Etiket arşivi: millet

Devlet Milletine Güven Verirse, Millet İtaatkâr Olur

İnsan sosyal bir varlık olduğu için toplum içinde hayatını devam ettirme mecburiyetindedir. Bir arada yaşam mücadelesini sürdüren toplumun sosyal ve içtimai hayat düzeni ise ancak bir devletin oluşumu ve o devletin nezdinde belirli kural ve kanunlarla tanzim edilebilir. Toplum içerisinde kural ve kanunlar olmasa, insanlar arasında kargaşa ve düzensizlik başlar, güçlü zayıfı yutmakla meşgul olur, dolayısıyla hayat adeta bir zindana döner.

İşte devlet topluma sağlık, eğitim, yol, su gibi hizmetleri karşılamak; adalet, hak,  hürriyet ve manevi değerlere saygılı, fikir ve inanç yaşamasına imkân vermekle yükümlü ve görevlidir; Millet ise devletiyle barışık,  sadık, sadakatli, emre amade, devletin bekası ve idamesi için malından ve kazancından vergisini ödeyen, hatta gerektiği takdirde kard-ı hasen borç para bile vermekle vatandaşlık mükellefiyetini canıyla-maliyle yerine getirmesidir.

Devlet; vatandaşından topladığı vergileri, yurt içinden yurt dışından elde edilen gelir kaynaklarını çarçur ve israf etmeden hizmet olarak milletine dönüştüren bir organizasyondur.  Hazırladığı bütçelerle memleketin her köşesine adil bir şekilde hizmet götürme mükellefiyetindedir. Bu mükellefiyeti temsil ve icra eden de millettin hizmetkârları, yani memurlardır.

Oysa devletin temsil memurları, devletin gücüne dayanarak kendilerini devletin asıl sahibi, vatandaşı ise teba görmekte,  yani raiye, aşağılayıcı, eğitimsiz, görgüsüz, zevali ve kafası çalışmayan bir kesim görüyor.

Bediüzzaman Hutbe-i şamiye eserinde şöyle diyor: “Sigar-ı nefs tekebbürün menbaıdır.” Sigar zelil ve hakir manasında kullanılmaktadır, kıymete değmeyenler noksanlıklarını gururları ile kapatarak, büyük olmadığı halde büyük görünmek isterler. İşte devletin kudretini ve büyüklüğünü şahsında gören bir kısım memurlar da nefsin hayaliyle kendini büyük görür, vatandaş üzerinde tekebbür etmeye başlar.

Memurun nezdinde kendini teba gören vatandaş ise devletin malını mubah görüp vergisini ödemez, elektrik ve suyu kaçak kullanır, eli nereye yetişebildiyse o kadarını gasp etmeye çalışır, Osmanlı döneminde devletin bütçesine yardım için bağışlanan vakıf arazilerinden, han, hamam, dükkân vs. yerlerden elde edilen gelirlerin tamamı vakfın malı, beyt’ül mal sayılırdı, vatandaş vakıf malını korur, vergisini ödemede inanç ve itikatları sağlamdı, bir milletin devlete bağlı olmanın başında inanç ve itimat gelir. Vakıf ağacından bir dal kesilmezdi, büyüklerimizin “aman, aman! Ziyaret çarpar” tembihi ise üzerimizde eksik olmazdı,

Devlet Milletine ne kadar İtimat ve Güven Verirse, Millette O nispette itaatkâr olur.

Vatandaşı rahatsız eden bir diğer husus ise devletin kurumları arasında ki koordinasyon kopukluğu, bazen bir yazının cevabı haftalar sürmekte, git-yarın gel, evrakın ikmalinden, işin takibinden usanan vatandaş bu sefer torpil, tavassut ve rüşvet gibi usulsüz yollarla işini takibe alır, Siyasetin de bürokrasiye en alt seviyelere kadar ve sürekli müdahalesi, memur ile vatandaşı rahatsız etmektedir.

İmamı Gazali Hazretlerine göre “muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlakına bağlıdır.” İnsanlar evvela kendi nefislerinde adaleti kurmadıkça topluma da adaleti kurmak mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretleri de şöyle diyor: “Müsavatsız adalet, adalet değildir.” Yani eşitlik olmadan adalet olmaz.

