Etiket arşivi: Hatice Başkan

Efendimiz Zamanında Medine’nin Sosyal Yapısı

Muhammed (s.a.s), 609 yılının sonlarına doğru İslâm’ı tebliğe başladığında, Arabistan yarımadası bir çöl haline gelmişti bile. Bir çölün,şurasında burasında bir kaç su kaynağı ve insanlar tarafından yapılmış bir kaç kuyunun bulunması tabiidir. Fakat söz konusu ettiğimiz devirde, bu su yokluğundan dolayı, bu bölgede Tokyo ve New York gibi büyük yerleşim merkezlerine, hatta Kitab-ı Mukaddes’te geçen(1) Ninova gibi şehirlere rastlanmaz.

         Araplar genellikle göçebe olup, mevsimlere ve yağmur yağış dönemlerine göre oradan oraya göçerlerdi. Su kaynakları vasıtasıyla, buğday, arpa, arpacık ve darı ziraatından ziyade, hurmalar dikip vahalar yetiştiren yerleşik bahçıvanlar çok nadirdi.

         En büyük şehirlerin nüfusu, on bini aşmıyordu. Arabistan’ın her tarafından Hacc için Kabe’ye gelen ziyaretçiler sayesinde Arabistan yarımadasının gerçek metropolü olan Mekke’nin durumu da böyleydi.

         Tipik bir köy olarak incelemek üzere (İslâm’ın arefesinde ve başlangıcında ol­mak üzere), bir çok sebepten ötürü Medine’yi seçtim:

  1. Medine’de merkezî bir idare yoktu; bunun tam aksine, herkesin başkalarına karşı bağımsız olduğu, kendi aşiret veya kabile reisinden başka bir otorite tanımadığı, başıboş bir insan topluluğundan ibaretti.
  1. Hayat, temel olarak toprağa, hurmalıklara bağlıydı.
  1. Arabistan’da nadir bir husus olmak üzere, Medine’de yabancılar, yâni Yahudiler yaşıyordu ki, bunlar,yaşamı daha ilginç bir hale getiriyorlardı.
  1. Aynı dönemin diğer herhangi bir köyüne nazaran Medine hakkında çok daha fazla dokümana sahibiz. Daha sonra Medine Asya, Afrika ve Avrupa kıt’larına yayılan bir imparatorluğun merkezi olan büyük bir şehir haline gelecektir. Bunlar üçüncü Halife Hz. Osman(r.a) (637-647) zamanında olmuştur (2). Fakat biz burada Medine’yi, henüz dağınık, tutarlılığı olmayan, orman ve otlak araziler dışında, müşterek çok az kaynaklara sahip bir köy olduğu zamanki durumunu araştıracağız.

 Medine’nin Coğrafî ve Kronolojik Çerçevesi

        Arabistan yarımadasında, Kızıldeniz kıyısında, Yanbû’ limanına uzak olmayan bir yer vardır ki, Kur’an-ı Kerim’de iki isimle adlandırılmıştır. Medine ve Yesrib, fakat aynı yerin çok iyi bilinen iki adı daha vardı: Tâbat ve Taibah. Burası, genişliğine olduğu gibi, uzunluğuna da, deve yürüyüşüyle bir gün süren geniş bir ovadır. Serpilmiş volkanik lâv tarlaları arasından Akîk vadisi geçer; yağmur mevsiminde burada bir çay oluşur; fakat Taif bölgesinin (ki buraya Vacc vadisi denir) yağmur suları akıp çekildikten sonra, bir kaç gün içinde vadi tekrar kurur ve içinden insanlarla hayvanlar geçer. Medine bölgesinin yağmur suları, bir çok kollar halinde, yakın çevre veya iç bölgelerde akarlar. Kanât vadisinin suları, Medine’nin kuzeyinden geçmeden önce, Uhud dağının doğusundaki bir çukura akarak orada tabii Akûl gölünü oluşturur ki, suları bütün sene boyunca kurumadan durur. Başka akarsular da, Medine’nin kuzey-doğusunda Gabah ormanının oluşmasını sağlamıştır. İklimi hoş, toprağı verimli, ve fâzla derin olmayan yeraltı suyu da tatlı ve lezzetlidir.

         Medine’de yaşayanların menşei açıkça bilinmemektedir. 1957 de G. Ricc tara­fından neşredilen Harran (Urfa bölgesi) ‘in çivi yazılı kitabesi, Babilonya kralı Nabunaid’e (M.Ö.556-539) ait olup, bu kralın Yesrib’i ziyaret ettiğini kaydetmektedir. Milâttan sonraki devirde olduğu anlaşılan Yemen kralı Tubba’nın Medine’yi fethi de destanlar oluşturmuştur(3). Medine’nin eski çağda önemli bir şehir olup, Asurlu ve Yemenli istilâlar sonucu yıkılarak, İslâm’ın arefesinde bir köy haline geldiği görüşü de vardır. (Hatıra olarak şunu kaydedeyim: 1946 ya kadar, en azından şehrin güneyinde, Urvah kuyusu karşısındaki bir tepenin kayalıkları üzerinde musnad yazısıyla yazılı bir Yemen kitabesi vardı ki, bunun transkripsiyonunu Mısır arkeoloji idaresine haber verdim. 1964 de bu kitabe kaybolmuştu. Muhtemelen bu kitabe, zikredilen tepenin hakim noktasına, şehrin Necd’li kadısının ev inşaatına taş temin etmek maksadıyla dinamitlendi.

