Etiket arşivi: Halil İbrahim DEDE

Elit Mekân Furyası

Bu aralar, gençler arasında elit mekânlara gitme furyası başladı, yada ben yeni fark ettim, bilmiyorum.

Helal dairesi keyfe kâfidir. Helalse gidin elbette..

Ama ben yerinizde olsam mekâna para vermem. Mesela, bir kahveyi evimde 1 TL’ye içmek varken 7 TL’ye dışarıda içmem. Zira bunu ben israf olarak görürüm. Aslına bakarsanız ben dışarıda, insanların gözü önünde yemeyi, içmeyi de hiç sevmem. Zaruret durumları hariç dışarıda ne yerim, ne de içerim.  Hatta yaşadığım şehrin dışında değilsem kesinlikle dışarıda yemem de içmem de, açlığıma dayanır gider evimde yerim. Yiyebilen var, yiyemeyen var; parası olan var, olmayan var; parası olsa da, sağlığı yerinde olan var, olmayan var…

Elit mekânlara gelince: evet, mekânların insan üzerinde etkisi var. İnsanın ruhuna dokunduğunu, ferahlık verdiğini, hatta ilhama vesile olduklarını kabul ediyorum. Ama bence en elit mekânlar camiler ve kabristanlardır.  Üstelik bu mekânlara gitmek bedava, hem sevaplı, hem de faydalı. Gerçek manada ruha dokunan, ferahlık ve huzur veren ve de ilhama vesile olan asıl mekânlar da bu mekânlardır bana göre.

Tarihi camiler mesela; Her caminin mutlaka ayrı bir hikâyesi vardır, tarihini anlatan tabelalarını okuyarak bunu öğrenmeye çalışırım. Yaptıranları, yapanları düşünürüm, hayır duaları ederim. Duvarlarında, kubbelerinde, kemerlerinde, sütunlarında yazan ayet ve hadisleri okumaya, anlamaya çalışırım.

En güzeli de kabristanlardır; özellikle de eski kabristanlar. Peygamber Efendimizin (asm) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” hadisinin en güzel uygulanacağı mekânlardandır kabristanlar. Orada ölümü hatırlarım ve dünyanın geçici bir yer olduğunu hissederim. Mezarlıklara baktıkça içimi derin bir ruh hali kaplar, düşüncelere dalar, tarifi mümkün olmayan duygulara kapılır giderim…

Bu mekânlar diğerleri gibi yapmacık ve sahte de değiller, tamamen gerçek ve canlılar. Diğer mekanlarda dedikodu, gıybet yada gereksiz ve boş muhabbetler etme, hatta başka haramlara girme ihtimaliniz oldukça yüksektir; ama bu söz ettiğim mekanlarda bunlar olmaz, zira mekanın ruhu size bunları yapmaya müsaade etmez.

Başta da söylediğim gibi: bence en elit mekânlar camiler ve türbelerdir. Oralara gidin, bir deneyin derim.

Selam ve dua ile..

 

Halil İbrahim DEDE – Facebook

07/01/2016 – Çorlu

Bu Üslup Müslümana Yakışmıyor

1 Kasım seçimleri oldu. Kimi için tam da istediği gibi geçti, kimi için ise de hiç istemediği ve istemeyeceği gibi geçti. Ertesi günü, yani 2 Kasım günü sosyal medyaya baktım. Paylaşımların çoğu önceki gün yapılan seçimlerle ilgiliydi. Ama beklemediğim bir fark vardı. Muhafazakârların bir kısmının paylaşımları, muhafazakâra yakışmayacak ve edep sınırlarını aşacak ifadelerle doluydu. Buna, ahlaksız bir karikatür dergisine karşı çıkan müspet bir karikatür dergisinin 2 Kasımdaki çizimleri ile ve muhafazakâr bir gazetenin, muhafazakâr bir köşe yazarının bugünkü köşe yazısı dâhil.