Netice itibariyle vatandaş mecbur kalmadıkça resmi dairelere gitmek istemiyor. Örneğin: Bir üretici yani çiftçi ürettiği bir mahsulünü, hayvanını, sütünü ve benzeri mamulünü devletin herhangi bir kuruluşuna götürüp mubayaa etmek istemiyor. Çünkü: Bürokratik işlemlerden git gelmelerden ve meşru olmayan muamelelerden sıkılan vatandaş devlet müessesesini ikinci tercih olarak kullanmaktadır.

Devlet; vatandaşın emrinde bir hizmetkâr olarak çalıştırmak üzere memuru kendi kurumlarında iskân eder. Memur da devletin kanun ve emirlerini samimi bir şekilde uygulama mükellefiyetinde olmalıdır. Kanun uygulayıcı olan memurlar, kanun ve kuvvetteki kuralları birbiri ile uyumlu ve birbirini desteklemelidir. Yoksa kanunu kuvvette dayandırılarak memur keyfi muameleye girmemelidir.

Allame-i zaman Bediüzzaman, “kuvvet kanunda olmalıdır.”diyor.

Memur, üstünlükten vazgeçerek, vatandaşın hizmetkârı olduğunu kabullenebilirse, devlet ve vatandaş arasında o zaman güçlü bir ittihat sağlanmış olur. “İnsanı yücelt ki devlet yücelsin” düsturu ile hareket edilmeli… Vesselam.

Rüstem Garzanlı /Diyarbakır

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Millet Devlete Nasıl İtaatkar Olur?

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Beşinci Vecih’te hayat-ı içtimaiye ile ilgili açıklaması şöyle:

Beşinci Vecih: Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.  “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” el-Aclûnî, Denilmiş. Eğer denilse, ihtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.”

İnat ve tarafgirliğin zararlı olduğu var sayıldıktan sonra arkasından taraf tutmanın faydalı olabileceği hallerinde var olduğu, hadisin işaretinden anlaşılmaktadır. İnat ve tarafgirliğin sosyal hayatta bazı şartlarla faydalı ve gerekli olabileceği ele alınmıştır.

Kuvvet sahiplerinin birleşmesiyle kuvvetin kontrolsüz bir güce dönüşebileceği işaret edilmektedir. Bu nedenle kuvvetin bölünmesinde adalet ve rahmet vardır. Örneğin, büyüyen ve gelişen aileler ve cemaatler aynı ortamda kalmaları halinde zamanla fikir ayrılıklarından doğan ihtilaflar, sosyal ve içtimai hayatın idamesinde oluşan ve gelişen şartlar geçimsizliğe, itirazlara neden olmaktadır.

Dolayısıyla kuvvetlerin aynı ortamda beraberlikleri zorlanır ve neticede ayrılığa sebep olur. Ayrılıkta ise bireyler arasında kuvvet bağları daha sağlam ve kontrollü bir güç oluşarak eski kuvveti geçer ve idari mekanizmanın daha iyi çalıştığı ve terakki ettiği müşahede edilmektedir. İhtilaf ve ayrılıkların neticesi böylelikle bir rahmete vesile olur.

Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

Bediüzzaman, meslek ve meşrepler arasında müspet ihtilaf olabileceğini, meslek sahiplerinin mesleğinin inkişafı için çalışabileceğini belirtmiştir. Yalnız başkasının mesleğinin tahribine değil belki yardımcı olmaları gerekir. Ancak menfi ihtilafta ise garaz ve adavet ve tahrip vardır. Hadis-i şerifin nazarında da yasaktır. Çünkü birbirleriyle boğuşanlar akl-ı selim hareket edemezler.

Üç büyük düşmanımız var: Cehalet, zaruret, ihtilaf” diyen ve bunlardan ihtilaf düşmanına karşı ittifak silahıyla cihad etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman, ittihad-ı İslamı da hayatının en önemli gayelerinden biri olarak ifade etmektedir.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona (hâşâ) lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Müspet hareket etmek, bir açıdan, birbiriyle ve başkalarıyla boğuşmamak demektir. Nefis hesabına olan tarafgirlik hep kendi hesabına hareket eder, taraftarı haksız dahi olsa haklı görür ona taraf olur. Eğer mukabili melek gibi olsa da ona lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterir.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Dinsiz felsefe insanın sadece bu dünyadaki mutluluğunu veya toplumun düzenini hedef almaktadır. Dinler ise dünya ile beraber ahireti de gözetler ve neticede Cenab-ı Allah’ın rızasını kazandırır. Bugünkü dünya üzerindeki manevi buhranın en önemli sebeplerinden biri de başkalarını düşünmeden ”ben tok olayım başkası aç olsa bana ne” bencil insanların hayat anlayışı ile hareket ederek hem insanların hem de Allah’ın hakkı ihlal ediliyor.