         Medine halkı; Evs ve Hazrec diye iki kardeş kola ayrılmış olan Benû Kailah Arap kabilesi, şu veya bu aşiretin tabiiyetine girmiş olan başka bir kaç arap ve umumiyette Benû Kaynuka, Benû Nadîr ve Benû Kurayza diye gruplandırılan Yahudilerden oluşuyordu. (Bu Yahudi kabileleri, menşe itibariyle hepsi kuyumcu, hurma çiftçisi ve çömlekçi idiler). Aynı şekilde nadiren bir kaç köle vardı ki; meselâ bir İranlı köle olan Selmân, bir yahudinin kölesiydi.

         Benû Kailah Arap kabilesi, şecere itibariyle Yemen’deki Azd’lara dayanıyordu. Muhtemelen bu kabile, Sabâ’daki(4) Arim barajının yıkılması üzerine memleketini terk etmek zorunda kalmış ve Asurlu Nabunaid kitabesinin bahsettiği gibi, belki de Medine’de yaşayan diğer insanları da kovarak orada yerleşmiştir.

        Yahudilere gelince, onların Medine’ye göçlerini izah etmek daha da güçtür. Hz. Peygamber(s.a.s), 622 yılında, müslüman ve gayr-ı müslim halkları bir araya getirme inisiyatifini eline alınca, yahudilerden sadece “falan veya filân Arap kabilesinin Yahudileri” diye söz edilecektir. Bu şekilde isimleri zikredilen sekiz Yahudi aşiretinden altısı, müslüman arapların bağımlıları durumunda idiler. Diğer iki aşiret olan Şutayba ve Sa’laba hakkında ise,hiç bir şey bilinmemektedir. Acaba bunlar, Benû Kaila’nın iç savaşları sırasında mahvolan Medine Araplarından, veya Medine dışındaki Araplardan mıdırlar; yoksa gerçek Yahudi halkından mıdırlar? Bilinmemektedir. Medine de şehir-devletinin teşkili sırasında diğer kabilelerle birleşmeyen ve ilerde kendilerinden söz edeceğimiz Benû Uraid yahudilerinin şeceresi hakkında da hiç bir bilgi verilmemektedir. Zaten bu aşiret çok küçüktü.

          Aynı şekilde, sayıları en fazla elli civarında olduğu görünen bir kaç Hıristiyan vardı ki, bunlar Evs kabilesinin içindeydiler. Muhteris ve aklı kıt olan Ebu ‘Amir adındaki papaz, bunların reisi durumundaydı. Fakat, yahudilerin Bet Midrâs’ından kesinlikle bahsedildiği halde, Hıristiyanların bu bölgede bir kiliseleri olup ol­madığından söz edilmemektedir.

        Tarıma elverişli toprağı olmayıp, kuyumcu ve tüccar olan Benû Kaynuka’ müstesna, diğer bütün yahudilerin çiftçi oldukları anlaşılıyor.

         Her topluluk, bir diğerinden bir kaç kilometre uzaklıkta bir köy oluşturuyordu. Her şey, ekime elverişli olup, lavlarla kaplı olmayan toprağa bağlıydı.

         Sık sık iki katlı olmak üzere, evler volkanik lâv düzlüğü üzerinde inşâ edilmiş olup; çoğu kez, her aşiretin “hudutları” dahilinde iki veya üç katlı muhkem kuleler vardı.Tehlike anında erkekler dövüşmek için dışarı çıkar; kadınlar , çocuklar, hatta koyunlar, âtâm denen bu kulelere sığınırlardı. Tabii ki hayvanlar zemin katta, şahıslar da üst katlarda olurlardı ki bu, kadınların bile, fırsat zuhur ettiğinde, yukarıdan taşlar atarak düşmana saldırma avantajı sağlıyordu.

