaleti temiz kullanıp, temiz bırakma konusunda eğitim vermeli. Bu hususta eğitilen bireyler yetiştikçe, tuvaletler temiz bir şekilde kullanılır; tuvaletler temiz olursa, tuvalet kapısında bekleyen ve tuvaletleri temizlediği için bizlerden para almayı kendilerinde hak gören kişilere gerek kalmayacağı için bu problem de zaman içinde hallolmuş olur.

Selam, dua ve muhabbetle..

 

Halil İbrahim DEDE

11/10/2016 – Çorlu

 

facebook.com/dedehalilibrahim

halilibrahimdede@outlook.com

 

[1] Kaynak: Türkiye’de kaç cami var? İşte il il cami sayısı

[2] http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/03/20160316M1-1.htm

[3] https://sorularlaislamiyet.com

Mananın Tecessümü “On Beş Temmuz”

Hani, bazı manalar vardır; hissedersiniz, inanırsınız ama anlatacak, ifade edecek kelime bulmazsınız.

Hissettiğiniz ve inandığınız bu manayı ispatlayacak deliller de getiremezsiniz.

İşte benim de böyle inandığım, ama ifade edemediğim, doğruluğunun ispatı için bir delil getiremediğim bir mana var.

Anadolu’nun Âlem-i İslam’ın kalbi ve Türkiye’nin ayağa kalkmasıyla ümmetin ittihad ederek ayağa kalkacağı…

İşte bu manadan söz ediyorum.

Ben bunun doğruluğuna kanaat getiriyorum. Doğru olduğunu hissediyorum, inanıyorum. Ama biri çıksa, bunun nedenini soracak olsa, inandığım bu manaları doğrulayacak, doğruluğunu ispatlayacak deliller getiremiyordum.

Ta ki 15 Temmuz 2016 tarihine kadar.

İnandığım bu mananın adeta vücut giymiş halini, sadece ben değil, Dünya gördü 15 Temmuz 2016 günü.

O darbe teşebbüsünde bulunanlar ve onların arkasında duranlar, işte o gün bize, diz çöktüremeyeceklerini, bizi parçalayamayacaklarını anladılar; parmaklarını koparırcasına ısırarak seyreylediler hezimetlerini, dem ve damalarında hissedecek kadar yaşadılar yenilgiyi…

Mısır’da olduğu gibi olacak zannettiler.

Zanları başlarını yedi.

Bir destan yazdı bu millet; YA ALLAH, BİSMİLLAH, ALLAH-U EKBER diye diye!

İman dolu göğüsleri parçalayacak bir silahın olmadığını ispat ettiler adeta.

“Ne cesur milletmiş”, “ne sarsılmaz imanı varmış bu milletin” dedi, dünyanın dört bir tarafından din kardeşlerimiz, imrenen bakışlarla.

Çanakkale’de olduğu gibi oldu, hemen ilerisinde ölenleri gördüğü halde geri çekilmedi, koşarak gidildi tankların önüne.

“Şimdi çık tankın karşısına, desen, çıkmam, korkarım. Ama o zaman çıktım!” diyen, Seyid Onbaşıların torunlarıydı, tankın önüne korkmadan duran, silahlara karşı elinde sadece ay yıldızlı al bayrağı ile…

Öleceğini bile bile yürüdü, hatta koştu tanklara önüne göğsünü gere gere, avazı çıktığı kadar haykırdı, ALLAH-U EKBER diye!

Zira bu uğurda ölmekle ölünmüyor, şehid olunuyordu, biz ölü zannediyorduk ama onlar, Kur’an-ı Kerimin tasdikiyle diri idiler…

İşte bütün bunlar ve daha da fazlası, bu ümmetin Âlem-i İslam’ın kalbi, son kalesi, olduğunu; Türkiye’nin ayağa kalmasıyla Âlem-i İslam’ın da ittihad ederek ayağa kalkacağının bir delili olmuştu benim için.

İşte bütün bunlar, inandığım mananın tecessüm ederek gözle görünür hale gelmesiydi.

 

15 TEMMUZ’U UNUTMAMALIYIZ.

15 Temmuz ile yeniden dirilen ümmetin uyumasına müsaade edilmemeli.

Zihinlerde hep canlı tutulmalı.

Kalplerde hep hissedilmeli.

Kahramanları da unutulmamalı elbette.

Bu kahramanların en önde gelenlerinden, kıyamete kadar unutulmayacak ve bu milletin dualarında her daim yer alacak Ömer Halisdemir’in fedakârlığı ve kahramanlığı da unutulmamalı, ama bu unutturmamayı heykelini yaparak, putlaştırarak değil, daha başka yöntemlerle yapmalıydık. Heykel, bir diğer tabiri ile “put”, bizim inancımızda, kültürümüzde olmayan; çok yanlış ve bize uymayan bir unutturmama çalışması olmuş. O heykel bence kaldırılmalı.

