Etiket arşivi: Hatice Başkan

Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.

*Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.*

 

Evet, Allah’a abd ve asker olmanın lezzeti tarif edilmez, fakat Allah’a abd ve kul olmuş insanlara uzaktan uzağa bakarak bu lezzetli şeref bir parça anlaşılabilir. Bunu anlamak için bu lezzete ulaşan kimselerin sözlerine ve hayatlarına bakmak gerekir. Bizler bu makamda, örnek olması için Allah’a tam manasıyla abd ve asker olan ve bu lezzetli şerefe ulaşan kullardan bazı hadiseler nakledeceğiz.

Tâbiinden ve hanım velilerin büyüklerinden olan Rabia-tül Adeviyye Hazretleri, Allah’a kulluktan aldığı lezzeti bir duasında şöyle tarif eder: “Ya Rabbi, eğer sana ibadet etmem cehennem korkusundan ise beni cehenneme at! Eğer cennete girmek ümidi ile sana ibadet ediyorsam cennetini yasak eyle! Eğer sırf senin rızan için, sen sen olduğun için ibadet ediyorsam, baki olan cemalin ile müşerref eyle!”

Şimdi de bakın Hz. Ömer (r.a.)’in kulluğuna…

O büyük Ömer, ateşperest İranlının sırtına vurduğu hançer darbeleriyle yaralanmış ve koma hâlinde upuzun yatıyordu. Yediği içtiği şeyler yaralarından dışarıya çıkıyor; ne bir ses veriyor ne de seslere alaka duyuyordu. Hizmetçisi gelip yemek veya su isteyip istemediğini sorunca, ya cevapsız bırakıyor ya da sadece gözleriyle “hayır” deyip geçiştiriyordu. Fakat: “Ey Müminlerin emiri! Namaz vakti geldi.” denilince, “Ha işte kalkıyorum. Namazı terk edenin İslam’dan nasibi yoktur.” diyerek yaralarından kan aka aka namazını kılıyordu.  İşte bu, Allah’a kul ve O’na asker olmadaki lezzetin bir neticesidir.

Şu unutulmamalıdır ki: Kulluk, Cenab-ı Hakk’ı bilmek ve tanımakla doğru orantılıdır. Allah’ı bilmeyen ve onu tanımayan kimselerin kulluğundan bahsetmek mümkün değildir. Bu konuda bizlere timsal olacak insanların başında peygamberler (aleyhümüsselam) gelir ki, o seçkin insanlar daha dünyaya gözlerini açar açmaz Allah’a abd ve asker olmanın zirvesinde bulunmuşlardır. O zirvelerin zirvesinde ise Hz. Muhammed (a.s.m.) Efendimiz’i görmekteyiz. Şimdi, Efendimiz (s.a.v.)’in hayatından birkaç enstantaneye bakarak, Efendimiz’in Cenab-ı Hakk’a nasıl bir abd ve asker olduğunu görelim:

Bir gün Kureyşli müşrikler, Resulullah (s.a.v.)’in amcası Ebu Tâlib’e bir heyet gönderip ya yeğeninin Allah’ın dinini tebliğ etmek vazifesine engel olmasını ya da onu kendilerine teslim etmesini isterler. Ebu Tâlib Resulullah (s.a.v.)’ı çağırarak müşriklerin niyetlerini ona bildirir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) gözlerinde yaşlar belirmiş olduğu hâlde amcasına şunları söyler: “Canımı elimde tutan Allah’a yemin ederim ki, şu ilahî tebliğ vazifemi terk edeyim diye Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verip bana bağışlasalar, sen bile beni terk edip gitsen onların bu dediklerini yapmam. Allah bana yeter!”

Hz. Aişe (r.a.) der ki: O (s.a.v.) namaz kılarken kaynayan bir tencere gibi ses çıkartır, ağlayıp gözyaşı döktüğünü görenler ve duyanların hemen rikkatine dokunurdu. Şüphesiz ki Al­lah’ın Peygamberi geceleyin namazda ayakları şişinceye kadar ayakta dikilirdi. Bunun üzerine Hz. Aişe ona: “Ya Resulallah! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfi­ret etmiş olduğu hâlde niçin bu kadar meşakkatle ibadet ediyorsun?” dedi de, Resulullah (s.a.v.) şöyle cevap verdi: “Ya Aişe! Ben çok şükre­den bir kul olmayayım mı?”