Halkın Değişik   Kesimleri Arasındaki ilişkiler

         Benû Kaila arapları sürekli olarak iki kola ayrılmışlardı. Bunlar, aynı anne-babadan olan iki kardeşin soyu olup, komşu olarak aynı bölgede yaşıyorlardı. Aralarında zaman zaman kardeş kavgaları olduğundan, her iki taraf da, kendisine müttefikler bulmuştu. Medine’de bulunan Yahudiler de aynı şekilde bölünmüş bir halde, kabile hayatı yaşıyorlardı; bazı yahudi kabileleri (özellikle Benû Nadîr yahudileri), Hazrec Araplarının bağımlı rnüttefikleri; diğerleri ise, Evs Araplarıyla benzer ilişkiler içerisinde bulunuyorlardı. Bunların Medine’ye gelişlerinin bidayeti bilinmemektedir. Ben, onların hep birden gelmedikleri kanaatindeyim. Bunlardan bazıları,herhangi bir Arap kabilesinin bağımlıları olarak buraya gelirken, diğer Arap kabileleri de tedricen başka yahudileri Medine’ye çekmişlerdir. İşte Yahudilerin bölünmeleri, efendileri olan Arapların bu şekilde bölünmelerinden ileri geliyordu. Benû Nadîr yahudilerinin, kendilerini Benû Kurayza yahudilerinden üstün görmeleri dikkat çekicidir; o derecede ki,herhangi bir öldürme olayında, Benû Nadîr’den biri, kan parasının sadece yarısını verirken, katil Benû Kurayza’dan olunca, kan parasının tamamını vermek zorunda kalıyordu(4). Acaba bu, Benû Nadîr’in müttefikleri, yâni Hazreclilerin, Benû Kurayza’nın efendileri olan Evs’den daha kuvvetli olmalarından mı ileri geliyordu?

         Medine Yahudileri üzerinde daha fazla kalmaya mahal yoktur; çünkü bir müddet sonra bunların hepsi oradan göç ettiler. Fakat kaynaklarımızda Benû Nadîr’in ilgili önemli bir hadiseye işaret edeceğim ki bu, bütün yahudi aşiretleri, hatta Yahudi olsun, Arap olsun, bütün o bölgenin insanlarını ilgilendirmektedir. Filhakika, Benû Nadîr yahudilerinin büyük reisinin aynı zamanda kabilenin hazinesinin(kenz) de muhafızı olduğu rivayet edilmektedir. Bu hazineden maksad’da, felâketler(savaş v.s.) zamanında harcanmak üzere toplanan paradır. Medineli müslüman araplardaki ma’âkil( sosyal sigortalar)’dan söz açınca bu konuya tekrar döneceğiz.

         İslâm’dan önce, Arap ve Yahudi kabilelerinin ilâve tasarrufları vardı: Araplar çiftçi; Yahudiler ise, çoğunlukla ithalâtçı-ihracatçı, kuyumcu ve faizle çalışan bankerler idiler

 Hatice Başkan

www.NurNet.org

Kutlu Doğum

Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”1

Andolsun ki Resulullah sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.2

Bildiğiniz gibi her yıl Nisan ayının 14 ve20′si arasında kutlanan Kutlu Doğum, Peygamberimizin doğum gününün çeşitli etkinliklerle kutlandığı haftaya verilen isim. Aslında Mevlit kandiliyle aynı amaca hizmet ediyor. Yani hem mevlit kandilinde hem kutlu doğum haftasında Peygamberimizin doğum günü kutlanırken, onu tanımak ve tanıtmak, peygamber sevgisi ve ahlakı olan Kur’an ahlakını yaymak ve bu vesileyle dini bir atmosfer oluşturmak amaçlanmaktadır aslında. İlk kez 1989 yılında Mevlit kandiliyle camilerde, 1994 yılında da peygamberimizin miladi doğumu olan 20 Nisan esas alınarak çeşitli etkinliklerle kutlanmaya başlanmıştır.

Peygamberimizin doğum gününün kutlanması hoş bir şey. Ama yine de bunu dini bir gereklilik olarak algılamamak önemlidir. Çünkü kutsal kitabımız Kur’an’da bu konuda dinsel bir bildirim yer almaz. Öte taraftan Kur’an’a aykırı olmadığı müddetçe Müslümanlar kendi aralarında ortak bir karar alıp bu gibi anma programları düzenleyebilirler. Ancak bu ve benzeri kutlama ve anma programlarının amacına yönelik olarak gerçekleşmesi için sadece belirli gün ve haftalara değil tüm ömre yayılacak şekilde bir kültürün kazandırılması gerekir. Ahirette peygamberimizi en çok memnun edecek şey, onun Kur’an’dan hareketle ortaya koymuş olduğu iftihar tablosu yaşantısını örnek almaktır. Sadece ismini anmak değil, Allah yolunda dini tebliğ için göze aldığı her türlü fedakârlık ve kararlılığı esas almak gerekir. Ancak bu sayede, âlemlere rahmet olarak gönderilen (Enbiya Suresi 107) muazzez peygamberimize layık bir ümmet ve yüce Allah’ın da şanına yaraşır kullar olabilir ve kutlu bir diriliş ile ayağa kalkabiliriz.