Zalim yöneticiler kendi iktidarlarını sürdürmek için halkını ve hatta komşu ülkelerin haklarını gasp etmek için var güçleriyle sömürgeleri altına alarak zalimce istila ediyorlar. İşte hal-i âlemin yaşadığı sıkıntıların sebebi: güçlülerin, zayıfları ezmeleri, hukuku göz ardı ederek istibdat ve zulmünü icra etmeleri neticesidir. Hiç bir meşru neden yokken ”kurdun kuzu yemesi bahanesi”yle kıtalar ötesinde bulunan güçlü ve zalim bir devlet, üstünlüğünün ispatı ve dünya menfaati için savunmasız devletleri tarumar ederek, mal, can ve namusları payı mal etmeleri ne adalete ne hukuka ve ne de insanlığa sığmaz. İşte, dinsiz felsefenin dünyadaki toplumun sözde düzenini hedeflediği zalim ve zulmün mirası.

Elhasıl: “Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır.

Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek” demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Adaletin bir gereği hükmetmektir. Diğer bir niteliği ise haksızlık edene buğz etmektir. Ancak Adl isminin tecellisi olan gerçek adalet, hükmü Allah için (Onun namına) vermeyi gerektirdiği gibi buğz etmeyi de Allah için (Onun namına) yapmayı gerektirir.

“Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” düsturu ile hareket edilirse, verilen ceza suçluyu da vicdanen mahkûm eder ve ıslahına yardımcı da olur.

Bir devlet kendi toplumuna adaleti uyguladığı zaman, şefkat ve merhametle uygulaması gerekir. Eğer adalette bir adaletsizlik gösterilirse halkın kin ve nefretine neden olur, zamanla birike birike katmerleşen bu kin, adalettin bir gereği olarak devlete pahalıya döner. Memleketimizde de cereyan eden bu günkü nahoş hadiselerin sebebine bakılırsa, bu olayların evveliyatında idarecilerimizin bir kusuru neticesi olduğu görülecektir.

Bediüzzaman hutbe-i şamiye’de cezanın caydırıcı etkisini göstere bilmesi için akıl, kalp ve vicdanın harekete geçirebilmesi gerektiğini şu ifadelerle açıklamıştır: “Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden (“Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin.” Mâide Sûresi, 5.38.) ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü yalnız vehim ve fikir değil, belki manevi kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.”

Cây-ı ibret bir hadise:

Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

Evet, O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır” dedi.

İnsanların özellikle idarecilerin hava-ı nefislerine tabi olmadan hak ve hukuk adına adaletle hareket etmeleri hem sosyal hayatta düzen ve barışı sağlar hem de adalet hükümlerine uyularak Cenab-ı Allah’ın rızası kazanmış olur.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa:

Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

İşte adil bir amirin adaletle yaptığı görevinin ne kadar takdir edici olduğunu gösterilmektedir. Eğer bir memleketin idarecisi adaletle hüküm eder, halkı arasında sosyal barışı sağlar ve bunu tatbik ederse elbette o memlekette ne isyan nede terör olur. Millet de devletine muti olur.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Vatan Sevgisi İçimizde Yer Etmeli

Vatan sevgisi bir toplumun varlığı için çok önemlidir. “İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Doğduğu Polonya topraklarını vatan edinmiş bir piyanistin hikâyesini izlemiştim. Hitler’in pençesindeki Almanlar yaşadığı şehri ele geçirdiler; tanklar binaları parçaladı, buldozerler devirdi, alev topları geriye kalanları yakıp yok etti. İnsanlar görüldükleri yerde kurşuna dizildi, saklanabilenler yıkıntıların altında ezildi.

Piyanist, bir bina yıkılırken ötekine kaçtı, bazen çatılarda, bazen bodrumlarda gizlendi. Almanlar şehri terk ettiğinde, geride cesetler arasında yalnız yaşadığına pişman, yiyecek ekmeği, sığınacak kimsesi olmayan bir insan kalmıştı.

