Etiket arşivi: Kainattaki Denge

Yaratılıştaki Mana Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Elimize bir hokka mürekkep alsak ve boş bir kâğıdın üze­rine döksek, asla manalı bir sayfa vücuda gelmez. O hâlde diyebiliriz ki: Sayfadaki mana, mürekkebi kâtiplik ve faillik makamından tart eder ve kovar. Zira sayfadaki mana, kâtibinin ve failinin irade sahibi, kudret sahibi ve ilim sahibi olduğunu gösterir. Bu sıfatlar ise mürekkepte yoktur, öyleyse sayfaya kâtip olamaz. Bütün dünya toplansa, sayfadaki mana ifade eden kelime ve cümlelerin mürekkebin tesadüfen dökülmesi sonucunda oluştuğuna bizi ikna edemez.

Kâinat dahi böyle manalı bir kitap değil midir? Bu manalı kitabın mürekkep hükmündeki iradesiz, kudretsiz ve ilimsiz se­beplerden meydana geldiğine nasıl itikat edilebilir? Ve böyle itikad edenlere akıllı denilir mi?

Şu misalle de bu hakikate bakabiliriz:

Bir maymunu daktilonun karşısına oturtalım. Maymun daktilonun tuşlarına rast gele dokunsun. Acaba böyle rast gele yapı­lan hamleler neticesinde anlamlı bir kelimenin oluşması mümkün müdür?

Ya anlamlı bir cümlenin oluşması?

Ya da anlamlı bir sayfanın oluşması?

Peki, anlamlı bir kitabın oluşması ihtimal dâhilinde midir?

Hem de öyle bir kitap ki, bir sayfasında bir kitap kadar; bir satırında bir sahife kadar; bir kelimesinde bir satır kadar mana var ve o kitabın bir noktası bütün kitabın manasını kendinde toplamış…

Böyle mucizane bir kitabın geli­şigüzel tuşlara basmakla vücuda gelmesi hiç mümkün müdür? Elbette hayır!

Acaba kâinat da böyle mükemmel bir kitap değil midir?

Dünya o kitabın bir bölümü; denizler, dağlar, karalar o kitabın bir sayfası; her nev, mesela bir ağaç nevi o kitabın bir satırı; o nevin bir ferdi, mesela bir incir ağacı o kitabın bir keli­mesi; o incir ağacının çekirdeği ise o kitabın bir noktasıdır. Bu öyle bir noktadır ki, o koca incir ağacı bu noktada yazılmıştır. Hatta bu çekirdek, kâinat kitabında yazılmış olan esma-i ilahiyeyi ken­dinde gösteren küçük bir noktadır.

Acaba böyle bir kitabın, misalimizdeki maymun hük­münde olan; akılsız, kör, cansız ve şuursuz sebeplerden mey­dana gelmesi hiç mümkün müdür? Hayır, asla!

Şimdi de dilerseniz hakiki bir kütüphaneye bakalım. Hücredeki kütüphane!

Her bir hücrede binlerce DNA molekülleri vardır. Göz renginden tutun parmak izine, insanın sesinden saç yapısına kadar bütün bilgiler bu DNA’larda kodlanmıştır.

Bir tek hücrede bulunan DNA molekülleri, her biri 20.000 sayfayı ihtiva eden 46 ciltlik dev bir ansiklopediye benzer ve bu ka­dar bilgiyi ihtiva eder. İnsan da ise 60 trilyon hücre vardır.

Dünyanın en büyük ansiklope­disi olan Ana Britanica’nın 40.000 sayfa olduğu düşünülürse, bir tek DNA’nın taşıdığı bilginin büyüklüğü daha iyi anlaşıl­mış olur.

Dünyanın en büyük ansiklopedisindeki bilgilerden yirmi beş kat daha fazla bilgi, mikroskopla yüzlerce defa bü­yütüldükten sonra ancak görülebilen bir hücredeki DNA’lara yerleştirilmiş.

Acaba böyle harikulade bir işin tesadüf eseri olması mümkün müdür?

Acaba bütün dünya toplansa Ana Britanica ansiklopedisi­nin tesadüfler sonucu meydana geldiğine bizi inandırabilirler mi? Elbette inandıramazlar!

Peki, mezkûr ansiklopediden yüz­ler defa daha mükemmel olan DNA ansiklopedisinin sebeplerden ya da tesadüfler neticesinde meydana geldiğine nasıl inanabiliriz?