SELAM VE DUA İLE…

Hatice BAŞKAN

www.NurNet.org

Rabbimden Bir Hediye 2.Umrem

İnsanın hayatında yaşadığı en güzel anıdır umre. Her giden oradan gelince anlata anlata bitiremez oralarını. Anlatmaya diller,duygular yetmez ama tekrar tekrar canlandığı için gözünde Kabe,Ravza doyamaz bahsetmeye.

Kabe de çocuk gördükçe içimi ayrı bi duygu kapladı.Ne kadar şanslıydılar.Oyun yerleri Mescid-i Haramdı.Daha küçüçük yaşlarında tanışmışlardı Allahın eviyle.

Sana hoşçakal diyemiyorum ey Mekke.İnsan doyabilir mi sana?Her karışında Peygamberin(sav) ayak izleri,göz yaşları var.Ne olur beni tekrar çağır ey şehirlerin anası..

Sana hoşçakal diyemiyorum ey Mekke.İnsan doyabilir mi sana?Her karışında Peygamberin(sav) ayak izleri,göz yaşları var.Ne olur beni tekrar çağır ey şehirlerin anası….

Medine Yolculuğu Başlasın

İstanbuldan gelirken uçakta cam kenarına oturmuştum.Geceydi geldiğimiz.Uçak Medine-i Münevverenin üzerinden geçerken bembeyaz ışıl ışıl bir yer gördüm.İşte orası Ravza-i Mutahharaydı.Artık oraya gitme vakti gelmişti.

İnsanın Mekke den ayrılırken yaşadığı duygu sanki evladından ayrılan anne misali.Çok zor oldu.Ama Medine ye, Peygamberimize gidiyorduk.Onun yanı başına.

“Vefatımdan sonra beni ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” (Beyhâkî)

“İmkân bulup da mazeretsiz beni ziyaret etmeyen bana cefa etmiş olur ” (İbni Neccar)

Mekke-Medine arası otobüsle 5 saat sürüyor.Gittiğimiz yol Peygamberimizin hicret ettiği güzergah imiş.Gözünün görebildiği yer çöl,ıssız.Aralarda deve çiftlikleri var o kadar.İnsan düşünmeden edemiyor.Neler yaşandı bu yollarda.Sevr mağarasını mı,güvercini mi,örümceğimi anlatmak gerek…

Medine de bütün oteller çok yakın Ravza-i Mutahhara`ya.Ravzanın hemen yakınında alışveriş merkezi var.Neredeyse çoğu kişi hurma ve hediyelik alışverişini buradan yapıyor.Maalesef ürünlerin çoğu çin malı.Almaya değer bi hurma,birkaç seccade,tesbih kalıyor geriye.Takılar çok fazla.Gerçek inciyi bulmak zor.Çoğu kez turist olarak yaklaştıkları için kandırıyorlar bizi maalesef.

Peygamberimizi.Orada ise neler yaşadığımı anlatmaya dilim varmıyor.Biz çok güzel umutlarla gitmişken,kendini bilmez bazı insanlar yüzünden şoka uğradık.Nasıl anlatacağımı bilemiyorum ama adeta hayatta kalma savaşı yaşadık ziyaret esnasında.

Ülke ülke çağrılıyor insanlar ve tam bize sıra gelmişken İranlı mı Iraklı mı müslüman kardeşlerimiz bilemiyorum bizi adeta ezer gibi önümüze geçtiler ve o an gördüğüm manzara;çığlıklar,sanki evladı ölmüşçesine ağlamalar,duvarlara bir şeyler sürmeler,Peygamberimizin arkasında bulunduğu parmaklıklara tırmananlar,saçı başı açılanlar daha neler neler…Yeşil halıda 2 rekatlık namazı nasıl kıldık bilmiyorum.Can korkusu yaşadık çıkana kadar.Erkekler tarafında ise çıt bile çıkmıyormuş!(Peygamberimizi ziyaret esnasında bu yaşananlarla ilgili  başka bir yazımda daha ayrıntıyla değinmek istiyorum.Çünkü hiç unutamadığım ve hala etkisini üzerimden atamadığım bi olay)

Mevlam inşallah oraya gidipte bu hurmadan tatmayı nasip eder tüm kardeşlerimize.Umre anıları askerlik anısı gibidir bitmez.Daha anlatacak çok şey var ama artık burada keseyim.Başka konulara da yer vermek istiyorum Rabbimin lütfüyle.