Hakeza, Akıncı Üssü’nün ismi de “Mürted Üssü” olmuş. Mürted, dinden çıkan manasında bir kelime. Hiç hoş değil. Kötü anlamlı bir kelime yani… Peygamber Efendimiz sadece kötü anlamlı şahıs isimlerini değil, kötü anlamlı belde isimlerini de değiştirdiği biliniyor. Böyle bir üsse Mürted ismi yerine, 15 Temmuz’un başkahramanlarından Ömer Halisdemir’in ismi bu üsse verilseydi “Şehid Astsubay Ömer Halisdemir Üssü” olsaydı güzel oldurdu diye düşünüyorum.

Rabbim bizlere İttihad-ı İslam’ı görmeyi, teşekkülünde küçükte olsa payı olanlardan olmayı; vatanperver, dindar, ihlâslı nesiller yetiştirmeyi nasip etsin!

Selâm, dua ve muhabbetle…

 

Halil İbrahim DEDE

20/09/2016 – Çorlu

facebook.com/dedehalilibrahim

halilibrahimdede@outlook.com

(Özür) Dilerim!

Özürlü derler, nezaketli ve daha ince ruhlu olanlar ise “Engelli” demeyi tercih ederler.

Peki, kime denir; kime verilir bu sıfat?

Kolu olmayana, bacağı olmayana, görmeyene…

Bunlar mıdır gerçekte özürlü olan?

Sahi, neyin özrüdür, özürlü denilenlerin üzerlerinde taşıdıkları? Bana kalırsa herkeste bir özür var zira!

Özürlü ve engelli denilenler, özrü görünür olanlar.

Görünür olandan çok, görünür olmayan ve hatta bu engelliliğinin, özürlülüğünün farkında olmayanlar da var.

Örnek mi istiyorsunuz? Buyurun o vakit:

Kolu olmayana özürlü dedik, ince ruhlu olanlarımız da engelli dedi yıllarca; ama kolu olduğu halde sadaka vermeyi, zekât vermeyi ve düşeni kaldırmayı bilmeyenlere hiç özürlü demedik, o gözle bile bakmadık, hatta hatırımıza bile getirmedik. Öyle değil mi?

Bacağı olmayana da özürlü dedik, yine ince ruhlu olanlarımız engelli demeyi tercih etti senelerce; ama yardıma koşmayanı, hasta ziyaretine gitmeyeni, mescidin-caminin yolunu bilmeyeni; Allah’ı ve dinini anlatmaya, dine hizmet etmeye gidecek bacağı olduğu halde gitmemeyi bir özürlülük olarak da görmedik, bir engellilik sınıfına da koymadık, değil mi?

Görmeyene, yani âmâ olana kör dedik kaba tabirle. Göremediği için özürlü bildik, engelli dedik. Ama gören gözleri olanların, haksızlığa karşı yumulan ve zulümlere karşı kapatılan gören gözleri ve bütün bunları görmemezlikten gelmelerini bir tür körlük olarak saymadık, değil mi? Okuma yazma bildiği halde Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif vs. okumamayı bir körlük olarak görmedik, öyle bilmedik, Kur’an’ı, Hadisi, Tefsiri okumamayı bir engellilik, bir özürlülük olarak saymadık bile, değil mi?

Aklî melekeleri yerinde olmayana da engelli dedik, meczup dedik, hatta deli bile dedik. Dedik ama aklı yerinde olanların, âlemi İslam’a yapılan zulümleri, açlık çeken insanları, hastalıktan kıvranan garibanları, evsiz kalmış insanları, muhtaç yaşlıları, savaş mağduru dul, öksüz ve yetimleri görmemezlikten gelmelerini, yardım edebilecekken etmemelerini, beş vakit namazın bir vaktinde bile olsun onlara dua etmemelerini bir engellilik olarak görmedik…

Yapamaz olanlara engelli-özürlü denilecekse madem; yapabilir olduğu halde, yapılması elzem olanları yapabilecekken, yapmayanlara ne demeli o vakit?

Yapılabilirler içerisinde, yapabilir olduklarımız yaparak, yapabilecekken yapmadıklarımızın özrünü dilemeli, yani; tövbe etmeli ve insan olmanın ve Müslüman olmanın gereklerini yerine getirmeliyiz.