Ey kâfir! Dinle bak, hücre ne söylüyor: “Bende dünyanın en büyük ansiklopedisinden kat kat fazla bilgi var. Eğer yara­tıcı olarak iddia ettiğin sebeplerde veya tabiatta, bu bilgileri kodlayabilecek bir bilgi, bir hüner ve bir kudret varsa gelsinler kodlasınlar. Ayrıca, bir şehir sistemi içinde aksatmadan yürüttüğüm görevleri bana yaptırabilecek, diğer hücrelerle münasebetlerimi ayarlayabile­cek bir güçleri varsa gelsinler göstersinler. Mesela, kardeşim olan bir lenfosit hücresine değişik 30 bin hücreyi tanıyabilecek ha­fızayı verebilirlerse, akyuvarları bana hücum eden düşmanlara karşı beni korumak için gönderebilirlerse, alyuvarları birer erzak memuru gibi çalıştırabilirlerse çalıştırsınlar görelim. Sonra beni yarattıklarını iddia etsinler!”

Şu bilgiyi de ilave etmek istiyoruz: Bir insan vücudundaki DNA molekülleri katlanma yoluyla küçücük hücreler içine sığdırılmıştır. Bir insan hücresindeki toplam DNA ipliğinin uzunluğu 2 metredir. Eğer bütün hücrelerimizdeki DNA’ları çözerek uzunlamasına arka arkaya dizsek, toplam 120 milyar kilometre eder ki bu mesafe Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 800 katıdır. Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 150 milyon km olduğunu unutmayın!

Bunlar tesadüf sonucu olabilir mi? Bir hücredeki DNA bile tesa­düf ile izah edilemezken insanın tesadüfün oyuncağı oldu­ğunu kabul eden kör fikre yazıklar olsun!

Seyrangah.Tv

“Bütün” Bilinmeden “Parça” Yaratılamaz! (Yaratılış Delilleri) (Video)

Yaratılan varlıkların planları çok önceden yapılmış ve her bir mahlûk o plana göre yaratılmıştır. O mahlukun her bir aza ve uzvu ise, bütün düşünülerek o vücudu tamamlayacak bir şekilde icat edilmiştir. Bu delili şu misal ile daha iyi anlayabiliriz:

Farzımuhal olarak hayat için lüzumlu olan maddelerin kendi kendine her nasılsa ortaya çıkıvermiş olduğunu kabul etsek, mesele halledilmiş ve şu birbirinden güzel eserlerin ya­ratılış sırrı çözülmüş olur mu?

Farz edelim ki, bir buzdolabını teşkil edecek parçalar bir mühendisin müdahalesi olmaksızın kendi kendine meydana gelmiş olsun. Bu buzdolabı parçala­rından bir buzdolabı çıkarmak için yine bir ustaya ihtiyaç yok mudur? Kaldı ki, buzdolabını teşkil edecek parçaların ortaya çıkışı sırasında buzdolabının bir bütün olarak göz önünde tu­tulması gerekir. İmal edilecek her bir parça, bir diğerine ahenk teşkil edecek, diğerine yardım edecek ve birbirinin fonksiyo­nunu aksatmayacak şekilde yapılmalıdır. Buzdolabı kapağının yerine bir otomobil direksiyonu, başka bir parçasının yerine radyo hoparlörü, başka bir parçasının yerine çamaşır makine­sinin santrifüjü konulsa ortaya hiçbir şey çıkmaz.

En basit bir canlının vücudu ise buzdolabının yapısından çok daha karmaşıktır. En küçük bir parçanın maksada uygun ve işe yarar bir şekilde inşa edilebilmesi için vücudun bütününü göz önüne almak gerekir.

Mesela en basit bir canlı olan sineği ele alalım: Farzımuhal sineğin kanadının, gözlerinin, ayaklarının ve diğer azalarının tesadüfen oluştuğunu kabul edelim; ama yine de o parçaları bir araya getirecek bir ustaya ihtiyaç vardır.

Hem parçaların ortaya çıkışında da bütün bilinmeli ve ona göre parça yaratılmalıdır. Bir sineğe kartal kanadı takamazsı­nız, tavuğun ayağını yerleştiremezsiniz.

O hâlde diyebiliriz ki: Maddenin tesadüfen ortaya çıktığını ispat etmeğe çalışmak Allah’ı inkâr etmek için kâfi değildir. Par­çalardan bütünü yaratmak için yine bir ustaya ihtiyaç vardır.