Gönlü Medine de kalan tüm dostlara selam olsun…

Hatice BAŞKAN

www.NurNet.org

İman Etmeyenlerin Ahiretteki Durumları

İnkarcılar, ölüm ve sonrası üzerinde çok fazla kafa yormazlar. Bazısının inancına göre ölüm bir yok oluştur ve yeniden diriliş olmayacaktır. Bazısı da ölümden sonra farklı bir bedenle dünyada tekrar var olacağını düşünür. Ahiret inancına sahip olmayan bu insanlar, ölümden sonra çürümüş kemiklerinin bir araya getirilip diriltileceklerine inanmaz, alaycı bir üslupla bu gerçeği inkar ederler. İnkarcıların bu tavrı, Kuran’da Rabbimiz tarafından şu şekilde haber verilmiştir:

…Bizi kim (hayata) geri çevirebilir” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yaratan.” Bu durumda sana başlarını alaylıca sallayacaklar ve diyecekler ki: “Ne zamanmış o?” De ki: “Umulur ki pek yakında.” (İsra Suresi – 51)

Kemik haline gelip, toprak olduktan sonra tekrar dirileceklerine kanaatleri gelmezken, kendi ilk yaratılışlarındaki mucizeyi asla düşünmezler.

İnsan, Bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: “Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?” De ki: “Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.”(Yasin Suresi -77,79)

İnkar edenler ahirete inanmasalar da, Sur’a üfürülüşün ardından yer ve gök paramparça olacak ve tüm insanlar gibi onlar da dünyada geçirdikleri günlerin hesabını vermek üzere, yeni bir yaratılışla tekrar dirileceklerdir.

Sur’a üfürüldü; böylece Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar. (Zümer Suresi – 68 )

İnkar edenler, “Gözleri ‘zillet ve dehşetten düşmüş olarak’, sanki ‘yayılan’ çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar.” (Kamer Suresi -7) Gaflet içinde, adeta bir kör ve sağır gibi yaşadıkları koskoca dünya hayatının ardından üzerlerindeki perde kalkmış ve görüş güçleri keskinleşmiştir.

“Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir.” ( Kaf Suresi -22)

Kıyamete kadar yaşamış bütün insanlar kabirlerinden kalkarak, “Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kafirler derler ki: “Bu, zorlu bir gün.” ( Kamer Suresi -8) İşte hayatları boyunca kendilerine yapılan hatırlatmaları göz ardı eden ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılan bu insanlar, görmezden geldikleri gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırlar. Ölümleri gibi, dirilişleri de azap içinde gerçekleşir. Allah, dünyada iken Kendi zikrinden yüz çeviren kişileri, kıyamette kör olarak haşr edeceğini bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

“Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha Suresi – 124)

Müminler, nurları önlerinde ve sağlarında hesaplarının görüleceği yere doğru koşarken, Rablerine kavuşmanın heyecanını ve sevincini yaşarlar. İnkarcılar ise, ölümün her şeyi bitirmesini ve hesaplarını hiç bilmemiş olmayı dilerler. Dünyada iken kendilerini Allah’ın dosdoğru yoluna davet eden müminleri duymazdan gelen ve alay edip düşük akıllı olduklarını iddia ederek müminlere tuzaklar kuran inkarcılar, ahirette müminlerin nurundan faydalanmak için yalvarırlar. Ancak müminler, inkarcıların istedikleri nuru, yok olan dünyada arayıp bulmalarını söylerler. Bu gerçeklerin anlatıldığı Kuran ayetleri şöyledir:

O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. “Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.” İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: “(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım.” Onlara: “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya çalışın” denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır. (Hadid Suresi -12, 13)

Hesap anı gelip çattığında artık geri dönüş yoktur. “(Artık her) Nefis önceden takdim ettiklerini ve ertelediklerini bilip-öğrenmiştir.” (İnfitar Suresi -5) İnkarcılar, başlarına gelecekleri anlar ve oradan kurtulabilmek için dünyada iken sözünü dinlediği, yakınlık kurduğu herkesi suçlamaya başlarlar. Dünya hayatında iken sahiplendikleri eşlerini, oğullarını, hatta bütün aşiretlerini, cehennem azabından kurtulmak için fidye olarak vermek isterler. Ancak bunların hiç biri kendilerinden kabul edilmez. Bütün bu yaşanacakların haber verildiği Kuran ayeti şöyledir:

(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz.

Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister;

Kendi eşini ve kardeşini,

Ve onu barındıran aşiretini de;

Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa.

Hayır; (hiçbiri kabul edilmez)… (Mearic Suresi – 10,15 )

O gün Allah onlara seslenerek, dünyada iken Kendisine ortak koştukları ilahlarının nerede olduğunu sorar. Ancak sahte ilahları ve tüm düzüp uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur. Yapayalnız ve çaresiz kalmışlardır.

O gün (Allah) onlara seslenerek: “Bana ortak olarak öne sürdükleriniz nerede” der.

Her ümmetten bir şahid ayırıp çıkardık da: “Kesin-kanıt (burhan)ınızı getirin” dedik. Artık öğrenmiş oldular ki, hak, gerçekten Allah’ındır ve düzüp uydurdukları kendilerinden uzaklaşıp-kaybolmuşlardır. ( Kassas Suresi – 74,75)

Sonunda dünya hayatında kendilerini aldatan şeytanla yüzleşirler. Ancak şeytan, görevini tamamlamıştır. İnsanların çoğunu kandırmış ve kendisiyle beraber cehenneme girmelerini sağlamıştır. İkiyüzlü bir tavır sergileyerek, Allah yolundan saptırdığı insanlara kendisinin yalan söylediğini, Allah’ın vaadinin doğru olduğunu ve kendisinin de Allah’tan korktuğunu söylemiştir.