Dünden bugüne, takip ettiğim kadarıyla, bu üslup seviyesizliğine karşı çıkan, “öyle olmaz, Müslüman’a bu ifadeler yakışmaz” diye uyaranı da görmedim…

Uyarmak değil elbette ama hatırlatmak babında birkaç bir şey yazmak istiyorum. Şöyle ki:

Bahsettiğim karikatür dergisinin hangisi olduğunu ve yine bahsettiğim muhafazakâr gazetenin, muhafazakâr köşe yazarının kim olduğunu az buçuk tahmin etmişsinizdir. İşte o karikatür dergisinin 2 Kasımdaki çizimlerine ve muhafazakâr gazetenin, muhafazakâr köşe yazarının bugünkü köşe yazısına bakacak olursanız sizde görecek ve benim gibi şöyle diyeceksiniz diye düşünüyorum:

Müslüman’ın edebine yakışmaz bu üslup.

Onlar edepsizce ve alçakça yazıyor diye sizin de kendi çizginizden sapmanız gerekmez, bu doğru da değildir.

Onlar ideolojilerinin gereğini ve aldıkları terbiyenin neticesini yansıtıyorlar çizim ve yazılarına. Bence siz de aldığınız edep ve terbiyeyi yansıtın çizim ve yazılarınıza. Zira testinin içinde ne varsa dışarı o sızar.

Onlardan da beklenen odur aslında. Ama bu, savunma refleksi ile aynı üslupla cevap vermenizi haklı hale getirmez.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm)’ı düşünün; üzerine pislik atıldığı zaman kendisi de aynı şekilde mi cevap vermiş? Hayır.

Yine kendisine hakaret eden, aşağılayanlara karşı aynı şekilde mi cevap vermiş? Hayır.

Şu an aklıma gelen bu misaller bile öyle davranmamanız ve davranmamamız için yeterli sebep ve dayanaktır diye düşünüyorum.

Selam ve dua ile..

Halil İbrahim DEDE – Facebook

03/11/2015 – Çorlu

 

Sen Sus!

Küçük dayım ve arkadaşı ile beraber dayımın arabası ile ilçeden merkeze doğru gidiyorduk. Dayım arkadaşını ilçede görmüş, beraberinde merkeze götürmek için yanına almıştı. Yolda ilerlerken, dayım, öğretmenlik yaptığı okulda idarecilerle yaptıkları toplantıyı anlatmaya başladı. Toplantıda bir mesele hakkında konuşması gerektiği halde susmuş ve susmasını, yani; o an cevap veremediğini bizlere sitemkâr bir dille anlatıyor, “Neden böyle oluyor” diye bize soruyordu.

Dayım bunları söyleyince “ben de öyleyim” dedim içimden. O ana kadar bunun bana has bir durum olduğunu düşünürdüm. Hazır cevap olmanın bir yetenek meselesi olarak bilirdim. Dayımın da hazır cevap olmadığını görünce bunun yetiştirilme tarzımız ile ilgili olabileceğini düşündüm. Zira dayım ile aynı çevrede ve aynı yetiştirilme tarzı ile büyütüldük, terbiye edildik.

Bu düşüncelerle dayım ve arkadaşına “Evet, biz susarız çünkü bize küçükken hep sen sus, söz gümüş ise sükût altındır.” denirdi dedim. Öyle deyince dayım başını sallayarak onayladı ve bu doğrultuda bize söylenen ve hatta büyük dayımın hatıra defterine büyükleri tarafından yıllar önce yazılmış başka bir sözü de hatırlattı. “Biliyorsan konuş, senden hisse alsınlar; bilmiyorsan sus ki seni adam sansınlar.” Bu ve bu sözlerin türevleri haftada birkaç kez söylenirdi bizlere.