Seyrangah.TV

Azalar Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

İnsandan tutun hayvanlara kadar her bir varlığa hayatlarını idame ettirebilmek için gerekli olan azalar mükemmel bir şekilde verilmiştir. Bu azaların yaratıcısı olarak -hâşâ- Allah-u Teâlâ kabul edilmezse, şu sorulara mantıklı cevaplar bulunmak zorunda kalınır:

1- İnsanın vücudunda el, ayak, kalp gibi birçok azalar vardır. Eğer bu azaları atomlar yapıyorsa; nasıl olur da kendilerinden dahi haberi olmayan atomlar el, ayak, kalp gibi son derece muazzam olan bu azaları yapabilirler?

2- Nasıl olur da dünya şartlarından haberdar olmayan atomlar, dünya şartlarına uygun olan organları yaparlar? Hiç Güneş görmemiş göz zerreleri Güneş’i görecek gözü; hiç ses duyma­mış kulak zerreleri sesi işitebilecek kulağı; hiç yiyecek tat­mamış dil zerreleri tat alan dili; hiçbir koku koklamamış burun zerreleri her kokuyu fark edebilecek burnu nasıl yapıyorlar? Diğer azalar için de aynı sorumuz geçerlidir.

3- Zerrelerin kalıbı yoktur. Buna rağmen organları bir kalıptan çıkmış gibi yapıyorlar. Bu nasıl olur?

4- Organlara en uygun yerleri nasıl belirliyorlar ve bu organları vücuttaki en uygun yerlerine nasıl yerleştiriyorlar?

5- Organların sayısını nasıl belirliyorlar?

Herhâlde bu zerreler İbn-i Sina kadar zeki! Gerçi bin İbni Sina olsa yine de bu işleri yapamazdı. Peki, atomlar bu işleri nasıl yapıyorlar?

Ayrıca şunu da gözden kaçırmayalım: İnsanın bir yaşındaki elbisesi, beş yaşında; beş yaşındaki elbisesi, on yaşında ve on yaşındaki elbisesi de yirmi yaşında kendi­sine olmaz. Yani insan büyüdükçe elbiseler küçülür.

Fakat insanın büyüdükçe küçülmeyen bir elbisesi vardır ki o da vücut elbisesidir. Acaba vücut büyüdükçe vücut elbise­sini büyüten, şişmanladıkça genişleten, zayıfladıkça küçülten, ne dar ne de geniş bir şekilde diken terzi kimdir?

Aynı soruyu hayvanlara ve ağaçlara tatbik edebilirsiniz. Bunca hayvan ve bitkiye elbiseler dikip sahipleri büyüdükçe elbiselerini büyüten zat kimdir?

Daha azaların oluşumunu izah edemezken bir de karşımıza elbiseler çıktı. Acaba her mahluka en mükemmel azaları veren ve onlar için en kullanışlı elbiseleri diken Allah’tan başka kim olabilir? Âlemi bir kenara bırakarak sadece bir tek sineği düşünün: Acaba bütün insanlar toplansa sadece bir tek sineğe kanat takabilir ve o vücuda en uygun elbiseyi dikebilir mi?

Seyrangah.TV

Tabiatın Aczi Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Allah’ı inkâr eden bir kimseyi ilzam etmek için bir yol da, tabiatın ve sebeplerin eşyayı icat edemeyeceğini ispat etmektir. Tabiatın eşyanın icadında fail olamayacağı ispat edildikten sonra Allah’ın varlığı mecburen kabul edilecektir. Tabiatın fail olamayacağını ispat için şu üç so­ruyu kâfire sorabilirsiniz:

1- Sanatkâr sanatını bilir mi, bilmez mi?

2- Bir sanatkâr kendinden daha mükemmel bir eseri yapabi­lir mi?

3- Sanatkâr ve sanat aynı şey midir? Yoksa ayrı şey mi­dir?

Herhâlde bu sorulara şöyle cevap vermiştir:

Elbette sanat­kâr sanatını bilir. Yani masayı yapan marangoz masayı; resmi çizen ressam da resmi bilir ve öyle yapar.

Bir sanatkâr ise asla kendinden daha mükemmelini yapamaz. Ne kadar mükemmel bir bilgisayar da yapsa, bu kendi beynine kıyasla son derece ilkeldir ya da ne kadar da mükemmel bir ev yapsa, bu kendi vücut evine kıyasla son derece sanatsızdır.