O zaman şeytan onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara: “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu (karşılaştı) o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: “Şüphesiz ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’tan da korkuyorum” dedi. Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. ( Enfal Suresi – 48)

Allah inkarcıları ve şeytanları diz çökmüş olarak cehennemin çevresinde hazır bulunduracak, ardından her bir gruptan azgınlık bakımından en şiddetli olanları ayıracaktır. Takva sahiplerine de gösterilen cehennem, onlara bahşedilen lütfu anlamaları için çok önemli bir şükür vesilesi olacaktır. Takva sahipleri o ortamdan kurtarıldığında, inkar edenler diz çökmüş vaziyette, pişmanlık ve korku içinde, cehenneme atılacakları anı bekleyeceklerdir.

Andolsun Rabbine, biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.

Sonra, her bir gruptan Rahman (olan Allah)a karşı azgınlık göstermek bakımından en şiddetli olanını ayıracağız.

Sonra biz ona (cehenneme) girmeye kimlerin en çok uygun olduğunu daha iyi biliriz.

Sizden ona girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır.

Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz. (Meryem Suresi – 68,72)

Boyunları aşağılanmaktan ve utançtan ötürü bükülecektir. Başları düşmüş, yardımcısız kalmış, gururları kırılmış, perişan durumda olacaklardır. Utançlarından dolayı başlarını kaldırmadan gözlerinin ucuyla bakacaklardır. Onların bu çaresizlik içindeki durumları Kuran’da şöyle haber verilir:

Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır” dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azab içindedirler. (Şura Suresi -45)

Artık inkarcıların kendilerini savunacakları ve tutunacakları hiçbir dalları kalmamıştır. Hesap tamamlanmış ve kitapları sol ellerine verilmiştir. “Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi. (Hakka Suresi -27) ve “Bana keşke kitabım verilmeseydi.” (Hakka Suresi – 25) diyerek, yaşadıkları pişmanlığı ifade ederler. Ancak geri dönüş yoktur. Vaat edilen cehennem artık hak olmuştur ve ona sunulma vakti de gelmiştir.

İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Artık mütekebbirlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Mü’minun Suresi -76)

Umut ediyoruz ki O gün kurtuluşa erenlerden oluruz inş….

selam ve dua lar ile…

Hatice BAŞKAN

Günahlarına Tevbe Eden, Hiç Günah İşlememiş Gibidir

“Günahlarına tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)

Peygamberler dahil, bütün insanlar ihtiyaç içindedirler. Bu ihtiyaçlarını gideren Yüce Allah’a karşı teşekkür ve minnettarlık, yani şükür farzdır. Şükrün en başı da nimet sahibini tanımak ve ona saygı göstermektir. İşte buna iman denir, Yüce Allah’a şükür O’na imanla başlar, ve bir sonu yoktur. Çünkü kulun ihtiyaçları hiç bitmez, Bu ihtiyaçları gideren Yüce Allah’ın ikramlarının da bir sonu yoktur.

Peygamberler başta olmak üzere bütün insanların Yüce Allah’a karşı yapacakları en büyük amel, kul olduğunu bilmektir. Sonra acizliğini görmek gelir. Aciz kulun en faziletli işi, Yüce Rabbi’nin iyilik, ihsan ve nimetlerine karşı şükürdeki kusurlarını kabul ve itiraf etmektir. Peygamberlerin gözyaşı döktükleri kusurlar, işte bu tür kusurlardır. Onlar, Yüce Mevlâ’ya kulluk olarak ne yapsalar az görür, kusurlu bulur, bunun için göz yaşı döker, tevbe yapar, istiğfar ederler. Bu, sevenlerin korkusu ve gözyaşıdır.

Kalbin O’na Dönüşü: Nasuh Tevbesi

Tevbe dönmektir. Nasuh, samimi olmaktır. Nasuh tevbesi ise, içi ve dışıyla samimi olarak Yüce Allah’a dönmektir.

Nasuh tevbesi, kalp, gönül, dil, hal ve azalarla günah işlememeye kesin olarak karar vermektir.

Nasuh tevbesi, Yüce Allah’a dostluğu seçmektir. Bunun için O’nun razı olmadığı her şeyi sevgi ve iradesiyle terk etmektir. Sevgi olmadan yönelme olmaz. İrade olmadan kulluk yapılmaz.