Ne mi oldu? İşte olaylar karşısında o an cevap vermemiz gerekirken cevap veremez olduk; arkadaşlarımız hazır cevap iken biz suspus olduk; o an vereceğimiz cevap, söyleyeceğimiz söz aklımıza daha sonra gelir oldu. Bunlar bu terbiye tarzının bize etki eden kötü tarafıydı. Bir de iyi tarafı var. Her birimiz kendi kabiliyetine göre kendini ifade etme yöntemi buldu ve bunu geliştirdi. Sanırım bu da bu terbiye tarzının iyi tarafı.

Kimimiz susarak düşünmeye, kitap okuyarak öğrenmeye ve öğrendiklerini şiire ve hikâyelere aktardı. Kendini yazarak ifade etti;

Kimimiz kaba ahşap parçasını eline aldı, dantel işler gibi kıl testere ile ince ince işledi ve hatırı sayılır eserler yaptı;

Kimimiz de kendini musikide geliştirdi. Öyle ki duyduğu ezginin notalarına bakmadan farklı enstrümanlarla çalabilecek bir profesyonel oldu…

Sustuk, böylelikle daha çok düşünmeyi öğrendik;

Sustuk, kendimizi ifade etmenin başka yöntemlerini öğrendik;

Sustuk, susmanın en mükemmel cevap olduğunu sustuktan sonra olaylar karşısında susarak ibretle seyrettik; öyle ki susarak verilecek cevabın saatlerce konuşarak verilemeyeceğini anladık;

Susmakla “Ya hayır söyleyin ya da susun.” hadisine uygun bir hayat yaşamayı öğrendik.

Selam ve dua ile..

Halil İbrahim DEDEFacebook

05/10/2015 – Çorlu

El Âlem Ne Der?

El âlem ne der?

Hayatımıza, yaşam biçimimize ve hatta psikolojimize etki eden ve yön veren virüs içerikli bir cümle bu bana göre.

Kılığımızdan, kıyafetimize; bindiğimiz arabadan tutun, yaptığımız işten; seçeceğiniz eşe kadar her şeye etkisi var…

El âlem ne der?

Genç kız tesettüre girecek, aklına gelen ilk soru “el âlem ne der?”

Tesettürlü bir genç kız tesettürünü bir adım öteye taşıyacak; tesettürünü en mükemmel ve en kâmil seviyesine çıkarıp “çarşaf” giyecek, aklına gelen ilk soru “el âlem ne der?”

Genç adam kendinden birkaç yaş büyük ama takvalı, ciddi ve çocuk gelişimi ve eşler arasındaki hukuklar ve haklar üzerine eğitimli bir hanımefendi ile evlenme niyetine girecek, aklına gelen ilk soru “el âlem ne der?”

Daha önce hiç namaz kılmamış ve kılanlar arasında bulunmamış ve dolayısıyla arkadaşları da kılmamış olanlardan olmuş biri namaz kılmayı öğrenip namaz kılmaya başlayacak, aklına gelen ilk soru “el âlem ne der?”

Sakal bırakacak, sarık saracak, cübbe giyecek aklına gelen ilk soru “el âlem ne der?”

Küçükken Kuran-ı Kerim okumayı öğrenmemiş, yaşı ilerleyince öğrenme isteği olmuş, tam bir hocaya müracaat edip Kuran-ı Kerim okumayı öğrenecek, aklına gelen ilk soru “el-âlem ne der?”

El-âlem ne der de el-âlem ne der?

Hiç “Allah ne der”i düşünmüyoruz.

Düşünsek de el âlem ne der den sonra düşünüyoruz.

Ya Peygamber efendimiz ne der, bunu aklımıza getiriyor muyuz?

Peygamber efendimiz hayatta olsa “ne der” i aldığımız kararların kaçta kaçında düşünüyoruz?

Varsa yoksa el âlem ne der de el âlem ne der?

Biliyor musunuz? “Allah ne der” in değil; “el âlem ne der” in derdinde olduğumuz için bu haldeyiz!

Bırakalım insanların bizler hakkında düşündüklerini ve düşüneceklerini.