Sanatkâr ve sana­tın aynı mı yoksa ayrı mı olduğuna gelince, elbette ayrıdır. Marangoz masadan farklı, ressam resimden ayrıdır.

Bu cevaplar ile şu kaideleri sıralayabiliriz:

1- Sanatkâr sanatını bilir.

2- Bir sanatkâr kendinden daha mükemmelini yapamaz.

3- Sanatkâr ve sanat farklı şeylerdir.

O hâlde ey kâfir dinle! Sen Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek ile tabiatı ve sebepleri eşyaya sanatkâr yapıyorsun. Ama biraz evvel de­din ki: “Sanatkâr sanatını bilmeli.” Hâlbuki sanatkâr olarak kabul ettiğin su, güneş, toprak, hava ve diğer sebepler bırak eşyayı tanımayı kendilerinden bile haberleri yoktur. O hâlde şu sanatlı eserleri nasıl yaratacaklar? Unutma, “sanatkârın sa­natını bilmesi” kaidesini sen de kabul etmiştin.

Hem “Bir sanatkâr kendinden daha mükemmelini yapamaz.” demiştin. Hâlbuki bir sinek bile şu sebeplerden daha sanatlı ve mü­kemmeldir. Bir de başını kaldırıp şu âleme baksan, şu sanat mucizelerinin, basit, sanatsız ve şuursuz olan sebeplerden oluş­tuğunu nasıl iddia edebilirsin!

Hem sanatkâr ile sanat ayrı şeylerdi. Hâlbuki sen sebepleri fail yapmakla sanat ve sanatkârın aynı olduğunu iddia ediyorsun. “Tabiat nedir?” dediğimizde, bize şu dünyayı gösteriyorsun, daha sonra “Bunları kim yarattı?” dediğimizde yine o dünyanın içindeki sebepleri söylüyorsun. Bu şekilde âlemi hem sanat hem de sanatkâr yapıyorsun. İşte senin fikrin bu kadar batıldır. Sana inananların da aklı yoktur!

Tabiatın fail olamayacağını ispat için şu yolu da takip edebilirsiniz. Kâfire sırasıyla şu soruları sorun ve cevaplarını alın:

– Dağları kim yarattı?

– Tabiat.

– Denizleri kim yarattı?

– Tabiat.

– Ağaçları kim yarattı?

– Tabiat.

– Yıldızları kim yarattı?

– Tabiat…

Bu şekilde eşyaları teker teker sayın ve onları kimin ya­rattığını sorun. Onlar hepsine “tabiat” cevabını verecekler­dir. Daha sonra ise tabiatın ne olduğunu soracağız. Onlar tabiat ola­rak bize, biraz evvel saydığımız eşyaları göstererek “Tabiat bun­lardır.” diyeceklerdir.

Biz ise şöyle söyleyerek onları ilzam ede­ceğiz. Biz biraz evvel “Bu eşyaları kim yarattı?” dediğimiz de siz “tabiat” dediniz. Şimdi ise tabiat olarak aynı eşyaları gösteriyorsu­nuz. Bu durumda hem bu eşyalar tabiat oluyor, hem de tabiat tarafından yaratılıyor. Hâlbuki bir şeyin hem yaratıcı hem de ya­ratılan olması mümkün değildir. Siz ise bu eşyaları hem ya­ratılan hem de yaratıcı yaptınız. Yok, eğer tabiat ile bu eşyalardan baş­kasını kastediyorsanız biz ona tabiat değil “Allah” diyoruz. Siz de Allah deyin ve kurtulun!

Seyrangah.TV

Vazife Görme Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şu âlemdeki her bir varlık, umumi intizamın muhafazası için bir vazife görüyor ve onun için çalışıyor. Âdeta her bir varlığın her şeyi görebilecek bir gözü ve diğerinin sesini işitebilecek bir kulağı vardır. Bu meseleyi dilerseniz bir misal ile anlamaya çalışalım:

Atmosfer yerden 1000 km yüksekte, muhtelif gazlardan teşekkül etmiş ve taştan daha sert bir gaz okyanusudur. Birçok vazifelerinden birisi de hayat sahibi mahlukata zararlı olabilecek ışınları kesmek ve Dünya’ya göndermemektir. Bu hikmetli fiilin faili olarak cansız gazları kabul ettiğimizde aşağıdaki batıl fikirleri de kabul etmemiz lazım gelecektir:

1- Atmosferin, Güneş’in hangi ışınlarının zararlı olduğunu bilebilmesi için evvela hayat sahiplerinin vücut yapısını bilmesi gerekir. Öyle ya, vücut sahiplerini bilmeli ki neyin onlara zararlı ve neyin menfaatli olduğunu tefrik edebilsin. Bu ise bir ilm-i muhit (her tarafı kuşatmış bir ilmin) sahibi olmak ile mümkündür.