Allah’a abd ve asker olmanın nasıl lezzetli bir şey olduğu hakkında, bilhassa evliya menkıbelerinde birçok numune bulabilirsiniz. Bizler bu bahsi o menkıbelere havale ederek son olarak deriz ki:

Mevlana Hazretleri’ne sormuşlar: “Aşk nedir?” O demiş ki: “Ben ol da bil!”

AŞKI GERÇEK AŞIKLAR  ANLAR TADAR RABBİM LUTFEDİLENLERDEN EYLESİN….

HATİCE BAŞKAN

www.NurNet.Org

“Yaşamının sırlarını bilseydin,ölümün sırlarını çözerdin”

Yaşamın sırrını çözmek…. evet  neden dünyaya geldik?,neden dünyaya getirildik?,yaşamamızdaki amaç nedir? bu soruların cevabını çözmek demek,ölümün de sırrını çözmek demektir.

 

Dünyaya getiren kim? bizi ne amaçla dünyaya getirdi? bizde istediği şeyler nelerdir?

 

Bizi dünyaya getiren Yüce Allah! yaşamımıza izin verdi ve bize gerekli olan tüm nimetleri sağladı.Bizden ne ücret istedi nede kendi için bir şey.Sadece  geçici olarak getirildiğimiz bu dünyada yapacaklarımızla esas yaşayacağımız ahiret dünyasındaki yaşamımızın iyi olması için bize önerilerde bulundu.İster yaparsın ister yapmazsın,bunu sana bırakmış Yaratan..

 

Bizi bu dünyaya getiren Allah (c.c) bize akıl veriyor.İki yol gösteriyor bu yollardan biri seni ebedi mutluluga götürecek, diğeri ise sonsuz mutsuzluğa.Bu yollarda nasıl yürüyeceğimiz neler yapmamız  ve neler yapmamız gerektiğini apaçık anlatıyor ve seçimi sadece sana bırakıyor.

 

Hepimizin korktuğu ölüm aslında sırrını çözebilseydik ölümden kormazdık.Çünkü ölüm yok olmak demek değildir.Ölüm mekan değiştirmektir.misafir olduğumuz bu dünyadan asıl yurdumuza dönmektir.Eğer yaşantımız doğru ve istenilen doğrultuda olursa işte o zaman ölümden korkmayız.

 

Allah (c.c) bize bu dünyada hata yapabileceğimizi söyler.Günah işleyeceğimizi bilir.Ve derki sizler günah işlersiniz  ama benden af dilediğiniz zaman ve günahlardan döndüğünüz zaman hiç işlememiş gibi olursunuz.Ben affediciyim ve affederim, günahınız ne olursa olsun.

 

Bu nedenle de artık yaşamın sırrını çözen insanoğlu ölümün de sırrını çözer.Allaha inanan ve onun yolunda giden insan artık bu yoldan ayrılmaz,Allah ile dostluğunu kuvvetlendirmeye çalşır.O insan Allahtan razıdır zaten,onun isteği sadece Allah’ın ondan razı olmasıdır.

 

Gelin hep birlikte zamanı saati belli olmayan ölüm gelmeden Allahın yoluna girelim ve oradan hiç ayrılmayalım.Zaten onun bizden kendisi için istediği hiç bir şey yok ki,istedikleri sadece kendimiz için.Kim bizi bu kadar düşünür acaba,kim hata yapmayın cezasını çekersiniz diye defalarca uyarır bizi,Kim karşılık beklemeden bize yardım eder, bir düşünün bakalım.Bizi seven ve bizi düşünen  Yüce Allah’ı nasıl sevmez,nasıl hamd etmez ve şükretmeyiz….

Hatice BAŞKAN

Nuryarenleri571.blogcu.com.

Ya Bâkî, entel bâkî… Ya Bâkî, entel …

Ya Bâkî, entel bâkî… Ya Bâkî, entel bâkî…

Ya Bâkî, entel bâkî… Ya Bâkî, entel bâkî…

 

İki mühim hakikat… İki mühim cümle… Bu iki cümlenin hülasası; “Ey Bâkî olan, bâkî kalacak ancak sensin” demektir. Evet, bu iki kelime Allah’ın cc. bekasına işaret eder  ve “O’nun cc. dışında ki her şey fanidir ve fani olmaya mahkumudur.” hakikatini ifade eder.