Tevbenin aslı, Yüce Allah’a sevgi ve saygıya dayanır. Saygının içinde korku da vardır. Bu korku azap korkusu değil, ayrılık korkusudur. Kulun Yüce Rabbi’nin sevgi ve rahmetinden uzaklaştırılması ve cemalullah nimetinden ebediyyen mahrum olması, cehennem ateşinde daha şiddetli, daha korkunç, daha acı verici bir azaptır.

Nasuh tevbesi, Yüce Allah’ın davetini can u gönülden kabul etmektir. Samimi tövbe, sırf Allah rızası için yapılır. Kınanmaktan kurtulmak, insanlar arasındaki şerefini korumak, dünyevî bir menfaat ele geçirmek, günahın zilletinden uzak kalmak için yapılan tevbeler, samimi ve saf değildir. Hatta manevi dereceler elde etmek, ibadetle itibarlı olmak, itaat içinde tatlı bir hayat yaşamak, keşif ve kerametlere ulaşmak gibi manevî nimetler için yapılan tevbeler de arifler tarafından tenkit edilmiştir. Çünkü onlarda nefsin hoşlandığı şeyler ön plana çıkmaktadır. Halbuki nasuh tevbesinde tek hedef, Yüce Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Bu çok ince bir noktadır.

Tevbe Peygamberlerin Ahlâkıdır

Ariflerin belirttiği gibi, tevbe bizlere insanlığın babası ilk peygamber Hz. Adem  A.S.‘dan miras kalmıştır, Hz, Adem A.S. dünyaya tevbe ederek gelmiştir, tevbe ederek gitmiştir. Sadece o mu? Bütün peygamberlerin ahlâkı böyledir. Yüce Rabbi’ne tevbe etmeyen, kusurlarına ağlamayan, nefsi ve ümmeti için inlemeyen hiçbir peygamber yoktur. Peygamberler böyle olunca, diğer insanlar tevbeden nasıl uzak kalabilir?

Tevbe, insanoğluna takdir edilmiş ezeli bir hükümdür. Değişmesine de imkan yoktur, Kâfir olsun mümin olsun, bütün insanlar tevbeye muhtaçtır, tevbe ile yükümlüdür. Ve bu yükümlülük ölene kadar devam etmektedir. (Gazalî, İhya)

Bütün gelmiş ve gelecek günahları affedilmiş Hz. Muhammed A.S. Efendimiz’in şu beyanları meselenin ciddiyetini anlatmaya yeterlidir:

“Ey insanlar! Allah’a tevbe ediniz. Şüphesiz ben günde yetmişten fazla, (ya da yüz defa) Allah’a tevbe ediyorum.” (Buharî, Müslim)

“Kalbimi (nurdan bir takım) perdeler kaplar ve bu sebepten dolayı  Allahu Tealâ’ya günde yüz defa istiğfar ederim.” (Müslim, Ebu Davud)

Hiç kusur işlemeyen kul yoktur. ‘Kusurum yok’ demek,  en büyük kusurdur. Peygamberlerin kusuru, kendi makamlarına göredir. Onlar devamlı Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bulunmaktadırlar. Norma! şartlarda güzel ve doğru olan bazı şeyler, o huzurda kusur gibi uyarı alabilir. Tevbe, Allah’ın dostlarının en sevimli amelidir, Kur’an’da peygamberler ve ümmetleri devamlı tevbeye davet edilmiştir. Bu haliyle tevbe başlı başına bir ibadettir. Her yönüyle zikirdir, şükürdür, tefekkürdür.

Ya Şeytana Teslimiyet, Ya Allah’a

Tevbe edilecek amellerin en başında Yüce Allah’ı inkâr gelir. Sonra sırasıyla şirk, nifak, fısk denilen büyük günahlar ve küçük günahlar gelir. Büyük günahların başında dini tahrif, bid’at, sünneti inkâr, yalan söyleme, kibir, riya, kendini beğenme, insanları küçük görme, ibadetiyle övünme, haset, gıybet, aşırı dünya sevgisi, zikirden gaflet, ahireti unutma, namazı terk etmek gibi günahlar gelmektedir.

Nasuh tevbesi, gizli-açık, büyük-küçük, zahirî-batinî bütün günah çeşitlerinden kalbi ve kalıbı temiz tutmaktır. Bu, ölene kadar devam edecek bir vazifedir. Kâmil mümin, haramlara dikkat ettiği kadar, iyilik ve ibadetlerindeki kusurlara da dikkat eder. Çünkü şeytan harama götüremediği müminden elini çekmez, onun ibadetlerine musallat olur, İbadeti ile zarara sokmaya çalışır. İbadetin içindeki edepleri hafife almak, gaflete düşmek, ibadetine gösteriş katmak, ameline güvenmek, yaptığı hayırlarla sonunun kesin cennet olduğunu düşünüp tevbeyi terk etmek, kendisini insanların en takvalısı ve faziletlisi görmek gibi gizli günahlarla onu felakete sürükler, Bunun için her mümin bir kusur işlediği zaman tevbeye sarıldığı gibi, bir ibadet yaptığı zaman da peşinden tevbe ve istiğfar etmelidir. Edep budur. Emniyet, ibadete değil, Yüce Allah’a güvenmektir. Bir arifin belirttiği gibi, halk günahlarından, veliler ise yaptığı iyiliklerdeki kusurlarından Allah’a tevbe eder. (Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb)