Kendi özrünün farkında olan ve bu özrünü giderebilen kullardan olmamız duasıyla…

Selam, dua ve muhabbetle…

 

Halil İbrahim DEDE

22/06/2016 – Çorlu

 

Facebook: facebook.com/dedehalilibrahim

E-Posta: halilibrahimdede@outlook.com

Nur Talebeleri Risale-i Nur’a Sahip Çıkıyor

“Makyavelizm” diye bir kavram var. Ben de henüz birkaç ay önce öğrendim. Tanımını okuduğumda benim aklıma gelenin, sizin de aklınıza geleceğinden eminim.

Makyavelizm’in tanımı: “Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurulabilir.

Bu tanımdan sonra benim aklıma gelen, sizin de aklınıza geldi değil mi? Fethullahçı Terör Örgütü, yani; FETÖ!

Amaçlarına ulaşmak için, sınav sorularını çalmaktan; namaz kılmamaya kadar, içki içmekten tutun; tesettürünü açmaya kadar; amaca ulaşmak için engel teşkil edenlere, çirkin iftiralar atarak işinden, kariyerinden mahrum bırakmalara kadar, aklınıza gelmeyecek çirkinlikleri mubah, hatta sevap gören ve bunu İslamiyet uğruna yaptığına inanmış olmak sapıklık değildir de nedir!

Hizmet ettiğini iddia ettiği dine mensup Müslüman halka hiç tereddüt etmen kurşun sıkan, uçaklarla bomba yağdıran ve bunu sevap gören bir zihniyet sapık bir zihniyet değildir de nedir! Bunu yapan, bunun yapılması emrini veren terörist değildir de nedir!

Televizyonda, elinde bayraklar olan halka helikopterden ateş edildiğini gördüğümde hayrete kapıldım, gözlerime inanamadım. Ateş edenlerin Müslüman olduğuna, asker olduğuna dahi inanamadım.

Hayatımın en uzun hafta sonunu geçirdim.

Meydanlarda atılan İDAM İSTERİZ sloganını desteklediğimi, halka kurşun sıkma emri verenlerin, tanklarla, helikopterlerle, F-16 savaş uçaklarıyla bombalama emri verenlerin ve bu emri uygulayanların idam edilmesi gerektiği söylediğimde, hümanist kesildi bir güruh. “Hangi çağda yaşıyoruz? Ne idamı?” dediler. Kimilerine göre medeniyetin merkezi sayılan yerden, yani; Amerika’dan örnek verdim. Orada iğne ile ölüm cezasından tutun, elektrikli sandalye ile bile ölüm cezası halen var dedim. Aldığım cevap “bize ne” oldu.

Kimileri de bunun bir darbe girişimi olmadığını söyledi. Ben hayretler içerisinde nedenini sorduğumda “darbe Genelkurmay Başkanı ile yapılır” cevabını aldım. Bu cevabı, Cumhurbaşkanı ve hükümet düşsün de varsın darbe ile düşsün, düşüncesiyle mi; cahillikten mi; bilgisizlikten mi; siyasi görüşlerinden mi; yoksa art niyetten mi söylediklerini bilmiyorum, bilemem de… Ancak, kendilerine 27 Mayıs 1960 darbesini ve bu darbenin düşük rütbeli subaylar tarafından yapıldığını ve de neticesinde de Başbakan Adnan MENDERES’in idam edildiğini anlattığımda da suspus olduklarına şahit oldum.

Bir başka vaka var ki ben bunu ALÇAKLIK olarak tanımlıyorum. Zira bu aşikâr bir alçaklıktır. Terörist Başı Fethullah GÜLEN ve terör örgütü FETÖ ile hiçbir bağlantısı olmayan Nur Cemaatini ve bu cemaatin Risale-i Nur derslerine gidenleri ve de Risale-i Nur okuyan kişileri, FETÖ ile hiçbir alakaları olmamalarına ve de alakaları olamadığı bilinmesine rağmen “FETÖ’cü” denilerek iftira edilmesi, en hafif tabiriyle alçaklıktır. Bunu bilinçli bir şekilde Risale-i Nur’u ve Nur Cemaatini karalamak için veya farklı art niyetler taşıyarak yapanlar da alçaktır!

Nur Cemaati ile FETÖ arasındaki 17 farkı çok güzel bir şekilde ifade eden Prof. Dr. Nevzat TARHAN’ın “Bediüzzaman Üzerinden Psikolojik Savaş”[1] başlıklı 30/12/2014 tarihli makalenin ilgili bölümünü okumanızı tavsiye ederim.

Şu da var ki: çevremde gözlemlediğim kadarıyla; bütün bu olaylardan sonra “Hizmet, Cemaat, Nurcu ve Himmet” gibi kelimeler zarar gördü. İnsanlar bu kelimeleri kullanamaz hale geldi. Risale-i Nur’ları insanlar çöplere attığını da sosyal medyadan gördük.