2- Sadece hayat sahiplerini bilmesi de kâfi gelmez. Ayrıca Güneş’in ışınlarını da tanıyabilmesi lazımdır. Zira zararlıyı zararsızdan ayırt etmek ve ihtiyaca göre belli bir ölçüde göndermek ancak o ışınları tanımakla olur. Bunun için ise türlü türlü alet ve edevatı olup hatta gelişmiş bir laboratuvarı olmalı ki zararlıyı zararsızdan ayırsın ve hangi ışının hangi ölçülerde gönderilmesinin lazım geldiğini bilsin. Bu ise atmosferin âlim, adil, hâkim ve mukaddir (takdir eden) gibi isimlerle müsemma olmasını gerektirir.

3- Haydi hayat sahiplerinin vücutlarını ilmiyle biliyor ve Güneş’in ışınlarını da aletleriyle ölçüyor. Peki ama, zararlı ışınları göndermemek, rahmet ve şefkatin eseridir. Hâlbuki o cansız ve şuursuz zerrelerde böyle bir merhamet olamaz.

Demek Allah’ı inkâr etmek, ilim sahibi, hikmet sahibi ve merhamet sahibi bir atmosferin varlığını kabul etmeyi gerektirir.

Bu konu ile ilgili bir misal daha verelim:

Bir tohuma baksak göreceğiz ki, bir tohum hem çiçeği ile hem nevi ile hem de kâinat ile alakadardır.

Çiçeği ile alakadardır, zira o çiçeğin bütün programı onda saklıdır.

Neviyle alakadardır. Şöyle ki: Değişik zamanlarda ekilen aynı tür çiçekler, dikilmelerindeki zaman farkına rağmen aynı gün çiçek açarlar. Neden mi? Çünkü ancak bu şekilde üremeleri mümkündür. Arıların ve böceklerin kanatlarına yapışan polen tozlarının aynı türün başka ferdine taşınmasıyla aşılanma olur. Eğer aynı gün çiçek açmamış olsaydı nesilleri çoktan tükenirdi.

Mevcudat ile müna­sebetine gelince: Her bir bitki ve çiçek atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde hesap uzmanı gibi çalışmaktadır. Bütün ömür boyu oksijen üreterek o dengeyi sağlarlar. Ömür boyu karbondioksit emen o çiçekler, ölürken de oksijen vererek ölürler. Eğer atmosferdeki karbondioksit gazı çoğalırsa bu sefer de bütün bitkiler solunumlarını hızlandırırlar. Şimdi soralım:

1- Bir tohumun her şeyle münasebeti vardır. Acaba bu irtibatları kim kurmuştur?

2- Çiçekler farklı günlerde ekilse dahi aşılanmak için aynı gün çiçek açıyorlar. Acaba çiçekler nasıl haberleşiyor? Tohumdan çıkma gününü nasıl kararlaştırıyorlar? Sonra ekilen tohum nasıl büyümesini hızlandırarak kendini o güne yetiştiriyor?

3- Çiçekler ve ağaçlar atmosferdeki oksijen ve karbondi­oksit dengesini sağlamak için hummalı bir şekilde çalışırlar. Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar? Hangi aletler ile ölçüm yapıyorlar? Hayatın de­vamı onlar için niçin bu kadar önemli?

Şimdi, diğer varlıkları bu misallere kıyas edin ve o varlıkların âlemdeki diğer eşyalar ile olan irtibatlarını ve umumi nizamı muhafaza için nasıl çalıştıklarını düşünün. Daha sonra da şu sorunun cevabını verin: Her bir eşyanın diğer mevcutlarla münasebetleri ve onlara karşı vazifeleri vardır. Ayrıca her bir mahluk umumi nizamın muhafazası için de çalışmaktadır. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu münasebetleri bu cansız ve şuursuz varlıklar kendi kendilerine kurmuş olsun ve yine kendi başlarına âlemdeki bu nizamın devamı için birer vazife üstlensin? Aklını kaybetmeyen birisi bu şıkkı hiç kabul edebilir mi?

Seyrangah.TV