Bizi yoktan var eden, kendine muhatap kabul eden, günahlarımızı tövbe ile affeden “Allah ne der” in derdinde olalım. Olalım ki Allah bizden belki razı olur, kulum benim rızamı kullarımın ayıplamasından, küçük görmesinden, yadırgamasından ötede tuttu, öyleyse ben de ondan razıyım desin.

Bırakalım fanilerin dediklerini yada diyeceklerini.

Annenin evladından kaçtığı, herkesin kendi derdine düştüğü, hatta peygamberlerin bile “nefsim, nefsim!” dediği mahşer meydanında “Ümmetim, Ümmetim!” diye dua eden Peygamber efendimiz ne der onu düşünelim, onu dert edinelim ki şefaat dilemeye yüzümüz olsun.

İnsanlar ne derse desin, asıl mühim olan, asıl düşünülmesi gereken, asıl derdinde olmamız gereken mesele “Allah ne der” olmalıdır.

Siz istediğiniz kadar el âlem bir şey der kaygısı ile yapacaklarınız el âleme göre şekillendirin; aman bir şey demesinler diye gayret gösterin, çaba sarf edin, el âlem illa diyecek bir şey bulacaklardır. Onlar diyedursunlar siz “Allah ne der?” onu düşünün, ona göre amel edin, ona göre hareket edin, ne yapacaksanız öncesinde “Allah ne der?” onu düşünün. Yapacağınızdan Allah razı olacaksa yapın ve yapılmasını da teşvik edin; yok eğer Allah razı olmayacaksa yapmayın; yılandan kaçar gibi kaçın.

Üstad Bediüzzaman Said NURSİ (r.a.) hazretlerinin bu hususta gösterdiği yol şu şekilde;

“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.

Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.

O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.

Selam ve dua ile…

Halil İbrahim DEDE – Facebook

03/09/2015 – Çorlu

SEN RABBİNDEN RAZI MISIN? RABBİN SENDEN RAZI MI?

Bir akrabamı ziyaret için gittiğim bir evde, duvarda asılı, çerçevelemiş şöyle bir yazı gördüm: ALLAH’IM BEN SENDEN RAZIYIM; SENDE, BENDEN, RAHMETİNLE RAZI OL!” altında da ev sahibin ismi..

Çok yüksek manalar içerdiği için üzerinde düşünmeye, tefekküre dalmış düşünürken, birden ev sahibi ile muhabbet etmem gerektiği geldi aklıma; tefekkür on saniye kadar sürdüğü halde, bende saatlerce düşünmüş, tefekkür etmişim gibi bir etki ve feyiz bıraktı.

Ev sahibi ile muhabbet etmeye, hasbihâl etmeye başladık. Sohbet ilerledikçe ilerledi. Bu sohbet esnasında, yüksek manalar içeren bu yazının sahibinden, bu yazıdan dolayı, beklemediğim sözler ve şikâyetler işittim. Şaşırdım. Bu yazıyı yazanın bu şikâyetleri etmemesi, edememesi gerek, dedim kendi kendime. Bu düşünceler içerisindeyken, tutamadım kendimi ve ev sahibine, duvarda asılı yazıyı nasıl bir niyet ile yazdığını sordum. Bana, “Allah’ın bana verdiği dine şükrediyorum, bu verdiği dinden, imandan ötürü ben, Rabbimden razıyım dedi.” Ben ise çok farklı şeyler anlamış, o ise çok farklı bir niyet ile yazmıştı o yazıyı. Ben ne mi anlamıştım? Anlatayım;

Allah’ım, ben senden razıyım demek, verdiğin-vermediğin ve hatta verip de sonradan aldığın her şeyden sana karşı razıyım, gönlümde, dilimde ve halimde sana karşı hiçbir isyan yok demek.

Allah’ım, ben senden razıyım diyenin, dilinden keşke sözcüğü çıkmaz; zira keşke demek Allah’ın verdiklerinden ve vermediklerinden, hatta verip de geri aldıklarından razı olmamaktır. Kaçırılmış hayırlar için denen keşke bahsimizin dışındadır.