Bir millet vatanının, huzurunun, barışının, esenliğinin, özgürlüğünün değerini bilmez de, küçük sorunları bahane ederek iç çatışma yolları ararsa, kaynaşmayı, dayanışmayı terk ederse, kader o milleti böyle bir ezikliğe savurur.

Biz Anadolu halkı, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle ve tüm unsurlarıyla tek millet olmuşuz; bu topraklarda bin yıldır kader birliği etmişiz. Dev bir aile olmuşuz ve birleşen gücümüz zaman zaman dünyaya meydan okumuşuz. Nice fakirlikler, yokluklar, zulümler çağında birbiriyle dayanışmasını bilen bu millet, şimdi zenginleşirken, özgürlüğün tadını hissetmeye başlamışken tarihsel dayanışmasını terk edebilir mi?

1995 yılının kış mevsiminde Bosna Hersek’e gittik. Başkentte kurşunlar uçuşuyordu. Ağaçlar kesilip yakılmış; otobüsler devrilip siper yapılmıştı. Binalar delik deşik olmuş veya yangınlarda kararmıştı. Yiyecek ekmeği kalmayan insanlar bir deri bir kemik görüntüsündeydi. Kalacağımız bir cephesi delik deşik olan otelin önünde, ayakları çıplak, soğuktan kıpkırmızı kesilmiş bir çocuk gördük. Dediler ki “Çocuğun anne babası şehit oldu, kimsesi yok, sokakta dolaşıyor.” İki gün sonra keskin nişancılar onu da şehit ettiler. O sokaklarda bu küçük şehit gibi, yaşananlara anlam veremeyen nice çocuklar gördüm.

Şehrinize gökten bombalar düştüğüne, sevdiklerinizin süngülenip kurşunlandığına tanıklık ettiniz mi? 300 bin şehidimize mezar olan Yemen’e yazılan ağıdı hatırlayın:

Kışlanın ardında redif sesi var

Bakın çantasına acep nesi var

Bir çift kundurası, bir al fesi var

Kışlanın ardını, duman bağladı

Analar, babalar kara bağladı

Yemen’e gidene herkes ağladı

Eli yemendir, gülü çimendir

Giden gelmiyor, acep nedendir?

Yakın bir geçmişte, Anadolu halkı Çanakkale’ye akın etmişti. Yüz binlerce genç, gövdelerinde gömlek, ayaklarında çarıkla yollara birlikte koyuldular. Kürt de, Laz da, diğerleri de orada Türklerin yönetiminde buluşmuştu. Kardeştiler, birbirlerine kibirlenmiyorlardı. Şehadet şerbetini birlikte içeceklerdi. Canları birbirlerine emanetti.

Bizi yüzyıllarca bu coğrafyada özgür yaşatan, birbirimizin hakkına gösterdiğimiz saygıydı. Birbirimizin canı, namusu, malı, dini kutsaldı.

Savaş şartlarında bile atalarımız dürüstlüğü yaşattılar: Çanakkale’nin Kocadere köyünde büyük bir yaralı tedavi noktası kuruluyor. Yaralılar sedyelerle beşer onar köye taşınıyor.

Erlerden birisi nefes nefese. Ağır yaralı ve şehit olmak üzere. Komutanına sesleniyor: “Ben Lâpseki’nin Beybaş köyünden Halil. Bir pusula yazdım. Lâpsekili İbrahim’den bir mecit borç almıştım. Kendisini göremedim ve ölüyorum. Bulursanız bu pusulayı ona verin, hakkını helal etsin.”

Birkaç gün sonra, yeni gelen şehitlerin eşyaları arasındaki pusulalardan biri aynı komutanın dikkatini çekiyor: “Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e bir mecit borç vermiştim. Birazdan taarruza kalkacağız. Belki dönemeyeceğim ve görüşemeyeceğiz. Arkadaşıma söyleyin, ben hakkımı helal ettim.” Biz ahıret için yaşayan böyle ataların çocuklarıyız.

Bu vatan Malazgirt’in, İstanbul’un, Çanakkale’nin hatırasıdır.

Avuçladığınız her toprakta şehitlerinizin gözyaşını ve çocuklarına dualarını okursunuz.

Bu yurdun en büyük değeri, bizi sonsuzluk yurduna hazırlamasından kaynaklanır.

“İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Dr. Muhammed Bozdağ