 

Ya Bâkî, entel bâkî…

 

Bu ilk cümle bir cerrahi ameliyat hükmünde olup, öncelikle kalbi mâsivâdan yani Allah’tan cc. başka her şeyden ayırıyor, uzaklaştırıyor. Nasıl mı?

 

Şöyle ki; bilirsin, bir hastalığa müptela insan, o hastalığın defi için tabibin verdiği bir takım ilaçları kullanır. Oysa o ilaçları kullanırken, ilacın etkilerini genelde hissetmez. Ama bilir ki ilaç, Allah’ın inayetiyle hastalığına şifa olacaktır. İşte bu ilk cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî…” aynen o tabibin verdiği ilaç gibidir. Etkisini muhakkak gösterecektir.   Çünkü insan, geniş mahiyeti itibariyle mevcudatın ekserîsiyle alakadardır. Hem o mahiyete, hadsiz bir muhabbet istidâtı yerleştirilmiştir. Yani insan, varlıklara bir muhabbet besliyor, onları seviyor. Dünyayı sevdiği gibi, ailesini de seviyor, yakın çevresini de seviyor ve sair varlıklara bir sevgi ve muhabbet duyuyor. Oysa muhabbet ettiği her şey fanidirler ve zevale mahkûmdurlar. Bu yüzden sevdiği ve muhabbet ettiği nispette  bir ayrılık acısı çekiyor ve üzüntü duyuyor. Kimisi kaybettiklerine üzülüyor, kimisi o kaybettikleri yüzünden kendisini hadsiz bir azaba düçâr ediyor. Bu kusur onlara aittir. Zira kendilerine verilen o hadsiz muhabbet istidâtı, fani olana değil bâkî olana layıktır. Fani olana sarf etmek insana acıdan ve elemden başka bir şey vermez. Bu yüzden firaktan gelen azabı, bîçare halde çekiyor. Bu yüzdendir ki; her bir sevgisi, muhabbeti onu bir acıya, hüzne müptela eder. Öyleyse bu kötü durumdan kurtulmak çaresi de; o ilk cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî…” mühim hakikatinin tekrarıyla mümkündür.

 

Şayet insan, fani olana duyduğu muhabbetten teberri edip, kalbinden çıkarsa ve alakasını kesse yani o muhabbet ettikleri onu terk etmeden; o, onları terk etse  ve ona verilen hadsiz muhabbet istidâtını -Bâkî Olana cc.- tevcih etse, elbette ki firâkın acısını çekmez. Çünkü Bâkî Olan’a cc. muhabbet, firâk görmez… İşte bu ilk cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî” bu mühim hakikati nazara veriyor ve diyor ki; “Bâkî olan ancak sensin ve varlık ancak senin muhabbetinle sevilir. Sen dilersen onlar da beka bulur. Öyleyse onlar kalbin alakasına layık değillerdir.”

 

İşte bu hâlette kalb, sevdiği ve muhabbet beslediği ne varsa umumundan alakasını kesiyor. Şayet kesmezse, o sevdiği ve muhabbet beslediği varlıklar adedince kalbinde manevi yaralar oluşuyor. İkinci cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî…” bu yaralara merhem hükmünde olup “Ya Bâkî” kelimesi, manen der;  “Madem Sen cc. Bâkîsin. Bu yeter. Zira her şeye bedelsin. Madem Sen cc. varsın, her şey var.”

 

Evet, bizim mevcudata olan sevgimiz ve muhabbetimiz, o varlıkların güzelliğinden, ihsan edici ve kemal sahibi oluşundandır. Oysa bu güzelliklerin tamamı, Bâkî olan Allah’ın cc. güzelliğinin,  ihsanlarının ve kemalinin çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir.

 

Öyleyse mevcudata olan sevgi, muhabbet ve alakamız Allah cc. hesabına olmalıdır. Tâ ki, o sevgi ve muhabbet bekaya kalbolsun,  dönüşsün.