Allah’ım ben senden razıyım diyebilmek, çok yüksek bir iman ve teslimiyet gerektiriyor. Tıpkı Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın kıssasında gerçekleştiği gibi;

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm çok zenginken, sahip olduğu tüm varlığını kaybeder; evi yıkılır, sadece eşi kurtulur, tüm çocukları vefat eder; hastalanır, vücudunda yaralar çıkar ve bu yaralar iyileşmez, bedeninin her tarafına yayılır, insanlar bize de bulaşır korkusu ile Eyyub peygamberden uzaklaşır, yalnız bırakır. Bütün bu musibetler esnasında Eyyub peygamber hep bir rıza, hep bir şükür ve sabır içerisindedir.

Mal varlığı telef olup gittiğinde “Allah verdi, Allah aldı.” der. Birden bütün çocukları vefat edince yine “Allah verdi, Allah aldı” der. Hastalandığından vücudundaki yaralar kurtlanır, Eyyub peygamber yine aynı tevekkül içerisinde, yine aynı sabır içerisinde, Rabbine şükür halinde, isyanın en ufak belirtisi bile yok, hastalıktan kurtulmak için dua bile etmiyor. Ta ki hastalığı öyle şiddetlenip, ibadetlerini yapamaz hale gelene ve Allah’ı anmaya engel olana dek. Üstad Bediüzzaman Said NURSİ hazretlerinin ifadesiyle: kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: “Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diyor ve Allah şifa veriyor. Her durumda Rabbinden razı olduğunu haliyle, lisanıyla, niyetiyle ve ameliyle ispat ediyor Eyyub aleyhisselam.

Şöyle bir düşününce başka misaller de geliyor aklıma. Örneğin; İbrahim Aleyhisselâm evladını kurban etmekle emrolunuyor, onda da aynı sabır, aynı teslimiyet; o zaman henüz bir çocuk olan İsmail Aleyhisselâm da aynı şekilde…

Meşhurdur, İmam-ı Âzam Ebu Hanife (rh.a.) Hazretleri malumunuz tüccardı, talebelerine ders verdiği esnada biri gelir ve İmam-ı Âzama mallarının yüklü olduğu geminin battığı haberini getirir, İmam-ı Âzam bir an duraksar ve elhamdülillah der. Bir süre sonra aynı adam tekrar gelir ve müjdeler olsun, batan gemi sizin geminiz değilmiş der. İmam-ı Âzam yine biraz duraksar ve yine elhamdülillah deyince, haberi getiren adam İmam-ı Âzam hazretlerine “geminiz battı dedim elhamdülillah dediniz, sonradan batmadığı haberi geldi, size batmadı dedim, yine elhamdülillah dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye soran adama, İmam-ı azam, her durum ve olay karşısında nasıl da Rabbinden razı olduğunu ifade eden şu sözleri söyler. “Bana gemi battı haberini getirdiğinde kalbime baktım, en ufak bir teessür hissetmedim, bu halime şükrettim elhamdülillah dedim; batan geminin benim mallarımın bulunduğu gemi olmadığı haberini getirdiğinde de yine kalbime baktım, en ufak bir sevinç görmediğim için yine bu halime elhamdülillah dedim.”

İman ve teslimiyette ilerlemiş ihlâslı, samimi kulların hayatlarına baktığınızda, her fiillerinde Allah’tan razı olduklarını görürsünüz.  Bu zatlar halleri ve yaşantıları ile bizlere Allah’tan razı olduklarını anlatıyorlar; adeta bizlere hayatları, halleri ve amelleriyle bunu ders veriyorlar.

Her durum ve olay karşısında, Allah’tan razı olabilen, Allah’ın razı olduğu kullarından olmamız duası ile..

 

Halil İbrahim DEDEFacebook

10/08/2015 – Çorlu

NurNet.Org