Rasulullah A.S. Efendimiz’in şu beyanlarındaki inceliği düşünelim:

“Bütün insanlar hata eder. Hata edenlerin en hayırlısı ise, çokça tevbe edendir.” (Tirmizî, Ahmed, Hakim)

“Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder, günah işlediğinde hemen istiğfar eden ve kendilerini affettiği insanlar getirirdi.” (Müslim, Tirmizî, Ahmed)

Bu hadis-i şerifte, günah işlemenin normal ve basit bir şey olduğu anlatılmıyor. Burada dikkat çekilen husus şudur:

Cenab-ı Hakk’ın “Rahman”, “Rahim”, “Gaffar”, “Settâr”, “Tevvab” gibi yüce sıfatları mevcuttur. O, bunlarla tecelli edip yüceliğini göstermeyi murat etmektedir, Bunun tezahürü için bir sebep ve mahal gerekmektedir. Bu sıfatların tecellisi için en güzel sebeplerden birisi, kusur içindeki kulun hatasını anlayıp, Yüce Rabbi’ne yalvarmasıdır, Kula düşen, kusurunu anlayıp ağlamak, Yüce Rabb’e layık olan ise bağışlamaktır. Böylece kulların acizliği, Mevlâ’nın yüceliği anlaşılmış olacaktır.

Helali bırakıp harama girmek büyük bir kusurdur. Aynı şekilde günaha dalan bir kulun onu küçümseyip, “yaptığım ne ki?” diyerek tevbeyi terk etmesi, daha büyük bir kusurdur. Bunun için Yüce Rabbimiz: “Tevbe etmeyenler, zalimdir.” (Hucurat /11) buyurmuştur,

Derman Yüce Allah’ta

Tevbe herkese lazımdır. Tevbe, kulun hasta kalbine acıması ve ilâhî rahmete koşup ilacını istemesidir. Dert kulda ise, derman Yüce Allah’tadır,

Günahların bir kısmına tevbe etmek de geçerlidir. Bir insan bazı günahları kolayca terk edebiliyor fakat bir kısmına tevbe ettiği halde koruyamıyorsa, tam tevbe ettiği günahları affedilir. Her günahın peşinden hemen tövbe etmek farzdır. Sonra tövbe ederim demek yanlıştır ve felaket sebebidir.

“Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara/195) ayet-i celilesinin tefsirinde bazı alimler derler ki:

Kendisini tehlikeye atan kimse, büyük bir günah işledikten sonra, ‘helâk oldum! Artık bana hiç bir amel fayda vermez, ben affolmam,’ deyip, tevbe ve istiğfarı terkeden kimsedir, (Taberî, Camiu’l-Beyan; lbnu Kesir, Tefsir)

Eğer Yüce Rabbimiz kullarını ilk kusurlarının peşinden yakalayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde ikinci kez günah işleyecek kimse kalmazdı. Bize verilen ilâhî emir şudur: “Ey iman edenler! Nasuh bir tövbe İle Allah’a tövbe ediniz. Bunu yaparsanız Rabbiniz günahlarınızı örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlerine koyar.” (Tahrim/8)

Samimi tevbenin bir diğer hediyesi de, daha önce işlenen günahların affedilmesi ve yerine iyilik yazılmasıdır. Bunu şu ayetten anlıyoruz;

“Allah, tevbe ve iman edip salih amel işleyenlerin kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah çok affedici ve çok acıyandır.” (Furkan/70)

.

“Ya Rabbi! Sen benim Rabbimsin. Sana inandım ve güvendim. Sana sığındım. Ellerimi açtım ve yüzümü sana döndürdüm. Kapına geldim, beni kulluğuna kabul et. Adem aleyhisselamdam bugüne kadar gelmiş tüm peygamberlere, kitaplara, meleklere ve ahiret gününe iman ettim. Bu güne kadar işlemiş olduğum tüm günahlarımdan pişman oldum. Bunları bir daha yapmamaya söz veriyorum. Günahlarımı affet, beni bağışla, beni kulluğundan ayırma, ellerimi boş çevirme, kapından kovma Ya Rabbi Beni kötü alışkanlıklarımdan terk etmeyi nasip et. Şeytana uydurma. Bana dayanmak için güç ver. Cehennem azabından koru, beni cennetine dahil et. Cennetinde Peygamber efendimize komşu olmayı ihsan et.”

(Âmin  Âmin Âmin )

Selam Ve Dualar İle…

Hatice BAŞKAN

www.NurNet.org