 

Selam ve Dua’lar ile  …

Hatice BAŞKAN

Nuryarenleri571.blogcu.com

“YAŞAMAK”

YAŞAMAK

AKIP GİDEN günleri, geçip giden zamanı ve uçup giden ömrü, öncesi ve sonrası olan bir çizgi gibi algılar insan. Günler deyince, dün-bugün-yarın çizgisi belirir bu yüzden önümüzde. Zaman deyince, geçmiş-şimdi-gelecek çizgisi çizer muhayyilemiz. Ömür deyince, doğumla başlayıp ölümle son bulacak bir çizgi çizilir hayalimizde.

Gerçekte, insanın elinde yalnız ‘şimdiki zaman’ vardır oysa. Yirmidört saatlik bir zaman olarak ‘bugün’ bile değil, şimdiki zaman, yani yalnızca şu an. Bir dakika öncesi bile geri getirilemez biçimde gitmiştir ve bir dakika sonra yaşıyor olacağımızın garantisi yoktur. Koca dünya için dahi bir dakika sonrasının garantisi yoktur.

Kala kala insanın elinde bir ‘ân-ı seyyale’nin, akıp giden bir ‘şu an’ın, bir ‘şimdiki zaman’ın kaldığı dünyada yaşıyor olduğumuz halde dün-bugün-yarın, geçmiş-şimdi-gelecek tasavvuruyla zamanı yayıp genişlettiğimiz için, kararlarını verir, yönlerini belirler, davranışlarını ayarlarken kendilerini daha geniş bir zaman dilimi içinde kurgular insanoğlu. Elindeki yegâne sermaye yalnızca şu andan, uzayıp gidiyor sandığı ömür gerçekte yalnızca şu dakikadan ibaret olduğu halde, dünden yarına, geçmişten geleceğe upuzun bir çizginin ortasına oturtur şu andaki varoluşunu.

Sonuç?

Dün veya yarın adına bugünün, geçmiş ya da gelecek adına şimdiki zamanın terkidir sonuç.

İnsanın şu an için yapması gereken birşey vardır, işte şu tam önümüzde duran meselede Rabbimizin rızası doğrultusunda alacağımız karar apaçık ortadadır; ama ya geçmiş, ya gelecek, zihnimizi o noktadan alır, dağıtır; ve böylece, odaklanmamız gereken o nokta, o şimdiki ana bakan vazife-i ubudiyet belirsiz hale gelir, flulaşır. Şimdiki zamanın derdine düşmesi gereken insan, ya geçmiş adına, ya gelecek adına şimdiki zamanda yapması gerekeni terkeder, şu an yapmaması gereken kimi şeyleri ‘geçmiş’e yaslanan izahlar ve ‘gelecek’e yaslanan maslahatlarla meşrulaştırır.

Son üç asırda âlem-i İslâm’da düşünce ve aksiyon adına ortaya konulan verimleri, çabaları, teşebbüsleri, bu zaman sarkacı içinde değerlendirmek mümkün.

Ortadaki teşebbüslerin ekserisi, ‘şimdi-odaklı’ değil maalesef. Bir kısmı kutsal geçmişe hapsolmuş, diğer bir kısmı kutsal bir geleceğe.

Biri esnemesi gereken yerde ‘kutsal geçmiş’ adına kaskatı, öbürü dik durması gereken yerde ‘kutsal gelecek’ adına gevşek.

Biri ‘değişken’lerde bile sabitfikir, öteki ‘sabite’lerde bile değişken.

Biri geçmiş hatırına bugünü doğru okumuyor, diğeri gelecek adına bugün dimdik duramıyor.

Şanlı bir geçmiş adına ‘dün’ü olduğu gibi bugüne taşıyan ‘gelenekçi’lere bedel, şanlı bir gelecek adına dünün bunca birikimini reddeden ‘modernist’ler bunun en uç örnekleri…

Bu dün-yarın sarkacında bugünkü vazife-i ubudiyetten savrulma tablosunun, bu raddede olmasa da, Risale câmiası içinde de örneklerine rastlanıyor.