Nur Cemaatinin ve Risale-i Nur’ların bu terörist yapı ile uzaktan yakından hiçbir alakasının olmadığını anlatmanın her Nur Talebesinin üzerine bir vazife olduğu kanaatindeyim. Zira Talebeliğin hassası ve şartı bunu iktiza ediyor, bunu gerektirir:

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”[2]

Rabbim; hainlere, din ve ümmet düşmanlarına fırsat vermesin!

Vatanımızı muhafaza etsin!

Farklı görüşlerde insanların bu teşebbüse karşı ittihadına vesile olduğu gibi; ittihadı-ı İslam ile İslam bayrağı altında ümmet şuuru ile birleşerek yekvücut olmamızı nasip etsin!

Selam ve dua ile..

 

Halil İbrahim DEDE – Facebook

27/07/2016 – Çorlu

 

[1] http://www.nevzattarhan.com/bediuzzaman-uzerinden-psikolojik-savas.html

[1] http://www.risalehaber.com/risale-i-nur-ile-gulen-hareketi-arasinda-17-fark-var-226416h.htm

[2] Yirmi Altıncı Mektup Dördüncü Mebhas Onuncu Mesele

BABALAR GÜNÜ MÜ?

Lise okurken her öğrencide cep telefonu yoktu. Anca ailesinin durumu iyi olanlarının telefonları vardı. Onlar da her fırsatta telefonlarını çıkarıp hava atardı… Okulda her öğrencinin telefonu olmadığı gibi, okula telefon getirmek de yasaktı, öğretmen telefonu gördü mü alır, okul çıkışı verir ve bir daha getirme derdi…

Rıfat isminde çok değerli, dürüst, zeki ve gerçekten iyi niyetli, samimi bir arkadaşım vardı. Yanlış hatırlamıyorsam, derslerin boş olduğu bir vakitte, Rıfat ile beraber toplam beş arkadaş beraber geziyorduk. O zaman, o beş arkadaştan iki kişinin telefonu vardı. Telefonu yok diye bildiğimiz Rıfat’ın cebinden, o zaman yeni çıkan polifonik telefon zili sesi geldi. Rıfat, telefonu açıp, görüşmesini yaptıktan sonra, Rıfat’a sitemkâr bir ses ve şaşkın bir yüz ifadesiyle “telefon almışsın, bize söylemiyorsun” dedim. O da bana “telefonu alalı üç-dört gün oluyor” dedi. -Telefonu alalı üç-dört gün olmuştu ama hep beraber olmamıza rağmen çıkarıp bize göstermemişti.- Ben, şaşkın bir yüz ifadesiyle ona bakmaya devam ederken Rıfat ekledi: “telefonu olan var, olmayan var; alabilen var alamayan var” diyerek bana unutamayacağım bir öğüt verdi. Bu öğüdünü bunca zaman geçmesine rağmen hiç unutmadım. Kişi kendi yaşadığı bir güzelliği başkasına da öğütleyince, öğüt tesirli ve kalıcı oluyor…

Lafı nereye mi getireceğim?

Sosyal medyada neredeyse herkes, batının bize dayattığı ve çoğumuza benimsettiği babalar gününü kutladı.

Babasına sarılmış neşeli neşeli fotoğraflarını paylaştı. “Babamla, babalar gününde gezmelerdeyiz” diye yazdı. Aldığı hediyeyi babasına verirken çektiği fotoğrafları babasını etiketleyerek paylaştı da paylaştı. Ama kimse fotoğrafını çekebileceği, çektiği fotoğrafa etiketleyebileceği, aldığı hediyeyi verirken mutluluktan uçarak fotoğraf çekebileceği bir babası olmayanları, yani; babası vefat etmiş olanları düşünmedi. Ben de düşünmedim; ta ki erken yaşta babasını kaybetmiş ve anladığım kadarıyla babasını çok seven bir Yazarın, kendisi gibi bir yetim olan Peygamber Efendimiz (asm) için, Babalar Gününde yazdığı şu kelimeleri okuyuncaya dek:

“Çocuklar babalarına seslenirken sen yere mi bakardın Ya Resulallah?” Bu söz bana tesir etti ve hüzünlendirdi…

Arkadaşım Rıfat’ın tam manasıyla diğerkâmlığı ifade eden, yani; kendinden önce, karşısındakini düşünmeyi öğütleyen, yıllar öncesinden kalma bu öğüdünü aklıma getirdi: olan var, olmayan var.

Evet, ben de, o, değerli ve gerçekten iyi niyetli arkadaşımdan aldığım bu öğüde istinaden derim ki: babası olan var, olmayan var…

Selam ve dua ile..

Halil İbrahim DEDE – Facebook

23/06/2016 – ÇORLU