Kendisine bir ‘kutsal geçmiş’ inşa etmiş bir cemaate rastlıyoruz sözgelimi. Bediüzzaman’ın bütün mirasını ve tefekkürünü önce onun tek bir talebesine, sonra o tek talebeyi görmüş ve bir parça ders almış başka bir kişiye tevarüs ettiren ve bu şekilde ‘dokunulmazlık’ kazandırılmış bir ‘şanlı geçmiş’ tasavvuru, bir ‘tavizsiz istikrar’ söylemi ile burnunun dikine gitmeyi, değişkenleri sabitleştirip değişimi görmemekte inat etmeyi ‘erdem’ gibi sunan bir çizgi bu. ‘Olacakları önceden görmek’ gibi büyük iddialar barındırıyor üstelik. Bir ‘hatasızlık’ söylemiyle öyle bir cemaatî enaniyet tablosu çıkıyor ki karşınıza, “Tek kusurumuz kusursuzluk” demeye ramak kaldığı farkediliyor.

“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz edilmez” diyor Bediüzzaman. Zaman kaç kere tefsirini yapmış, kaydını kaç kez izhar etmiş; ama zamanın takdim ettiği her kayd-ı ihtirazî ‘inadına’ bir duruşu tetikliyor sanki.

Diğer tarafta ise, ‘kutsal gelecek’ adına bugünü feda edenleri, kutsal gelecekte yapılacak büyük hizmetler adına bugün tatbiki gereken ölçülerden taviz verenleri görüyor gözümüz. Beri taraf ‘geçmişi kurtarmak’ adına iradelere ipotek koymuş iken, bu taraf ‘geleceği kurmak’ adına iradeleri rehin alıyor. Bu tarafta da, ‘lider’in uykusundaki o büyük rüya ve zihnindeki o büyük gelecek kurgusu adına bir teslimiyet bekleniyor. Şimdiki zaman bir dik duruş istiyor olsa da gevşek durmanın açıklaması, ‘dik duruşla heba edilecek bir mutasavver kutlu gelecek’ oluveriyor. Mertlik dahi, böylece, ‘davaya ihanet’e dönüşebiliyor! Bir yanlış vâki olduğunda, öbür tarafta ‘geçmiş’ adına susulurken, bu tarafta ‘gelecek’ adına konuşulmuyor.

Özetle bizi ‘geçmiş’e davet edenler de var, ‘gelecek’e davet edenler de.

Bizim de onları bir davetimiz var.

Elimizdeki, bir ‘şimdiki zamanda yaşama’ davetiyesi…

Hatice BAŞKAN (Nuryarenleri571.blogcu.com)

www.NurNet.org

Risâle-i Nûr’da Hüsün ve Kuhbû

Risâle-i Nûr’da Hüsün ve Kuhbû

“Cenab-ı Hak, birşeye emreder, sonra hüsün olur; nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Demek hüsün ve kubuh, mükellefin ıttılaına(bilgisine,öğrenmesine) bakar.(Mesnevî-i Nuriye)

Beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvâlinden müteessir olduğu gibi, sıfât-ı İlâhiye müteessir olmaz. Sıfât-ı İlâhiyeye göre hepsi müsavidir.(İşârâtü’l-İ’câz)

Evet, Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ve fesad denilen şu âlemde hüsün, kubuh, nef’, zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için vesait ve esbâbı vaz etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtlar biribirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar. Ortadaki perde ve hicap kalktıktan sonra, herkes Sâniini görür ve hakikî Mâlikini bilir.(İşârâtü’l-İ’câz)

Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemâldir. Amma şer ve kubh ve batıl ise, tebeiye ve mağlûbe ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de, muvakkattir.(Muhakemat)

Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesle olmak için kâinatta halk edilmiş.

İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır.(Hutbe-i Şâmiye )

Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. (Otuzuncu Lem’a)

Kâinatın iki ciheti var-aynanın iki vechi gibi: Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsün-kubh, hayır-şer, sağîr-kebîr gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umur-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş; vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir; teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlıka müteveccihdir. Terettüp, teselsül yoktur. İlliyet, mâlûliyet giremez. İ’vicâcâtı yoktur. Avâik müdahale edemez. Zerre, şemse kardeş olur.

Kudret hem basit, hem nâmütenâhi, hem zâtî; mahall-i taallûk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüçhanı, küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.

Hatice BAŞKAN (Nuryarenleri571.blogcu.com)

www.NurNet.org